https://islamansiklopedisi.org.tr/mele-i-ala
Mele-i a‘lâ (el-meleü’l-a‘lâ) terkibindeki mele’ kelimesi sözlükte “bir görüş ve düşünce etrafında birleşen topluluk” anlamına gelir. Bazı tefsir kaynaklarında kelimenin hem mutlak olarak “cemaat” hem de “şeref ve itibar sahibi topluluk” mânasında kullanıldığı belirtilir (Mâtürîdî, XII, 125). A‘lâ ise “çok yüce, çok şerefli” demektir. Mele-i a‘lâ tamlaması Kur’an’da iki yerde geçer (es-Sâffât 37/8; Sâd 38/69), ayrıca bu tamlamaya hadislerde de rastlanır (Müsned, I, 368; IV, 66; V, 243, 378; Tirmizî, “Tefsîr”, 38; Dârimî, “Rüʾyâ”, 12) ve “melekler” yahut “mukarreb melekler” şeklinde açıklanır (İbn Receb, s. 24). Mele-i a‘lânın kimlere delâlet ettiği hususunda sahâbe ve tâbiîn müfessirlerinden farklı görüşler nakledilmiştir. İbn Abbas terkibi “yazıcı melekler” veya “meleklerin eşrafı” diye tefsir ederken Süddî genel olarak meleklere işaret ettiğini belirtmiştir. Katâde b. Diâme’nin mele-i a‘lâyı “dünya seması” şeklinde açıkladığı nakledilmektedir (Mâverdî, V, 38-39). Başta Mukātil b. Süleyman ve Taberî olmak üzere müfessirlerin büyük çoğunluğu Süddî’den gelen açıklama doğrultusunda bu terkibin melekleri yahut melekler âlemini ifade ettiği görüşünde birleşmiştir. Tefsir kaynakları dışında mele-i a‘lâ için yapılan daha soyut tanımlara ve bu topluluğun melekler dışında başka mensuplarının da bulunduğu yolunda görüşlere de rastlanır. Tehânevî mele-i a‘lâyı “mücerret akıllar ve küllî nefisler” şeklinde tanımlar (Keşşâf, II, 1638). Ebü’l-Bekā ise bu terkibi “en yüksek mertebede olan melekler ve resullerin ruhları” diye açıklamış, ayrıca şeriat ehli nezdinde mele-i a‘lânın duyuların dışında kalan cevherlere karşılık geldiği; bunların göklerle ilgisi olan, göklerde bulunan ve çeşitli şekillere bürünebilen cisimler olduğu yolunda da bir görüş nakletmiştir (el-Külliyyât, s. 874; ayrıca bk. Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, I, 59-61). Bu görüş, şeriat ehline izâfe edilmiş olmakla birlikte felsefî terminolojiyi ve filozofların telakkisini yansıtır niteliktedir. Bununla birlikte mele-i a‘lânın meleklerle beraber yüce ruhlardan ve peygamber ruhlarından oluştuğu görüşü Kur’an’la ilgili modern bazı çalışmalarda da dile getirilir (Ateş, XIII, 152) ve bazı müfessirlere nisbet edilir (Topaloğlu – Çelebi, s. 210). Mele-i a‘lânın mahiyeti hususunda başka görüşler de vardır. Meselâ mele-i a‘lâdan saf, üstün nefislere ilimlerin nurlarını aktaran bir kaynak (Gazzâlî, s. 65, 85), ayrıca Allah ile kulları arasında sefirlik görevi yapan faziletli meleklere ve mukarrebûn meleklerine ait olan, içinde kazâ ve şeriatların kararlaştırıldığı meclis şeklinde de söz edilmiştir (Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, I, 59-61).
A‘lâ kelimesi hissî ve mânevî olmak üzere iki şekilde izah edilmiştir. İlkine göre melekler topluluğu semavî âlemde bulunduğundan mele-i a‘lâ diye nitelendirilmiştir, bu mânada ulvîlik “yeryüzü”ne karşılık gelen süflîliğin karşıtıdır. Dolayısıyla melekler ulvî âlemin, cinler ve insanlar süflî âlemin mensuplarıdır (Zemahşerî, III, 336; Fahreddin er-Râzî, XXVI, 108). İbn Atıyye el-Endelüsî de mele-i a‘lâyı dünya semasının ve daha yukarıdaki semaların sakinleri diye yorumlamıştır. Buna göre semaların sakinleri yeryüzünün sakinleri olan “mele-i esfel”e nisbetle mele-i a‘lâ şeklinde nitelendirilmiştir (el-Muḥarrerü’l-vecîz, IV, 466). İkinci izaha göre mele-i a‘lânın ulvîliği mânevî olarak “yücelik, şereflilik” anlamı taşır. Taberî de bu açıklama doğrultusunda a‘lâ kelimesini, melekler topluluğunun sıfatı olarak kendilerinden daha aşağı mertebede bulunanlara nisbetle “yüksek mertebeli melekler” diye açıklamıştır.
