https://islamansiklopedisi.org.tr/erbain--tasavvuf
Genellikle Doğu kültürlerinde kırk sayısına büyük önem verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Mûsâ’nın Tûr dağındaki mîkātını kırk gecede tamamladığı ifade edilmektedir (el-Bakara 2/51). Bir hadiste, kırk gün kendini samimiyetle ibadete veren bir kimsenin kalp menbaından fışkıran hikmetlerin dilinden döküleceği rivayet edilir (bk. Sühreverdî, s. 263; Aclûnî, II, 224). Başka bir hadiste Hz. Âdem’in çamurunun kırk gün yoğrulduğu bildirilmiştir (bk. Sühreverdî, s. 264). Bu tür bir geleneğin etkisiyle tasavvufta kırk gün süren halvet uygulamasıyla kırk makam, kırk abdal veya kırklar gibi bazı tasavvufî kavramlar ortaya çıkmıştır.
Mutasavvıflar ve tarikat mensupları gereksiz olarak halk arasında bulunmayı (muhâlata, ihtilât, hıltat) sakıncalı gördüklerinden daima yalnızlığı (vahdet, uzlet, inzivâ) tercih ederler. Ancak ilk zâhidler ve sûfîler arasında, özel bir mekânda halvete girip burada belirli bir süre kalmak gibi bir uygulamaya nâdiren rastlanır. Kaynaklarda, Sehl b. Abdullah et-Tüsterî ve İbn Hafîf gibi sûfîlerin erbaînden bahsettikleri ve bunu çevrelerinde toplanan dostlarına tavsiye ettikleri kaydedilmekle beraber bunun uygulanma şekli hakkında bilgi yoktur. Hatta Abdülkādir-i Geylânî ve Ahmed er-Rifâî gibi tarikat kurucusu mutasavvıflar döneminde bile bu anlamda erbaîn mevcut değildir. Ancak tasavvufun ilk dönemlerinden başlayarak şiddetli riyâzetlere, çetin nefs mücahedelerine ve çileli bir hayat yaşamaya büyük önem veren mutasavvıflar her zaman mevcut olmuştur. “Erbaîne girmek, erbaîn çıkarmak” gibi ifadelerle anlatılan düzenli halvet uygulaması ise muhtemelen IV. (X.) yüzyıldan sonra ortaya çıkmış ve sülûk yöntemi olarak esmâ zikrini esas alan tarikatlar aracılığıyla yayılmıştır. Ebû Nasr es-Serrâc, Kelâbâzî, Ebû Tâlib el-Mekkî, Kuşeyrî, Hücvîrî ve Gazzâlî gibi tasavvufî hayat hakkında ayrıntılı bilgi veren mutasavvıf yazarların eserlerinde erbaîn konusuna yer vermemeleri de bu geleneğin daha sonraki dönemlerde yaygınlaştığını gösterir. Erbaîn konusu ilk olarak Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin (ö. 632/1234) ʿAvârifü’l-maʿârif’inde geniş bir şekilde anlatılmıştır. Erbaîn uygulaması özellikle Kādiriyye, Sühreverdiyye, Çiştiyye, Kübreviyye ve Halvetiyye mensupları arasında görülür.
Sühreverdî erbaîne girmenin gerekliliğini anlatırken aslında sûfîlerin kırk günün özel bir önemi ve etkisinin bulunduğuna inanmadıklarını, bununla birlikte dünyanın çeşitli zorlukları karşısında iyi bir dinî hayat yaşayamadıklarından kırk günle sınırladıkları zaman dilimi içinde özel bir mekânda halvete çekilerek şeyhin gözetim ve denetimi altında mümkün olduğu ölçüde bir dinî hayat yaşamak için çabaladıklarını, başarılı olurlarsa ömür boyu bu yaşama biçiminin kendilerine faydalı olacağına ve bu süre içinde elde ettikleri feyz ve bereketin geriye kalan zamana da yayılacağına inandıklarını söyler.
