https://islamansiklopedisi.org.tr/ariyet
Arapça’da daha çok âriyyet şeklinde kullanılan kelimenin kökünde “nöbetleşme” mânası bulunmaktadır. Bazı dilciler âriyetin âr (utanma, hayâ) ve ariyye (bağış) kelimeleri ile münasebeti üzerinde de durmuşlardır. Arapça’da âriyet karşılığında âre, muâr, müsteâr kelimeleri de kullanıldığı gibi âriyet vermeye iâre, verene muîr, âriyet almaya istiâre, alana da müsteîr denmektedir (Mecelle, md., 766-767).
Bir fıkıh terimi olarak âriyet, Hanefî ve Mâlikîler’e göre, dönülmesi kabil olmak üzere menfaati karşılıksız olarak başkasına temlik edilen (devredilen) maldır. Şâfiî ve Hanbelîler’e göre ise menfaat mülkiyeti değil, intifâ hakkı devredilen maldır. Hanefî âlimlerden Kerhî de ikinci tarifi kabul etmektedir. İkisi arasındaki fark, birinci tarife göre âriyet alan kimsenin bunu başkasına iâre hakkının bulunması, ikinciye göre ise böyle bir hakkının bulunmayıp sadece kullanım hakkının mevcut olmasıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “mâûn” kelimesini (bk. el-Mâûn 107/7) müfessirler, karşılıklı yardımlaşmanın birer örneği olan zekât ve âriyetle açıklarlar. Buna göre Kur’an âriyeti teşvik etmiş, buna engel olanları ise kınamıştır. Hz. Peygamber’in âriyetin meşruluğu ile ilgili sözleri yanında bizzat kendisinin de âriyet aldığına dair hadisler vardır (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “eʿâre”, “istiʿâre”, “ʿâriyye” md.leri). Bunlara dayanarak İslâm hukukçuları meşrû kullanımlar için âriyet vermenin müstehap olduğunu belirtmişlerdir. Gayri meşrû bir yolda kullanmak söz konusu olduğunda ise âriyet, yerine göre mekruh ve haram sayılmıştır.
Âriyetin Unsurları. Hanefîler’e göre âriyet vermenin unsurları (rükünleri) icap ve kabul veya onun yerini tutan teâtidir; yani sarih bir irade beyanı ile veya iâreye delâlet edecek bir karînenin bulunması halinde irade beyanı olmaksızın bir malı âriyet olarak alıp kullanmadır. Diğer mezhepler ise iârenin unsurlarını muîr, müstaîr, âriyete konu olan mal, irade beyanı olarak dörde ayırırlar. İki görüş arasındaki fark öze değil şekle yöneliktir. İrade beyanı zaruri olarak bu beyanın taraflarını ve konusunu da içine aldığından Hanefîler bunların ayrıca belirtilmesine gerek görmemişlerdir.
Şartları. Unsurlarından ayrı olarak iârede taraflarla ve âriyet alınan malla ilgili şu şartların da bulunması icap eder: 1. Âriyet verenin ve alanın akıllı olması gerekir; Hanefîler’e göre bulûğ ve reşîd olma şart değildir (Mecelle, md. 809). Buna göre eksik ehliyetli mümeyyiz küçükler kanunî temsilcilerinin rızasıyla âriyet alıp verebilirler. Diğer mezheplere göre ise âriyet verenin tam ehliyetli, alanın da tamamen lehte olan akidleri yapmaya ehil olması gerekir. Bu mezheplere göre âriyet verme tamamen aleyhte bir muamele olduğundan eksik ehliyetlilerin (mümeyyiz küçük, sefih, köle) âriyet vermesi kabul edilmemiş, alan bakımından ise, tamamen lehte bir tasarruf olduğundan, teberruu kabule ehil olmaları yeterli görülmüştür. Hanefîler iârede malın kendisinin (aynının) değil menfaatinin temlik edildiğini ve her zaman dönülebilir (gayri lâzım) bir akid olduğunu göz önüne alarak bunu muîr bakımından tamamen aleyhte bir muamele kabul etmemişler ve alım satım gibi eksik ehliyetlilerin izinle yapabilecekleri akidler arasında saymışlardır. 2. Âriyet olarak verilen malın tüketilen değil kullanılan bir mal olması gerekir. Tüketilerek faydalanılan mallar âriyet akdinin değil karz akdinin konusu olurlar. Bu tür malların aynının değil mislinin iadesi mümkündür. Halbuki âriyette kural olarak malın misli değil aynı iade edilir. Para da bu anlamda tüketilen bir mal kabul edilir ve âriyete değil karza konu olur. Bunun bir istisnası tabii semerelerde (zevâid-i munfasıla) görülmektedir. Süt, yün, meyve gibi tabii semerelerinden faydalanılan hayvanların vb. malların âriyetinde bu tür malların aslının değil semerelerin tüketilmesi söz konusu olmaktadır. 3. Akdin tamam olması ve âriyet alanın malın menfaatine mâlik olması için teslim şarttır (Mecelle, md. 810). İâre, alan bakımından karşılıksız kazanma anlamına gelen bir hukukî muameledir. Hibede de olduğu gibi bu tür bir muamelenin tamam olabilmesi teslime bağlıdır. 4. Âriyet verenin rakabeye (çıplak mülkiyet) sahip olması şart değildir; menfaate mâlik olması yeterlidir. Bunun sonucu olarak Hanefî ve Mâlikîler’e göre sadece mal sahipleri değil, âriyet alanlar ve kiracılar da menfaatine mâlik oldukları malları âriyet olarak verebilirler.
