HAVÂİC-i ASLİYYE - TDV İslâm Ansiklopedisi

HAVÂİC-i ASLİYYE

الحوائج الأصليّة
Müellif:
HAVÂİC-i ASLİYYE
Müellif: ORHAN ÇEKER
Web Sitesi: TDV İslâm Ansiklopedisi
Yayımcı: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi
Baskı Tarihi: 1997
Erişim Tarihi: 16.04.2024
Web Adresi:
https://islamansiklopedisi.org.tr/havaic-i-asliyye
ORHAN ÇEKER, "HAVÂİC-i ASLİYYE", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/havaic-i-asliyye (16.04.2024).
Kopyalama metni

Havâic sözlükte “bir şeye ihtiyaç duyma ve kendisine ihtiyaç duyulan şey” anlamlarına gelen hâcet kelimesinin çoğuludur. Hâcet zorluk ve sıkıntının giderilmesi, huzur ve refahın temini için insanın ihtiyaç duyduğu şeyleri ifade eder (bk. İHTİYAÇ). Sözlükte “temel ihtiyaçlar” anlamına gelen havâic-i asliyye, İslâm hukuku terimi olarak zekâta tâbi olmayan temel ihtiyaç mallarını ifade eder.

İslâm’da, diğer bedenî ve malî yükümlülüklerde olduğu gibi zekâtta da mükellefin çeşitli açılardan durumu göz önünde bulundurulmuş, ona mâkul ve taşınabilir bir sorumluluk yüklenilmiştir. Bu anlayıştan hareketle, kişinin kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin temel ve tabii ihtiyaç maddeleri zekât matrahı dışında tutulmuştur. Bundan dolayı havâic-i asliyye konusu fıkıh kitaplarında, zekât ve fıtır sadakası vermekle mükellef olmanın ölçütlerini tesbit münasebetiyle ele alınır. Ayrıca eşler ve yakınlar arası nafaka hak ve yükümlülüğü konusunda da kişilerin temel ihtiyaçlarının karşılanması fikri ağır basar. Nitekim bazı Şâfiîler’in aykırı görüş belirtmesine rağmen nafakanın temel ihtiyaçlarla sınırlı olduğu kabul edilir ve nafakada yeterlilik (kifayet) derecesinin ölçü alınması gerektiği konusunda sahâbe ve tâbiîn dönemlerinde fiilî bir icmâın gerçekleştiği belirtilir (İbn Hacer, XX, 188).

Kur’an’da otuzu aşkın âyette zekâttan, yetmişe yakın âyette de infaktan söz edildiği halde hangi tür malların ne ölçüde zekâta tâbi olduğu ve bu konudaki asgari sınır hakkında fazla bilgi verilmemiş, sadece temel ihtiyaçları belirlemeye yarayacak bazı ipuçlarının zikredilmesiyle yetinilmiştir. Meselâ, “Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar; ‘ihtiyaç fazlasını’ (afv) de” meâlindeki âyet (el-Bakara 2/219; ayrıca bk. el-A‘râf 7/199) dolaylı olarak havâic-i asliyye kavramına işaret eder. Nitekim İbn Abbas ve pek çok müfessir, söz konusu âyette geçen “afv” kelimesini “ailenin temel ihtiyacından arta kalan” diye tefsir etmişlerdir (İbn Kesîr, I, 373; Kurtubî, III, 61; İbn Hacer, XX, 184). Kurtubî’ye göre de “afv” ile, kalpte bir sıkıntı duymadan kolaylıkla verilebilecek fazla mal kastedilmiş ve dolayısıyla Kur’an’ın bu ifadesi, “İhtiyaçlarınızdan fazla olup verdiğiniz takdirde kendinize eziyet etmiş ve bu yüzden fakir düşmüş olmayacağınız malı infak edin” anlamındadır (el-Câmiʿ, III, 61). Bu âyetin yanı sıra, “Zekât ancak zenginlikten dolayıdır” (Buhârî, “Zekât”, 18, “Veṣâyâ”, 9; Nesâî, “Zekât”, 53; , II, 230, 394, 501); “Önce kendinden başla, kendine sadaka ver, eğer bir şey artarsa onu ailene, yine artarsa akrabana ver” (Müslim, “Zekât”, 41; Nesâî, “Zekât”, 60, “Büyûʿ”, 84); “Müslümana atından ve kölesinden dolayı zekât yoktur” (Buhârî, “Zekât”, 45, 46; Müslim, “Zekât”, 8) meâlindeki hadisler ve Hz. Peygamber’in birçok malda zekât nisabını bizzat belirleyerek bu sınırın altında kalan kısım için zekât gerekmediğini ifade etmesi, temel ihtiyaç maddelerinin zekâta tâbi olmayacağı fikrinin esasını teşkil etmiştir.