Erbaîne girmeye ve erbaîn çıkarmaya önem veren esmâ tarikatları tekke ve hankahların çevrelerinde, bazan da buradaki mescidlerde “halvethâne” veya “çilehâne” adı verilen, genellikle ancak bir kişinin namaz kılarken ayakta durabileceği yükseklikte ve bağdaş kurup oturabileceği genişlikte dar ve karanlık odacıklar (hücre) yaparlar. Kapı kapatılır, içeriye ses ve ışık girmez. Erbaîne giren çilekeş (mürîd-i tâlib, sâlik) burada duyu organlarının dış dünya ile ilgisini kesmeye çabalar ve bütün dikkatini iç âlemine yöneltir, düşüncesini kalbi üzerinde yoğunlaştırır.
Erbaîne girmenin âdâbına uyulmazsa istenen sonuç elde edilemez. Necmeddîn-i Dâye, erbaîne giren bir dervişi kuluçkaya oturan tavuğa benzeterek yumurtadan civcivin çıkması nasıl bazı şartlara bağlı ise erbaînin arzulanan sonucu vermesi için de belli şartlar gerektiğini söyler (Mirṣâdü’l-ʿibâd, s. 282). Erbaîne şeyhin lüzum görmesi halinde onun gözetim ve denetiminde girilir. Erbaîne girmeden hazırlık yapılır. Çilekeşin, üzerindeki elbiselerin ve oturacağı yerin temiz olmasına, boy abdesti almasına ve erbaîn süresince abdestli olmasına dikkat etmesi şarttır. Ayrıca erbaîne girmeden önce “az yeme, az uyuma, az konuşma” esaslarına uyup kendini halvet hayatına hazırlaması, halvete girince de dünya kelâmı söylememesi, yemeyi en aza indirmesi ve mümkün olduğu kadar az uyuması gerekir.
Halvete giren çilekeş şeyhinin kendisi için uygun gördüğü esmâ ile meşgul olur. Kur’ân-ı Kerîm okur; düşüncesini tamamen zikirle meşgul eder. Erbaînde iken kul ile Allah arasında bulunan perdelerden her gün bir perde açılır. Kırk günde kırk perdenin açılması bu sürede katedilen mesafenin önemini gösterir. Kalpte zikir süreklilik kazanınca sâlikin Allah ile münasebeti giderek fikir ve nihayet temaşa seviyesine yükselir. Bu durumda dille zikir söz konusu olmadan zikir temaşadan ibaret olur ki erbaîne girmenin gayesi de budur. Bu seviyeye ulaşan sâlik bazan keşf ve keramet hali yaşayabilir. Buna “fütûhât-ı erbaîn” (erbaîndeki feyiz ve bereketler) adı verilir. Ancak erbaîne giren kimsenin keramet ve keşf sahibi olması şart değildir, bu durumun onda görülmemesi bir eksiklik sayılmaz. Zira erbaîne girmenin gayesi ilâhî tecellileri ve cemâli temaşa etmek ve istikamet sahibi olmaktır. Erbaîne giren kişi eğer samimi olmaz ve şahsî bir çıkar için halvete girerse bu durum onun mülhid ve zındık olmasına da sebep olabilir. Onun için Hz. Peygamber’in sünnetine tam olarak tâbi olmak çilekeş için temel görev kabul edilmiştir.
Erbaîn esnasında sâlikin kalbine doğan ilâhî hikmetler ve sırlar onun dilinden dökülür. Bu sırada sâlik bazı hakikatleri hayal elbisesine bürünmüş olarak görür, bunları yorumlayıp gerçeğe ulaşır. Bazan onları çıplak olarak kavrar. Bu hakikatler ona keşf ve ilham yoluyla mâlûm olur; onları görerek veya işiterek beller; ses de bazan iç, bazan dış âlemden gelir.
