https://islamansiklopedisi.org.tr/itiyat
Sözlükte “dönme, tekrar tekrar yapma” mânasındaki avd (avdet) kökünden masdar olan ve “bir şeyi âdet edinme, alışkanlık haline getirme” anlamına gelen i‘tiyâd kelimesi daha çok ahlâk literatüründe, insanın ahlâkî yapısında iyi veya kötü fiilleri yapmayı kolaylaştıracak melekeler oluşuncaya kadar o fiilleri tekrar etmesini yahut bu şekilde tekrar edilerek kazanılan alışkanlıkları ifade etmektedir; bu alışkanlıklar için aynı kökten âdet kelimesi de kullanılmaktadır (İsmail Fenni, s. 298; Cemîl Salîbâ, II, 40).
Kur’ân-ı Kerîm’de itiyat ve âdet kavramları geçmemekle birlikte Kur’an’ın irşad ve ıslahta takip ettiği tedrîcîlik yönteminin asıl amacı, muhataplarının yanlış alışkanlıklarını zaman içinde düzeltmelerini ve bunların yerine İslâm’ın temel öğretisinin gerektirdiği iyi ve doğru alışkanlıklar geliştirmelerini sağlamaktır. Kur’an’ın yirmi üç senelik bir zaman dilimi içinde indirilmesinin temel sebebinin de insanların eski kötü alışkanlıklarının yerine iyilerini geliştirmelerine fırsat vermek olduğu kabul edilir. İçkinin yasaklanmasıyla ilgili âyetler bunun en tipik örneklerindendir (bk. en-Nahl 16/67; el-Bakara 2/219; en-Nisâ 4/43; el-Mâide 5/90-91). Hadislerde ise itiyat ve aynı mânadaki teavvüd kelimeleri sözlük anlamlarında nâdiren geçmektedir (meselâ bk. Müsned, III, 68, 76; Tirmizî, “Tefsîr”, 9/8; Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 28). Kur’an’ın tedrîcîlik yöntemi hadislere de yansımış, Hz. Peygamber, gerek sözleri gerekse davranışlarıyla iyi alışkanlıklarla donatılmış bir İslâm toplumu oluşturmayı hedefleyen bir üslûp ve yöntem takip etmiştir. Bununla birlikte âyet ve hadislerde, alışkanlıkların -formel olarak kurallara uygun olsa bile- ödev ve amaç bilincinden yoksun kalarak mekanik bir tekrarcılığa dönüşmesini önlemek üzere ister ibadetle ister ahlâkla ilgili olsun, yapılan bütün eylemlerin öncelikle ilâhî bir buyruğu yerine getirme, Allah rızâsını gözetme, iyi, doğru ve gerekli olduğuna inanarak yapma gibi bir bilinç halinin mutlaka eylemle beraber bulunması istenmiştir.
İslâm düşünce tarihinde itiyadın ahlâkla ilgisi ilk defa sistematik olarak Kindî ile başlayan felsefî literatürde incelenmeye başlanmış, özellikle Fârâbî ve Gazzâlî bu konuda derin tahliller yapmışlardır. Ayrıca riyâzet, mücâhede gibi kavramlarla ifade edilen tasavvufî eğitimde de büyük ölçüde müridin kötü alışkanlıklarını gidermenin ve onda iyi alışkanlıklar geliştirmenin temel amaç olarak alındığı görülmektedir.
Kindî, felsefî literatürde ilk ahlâk çalışması sayılan Risâle fi’l-Ḥîle li-defʿi’l-aḥzân başlıklı eserinde (s. 10-34) kötü alışkanlıkların insanların değer yargılarını, dolayısıyla ahlâk telakkilerini bozduğunu ve onları mutluluğu bedensel hazlarda aramaya yönelttiğini örnekleriyle anlattıktan sonra nefsin ıslah edilmesi ve ahlâkın güzelleştirilmesi için ruhu yüceltecek ve ruhî mutluluğa götürecek alışkanlıklar geliştirmek gerektiği üzerinde durmakta ve bunun yollarını göstermektedir. Ancak Kindî, alışkanlıkların düzeltilmesini daha çok üzüntüden kurtulmanın bir yolu olarak ele almış, buna karşılık ilk defa Fârâbî itiyat konusunu bir erdem ve ahlâk problemi şeklinde incelemiş, onun bu konudaki görüşleri genellikle sonraki ahlâkçılar tarafından da benimsenmiştir. Buna göre insanların tabii yapılarında erdem veya erdemsizlik (fazilet-rezîlet) yönünde az çok birbirinden farklı bazı yatkınlıkları bulunsa da aslında insanlar bu dünyaya yazı yazmayı bilerek gelmedikleri gibi faziletli veya kusurlu olarak da gelmezler; şu halde erdem de erdemsizlik de doğuştan olmayıp sonradan kazanılmaktadır. Egzersiz ve alışkanlıkların rolü açısından ahlâkta ilerleme sanatta ilerlemeye benzetilir. Gerek ahlâkî faziletler gerekse rezîletler, bunlardan kaynaklanan fiillerin belli bir zaman içinde çokça tekrar edilmesi ve itiyat haline getirilmesiyle insanın mânevî varlığında gelişir ve kökleşir (Fuṣûlü’l-medenî, s. 108; Gazzâlî, III, 58-61).
