SAÎD - TDV İslâm Ansiklopedisi

SAÎD

السعيد
Müellif:
SAÎD
Müellif: İLYAS ÇELEBİ
Web Sitesi: TDV İslâm Ansiklopedisi
Yayımcı: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi
Baskı Tarihi: 2008
Erişim Tarihi: 19.04.2024
Web Adresi:
https://islamansiklopedisi.org.tr/said
İLYAS ÇELEBİ, "SAÎD", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/said (19.04.2024).
Kopyalama metni

Sözlükte “kısmetli ve talihli olmak, uğurlu gelmek, mutlu ve bahtiyar olmak” mânalarına gelen sa‘d (saâdet) kökünden türeyen saîd “talihli, mutlu ve bahtiyar” demektir. Karşıtı olan ve şekā’ (şekāvet) kökünden türeyen şakī ise “talihsiz, mutsuz ve bedbaht” anlamına gelir (, “sʿad”, “şḳv” md.leri; , I, 1166; IV, 1030-1031). Saadeti, hayra nâil olma hususunda insana ilâhî yardımın ulaştırılması şeklinde tanımlayan Râgıb el-İsfahânî, en büyük saadetin cennete girmek olduğunu söyler (el-Müfredât, “sʿad” md.; krş. Hâzin, II, 371). Saîd ve şakī kavramları hem dünyevî hem de uhrevî boyutları olan anlamlar içermekle birlikte, bilhassa tefsir ve kelâm literatüründe saîd “cennet ehli”, şakī de “cehennem ehli” şeklinde tanımlanarak esas itibariyle uhrevî boyutlarıyla ele alınmıştır (aş.bk.). Öte yandan Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde zikredilen “ehlü’s-saâde, ehlü’l-cenne, ashâbü’l-cenne, ashâbü’l-yemîn” kavramlarının saîd; “ashâbü’n-nâr, ashâbü’ş-şimâl, ashâbü’l-meş’eme” kavramlarının ise şakī anlamını karşıladığı söylenebilir.

Saadet ve şekāvet kökünden türeyen kelimeler Kur’ân-ı Kerîm’de biri fiil, diğeri isim kalıbında olmak üzere ikişer âyette (Hûd 11/105, 106, 108) geçmekte ve karşıt anlamlarda kullanılmaktadırlar. Bu âyetler nâzil olunca Hz. Ömer, Resûl-i Ekrem’e “Ey Allah’ın resulü! Bu durumda biz olmuş bitmiş, hükmü verilmiş bir şeye göre mi, yoksa henüz hükmü verilmemiş bir şeye göre mi amel ediyoruz?” diye sormuş, Hz. Peygamber de şöyle cevap vermiştir: “(Yazıp) bitirilmiş şeye göre ey Ömer! Kalemler kurumuş, kaderler onunla cereyan etmiş, fakat her insana yaratıldığı şey kolaylaştırılmıştır” (Müslim, “Ḳader”, 8; İbn Mâce, “Muḳaddime”, 10. Benzer rivayetler için bk. Buhârî, “Tefsîrü’l-Ḳurʾân”, 92/6-7; “Cenâʾiz”, 83; “Ḳader”, 4; Müslim, “Ḳader”, 7; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 16; , I, 129). Şekāvet kökünden türeyen fiiller ve şakī kelimesi daha başka âyetlerde hem dünyevî hem de uhrevî bağlamda mutsuzluk ve bedbahtlık anlamında kullanılırlar (, “şḳv” md.).

Hadislerde saîd ve şakī kavramları birbirinin karşıtı olarak çeşitli bağlamlarda geçmekle birlikte esas itibariyle insanın âkıbetinin Allah tarafından ezelde belirlendiğini ifade eden bir kullanım söz konusudur. Nitekim Hz. Peygamber, cenin anne karnında kırk günlükken Allah’ın bir melek göndererek onun amellerinin nasıl olacağını, ecelini, rızkını, şakī mi yoksa saîd mi olacağını yazdırdığını, nihayetinde bu yazının belirleyici olacağını ve saîdin cennete, şakīnin de cehenneme gideceğini söylemiştir (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 1; “Tevḥîd”, 28; “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 6; İbn Mâce, “Muḳaddime”, 10; , I, 414, 430. Melek tarafından yazılan şeylerin farklı şekilde sayıldığı rivayetler için bk. Buhârî, “Ḳader”, 1; Müslim, “Ḳader”, 1, 2).

