BİDÂYET - TDV İslâm Ansiklopedisi

BİDÂYET

البداية
Müellif:
BİDÂYET
Müellif: SÜLEYMAN ULUDAĞ
Web Sitesi: TDV İslâm Ansiklopedisi
Yayımcı: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi
Baskı Tarihi: 1992
Erişim Tarihi: 16.04.2024
Web Adresi:
https://islamansiklopedisi.org.tr/bidayet
SÜLEYMAN ULUDAĞ, "BİDÂYET", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/bidayet (16.04.2024).
Kopyalama metni

Sûfîler baştan beri tasavvuf yoluna girme ve sülûke başlama haline özel bir önem vermişler, bidâyet (başlama) ile nihâyet (maksada ulaşma) arasında sıkı bir bağlantı görmüşlerdir. Tasavvufa yeni girenlere mübtedî, bu yolun sonuna varanlara müntehî, bu ikisi arasındaki sâliklere de evâsıt denilmiştir. İlk sûfîlere göre mübtedi ile mürid arasında fark yoktur. Nitekim Serrâc “mübtedîler” başlığı altında müridlerin hallerinden bahsetmiş (el-Lümaʿ, s. 275-276), ancak daha sonraki dönemlerde mübtedî ile mürid arasında fark görülmeye başlanmıştır.

Bütün sûfîlere göre tasavvufa ciddi bir başlangıç yapmak iyi bir sonuç için şarttır. Çünkü bir sâlikin bidâyeti ne kadar hazırlıklı ve ciddi olursa nihâyeti de o kadar mükemmel olur. Bir sâlik sülûk halinde büyük zorluklarla karşılaşır veya yolunu kaybedip saptırırsa bunun sebebi ciddi ve samimi bir başlangıç yapmamış olmasıdır. Nitekim Cüneyd-i Bağdâdî nihâyette ortaya çıkan bozukluğun kaynağını bidâyetteki bozuklukta görür. İbn Nüceyd de sûfîlik adına asılsız iddiaların kötü bir bidâyetten kaynaklandığını, bidâyeti bozuk olanın nihâyetinin de bozuk olacağını ifade eder. Nihâyette hasıl olan semere bidâyetteki ihlâs ve samimiyete göre değişir. İyi bir bidâyet aynı zamanda nihâyet mânasına gelir. Bu açıdan bakılınca bidâyetle nihâyet arasındaki mesafe çok kısadır. Zünnûn bu mânayı kastederek, “Allah’ı attığın ilk adımla arar, idrak eder ve bulursun” demiştir (Sülemî, s. 23).

İbnü’l-Arabî bidâyeti aynıyla nihâyet saymış, Nakşibendiyye gibi bazı tarikatlar da bidâyetin nihâyeti ihtiva etmesini tarikatlarına esas almışlardır. Çünkü onlara göre başkalarına nihâyette hasıl olan haller kendilerine bidâyette hasıl olur.

Sûfîlere göre mübtedîlerin bâtınları mum gibi olup her şekli almaya müsaittir. Ona verilen ilk şekil iyi olur, o da sonuna kadar bu şekli muhafaza ederse gittikçe artan bir hızla Allah’a giden yolda mesafe alır. Bidâyet ehlinin aldığı ilk şekil kötü ise bu onu devamlı olarak köstekler, yerinde saymasına sebep olur. Bunun için Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî Âdâbü’l-mürîdîn’de, Ebü’l-Hafs Sühreverdî ʿAvârifü’l-maʿârif’te bidâyet ehlinin uymaları gereken kurallar üzerinde önemle durmuşlardır. Bidâyet ehli olanların alışkanlıklarını terketmeleri, namaz kılıp oruç tutmaları ve Kur’an okumaları, daha da önemlisi Allah sevgisi ve korkusu gibi kalbin amellerine ağırlık vermeleri, içlerinden geçen vesveseleri sıkı bir biçimde kontrol altında bulundurmaları icap eder. Büyükler için itaatkâr bir evlât, küçükler için şefkatli bir baba, akran için vefakâr bir dost olmaları gerekir. Ayrıca mübtedî, sûfîler gibi giyinmeli, onlar gibi hareket etmeli ve her yönden onlara benzemeye çalışmalıdır.

