https://islamansiklopedisi.org.tr/mukabele-bil-misl
Sözlükte “aynı şekilde, benzeriyle karşılık vermek” mânasına gelen mukābele bi’l-misl, klasik İslâm hukuk literatüründe kavram olarak sözlük anlamı çerçevesinde ele alınmış, sadece devletler arası ilişkilerde değil özel hukukta ve kamu hukukunun diğer dallarında da geniş bir kapsam ve kullanıma sahip olmuştur. Gerek fıkıh kitaplarında gerekse diğer kaynaklarda bu kavramı karşılamak üzere mukābele yanında mücâzât (Serahsî, el-Mebsûṭ, II, 185, 199, 204; XI, 50; Şerḥu’s-Siyeri’l-kebîr, V, 1790, 2134-2135, 2142; İbnü’l-Hümâm, II, 228; Şevkânî, Fetḥu’l-ḳadîr, I, 192), mücâzât bi’l-misl (Kâsânî, VII, 246), el-mücâzât bi-mislih (İbn Âbidîn, IV, 66) ve mükâfee (Serahsî, Şerḥu’s-Siyeri’l-kebîr, V, 2142; Es‘ad b. Muhammed el-Kerâbîsî, I, 82; Şevkânî, Fetḥu’l-ḳadîr, I, 192) gibi kelime ve terkiplerin kullanıldığı görülür. Ancak mükâfeenin daha çok, “iyiliğe karşı misliyle veya fazlasıyla karşılık verme” anlamını ifade ettiği belirtilmiştir (et-Taʿrîfât, “mükâfeʾe” md.). Cizye kelimesinin de mücâzât kökünden geldiği, zira bu verginin zimmîlerden can ve mal güvenliklerinin sağlanması ve İslâm ülkesinde kalmaları karşılığında alındığı kaydedilir (İbn Hacer el-Heytemî, IX, 274; Muhammed b. Abdullah el-Haraşî, III, 143). Esasen geniş anlamda kısas ve damân da (ödeme sorumluluğu) bu prensibe dayanır.
Modern devletler hukukunda birbirinden bazı farklarla ayrılan şu üç uygulama temelde mukabele kavramıyla açıklanır: Bir devletin daha önce meydana gelen bir hak ihlâline karşı hukuka aykırı muameleye başvurması (Fr. represailles, İng. reprisals), hukuka aykırılık söz konusu olmamakla birlikte kendi menfaatlerini ihlâl eden muameleye benzeri şekilde karşılık vermesi (retorsion, retortion) ve başka bir devletin kendi vatandaşına uyguladığı muamelenin aynını onun vatandaşına uygulaması (reciprocity). Bu fiillerin birbiriyle benzerliği veya farklılığı konusunda görüş ayrılıkları bulunduğu gibi Türkçe ve Arapça karşılıkları hususunda da müellifler arasında birliğin mevcut olmadığı ve bir kavramın diğeri yerine kullanıldığı sıkça görülmektedir. Burada karışıklığa yol açmaması için sırasıyla mukābele bi’l-misl (zararla mukabele), misilleme ve karşılıklılık (mütekabiliyet) kavramları tercih edilecektir.
Mukābele bi’l-mislin kökleri çok eski tarihlere kadar uzanır. Hammurabi kanunlarında (md. 196-200) bu konuda düzenlemeler olduğu gibi eski Yunanlılar ve Araplar da mukābele bi’l-misli biliyordu. Bu uygulama Hz. Mûsâ şeriatında ve daha sonra Kur’an’da yer almıştır (M. Abdülmün‘im Abdülhâliḳ, s. 233). İlk zamanlarda şahıslar da mukābele bi’l-mislde bulunma hakkına sahipti; eski Yunan’da yürürlükte olan bir yasaya göre bir Atinalı’nın yakını yabancı bir ülkede öldürülür ve devlet kātili cezalandırmaktan kaçınırsa bu şahıs o ülkeden üç kişiyi yargılanmak üzere Atina’ya getirebilirdi. Ortaçağ’da ve hatta XVIII. yüzyılın sonlarına kadar devletler başka bir devletin veya tebaasının haksız ve tazmin edilmemiş fiillerine karşı kendi vatandaşlarına bir belge verir, onlar da buna dayanarak kendisine veya malına yönelik zararları tazmin amacıyla bazı hareketlere girişebilirdi. Daha sonraları böyle bir durumda devletler bizzat harekete geçmiştir (Lütem, s. 662; ayrıca bk. Alsan, II, 375).