Sâffât sûresinde 8. âyetin öncesi ve sonrası dikkate alındığında mele-i a‘lânın melekler topluluğuna işaret ettiği yönündeki genel kanaatin isabetli olduğunu söylemek gerekir. Zira sûrenin 6 ve 7. âyetlerinde göklerin azgın ve âsi şeytanlara karşı korunduğundan söz edilmiş, 8. âyette ise bu şeytanların mele-i a‘lâyı dinleyerek bilgi elde edemeyecekleri belirtilmiştir. Bu husus Hicr sûresinin 18, Şuarâ sûresinin 210-212 ve Cin sûresinin 8-9. âyetlerinde geçen, şeytanların ve cinlerin göklerden haber çaldıkları iddiasıyla ilgilidir (bk. İSTİRÂK-ı SEM‘). Kur’an’ın nâzil olduğu dönemde Araplar arasındaki inanışa göre “karîn, hâtif, reiy, tâbî” gibi sıfatlarla anılan cinlerin yanında şeytanlar da göklere yükselir ve melekler topluluğunun konuşmalarını dinleyip buradan edindikleri bazı gaybî bilgileri irtibat halinde oldukları kâhinler ve şairlere iletirdi (Cevâd Ali, VI, 734-739). Câhiliye toplumundaki bu inanışın etkisiyle Kureyşli müşrikler, Hz. Peygamber’in de cinlerle irtibat kurduğu ve Kur’an’ı onların ilhamıyla meydana getirdiği iddiasında bulundukları için âyetlerde Hz. Peygamber’e yöneltilen mecnun ve şair gibi yakıştırmalar kesin bir dille reddedilmiş (el-Kalem 68/2-6; et-Tekvîr 81/22; el-Yâsîn 36/69), Kur’an’ın şeytan, kâhin veya şair sözü olmayıp Allah katından indirilen çok değerli ve şerefli bir kelâm olduğu bildirilmiştir (el-Hâkka 69/40-43; et-Tekvîr 81/19-25). Ayrıca Tekvîr sûresinin 19-21. âyetlerinde Cebrâil’e atıf yapılarak onun Allah katında çok itibarlı ve önemli bir konuma sahip olmasının yanında “emin” sıfatını taşıdığı, Hâkka sûresinin 40. âyetinde de Kur’an’ın şerefli bir elçi sıfatıyla Hz. Peygamber’in dilinden sâdır olduğu vurgulanmaktadır. Bunların yanı sıra Hicr sûresinin 9. âyetinde Kur’an’ın Allah tarafından indirildiği, onun cinlerin ve şeytanların müdahalelerine karşı mutlak surette korunacağı vurgulu bir şekilde belirtilmiştir. Dolayısıyla Sâffât sûresinin 8. âyetinin bağlamı çerçevesinde mele-i a‘lânın özelde vahiy meleklerine karşılık geldiği söylenebilir. Vahiy meleklerinin a‘lâ diye nitelendirilmesi ise mânevî açıdan “teşrif” içindir (M. Tâhir İbn Âşûr, XXIII, 92). Bu teşrif saygınlık, yücelik ve şerden arınmışlık gibi hususlarla ilgilidir.
Sâd sûresinin 69. âyetinde geçen mele-i a‘lâ terkibi de tefsir kaynaklarında “melekler” diye açıklanmış, fakat bu âyette Hz. Peygamber’in dilinden aktarılan, “Ben mele-i a‘lâ hakkında, onlar konuşup tartışırken neler olup bittiği hususunda hiçbir bilgiye sahip değilim” anlamındaki ifadenin yorumu konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Sûrenin 71-85. âyetlerinde Âdem-İblîs kıssasına yer verilmesinden dolayı müfessirlerin büyük çoğunluğu, meleklerin söz konusu tartışmasını Bakara sûresinin 30. âyetine atıfla Allah ile melekler arasındaki diyaloga konu olan, Âdem’in yeryüzünde halife kılınması meselesiyle irtibatlandırmıştır. Bunu en güzel görüş olarak değerlendiren Fahreddin er-Râzî, tenzihçi bir yaklaşımla meleklerin Allah ile tartışmasının söz konusu olamayacağını, çünkü Allah ile tartışmanın küfür sayıldığını, dolayısıyla Allah ile melekler arasındaki diyalogun tartışma değil soru-cevap şeklinde cereyan ettiğini, bunun da mecazen “muhâsame” ve “münazara” olarak adlandırılabileceğini söylemiş (Mefâtîḥu’l-ġayb, XXVI, 197), Mâtürîdî de sözü edilen tartışmanın insanlar arasındaki tartışma anlamında olmayıp bir konuya dair konuşmayı ifade ettiğini belirtmiştir (Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân, XII, 277). Diğer taraftan Zemahşerî bu tartışmanın melekler, Âdem ve İblîs arasında geçtiğini, çünkü tartışma sırasında hepsinin semada bulunduğunu, dolayısıyla mele-i a‘lânın sadece meleklere değil meleklerle birlikte Âdem ve İblîs’e de işaret ettiğini ifade etmiştir (el-Keşşâf, III, 381-382). Mâtürîdî ise Sâd sûresinin 69. âyetindeki mele-i a‘lâyı “en büyük cem‘, kıyamet günündeki cem‘” mânasına hamletmenin de câiz olduğunu ileri sürmüştür. Çünkü kıyamet günü bütün insanlar bir araya gelecek ve Zümer sûresinin 31. âyetinde ifade edildiği gibi o gün müminlerle kâfirler arasında gerçek anlamda bir tartışma ve çekişme vuku bulacaktır (Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân, XII, 278).
