https://islamansiklopedisi.org.tr/cihet--kelam
Sözlükte “taraf, yön ve semt” mânasına gelen cihet, kelâm ve felsefede “bir hareketin doğrultusu, cisme ait boyutların son noktası; cismin dış yüzeyi” şeklinde tarif edilir. Mantıkta ise “zorunluluk veya zorunsuzluk, devamlılık veya devamsızlık açılarından konunun yükleme nisbet edilmesi” anlamında kullanılır. Bir varlığın duyular yoluyla belirlenmesinde cihet hakiki ve izâfî olmak üzere iki kısma ayrılır. Üst ve alt cihetler hakiki, sağ, sol, ön ve arka cihetler de izâfî veya gayri hakiki ciheti teşkil eder. Her cisim için sonsuz cihetlerin tasavvur edilebileceği belirtilmekle birlikte genellikle altı cihetin bulunduğu kabul edilir. Bu cihetler varlıklarda izâfî olup birine göre üst olan diğerine göre alt olabilir. Feleklerin belirlediği cihetler değişmediğinden bunlar hakiki cihet sayılmış, feleklerin üst noktası ile alt noktasının ötesinde bir üst ve alt cihet tasavvur edilmemiştir.
Cihet Kur’ân-ı Kerîm’de yer almamakla birlikte aynı kökten türeyen ve “yön” mânasına gelen viche kelimesi (el-Bakara 2/148) yanında fevk (üst), taht (alt), emâm (ön), half (arka), yemîn (sağ) ve şimâl (sol) kelimeleri de geçmektedir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, ilgili kelimeler). Aynı kelimeler hadislerde de kullanılmıştır.
Cihet kavramı, kelâm ilminin teşekkül etmeye başladığı hicrî II. asırdan itibaren Allah’ın yaratıklara benzetilmekten tenzihiyle ilgili tartışmalar sırasında gündeme gelmiş ve Allah-âlem münasebeti belirlenirken itikadî mezheplerin farklı görüşler ileri sürdüğü bir akaid problemi halini almıştır. İlk kelâmcılardan Cehm b. Safvân’ın, Allah’ın her yerde ve her yönde bulunduğu görüşünü ortaya atmasına karşılık Ebû Hanîfe, Mâlik b. Enes, İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel gibi muhafazakâr âlimler ashabın, Allah’ın zâtıyla âlemin dışında ve “fevkinde” olduğuna inandıklarını, dolayısıyla İslâm akîdesini bu inancın teşkil ettiğini savunmuşlardır (Zehebî, s. 101, 102, 130, 137, 145). Daha sonra bu inanç Selefiyye âlimlerince geliştirilerek Allah’a üst cihetinin nisbet edilebileceği görüşü kabul edilmiş ve bu husus Selefiyye’nin bütün kelâm ekollerinden ayrıldığı bir itikadî esas haline getirilmiştir. Ehl-i sünnet kelâmcılarından İbn Küllâb el-Basrî, Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî ve Bâkıllânî bu noktada Selef âlimlerine uymuşlardır. Buna karşılık Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ile Mâtürîdîler’in tamamına yakını, Eş‘ariyye, Mu‘tezile ve müteahhir Şîa kelâmcıları Allah’a cihet nisbet edilemeyeceği görüşünde birleşmişlerdir. İmam Mâtürîdî, üst cihette bulunmanın bir varlığın üstünlüğünü veya yüceliğini göstermeyeceğini belirterek Allah’ın göklerin üstünde olmadığını söyler ve bu mânaya gelebilecek nasları, hiçbir mahlûka benzemeyen Allah’ın zâtına yaraşır bir şekilde anlamak gerektiğini bildirir (Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 74-76). Mâtürîdî kelâmcılarından Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî de mekânda bulunmaktan münezzeh olan Allah’ın, tamamen mekânî kavramlar olan bütün cihetlerden tenzih edilmesi gerektiğini savunmuştur (Uṣûlü’d-dîn, s. 31).
Allah’ı cihetten tenzih eden kelâm âlimlerinin delillerini şöylece özetlemek mümkündür: Bir cihette bulunmak maddî varlıklara mahsus bir özelliktir. Allah madde üstü bir varlık olduğuna göre cihetten münezzehtir. Eğer O bir cihette bulunsaydı madde gibi sonlu, sınırlı, değişken, parçalara bölünebilen ve başkasına ihtiyaç duyan bir varlık olurdu. Zira cihet bir hareketin veya varlığın son sınırı olup sonluluk ve sınırlılığı zorunlu kılar. Bu sebeple Allah’ı herhangi bir cihet veya cihetlerle sınırlamak O’nun ulûhiyyetiyle bağdaşmaz. Ayrıca Allah’ın bir cihette bulunması, en azından âlemin o cihete denk gelen parçasının O’nunla birlikte kadîm olmasını gerektirir, halbuki âlemin her parçası hâdistir. Aslında naslarda da Allah’a cihet kavramı nisbet edilmemiştir. Bazı âyet ve hadislerde O’na atfedilen ve ciheti andıran “fevk”, “semâ”, “istivâ”, “ulüv” gibi kelimeler O’nun azamet, yücelik ve üstünlük niteliklerine sahip olduğunu anlatmak için zikredilmiştir. Şu halde Allah, herhangi bir cihette ve dolayısıyla bir mekânda bulunmayan, âlemin içinde veya dışında gösterilmesi mümkün olmayan madde ötesi bir varlıktır.