Saîd ve şakī kavramlarının hadislerde özellikle kader meselesi bağlamında zikredilmesi, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen bu kavramları müfessirlerin çoğunlukla kader ve kulların fiilleri (ef‘âl-i ibâd) konularıyla bağlantılı bir şekilde tanımlamalarına yol açmıştır. Bu konularda Allah’ın irade ve kudretini esas alan müfessirler saîdi “kendisi için saadet yazılan kimse”, şakīyi de “kendisi için şekāvet yazılan kimse” şeklinde tanımlamışlar, böylelikle kişinin saîd ve şakī oluşunun ezelî ilimde yazılan kadere bağlı olarak gerçekleştiğini vurgulamışlardır (meselâ bk. İbnü’l-Cevzî, IV, 158; Kurtubî, XI, 210; Hâzin, II, 371). Buna mukabil özgürlükçü bir tavır benimseyen müfessirlerin saîdi “kendi amelleriyle cennetlik olan kişi”, şakīyi de “kendi amelleriyle cehennemlik olan kişi” şeklinde tanımlayarak saadet ve şekāvetin insanın tercih ve fiillerine bağlı olarak geliştiğini vurguladıkları görülmektedir (meselâ bk. Mâtürîdî, II, 553; Zemahşerî, III, 237). Ancak müfessirler nihayetinde saîdin cennetlik kimseyi, şakīnin de cehennemlik kimseyi ifade ettiği konusunda ittifak etmişlerdir.

Kelâm literatüründe de saîd ve şakī kavramları kader ve kulların fiilleri bağlamında tartışılmış, konu saadet ve şekāvetin ezelî takdir neticesinde mi yoksa kişinin kendi tercihiyle mi ortaya çıktığı, dolayısıyla da değişip değişemeyeceği açısından özellikle Hanefî-Mâtürîdîler ile Eş‘arîler arasında tartışma konusu olmuştur. İlke olarak Hanefî-Mâtürîdîler saîdin şakī, şakīnin de sâid olabileceğini söylerken, Eş‘arîler bu sıfatlarda asla değişiklik olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Eş‘arîler’e göre kişinin saîd mi yoksa şakī mi olduğu Allah’ın ezelî ilmindeki yargısına göre belirlendiğine ve ezelî ilimde de değişiklik olmayacağına göre saîd şakī, şakī de saîd olamaz. Çünkü saîd ve şakī vasıflarındaki değişim nihayetinde Allah’ın haberinin yalan, ilminin de cehalet haline dönüşmesi şeklinde imkânsız bir sonucu gerektirir. Hanefî-Mâtürîdîler ise çoğunlukla tövbenin günahları sildiğini belirten âyetleri delil getirerek, tövbe etmesi halinde bir kâfirin (şakī) müslüman olmadan önceki günahlarının affedildiğini, şayet bu kimsenin tövbe etmeden önce de saîd olduğu kabul edilseydi bu durumda Allah’ın onu affetmesinin bir anlamı olmayacağını ileri sürerler. Nitekim bunlar kulun sıfatlarıdır ve kulun sıfatlarında değişiklik olması da mümkündür. Aslında iki mezhep arasındaki görüş ayrılığı her iki tarafın saîd ve şakī tanımlarındaki farklılığa dayanmaktadır. Eş‘arîler’e göre, Allah’ın ezelî olarak iman üzere öleceğini bildiği kimse saîd, ezelî olarak küfür üzere öleceğini bildiği kimse ise şakīdir. Hanefî-Mâtürîdîler’e göre ise saîd hâlihazırda mümin, şakī ise hâlihazırda kâfir olan kimsedir (Şeyhzâde, s. 47; Lekānî, I, 556-558). Bu yönüyle Eş‘arîler konuyu kişinin Allah’ın ezelî ilmindeki vasfı açısından, Hanefî-Mâtürîdîler ise hâlihazırdaki zâhirî durumu açısından ele almaktadırlar. Bundan dolayı konu hakkında görüş bildiren müelliflerin tamamına yakını bu ihtilâfın sadece “lafzî” olduğunu söylemişlerdir (ayrıca bk. FİİL; KADER).