Âlimlerin çoğunluğu tarafından zımnî de olsa kabul edilen bu husus üzerinde özellikle Hanefî fakihleri önemle durmuş ve ayrıntılı açıklamalar yapmışlardır. Hanefî mezhebi dışındaki mezhepler zekâtın vücûbu için nisab, bir yılın geçmesi ve nemâ (zekâtı verilecek malın artmaya, büyümeye ve çoğalmaya elverişli olması) gibi şartlarla yetinmiş, havâic-i asliyyeden fazla oluşu ayrı bir şart olarak ele almamışlardır. Onlara göre aslî ihtiyaç, esasen nemalanmayan ve nemâ için hazır tutulmayan şeylerdir. Ayrıca ihtiyaç sübjektif ve değişken olması bakımından bilinemeyecek bir husustur. Bu sebeple malların zekâta tâbi tutulmasında söz konusu edilen, hayvanın otlağa salıverilmesi ve malı elde ticaret için bulundurma gibi ölçüler, nemâ şartının örneklendirilmesi anlamını taşıması yanında bir bakıma o malın ihtiyaç fazlası olmasının da delili sayılmıştır. Ancak konu üzerinde çalışan günümüz araştırmacıları, nemâ şartının malın aslî ihtiyaçtan fazla olma esasının yerini tutmayacağı görüşündedirler. Çünkü nakit para, sahibi tarafından bilfiil nemâlandırılmasa da tedavül ve arttırma aracı olduğu için tabiatı gereği nâmî sayılmaktadır. Nemâ şartı ile yetinilip bu şart söz konusu edilmezse nisab miktarı parası olan kimse, gerek kendisi gerekse bakmakla yükümlü olduğu kişilerin ev, ilâç, yiyecek ve giyecek gibi zaruri ihtiyaç maddelerinin temini için bu paraya muhtaç olsa bile zengin sayılmakta ve kendisinden zekât alınmaktadır. Halbuki aslî ihtiyaçtan fazla olma şartını ileri sürenlerce bu tür ihtiyaçlara sarfedilecek mal zekât nisabı açısından yok farzedilmektedir (Yûsuf el-Kardâvî, I, 152).