Tasavvufta haller ve makamlar sınıflandırılmaya tâbi tutulunca bidâyet halinden ve mübtedîlerden önemle söz edilmeye başlanmıştır. Bidâyet ehlinin tasavvufî makamlardaki yerini ilk olarak Herevî göstermiş, sülûk ehli için yüz makam tesbit ederek bunların ilk onunu bidâyet ehline, son onunu da nihâyet ehline ayırmıştır (Menâzil, s. 3 vd.). Herevî’ye göre yakaza, tövbe, muhasebe, inâbe, tefekkür, tezekkür, i‘tisâm, firar, riyâzet ve semâ bidâyet ehline ait makamlar olup bidâyât (başlangıçlar) adını alır. Mârifet, fenâ, bekā, tahkik, telbîs, vücûd, tecrîd, tefrîd, cem‘ ve tevhid nihâyet ehlinin makamlarıdır ve bunlara da nihâyât (sonlar) adı verilir. İkisi arasında yer alan seksen makam ise evâsıta aittir. Herevî ayrıca yüz makamdan her birini üçe ayırır. Meselâ firar makamı üç türlüdür. Avam cehaletten ilme, tembellikten çalışmaya; havas haberden müşahedeye, şekilden esasa, havâssü’l-havâs ise mâsivâdan Hakk’a firar eder. Buna göre yüz halden ve makamdan her birinin bir bidâyeti, bir ortası ve bir de nihâyeti vardır. Böylece sâlikin en son halinin ve makamının bir bidâyeti bulunduğu gibi ilk halinin ve makamının da bir nihâyeti vardır. Esasen Hakk’a giden yolun nihâyeti bulunmadığından mutlak bir nihâyetten söz edilemez; bidâyet ve nihâyet sonsuza kadar sürer gider. Abbâdî Ṣûfînâme’de mübtedîlerin amellerini irade, tövbe, riyâzet, zühd, havf, recâ, sabır, zikir, istiğfar, hürmet ve hizmet şeklinde sıralar. Sâlik her vakit bidâyet halini yaşar. Nitekim Cüneyd tasavvufu, “Nihâyeti bidâyetine dönüştürmektir” diye tarif etmiştir. Her nihâyet ehli aynı zamanda bidâyet ehli olduğundan başlangıçta bağlı kalınması gereken edep kaideleri ve şer‘î hükümler her vakit lüzumludur. Mübtedîlere zâhir ehli, müntehîlere bâtın ehli adı da verilir.

Mutasavvıflar nihâyet ehlinin bidâyet ehlinden daha temkinli olduğunu, bunların dinî hükümlere uymada daha çok dikkat gösterdiklerini, şathiye, cezbe, vecd, semâ ve keramet gibi hallerin umumiyetle bidâyet ehlinde görüldüğünü söylerler. Bundan dolayı Cüneyd-i Bağdâdî şathiyelerine bakarak Bâyezîd-i Bistâmî’yi nihâyet ehlinden saymamıştır. İmâm-ı Rabbânî de aynı düşünceyle İbnü’l-Arabî’nin dinin zâhirine uymayan sözlerini onun bidâyet ehlinden oluşuna bağlamıştır.

Bidâyet ve nihâyet meselesi tasavvufla ilgili tariflerde de söz konusu edilmiştir. Meselâ Cerîrî bidâyet haline göre tasavvufu, “Her çeşit kötü huyları bırakıp iyi huylar edinme” biçiminde tarif ederken Cüneyd-i Bağdâdî nihâyet haline göre, “Hakk’ın seni sende öldürüp kendisiyle yaşatmasıdır” şeklinde tarif etmiştir.

Bidâyet, “ruhların elest meclisinde ahid verip kulluğu kabullenmeleri” mânasında da kullanılmıştır. Böylece mutasavvıflar tasavvufu elest meclisinden başlatmış olurlar. Gaye yine asla dönmektir. Tehânevî bidâyeti, “isim ve sıfatların hakikatleriyle bezenme” şeklinde tarif eder ve bunun üç mertebesinden bahseder. Bunlara bidâyet, tavassut ve hitam berzahları adı verilir; bundan sonra sonsuz olan zât-ı kibriyâya varılır (Keşşâf, “İnsân” md.).


BİBLİYOGRAFYA

, “Bidâyet”, “İnsân” md.leri.

Ca‘fer Seccâdî, Ferheng-i Luġāt u Iṣṭılâḥât u Taʿbîrât-i ʿİrfânî, Tahran 1403/1983, s. 97-98.

a.mlf., Ferheng-i ʿUlûm-i ʿAḳlî, Tahran 1361 hş./1402, s. 1-19.

, s. 275-276.

, s. 23, 441, 566.

, s. 3 vd., 7.

a.mlf., , s. 45-135.

Ahmed-i Câmî, Ünsü’t-tâʾibîn, Tahran 1350 hş., s. 228.

Ebû Mansûr el-Abbâdî, Ṣûfînâme (nşr. Gulâm Hüseyn-i Yûsufî), Tahran 1347 hş.

Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî, Âdâbü’l-mürîdîn, Kahire, ts. (Dârü’l-Vatani’l-Arabî), s. 52.

, s. 116, 564.

a.mlf., , s. 52, 138.

Sühreverdî, ʿAvârifü’l-maʿârif, Beyrut 1966, s. 531.

, I, 54, 73; IV, 128.

, s. 48.

İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, İstanbul 1963, I, 70.

Ankaravî, Minhâcü’l-fukarâ, Bulak 1256, s. 139.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1992 yılında İstanbul’da basılan 6. cildinde, 132-133 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
TDV İslâm Ansiklopedisi'nden rastgele bir madde okumak ister misiniz?
BAŞKA BİR MADDE GÖSTER