Bununla birlikte Hanefî-Mâtürîdîler’in konuya sadece kişinin hâlihazırdaki durumu bağlamında yaklaşmadıkları, levh-i mahfûzda yazılmış saadet veya şekāvet yazısının da değişebileceğini kabul ettikleri görülmektedir. “Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır; ana kitap (levh-i mahfûz) O’nun katındadır” (er-Ra‘d 13/39) âyetini delil getirerek, Allah’ın tövbe esnasında mâsiyetleri silip tövbeyi sabit bırakacağını söyleyen Hanefî-Mâtürîdîler, bu yönüyle levh-i mahfûzda yazılı olan şeyin kulun saadet ve şekāvet şeklindeki sıfatı olduğu, dolayısıyla kulda ve sıfatında da değişim olabileceği; bununla birlikte Allah’ın, kulun nihaî olarak bunların hangisini seçeceğine dair bilgisinde bir değişiklik olamayacağı, zira böyle bir değişimin Allah hakkında cehalet sonucunu doğuracağı kanaatindedirler. Hanefî-Mâtürîdî kaynaklarda bu hususa “saîd şakī, şakī de saîd olur, değişiklik Allah’ın sıfatları olan is‘âd ve işkāda değil, kulun sıfatı olan saadet ve şekāvette olur” ifadeleriyle dikkat çekilmektedir (Nesefî, s. 121). Ebû Hanîfe’nin, Allah’ın olayları levh-i mahfûzda hükmen değil vasfen yazdığını söylemesi Hanefî-Mâtürîdîler’in bu görüşünü önemli ölçüde etkilemiştir. Öte yandan Selefî anlayışı benimseyen âlimlerden İbn Kayyim el-Cevziyye de bu konuda Hanefî-Mâtürîdîler’in görüşüne meyleder.

Her iki mezhebin saîd ve şakī meselesine yaklaşımları, imanda istisna ve amellerin inkâra sapmakla geçersiz hale gelmesi (ihbât) konularındaki görüşlerini de etkilemiştir. Eş‘arîler daima kişinin ölüm anını temel aldıklarından imanda istisnanın câiz olduğunu ve mümin iken irtidad eden sonra tekrar mümin olan ve iman üzere ölen kimsenin ilk iman halindeki amellerinin boşa gitmediğini söylemişlerdir. Buna mukabil Hanefî-Mâtürîdîler hâlihazırdaki durumu temel aldıkları için imanda istisnanın câiz olmadığı ve irtidad edip daha sonra tekrar iman eden kimsenin önceki sâlih amellerinin silindiği görüşündedirler (ayrıca bk. İHBÂT; İSTİSNA; MUVÂFÂT).


BİBLİYOGRAFYA

, I, 1166; IV, 1030-1031.

, “sʿad” md.

, I, 129, 414, 430.

Buhârî, “Cenâʾiz”, 83.

Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 16.

Ebû Hanîfe, el-Fıḳhü’l-ekber (nşr. M. Zâhid Kevserî, trc. Mustafa Öz, İmâm-ı A‘zam’ın Beş Eseri içinde), İstanbul 1992, s. 72.

, s. 167-172.

Mâtürîdî, Teʾvîlâtü Ehli’s-sünne (nşr. Fâtıma Yûsuf el-Hıyemî), Beyrut 1425/2004, II, 553.

Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, Uṣûlü’d-dîn (nşr. H. P. Linss), Kahire 1383/1963, s. 172-178.

Necmeddin en-Nesefî, el-ʿAḳāʾidü’n-Nesefiyye (Teftâzânî, Şerḥu’l-ʿAḳāʾidi’n-Nesefiyye [nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d] içinde), Kahire 1421/2000, s. 120-121.

Zemahşerî, el-Keşşâf (Âdil Ahmed Abdülmevcûd v.dğr.), Riyad 1418/1998, III, 237.

, IV, 158.

, XVIII, 61-63.

Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Câmiʿ li-aḥkâmi’l-Ḳurʾân (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Beyrut 1427/2006, XI, 210.

Ali b. Muhammed el-Hâzin, Lübâbü’t-teʾvîl, Kahire 1328, II, 371.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Şifâʾü’l-ʿalîl (nşr. Mustafa Ebü’n-Nasr eş-Şelebî), Cidde 1412/1991, I, 237-238.

Teftâzânî, Şerḥu’l-ʿAḳāʾidi’n-Nesefiyye (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Kahire 1421/2000, s. 120-121.

İbrâhim b. İbrâhim el-Lekānî, Şerḥu’n-Nâẓım ʿale’l-Cevhere: Hidâyetü’l-mürîd li-Cevhereti’t-tevḥîd (nşr. Mervân Hüseyin Abdüssâlihîn el-Bicâvî), Kahire 1430/2009, I, 556-561.

Ebû Azbe, er-Ravżatü’l-behiyye, Haydarâbâd 1322, s. 8-11.

Abdürrahim Şeyhzâde, Naẓmü’l-ferâʾid ve cemʿu’l-fevâʾid, Kahire 1317, s. 46-48.

Abdülganî b. Tâlib el-Meydânî, Şerḥu’l-ʿAḳīdeti’ṭ-Ṭaḥâviyye (nşr. M. Mutî‘ el-Hâfız – M. Riyâz el-Mâlih), Dımaşk 1995, s. 82-85.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2023 yılında Ankara’da basılan 35. cildinde, 543-544 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
TDV İslâm Ansiklopedisi'nden rastgele bir madde okumak ister misiniz?
BAŞKA BİR MADDE GÖSTER