İhtiyaç, esasen gerçekliğine vâkıf olunamayacak derecede kapalı ve kişilere, içinde bulunulan ortama göre değiştiği için neyin fazlalık, neyin ihtiyaç olduğunu ayırmak ve bunlardan hangilerinin aslî, hangilerinin ikinci derecede ihtiyaç olduğuna karar vermek bir hayli güçtür. Bu sebeple insanın ihtiyaç duyduğu veya arzu ettiği her şey aslî ihtiyaç olarak görülmemiş, fakihler tarafından nelerin aslî ihtiyaç olabileceği hususunda birtakım objektif ölçüler getirilmeye çalışılmış, zaman zaman da aslî ihtiyaç sayılabilecek mal ve mal türlerinin ayrıntılı dökümünün verildiği olmuştur. Bir malın aslî ihtiyaçtan sayılmasında kullanılan en temel ölçüt, o malın kişinin sağlık ve güvenlik içinde yaşamasını temin eden veya buna birinci derecede yardımcı olan bir özellik taşımasıdır. Bundan dolayı açlığı giderecek kadar yiyecek, avret yerlerini örtme, sıcak ve soğuğa karşı korunma için ihtiyaç duyulan elbiseler veya kişinin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu aile fertlerinin nafakası havâic-i asliyyenin ilk örneklerini oluşturur (Aynî, III, 22). Fertlerin fiilen karşılaştıkları veya muhtemelen karşılaşacakları eza ve cefadan kurtulmaları da temel ihtiyaçlar arasında yer alır. Bu sebeple borcun karşılığı olan mal temel ihtiyaç sayılmıştır. Zira kişi borcunu ödemek suretiyle ödeme talebinden, takip altında olmaktan, hapse girmekten ve âhirette de sorgulanmaktan kurtulur. Borcun ödenmemesi kul hakkının ihlâli olduğundan kişinin cennete gitmesine de engel olur. Dolayısıyla onu ödemekten daha büyük bir ihtiyaç olamaz (Bâbertî, I, 486; İbnü’l-Hümâm, I, 486).

Fakihler, esasen aslî ihtiyaçlar arasında görülebilecek türdeki malların ticaret yapma niyetiyle elde tutulmasını onların ihtiyaç fazlası olduğunun delili saymışlardır. Meselâ hayvanların meraya salıverilmesi böyledir. Altın ve gümüşün temel özelliğinin para olması sebebiyle ayrıca ticarî maksatla elde bulundurulması şartı aranmaz; bunlar doğrudan zekât malıdır (Kâsânî, II, 11). Bir şeyin kullanılmasının haram olması da onun ihtiyaç olmadığının bir göstergesi kabul edilmiştir. Altın ve gümüşten yapılan kapların lüks ve israf sayılması, süslenmenin erkek için vazgeçilmez bir ihtiyaç olarak görülmemesi sebebiyle bu iki madenden yapılmış -gümüş yüzük dışında- erkek ziynet eşyası haramdır ve zekât matrahı dışında tutulamaz. Kadınların ziynetleri konusunda ise mezhepler arasında görüş ayrılığı vardır. Hanefî mezhebi, altın ve gümüşün temel özelliğinin nakit olmasını ve insanlar arasında bunların bu şekilde kullanılma teamülünün yerleşmiş bulunmasını göz önüne alarak altın ve gümüşten mâmul her türlü ziynet eşyasını nisaba ulaşması ve üzerinden bir yılın geçmesi şartıyla zekâta tâbi görür. Diğer mezhepler ise süslenmenin kadının bir ihtiyacı olduğu, ziynet eşyalarının sanat ve işlemeleri sebebiyle nakit görünümünden çıktığı ve şahsî ihtiyaçları tatmin için edinilen eşyaya dönüşmüş bulunduğu noktalarından hareketle bilezik, halhal, gerdanlık, küpe, yüzük vb. kullanımı mubah eşyalarda zekât vermeyi prensip olarak gerekli görmezler. Ancak meselâ Mâlikîler kiraya verme durumu hariç ticaret için, Şâfiîler biriktirme amacıyla ve Hanbelîler ise kullanma dışında kalan herhangi bir amaçla elde tutulan altın ve gümüş için zekât vermenin farz olduğunu belirterek yukarıdaki prensibi önemli ölçüde sınırlandırmışlardır. Ayrıca Şâfiî mezhebine göre kullanma amaçlı da olsa israf olarak değerlendirildiği, teamülleri ve mûtadı aştığı için 200 miskale (yaklaşık yarım kilogram) ulaşan altın ve gümüşten yapılmış kadın ziynet eşyalarından zekât vermek gerekir.