Kâinata nisbetle Allah’ın üst cihette bulunduğunu savunan Selefiyye âlimlerinin ileri sürdüğü deliller de şöylece özetlenebilir: Âlemin Allah tarafından yaratıldığı ve O’nun zihnin dışında da fiilen mevcut olduğu herkesçe kabul edilen bir husustur. Bu durumda Allah âlemi ya zâtında veya zâtının dışında ayrı olarak yaratmıştır. Zâtında yaratması imkânsızdır, çünkü bu Allah’ın yaratıklara hulûl edip onlarla birleşmesini ve dolayısıyla hâdis olmasını gerektirir. O halde âlemi zâtının dışında yaratmıştır. Ancak O zâtıyla âlemin içinde değil dışında ve üst cihetindedir. Aksi takdirde âlemin ne içinde ne dışında bulunmak gibi aklın ilkelerine aykırı bir sonuç doğacaktır. Bununla birlikte Allah’ın üst cihette olması, yaratıkların birbirine nisbetle bir cihette bulunması şeklinde anlaşılmamalıdır. Zira O benzeri olmayan bir varlıktır. Zâtıyla âlemin içinde değil ötesinde, yaratılmış hiçbir varlığın bulunmadığı bir yönde olması anlamında üst cihettedir (İbn Teymiyye, II, 321-325, 646-648; Şerḥu’l-ʿAḳīdeti’ṭ-Ṭaḥâviyye, s. 254-258). Bu aklî deliller yanında çeşitli naslarda da Allah’ın âlemi yarattıktan sonra arşa istivâ ettiği, meleklerin ve ruhun O’na yükseldiği, ölen müminlerin ruhlarının da gök katlarını geçerek O’na ulaştığı, Hz. Peygamber’in Mi‘rac gecesinde göklerin üstünde bulunan sidretü’l-müntehâyı aşarak O’nun huzuruna çıktığı bildirilerek yaratıcının âlemin içinde bulunmadığı ima edilmiş; cihet lafzı kullanılmamakla birlikte kâinatın üstünde olduğuna “fevk”, “ulüv”, “urûc”, “suûd” vb. kelimelerle işaret edilmiştir. İnsanlar fıtrî olarak Allah’ı âlemin fevkinde düşündükleri için müminler daima kulluklarını bu şuur içinde yerine getirirler. Ayrıca Allah’a cihet nisbet etmeden âhirette müminler tarafından nasıl görüleceğini açıklamak mümkün değildir. Nitekim başta ashap, tâbiîn ve müctehid imamlar olmak üzere erken devir İslâm âlimlerinin ileri gelenleri bu inancı paylaşmışlar, aksi görüşleri şiddetle tenkit etmişlerdir (Zehebî, s. 102-107, 195; İbn Kayyim, s. 108). Kerrâmiyye, Müşebbihe, Mücessime gibi fırkalar da aralarında bazı görüş farklılıkları bulunmakla birlikte Allah’a cihet nisbet edilmesi gerektiğini savunmuşlar, fakat Selefiyye’den farklı olarak O’nun bir cihette oluşunu yaratıklarınkine benzetmişlerdir.
İslâm filozoflarından İbn Rüşd, erken devir âlimlerinin Allah’a cihet nisbet ettiklerini, Mu‘tezile kelâmcılarının bunu reddetmesinden sonra İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî ve diğer Eş‘ariyye mensuplarının da Mu‘tezile’ye uyduklarını ifade eder. Esasen ona göre naslar açısından Allah’ın âleme nisbetle üst cihette bulunduğunu söylemek zaruridir; aklî yönden bunda bir sakınca bulunmadığı gibi bu inanç insanların çoğunluğunu teşkil eden halk için de elverişlidir. Ancak İbn Rüşd, âlimlerin söz konusu naslar üzerinde yaptıkları tenzih yönündeki yorumları daha değerli bulmuştur (el-Keşf, s. 83-86).