Hükmü. Âriyetin hükmü, bu maksatla alınan malın karşılıksız olarak kullanımıdır. Kullanımın karşılığı olarak bir bedelin tesbit edildiği durumlarda bu bir âriyet değil kiradır.
Kullanım şekli, âriyetin mutlak veya mukayyet olmasına göre değişmektedir. Mutlak âriyette müsteîr, örf ve âdetin çizmiş olduğu sınırlar içerisinde, aldığı malı dilediği yer, zaman ve şekilde kullanabilir (Mecelle, md. 816). Bizzat kendisi kullanabileceği gibi başkasına da kullandırabilir (Mecelle, md. 819). Fakat izinsiz olarak başkasına kiralayamaz, rehin olarak veremez.
Âriyet zaman ve mekânla sınırlandırılmışsa bu sınırlar içerisinde kullanılması zorunludur. Buna aykırı kullanım, âriyet alan için bir teaddî (hukuka aykırılık) teşkil eder ve âriyet alınan malda bir zarar ve ziyanın meydana gelmesi durumunda bunun sebebi ne olursa olsun, âriyet alan için bir tazmin yükümlülüğü doğar. Mukayyet âriyet, kullanım şekli ve kullanacak kimse bakımından da sınırlandırılabilir. Yalnız binilmek üzere âriyet alınan bir hayvanla yük taşınmaz. Başkasının kullanması açıkça yasaklanan bir âriyeti ancak müsteîr kullanabilir.
Âriyet verme, âriyet için ister bir süre belirtilmiş olsun ister olmasın, taraflar açısından her zaman dönülmesi kabil (gayri lâzım, câiz) bir hukukî muameledir. Buna göre âriyet veren dilediği zaman malını geri isteyebilir. Alan da istediği zaman aldığını iade edebilir. Yalnız belirli bir süre için verilen âriyette bu sürenin dolmasından önce geri isteme mekruh kabul edilmiştir. Fakat yine de istendiğinde iade edilmek mecburiyeti vardır. Ancak ağaç dikmek veya bina yapmak üzere belirli bir süre için âriyet verilen arazinin bu sürenin dolmasından önce geri istenmesi durumunda âriyet alanın belirli şartlarla tazminat talep etme hakkı vardır (Mecelle, md. 831). Bu konudaki genel kuraldan ziraat için âriyet verilen arazi müstesnadır. İster belirli bir süre için ister böyle bir süre sınırı olmaksızın âriyet verilmiş olsun, bu tür arazi hasat zamanından önce geri istenmez (Mecelle, md. 832). Âriyet alan, geri istenmiş de olsa hasat anına kadar araziyi elinde tutabilir. Ancak bunun için talep anından itibaren arazinin değer kirasını (ecr-i misl) ödemek zorundadır. Mâlikîler bu konuda mutlak ve belirli bir zamanla sınırlı âriyeti birbirinden ayırırlar. Mutlak âriyet her zaman geri istenebilirse de belirli bir süre ile sınırlı âriyet bu sürenin dolmasından önce istenemez. Bu tür âriyet Mâlikîler’e göre süresi içerisinde lâzım (dönülmesi kabil olmayan) bir akid olmaktadır.