Temel ihtiyaçları elde etmek için gerekli ön şartlar da bu ihtiyaçlarla aynı kategoride mütalaa edilir. Bu bakımdan günün şartlarına göre hayatı normal bir biçimde sürdürmenin ve geçimini temin için bir meslek icra etmenin ön şartı olan hususlar temel ihtiyaçların kapsamına girmektedir. Öte yandan zekât mükellefiyetinde bir yıllık süre esas alındığından aslî ihtiyaçlar da yine bir yıllık süreye göre belirlenir. Bu sebeple bir yıllık temel gıda maddeleri, giyecek ve mesken gideri gibi temel ihtiyaçlar yanında bir insanın hayatını huzur, güven ve sağlık içinde sürdürebilmesi için lüzumlu olan mesken, iş yeri, binek ve iş hayvanları, ticarî maksatlı olmayan özel araba, özel silâh, ev eşyaları, elbiselerle altın ve gümüşten yapılmış olmayan süs kapları aslî ihtiyaç maddeleri kabul edilir. Yine ilim adamlarının özel kütüphanelerinde mevcut kitaplar, zanaatkârların sanat ve mesleklerini icra ederken kullandıkları iş aletleri ve takım sandıkları, ticarî malları depolamada kullanılan paket ve kaplar da yine aslî ihtiyaç olma ve artış göstermeme sebebiyle zekât matrahı dışında tutulmuştur.

Sanayi inkılâbıyla ortaya çıkan iş makineleri, fabrikalar, gemiler, uçaklar, otobüsler ve taksiler gibi aynlarını kiralama yahut ürünlerini satma suretiyle kazanç sağlanan mallar (müstegallât), klasik anlamda şahsî temel ihtiyaçlara girmemekle birlikte belli alanlarda iş yapabilmek için ihtiyaç duyulduğu ve aynlarından doğrudan doğruya bir kazanç elde etme söz konusu olmadığı için bu tür malların zekâta tâbi olup olmadığı tartışmalıdır. Çağdaş âlimler, bu malların zekâta tâbi olacağı konusunda hemen hemen ittifak etmekle birlikte zekâtın sermaye ve gelirin toplamından mı, yalnız gelirden mi alınacağı ve oranının ticaret malına göre mi, ziraî mahsule göre mi belirleneceği konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir (bk. ZEKÂT).

Geçmişte özellikle Hanefî âlimlerinin temel ihtiyaçlar konusunda geniş açıklama yapmalarına karşılık bazı çağdaş araştırmacılar bu tür ihtiyaçların zaman, çevre vb. şartlara bağlı olarak değişip gelişebileceğine işaret ederek ayrıntılı bir döküm vermek yerine ilkeler üzerinde durmayı tercih etmişlerdir. Bu konuda uygun çözüm, hangi tür ve ne miktar malın temel ihtiyaç grubunda yer alacağı hususunu tesbitin, hem toplumun genel iktisadî şartlarına hem de kişilerin sosyal çevrelerine ve toplum şartlarına bağlı olarak yetkili mercilere bırakılmasıdır (Yûsuf el-Kardâvî, I, 153).

Aslî ihtiyaçlar söz konusu edildiğinde sadece zekât mükellefi olan kişinin ihtiyaçları değil aynı zamanda onun bakmakla yükümlü olduğu karısı, sayısına bakılmaksızın çocukları, annesi, babası ve yakın akrabalarının ihtiyaçları da göz önünde bulundurulur. İbn Hacer, yukarıda zikredilen, “Zekât ancak zenginlikten dolayıdır” hadisinin zaruri ihtiyaçların karşılanmasına öncelik verdiğini, bir kimsenin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyacını karşıladıktan sonra zekât vermesini ve başkasına yardımda bulunmasını tavsiye ettiğini ve hiç kimsenin böyle bir harcama sebebiyle başkalarına muhtaç hale gelmemesi gerektiğine işaret ettiğini belirtir. Ona göre zaruri ihtiyaçlarda fedakârlık câiz değildir; hatta haramdır. Çünkü kişi başkasını kendine tercih ederse kendisinin helâkine yahut zarar görmesine sebep olur. Bu bakımdan kişinin kendi hakkına riayet etmesi daha uygundur. Bu aslî ödevler yerine getirilince fedakârlık doğru bir davranış niteliğini kazanır, kişinin zekât ve infakı daha faziletli olur (Fetḥu’l-bârî, VII, 47).