Düşünürlerin ahlâkla itiyat arasında kurdukları bu ilişkinin, “insanın mânevî yapısında yerleşen ve fiillere kaynaklık edip onların kolaylıkla yapılmasını sağlayan melekeler bütünü” şeklinde özetlenebilecek ahlâk tanımlarına da yansıdığı görülmektedir (meselâ bk. Fârâbî, Fuṣûlü’l-medenî, s. 109-110, 164; İbn Miskeveyh, s. 27, 51; İbn Sînâ, s. 693; Gazzâlî, III, 53). Zira söz konusu melekelerin kazanılabilmesi için buna uygun eylemlerin düzenli tekrar edilerek alışkanlık haline getirilmesi gerekmektedir. Faziletler genellikle ikisi de aşırılık olan iki rezîletin ortası (vasat, itidal) kabul edilir. Şu halde nefsin öfke ve şehvet gibi güçlerinin itidal noktasında işleyişiyle gerçekleşen her bir fazilet için ifrat ve tefrit uçları arasında sadece bir tek itidal noktası olduğu halde bunun iki yanında hepsi de itidalden, dolayısıyla faziletten sapma sayılan birçok rezîlet bulunmaktadır. Ahlâk kitaplarında “vasat” veya “sırât-ı müstakîm” diye ifade edilen bu itidal noktasını tutturmanın zorluğu atıcı için hedefi tutturmanın zorluğuna benzetilir ve bu güçlüğün ancak ısrarlı tekrarlarla iyi alışkanlıkların geliştirilmesi sayesinde aşılabileceği belirtilir (meselâ bk. İbn Miskeveyh, s. 46; Gazzâlî, III, 58, 63-64). Bütün bunlar güçlü iradenin önemini de göstermektedir. Bundan dolayı Fârâbî, “İnsana özgü erdem yalnızca iradeyle kazanılan erdemdir” der (Taḥṣîlü’s-saʿâde, s. 67).
Başta Fârâbî ve Gazzâlî olmak üzere ahlâkla itiyadın ilişkisi üzerinde duran müslüman ahlâkçılara göre, insan her ne kadar bazı erdem veya erdemsizliklere yatkın olarak doğuyor ve yatkın olunan şey başlangıçta ona bir kolaylık sağlıyorsa da bu tabii yatkınlık kişide alışkanlık ve karakter haline gelmedikçe ondan bir erdem veya erdemsizlik olarak söz edilemez. Bu sebeple Fârâbî erdemli insanla nefsine baskı yapan insanı birbirinden ayırır; zira birincisinin iyi alışkanlıkları sayesinde erdemli davranışları severek yapmasına karşılık ikincisi, kötülük yapmaya daha çok arzulu olup iyilik yaparken kendi kendisiyle mücadele halinde bulunur (Fuṣûlü’l-medenî, s. 112). Bununla birlikte bu mücadelenin de ahlâkta değeri büyüktür. Çünkü İhvân-ı Safâ ve Gazzâlî’nin de belirttiği gibi, istisnaî bazı kabiliyetler -meselâ peygamberler- dışında umumiyetle insanlar sıradan hazları talep etmeye ve bunlarla yetinmeye eğilimli bir tabiatta yaratılmışlardır. Bu hazları aşarak ahlâkî yetkinliğe yönelmeleri ancak nefsânî taleplerine karşı mücadele vermeleri ve bu sayede erdemli davranışların kendilerinde yerleşip tamamen alışkanlık, tabiat ve karakter haline gelmesiyle mümkün olur (İhvân-ı Safâ, I, 334). Bu olgunluğa ulaşanlar için başlangıçta nefislerini baskı altında tutarak yapmaya gayret ettikleri iyilikler itiyat haline gelecek ve onları artık severek yapacaklardır (Gazzâlî, III, 56-57).
BİBLİYOGRAFYA
Müsned, III, 68, 76.
Tirmizî, “Tefsîr”, 9/8.
Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 28.
Kindî, Risâle fi’l-Ḥîle li-defʿi’l-aḥzân (nşr. Mustafa Çağrıcı), İstanbul 1998, s. 10-34.
Fârâbî, Fuṣûlü’l-medenî (nşr. D. M. Dunlop), Cambridge 1961, s. 108-113, 164.
a.mlf., Taḥṣîlü’s-saʿâde (nşr. Ca‘fer Âl-i Yâsîn), Beyrut 1403/1983, s. 67.
İbn Miskeveyh, Tehẕîbü’l-aḫlâḳ, s. 27, 46, 51.
İbn Sînâ, en-Necât (nşr. M. Takī Dânişpejûh), Tahran 1364 hş./1985, s. 693.
İhvân-ı Safâ, er-Resâʾil, Beyrut 1377/1957, I, 332-335, 366-367.
Gazzâlî, İḥyâʾ, III, 53-64.
İsmail Fenni [Ertuğrul], Lugatçe-i Felsefe, İstanbul 1341, s. 298.
Cemîl Salîbâ, el-Muʿcemü’l-felsefî, Beyrut 1982, II, 40, 41.
M. Abdullah Dirâz, Kur’ân Ahlâkı (trc. Emrullah Yüksel – Ünver Günay), İstanbul 1993, s. 38-41.