Esmâ yoluyla sülûkü esas alan tarikat mensupları arasında çok sayıda erbaîn çıkaranlar vardır. Sohbeti halvete, hizmeti uzlete tercih eden Melâmîler’le Mevlevîler ve Nakşibendîler tarikatlarında erbaîn çıkarmaya yer vermemişlerdir. Melâmîlik’te sülûk sohbet iledir. Mevlevîlik’te dergâhta hizmet çile yerine geçer. “Halvet der encümen” ilkesini esas alan Nakşibendîler’e göre ise ihvana hizmet ederken ve halkın içinde bulunurken de Hak’la beraber olmak mümkündür. Ancak halvethânelerde ve çilehânelerde özel olarak inzivaya çekilmeye taraftar olmayan mutasavvıflar ve tarikat ehlinin bile gereğinden fazla halk arasında bulunmayı hoş karşılamadıklarını ve halveti tercih ettiklerini söylemek gerekir (ayrıca bk. ÇİLE; HALVET).
İbnü’l-Cevzî ve İbn Teymiyye gibi Selefî âlimler, bu uygulamanın Hıristiyanlık’ta ve Hint dinlerinde bulunduğunu söyleyerek erbaîne girmenin bid‘at olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ca‘ferî Şiîler de genellikle erbaîne karşıdırlar (Feyz-i Kâşânî, s. 38, 57, 71). Şems-i Tebrîzî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin erbaîni bid‘at saydıkları bilinmektedir (Maḳālât, s. 165). Evhadüddîn-i Kirmânî de kişi yetmiş iki defa erbaîn çıkarmış olsa dahi sadece bununla mânevî bir ilerleme elde edemeyeceğini belirtir (Menâḳıb-ı Evḥadüddîn-i Kirmânî, s. 8).
BİBLİYOGRAFYA
İbnü’l-Cevzî, Telbîsü İblîs, II, 589.
Sühreverdî, Avârif, s. 204, 262-286.
Necmeddîn-i Dâye, Mirṣâdü’l-ʿibâd (nşr. M. Emîn Riyâhî), Tahran 1365, s. 282.
Şems-i Tebrîzî, Maḳālât (nşr. Ahmed Hoşnüvîs), Tahran 1349, s. 165.
Azîz Nesefî, Kitâbü’l-İnsâni’l-kâmil (nşr. Marijan Molé), Tahran 1403/1983, s. 102-110.
İbn Teymiyye, Mecmûʿatü’r-resâʾil, II, 85.
a.mlf., Mecmûʿu fetâvâ, X, 394; XXXVI, 194.
Yahyâ b. Ahmed el-Bâharzî, Evrâdü’l-aḥbâb ve fuṣûṣü’l-âdâb (nşr. Îrec Efşâr), Tahran 1358 hş., s. 311-312.
Feyz-i Kâşânî, Risâle-i Zâdü’s-sâlik, Tahran 1333, s. 38, 57, 71.
Aclûnî, Keşfü’l-ḫafâʾ, II, 224.
Seyyid Sâdık Gûherîn, Şerḥ-i Iṣṭılâḥât-ı Taṣavvuf, Tahran 1367 hş., I, 157-169.
Ca‘fer Seccâdî, Ferheng-i Luġāt u Iṣṭılâḥât u Taʿbîrât-i ʿİrfânî, Tahran 1403/1983, s. 305.
İzzeddin Kâşî, Miṣbâhü’l-hidâye, [baskı yeri yok] 1367, s. 160.
Menâḳıb-ı Evḥadüddîn-i Kirmânî (nşr. Bedîüzzaman Fürûzanfer), Tahran 1347, s. 8.
Muhsin Keyânî, Târîḫ-i Ḫânḳāh der Îrân, Tahran 1369 hş., s. 419-424.
Hifnî, Muṣṭalaḥât, s. 15.
Dihhudâ, Luġatnâme, III, 1614.