Kâsânî, İmam Mâlik’in, zekâtın farz olması için malın artmaya müsait yahut aslî ihtiyaçtan fazla olup olmaması şartını göz önünde bulundurmadığını ve ona göre iş elbiseleri, taşımada ve işte kullanılan hayvanlar, hizmetçiler, mesken, binek hayvanları, ailenin giyeceği ve yiyeceği, süs için kullanılan kap, gümüş yahut mefruşat ve ticaret niyetiyle bulundurulmayan eşya vb. gibi her türlü maldan zekât vermenin farz olduğunu belirtir (Bedâʾiʿ, II, 11). Ancak bu açıklamaların bazıları Mâlikî kaynaklarında yer alan bilgilerle çelişmektedir. Zira İmam Mâlik, diğer âlimler gibi zekât için nisabın gerekli olduğunu kabul eder ve İbn Abdülberr’in belirttiğine göre mallardan zekât verilmesini artış özelliğine bağlar (el-İstiẕkâr, IX, 69); bu özelliği taşımamaları sebebiyle kadınların takınmak için bulundurdukları altın, gümüş, inci, yakut gibi her türlü süs eşyasından zekât gerekmediğini ifade ederek bunların ehli tarafından kullanılan eşyaya benzediğini belirtir (, “Zekât”, 5; Sahnûn, I, 245-246). Bu ifadede yer alan “ehli tarafından kullanılan eşya” tâbiri bir bakıma havâic-i asliyye kavramının tanımı niteliğindedir. Mâlik, zenginlik için bir sınır bulunmadığını ve bunun ictihada bırakıldığını ileri sürmekle birlikte ona göre evi ve hizmetçisi olan kimse zenginlik sınırına ulaşmadığı müddetçe zekât alabilir; fakat sahip olduğu ev ve mesken, ihtiyacını karşılayabileceği bir başka ev satın aldığında elinde fazlalık kalacak kadar değerli ise bu durumda zekât alamaz. Aynı kural hizmetçi için de geçerlidir (İbn Abdülber, et-Temhîd, IV, 98; a.mlf., el-İstiẕkâr, IX, 214). Bununla birlikte Kâsânî’nin de naklettiği gibi işte çalıştırılan hayvanlardan zekât alınacağını söyler (İbn Abdülber, el-İstiẕkâr, IX, 148, 170).

Zekât yükümlülüğünün, havâic-i asliyye dışında nisab miktarı mala sahip olunmaya bağlanmasının hikmeti şöyle açıklanmıştır: Zekâtın farz kılınmasının sebebi zenginlik nimetine şükürdür. Mal aslî ihtiyaçtan fazla olursa zenginlik ve nimet içinde olma hususu gerçekleşir ve o zaman kişi gönül hoşluğu ile zekâtını verir. Aslî ihtiyaç seviyesindeki mal ve zenginlik ise hayatı sürdürmek ve bedeni kıvamında tutmak için zaruri olan ihtiyaçlardandır. Bunun şükrü beden nimetinin şükrüyle aynıdır ve bu kadar maldan zekât verme gönül hoşluğu ile olmaz. Halbuki Taberânî’nin Ebü’d-Derdâ’dan rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber, “Mallarınızın zekâtını gönül hoşluğu ile veriniz” demiştir (Kâsânî, II, 4, 11).