Öte yandan muhaddislerin naklettiği rivayetlere göre Hz. Peygamber mele-i a‘lânın kefâretler ve dereceler hakkında tartıştığını söylemiştir. Kefâretlerden maksat namazlardan sonra mescidde kalmak, cemaatle namaz için yaya olarak mescide gitmek, zor şartlarda tam mânasıyla abdest almak gibi ameller, derecelerden maksat ise selâmı yaymak, fakirleri doyurmak ve geceleyin insanlar uykuda iken kalkıp namaz kılmaktır (Müsned, I, 368; IV, 66; V, 243, 378; Tirmizî, “Tefsîr”, 38). Bu noktada, Sâd sûresindeki ilgili âyet ve bu rivayetler ile mele-i a‘lâya nisbet edilen tartışma arasında bir irtibat olup olmadığı sorusu gündeme gelmektedir. Elmalılı, Sâd sûresinde sözü edilen mele-i a‘lâdaki tartışmanın Bakara sûresinin 30. âyetinde geçen diyalogla ilgili olduğu görüşünü kabul etmiş ve hadiste zikredilen kefâretlerle dereceler hakkındaki tartışmanın âyetteki mânayla ilgili bir ayrıntıdan ibaret bulunduğunu, en yüksek tartışmanın Allah katında mağfiret ve derecelere mazhariyet olduğunu, meleklerin halifeliğe rağbet etmelerinin de aynı sebebe dayandığını belirtmiştir (Hak Dini, VI, 4109).
Sâd sûresinin 69. âyetindeki mele-i a‘lâ terkibinin, “Melekler Allah’ın kızlarıdır” veya, “Onlar kendilerine tapınılan ilâhlardır” iddiasında bulunan iki grup müşrikle ilgili olduğu da ileri sürülmüştür. Buna göre söz konusu tartışma “saçma sapan konuşmak” (tekavvül) anlamındadır (Ebû Hayyân el-Endelüsî, VII, 409). Bunun yanında mele-i a‘lâ ile Kureyşliler’in kastedildiği, kendi aralarında tartıştıkları ve, “Ne var ki bana vahyediliyor” meâlindeki âyetle (Sâd 38/70) Hz. Peygamber’in bu tartışmaya muttali kılındığı yönünde bir ihtimal de nakledilmiş (Mâtürîdî, XII, 278), fakat İbn Atıyye (IV, 514) bu görüşü zayıf olarak nitelendirmiştir. Mele-i a‘lânın konuşma ve tartışmasıyla ilgili bu yoldaki görüşlerin ve yorumların pek çoğu zanna ve tahmine dayanmaktadır. Bu konuşma ve tartışmayı Bakara sûresinin 30. âyetiyle yahut Âdem-İblîs kıssasıyla ilişkilendirmek de zorunlu değildir. Zira Sâd sûresinin 71-85. âyetlerinde anlatılan Âdem-İblîs kıssasının mele-i a‘lânın konuşmasından bağımsız olarak da ele alınması mümkündür. Nitekim M. Tâhir İbn Âşûr, bu kıssanın başındaki ilk âyetin yeni bir konuya başlangıç (isti’nâf) olmasının ve yine âyetin başındaki “iz kāle” lafzının mahzuf bir “üzkür” (zikret, anlat) fiiline ait bulunmasının mümkün olduğuna dikkat çekmiştir (et-Taḥrîr ve’t-tenvîr, XXIII, 300).