Âriyet alınan mal için yapılan masraflar Hanefîler’e göre âriyet alan üzerinedir (Mecelle, md. 815). Burada masraftan maksat, daha ziyade âriyet alınan hayvan vb. için yapılan yiyecek masraflarıdır. Şâfiî ve Hanbelî hukukçulara göre bu masraflar âriyet verene aittir. Mâlikî mezhebinde farklı görüşler olmakla birlikte hâkim görüş, âriyet verene ait olduğu noktasında toplanmaktadır.
Âriyet Alanın Sorumluluğu. Âriyet alınan mal Hanefî mezhebine göre emanet hükmündedir; müsteîrin kullanım veya muhafazada bir haksız fiili veya kusuru olmaksızın kısmen veya tamamen hasara uğraması durumunda bir tazmin mükellefiyeti doğmaz (Mecelle, md. 813). Âriyet alınan malın çalınması veya âriyeten oturulan evin bir zelzelede yıkılması örneklerinde müsteîr için kusur veya haksız bir fiil söz konusu değildir. Mutlak âriyette kusurun sınırını örf ve âdet, mukayyet âriyette ise tesbit edilen kayıtlar belirlemektedir.
Hanbelî mezhebine göre ise âriyet alınan mala gelen her türlü zarar ve ziyanı müsteîr ödemek zorundadır. Mâlikîler ve Şâfiîler bu iki görüş arasında yer almaktadırlar. Mâlikîler, âriyet alınan malın kapalı bir yerde muhafaza altına alınabilir veya alınamaz oluşuna göre iki türlü sorumluluk kabul etmektedirler. Elbise, ziynet eşyası gibi kapalı bir yerde saklanan mallar zayi olduklarında âriyet alan tarafından her durumda tazmin edilirler. Bu tür eşyada Mâlikîler müsteîr için farazî bir kusur kabul etmektedirler. Ancak bu farazî kusurun aksi her zaman ispat edilip sorumluluktan kurtulma imkânı vardır. Böyle kapalı bir yerde saklanmayan ve muhafaza altına alınamayan mallarda ise Hanefîler’in görüşüne paralel olarak ancak âriyet alana isnadı mümkün bir fiil veya kusur durumunda tazmin yükümlülüğü söz konusu olmaktadır. Şâfiîler de hasarın âriyet alınan malın kullanımı anında veya başka zamanlarda meydana gelişine göre sorumluluğu farklı tesbit etmektedirler. Mûtat kullanım sırasında meydana gelen hasardan âriyet alan sorumlu değildir; kullanım dışındaki zamanlarda meydana gelen her türlü zarar ve ziyandan ise sorumludur.
İârenin Sona Erişi. Muvakkat âriyet sürenin dolmasıyla iade edilir. Süre bittikten sonra âriyeti mazeretsiz olarak elde tutmak bir tazmin sebebidir. Süre belirlenmeyen âriyet ise âriyet verenin geri istemesi veya alanın iade etmesiyle sona erer. Bunun dışında taraflardan birinin ölümüyle de âriyet akdi son bulur (Mecelle, md. 807). Mâlikî ve Hanbelî hukukçulara göre ölüm âriyetin sona ermesi için bir sebep değildir. Ayrıca iâre bir masrafı gerektirirse bu âriyet alana aittir.
BİBLİYOGRAFYA
Lisânü’l-ʿArab, “ʿavr” md.
et-Taʿrîfât, “ʿâriye” md.
Tehânevî, Keşşâf, “ʿâriye” md.
Kāmus Tercümesi, “ʿavr” md.
Wensinck, el-Muʿcem, “iʿâre”, “istiʿâre”, “ʿâriyye” md.leri.
Serahsî, el-Mebsûṭ, XI, 133-150.
Kâsânî, Bedâʾiʿ, VI, 214-218.
İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 262-263.
İbn Kudâme, el-Muġnî, Kahire, ts. (Mektebetü İbn Teymiyye), V, 220-237.
İbnü’l-Hümâm, Fetḥu’l-ḳadîr, IX, 318.
Remlî, Nihâyetü’l-muḥtâc, Kahire 1386/1967, V, 115-129.
Haraşî, Şerḥu Muḫtaṣarı Ḫalîl, Bulak 1317, VI, 120-126.
İbn Âbidîn, Reddü’l-muḥtâr, V, 676-686.
Mecelle, md. 766-767, 807, 809, 810, 813, 815, 816, 819, 831, 832.
Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, metinde geçen maddelerin şerhleri.
Bilmen, Kamus, IV, 193-222.
“İʿâre”, Mv.Fİ, XVI, 5-86.
Th. W. Juynboll, “Âriye”, İA, I, 572-573.
“ʿĀriyya”, EI2 (İng.), I, 633.