Aslî ihtiyaçlar zekât fonundan yararlanma konusunda da belirleyici bir unsurdur. Çünkü zekâtın meşrû kılınmasının sebebi ihtiyaç sahiplerinin temel ihtiyacını gidermek ve ileri derecedeki yoksulluğu ortadan kaldırmaktır. Bu sebeple bir kimsenin elinde bulunan aslî ihtiyaç maddeleri zekât vermeyi gerektirmediği gibi zekât almaya da engel olmaz. Dolayısıyla aslî ihtiyaçlarını karşılayamayan veya nisab miktarından az mala sahip olup ihtiyaçlarını güçlükle karşılayabilen, geliri giderine denk kimse şer‘an fakir sayılır ve zekât alma hakkına sahiptir. Yine aslî ihtiyaçlarını karşılayamayan kimseye devlet zekât dışında da yardım etmek durumundadır. Fıkıh literatüründe fakirlerin ve hastaların tedavi ve ilâç masrafları ile, çalışıp kazanmaktan âciz olup nafakasını karşılamakla yükümlü kimsesi bulunmayanların nafakalarının hazine gelirlerinden karşılanacağı ifade edilirken (Kâsânî, II, 68-69) âdeta günümüzdeki sağlık ve işsizlik sigortası, mâlulen emeklilik gibi kurumların gerçekleştirmeye çalıştığı sosyal adalet ve dayanışma amaçlanmış olmaktadır. Ayrıca zaruri ihtiyaçlarını karşılayamayan ve başka bir imkânı da bulunmayan bir kimsenin dilenmesi de câiz görülmüştür.

Havâic-i asliyye kavramı İslâm toplumunda asgari hayat ve geçim standardını belirlemede kullanılan bir ölçüt konumundadır. Müslümanlar, gerek fert gerekse devlet olarak bu standardın altında yer alanlara yardım etmekle yükümlü oldukları gibi bu standardın üstünde olanlar da bu yükümlülüğe katılmak durumundadır. Ayrıca aslî ihtiyaçların zekât dışı bırakılması anlayışı -her ne kadar pek çok ülkede henüz uygulanmıyorsa da- modern vergi sisteminde asgari ücretin vergi dışı tutulması düşüncesinin asırlar öncesinden bir uygulama örneği olması ve vergilendirmede mal sahibinin şahsını, içinde bulunduğu ortamı, ihtiyaçlarını, borçlarını ve ailevî yükümlülüklerini göz önünde bulundurması itibariyle vergi hukuku alanında üzerinde durulmaya değer bir önem arzetmektedir.


BİBLİYOGRAFYA

, “Zekât”, 5-6.

, II, 230, 394, 434-435, 501.

Buhârî, “Zekât”, 18, 38, 45, 46, “Veṣâyâ”, 9, “Nafaḳāt”, 2, “Zühd”, 32.

Müslim, “Zekât”, 8, 41.

Nesâî, “Zekât”, 53, 60, “Büyûʿ”, 84.

, I, 245-248.

İbn Abdülber, et-Temhîd (nşr. Muhammed et-Tâib – Saîd Ahmed A‘râb), Tıtvân 1394/1974, IV, 97-105.

a.mlf., el-İstiẕkâr (nşr. Abdülmu‘tî Emîn Kal‘acî), Kahire 1414/1993, IX, 66-79, 147-148, 170, 211-217; XXVII, 403.

, II, 198, 213.

, II, 4, 11, 44-45, 48, 68-69.

İbn Kudâme, el-Muġnî, Riyad 1401, III, 11-18.

Kurtubî, el-Câmiʿ, Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî), III, 61-62.

, I, 373-374.

Bâbertî, el-ʿİnâye ( içinde), I, 486-489.

, VII, 45-47; XX, 184, 188.

, III, 22-23.

, I, 486-489.

, II, 222.

, I, 390-394.

, I, 172, 174, 187, 191.

, II, 347-348.

Yûsuf el-Kardâvî, Fıḳhü’z-zekât, Beyrut 1389/1969, I, 151-155, 282-311, 458-486; II, 550-560.

, I, 595 vd., 601 vd.

, II, 736, 750, 764-768, 864-865.

“Zekât”, , XXIII, 242.

Mehmet Erkal, “Havâic-i Asliye”, İslam’da İnanç, İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İstanbul 1997, II, 191-192.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1997 yılında İstanbul’da basılan 16. cildinde, 504-507 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
TDV İslâm Ansiklopedisi'nden rastgele bir madde okumak ister misiniz?
BAŞKA BİR MADDE GÖSTER