Öyle görünüyor ki kelâm âlimleri, Allah’ı bütün yaratılmışlık niteliklerinden tenzih etmek amacıyla O’na cihet nisbet etmekten titizlikle kaçınmış, bu sebeple de ciheti andıran bazı nasları te’vile mecbur kalmışlardır. Bununla birlikte onlar Allah’ı sadece zihnî bir varlık olarak tasavvur etmemiş, O’nun fiilen de mevcut olduğunu kabul etmişlerdir. Cennette müminlerin Allah’ı görmelerini mümkün kılacak şartların ise dünya ile mukayese edilemeyeceğini söylemişlerdir. Naslardan hareket etmenin yanında bazı aklî deliller de kullanmayı amaçlayan Selefiyye ise bu çetin problemin çözümüne önemli bir katkıda bulunmuş değildir. Çünkü muhtevalarında cihet mânası bulunan nasların te’vile tâbi tutulmadan zâhirî mânada alınması kaçınılmaz bir şekilde teşbihe götürür. Nitekim kelâmcılar Selefiyye’nin konuyla ilgili görüşlerini naklederken onlardan Müşebbihe diye söz etmişlerdir (Fahreddin er-Râzî, s. 257). Selefiyye’nin, Allah’a yaratıklarınkine benzemeyecek şekilde cihet nisbet edilebileceği yolundaki görüşlerine gelince, bu ya kelâmcıların yorumuna benzeyen bir te’vildir veya cihet problemine açıklık getirmeyen bir açıklamadır. Sonuç olarak sadece zihnen değil fiilen de var olduğunda şüphe bulunmayan Allah’ın cihete ve mekâna nisbeti agnostik özelliğini koruyan problemlerden biridir denilebilir.
Allah hakkında cihet ispatı veya nefyi konusuyla ilgili olarak yazılan müstakil eserler de mevcuttur. Fahreddin er-Râzî’nin Esâsü’t-taḳdîs (Kahire 1986), Zehebî’nin el-ʿUlüv li’l-ʿaliyyi’l-ġaffâr (Medine 1388/1968), İbn Kayyim el-Cevziyye’nin İctimâʿu’l-cüyûşi’l-İslâmiyye (Beyrut 1984), Şehâbeddin b. Cehbel el-Halebî’nin Nefyü’l-cihe redden ʿalâ İbn Teymiyye (Sübkî, IX, 35-90) ve Ali b. Muhammed el-Mîlî’nin es-Süyûfü’l-meşrefiyye li-ḳaṭʿi aʿnâḳi’l-ḳāʾilîn bi’l-cihe ve’l-cismiyye (Îżâḥu’l-meknûn, II, 37) adlı eserleri bunlardan bazılarıdır.
BİBLİYOGRAFYA
Tehânevî, Keşşâf, II, 1278, 1520-1521.
Osman b. Saîd ed-Dârimî, er-Red ʿale’l-Cehmiyye (nşr. Gösta Vitestam), Leiden 1960, s. 16.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 68-69, 74-76.
Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Muʿtemed fî uṣûli’d-dîn (nşr. Vedî‘ Zeydân Haddâd), Beyrut 1974, s. 56-57.
Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, Uṣûlü’d-dîn (nşr. Hans Peter Linss), Kahire 1383/1963, s. 21, 30, 31.
Gazzâlî, el-İḳtiṣâd, Kahire 1966, s. 24-28.
Sâbûnî, el-Bidâye, s. 24.
İbn Rüşd, el-Keşf ʿan menâhici’l-edille, Beyrut 1982, s. 83-86.
İbnü’l-Cevzî, Aḫbârü’ṣ-ṣıfât, Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1561, vr. 10b-16b.
Fahreddin er-Râzî, Esâsü’t-taḳdîs fî ʿilmi’l-kelâm (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkā), Kahire 1406/1986, s. 15-41, 68-70, 198-199, 257-258.
Seyfeddin el-Âmidî, el-Mübîn (nşr. Hasan Mahmûd eş-Şâfiî), Kahire 1403/1983, s. 98.
Beyzâvî, Ṭavâliʿu’l-envâr, İstanbul 1305, s. 326-328.
İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne (nşr. M. Reşâd Sâlim), [baskı yeri yok] 1406/1986, II, 321-325, 558, 646-648.
Zehebî, el-ʿUlüv li’l-ʿaliyyi’l-ġaffâr (nşr. Abdurrahman M. Osman), Medine 1388/1968, s. 62, 83-84, 101-107, 120, 130, 137, 145, 168, 174, 185, 194-195.
İbn Kayyim el-Cevziyye, İctimâʿu’l-cüyûşi’l-İslâmiyye, Beyrut 1984, s. 108, 109, 118, 180.
Sübkî, Ṭabaḳāt, IX, 35-90.
Şerḥu’l-ʿAḳīdeti’ṭ-Ṭaḥâviyye, s. 254-265.
Teftâzânî, Şerḥu’l-Maḳāṣıd, II, 4950.
Ubeydullah b. Muhammed es-Semerkandî, el-ʿAḳīdetü’r-Rükniyye, Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1691, vr. 7a-8b.
Cürcânî, Şerḥu’l-Mevâḳıf, II, 17-20, 337-339.
Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, Kahire 1253, s. 143.
Seffârînî, Levâmiʿu’l-envâr, Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-İslâmî), I, 207-211.
Îżâḥu’l-meknûn, II, 37.
Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-Menâr, III, 207; VII, 337.
Cemîl Salîbâ, el-Muʿcemü’l-felsefî, Beyrut 1982, I, 419-420.