Aslında bu sûredeki Âdem-İblîs kıssası Taberî’nin de belirttiği gibi kibirli, küstah ve isyankâr tutumlarıyla müşrikleri, Allah’ın Âdem’e secde etme emrine karşı gelen İblîs’e benzetmeye yönelik bir mesaj içermektedir (Câmiʿu’l-beyân, X, 606). Mele-i a‘lânın tartışması hakkında bilgi sahibi olmama ifadesinin Hz. Peygamber’in dilinden aktarıldığı dikkate alındığında bu ifadenin geçtiği âyetin nübüvvet ve risâletin ispatıyla ilgili olduğu anlaşılır. Buna göre söz konusu âyet, Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği Kur’an’daki bilgilerin, cinlere ve şeytanlara izâfe edilen gökten haber çalma veya melekler arasındaki konuşmaları dinleme gibi yollarla elde edilmediğine, Sâd sûresinin 70. âyetinde de belirtildiği gibi Allah tarafından indirilen vahye dayandığına işaret etmekte, bunun yanında çok önemli bir tebliğ diye nitelendirilen (Sâd 38/67) Kur’an’dan yüz çevrilmesine yönelik bir kınama anlamı içermektedir (M. Tâhir İbn Âşûr, XXIII, 297). Bu sebeple yine Hz. Peygamber’in dilinden aktarılan, “Ben mele-i a‘lâ hakkında onlar konuşup tartışırken neler olup bittiği hususunda hiçbir bilgiye sahip değilim” ifadesinin, “Ben gaybı bildiğimi söylemiyorum, size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum” meâlindeki âyetlerle (el-En‘âm 6/50; Hûd 11/31) benzer bir muhteva içerdiği de söylenebilir (Cemâleddin el-Kāsımî, VIII, 159). Sonuç olarak mele-i a‘lâ terkibinin genel anlam ve kullanımı Sâffât sûresinin 8. âyetinde müşriklerin, cinlerin ve şeytanların gökten haber çalma iddiasıyla ilgili olarak vahyin korunmuşluğu, Sâd sûresinin 69. âyetinde ise Hz. Peygamber’in gaybı bilmediği, kendisinin Allah tarafından gönderilen ve vahiy alan bir nebî/resul olduğu hususuyla ilgilidir. İbn Receb hadislerde geçen mele-i a‘lâ rivayetleri hakkında bir eser kaleme almış (bk. bibl.), Muhammed Hayri Şahin de bu tabirin Kur’an’daki kullanımına dair yüksek lisans tezi hazırlamıştır (2005, Kur’an’da Mele-i A’lâ İfadesi, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü).
BİBLİYOGRAFYA
Tehânevî, Keşşâf (Dahrûc), II, 1638.
Müsned, I, 368; IV, 66; V, 243, 378.
Mukātil b. Süleyman, Tefsîru Muḳātil b. Süleymân (nşr. Abdullah Mahmûd eş-Şehhâte), Kahire 1984, III, 602, 653.
Taberî, Câmiʿu’l-beyân, Beyrut 1420/1999, X, 470-472, 604-606.
Mâtürîdî, Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân (nşr. Mustafa Yavuz), İstanbul 2008, XII, 125, 277-278.
Mâverdî, en-Nüket ve’l-ʿuyûn (nşr. Seyyid b. Abdülmaksûd b. Abdürrahîm), Beyrut 2007, V, 38-39, 109.
Gazzâlî, Meʿâricü’l-ḳuds fî medârici maʿrifeti’n-nefs, Beyrut 1975, s. 65, 85.
Zemahşerî, el-Keşşâf, Beyrut 1977, III, 336, 381-382.
İbn Atıyye el-Endelüsî, el-Muḥarrerü’l-vecîz (nşr. Abdüsselâm Abdüşşâfî Muhammed), Beyrut 2001, IV, 466, 513-514.
Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, Beyrut 2004, XXVI, 105-108, 196-197.
Ebû Hayyân el-Endelüsî, el-Baḥrü’l-muḥîṭ, [baskı yeri yok] 1403/1983 (Dârü’l-fikr), VII, 409.
İbn Receb, İḫtiyârü’l-evlâ fî şerḥi ḥadîs̱i iḫtiṣâmi’l-meleʾi’l-aʿlâ (nşr. Hüseyin el-Cemel), Beyrut 1407/1987, s. 24.
Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, s. 874.
Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, Ḥüccetullāhi’l-bâliġa (nşr. M. Şerîf Sükker), Beyrut 1410/1990, I, 56-61.
Cemâleddin el-Kāsımî, Meḥâsinü’t-teʾvîl (nşr. Ahmed b. Ali – Hamdî Subh), Kahire 2003, VIII, 83, 159.
Elmalılı, Hak Dini, VI, 4109.
Cevâd Ali, el-Mufaṣṣal, VI, 734-739.
M. Tâhir İbn Âşûr, et-Taḥrîr ve’t-tenvîr, Tunus 1997, XXIII, 92, 296-300.
Süleyman Ateş, Kur’ân Ansiklopedisi, İstanbul, ts., XIII, 152.
Bekir Topaloğlu – İlyas Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, İstanbul 2015, s. 210.