Batı’da geleneksel ve modern devletler hukukunda mukābele bi’l-misl veya zararla mukabelenin (reprisal) tarifinde farklılık vardır. İlkinde tarifin temel unsuru devletin hakkı, ikincisinde hukuk kuralıdır. Bu sebeple geleneksel devletler hukukuna göre mukābele bi’l-misl, genel olarak bir devletin yaptığı eyleme karşı diğer devletin benzer şekilde onun hakkını çiğnemesidir. Devletler hukukundaki gelişmenin bir sonucu olarak modern hukukta ise “bir devletin hukuka aykırı eylemine karşı diğer devletin ona zarar vermek için yine devletler hukuku kurallarına aykırı olarak verdiği karşılık” şeklinde tarif edilmiştir (Muhammed Bahâeddin Bâşât, s. 209; M. Abdülmün‘im Abdülhâliḳ, s. 231-232).
Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nde milletlerarası münasebetlerde kuvvet kullanımı ve kuvvetle tehdit yasaklanmakla beraber meşrû müdafaa gibi bazı durumlarda devletin güç kullanmasına izin verilmiştir. Bir devletin işlediği devlet suçu sebebiyle ortaya çıkan anlaşmazlığı çözmeye zorlamak için diğer bir devletin ona karşı giriştiği eylem olan mukābele bi’l-misle hak ihlâlinde bulunan devleti hukuka saygı göstermeye zorlamak için istisnaî şekilde başvurulur (Ca‘fer Abdüsselâm, s. 710-711). Tek başına böyle bir fiil devletler hukukuna aykırı olmakla birlikte yine bu hukuka aykırı bir davranışa karşılık teşkil etmesi ona meşruiyet kazandırır ve aralarında fark bulunsa da bir nevi meşrû müdafaa sayılır (Le Fur, s. 470, 472; Alsan, II, 374; Muhammed Bahâeddin Bâşât, s. 43). Mukābele bi’l-mislin meşrû kabul edilmesi tecavüze uğrayan devletin hakkını mütecavizden alacak, uğradığı zararı giderecek milletlerarası bir otoritenin bulunmamasının tabii bir sonucudur. Hukuka dayalı bir milletlerarası otoritenin varlığı ve devletlerin işledikleri suçların milletlerarası alanda cezalandırılması yönünde düzenlemelere gidilmesi durumunda mukābele bi’l-mislin de gerekçesini kaybedeceği açıktır (Muhammed Bahâeddin Bâşât, s. 215; M. Abdülmün‘im Abdülhâliḳ, s. 246; Mukābele bi’l-misle başvurabilmek için gerekli şartlar hakkında ayrıca bk. s. 235-237; Lütem, s. 661-664).
Meşrû müdafaa ile mukābele bi’l-misl bir devletin saldırısına karşı bir davranış olma noktasında birleşirse de meşrû müdafaanın amacı silâhlı ve gayri meşrû bir tecavüze karşı koymak, tecavüzü önlemeye çalışmaktır. Bu haliyle meşrû müdafaa bir savunma özelliği taşırken mukābele bi’l-mislin amacı saldırgan devleti saldırısını sürdürmekten alıkoymak ve yaptığına karşılık vermek olup bu özelliğiyle ceza anlamı taşır. Ayrıca meşrû müdafaa mevcut bir tecavüze hemen karşılık vermeyi ifade eder, tecavüz sona erdikten sonra meşrû müdafaadan söz edilemez; mukābele bi’l-misl ise tecavüzün sona ermesinin ardından gerçekleşir. Birleşmiş Milletler Sözleşmesi (md. 51) devletlere meşrû müdafaa hakkı tanımakta, tecavüzün gayri meşrû, halen mevcut ve silâhlı olmasını, kuvvet kullanımının bu tecavüzü önleyici tek vasıta ve ona denk bulunmasını şart koşmaktadır (Muhammed el-Lâfî, s. 109).
Barış zamanında silâhlı mukābele bi’l-misl misilleme (retorsion) uygulamasıyla karıştırılır. Misilleme, gerek uygulamanın tabiatı gerekse hukuk kuralına aykırılık açısından bundan tamamen farklı olup silâhlı kuvvet kullanmaya ve dolayısıyla hukuka aykırılığa dayanmaz (Muhammed Bahâeddin Bâşât, s. 235). Bir devlet, devletler hukukuna aykırı olmamakla birlikte başka bir devletin menfaatlerini ihlâl eden bazı uygulamalarda bulunur ve menfaati ihlâl edilen devlet de bir tür kısas olarak onun menfaatine aynı şekilde dokunmak suretiyle karşılık verirse misilleme söz konusu olur (Lütem, s. 660). Misilleme savaşa varmayan zorlama türlerinden biri olup bir devletin kendisine karşı bir başka devletçe yapılan adaletsiz, dostluğa uymayan, fakat milletlerarası hukukça yasaklanmamış bir eyleme aynı biçimde karşılık vermesidir. Mukābele bi’l-misl bir hakkın ihlâli sebebiyle başvurulan muamele olup yine bir hakkın ihlâli amacını güderken bir devletin kendisine karşı yapılan muameleye aynıyla mukabelede bulunması olan misilleme ise ilk harekete geçen devlete karşı yaptığı muamelenin âdilce olmadığını duyurmak ve bu hareketinden vazgeçirmek amacını taşır (Alsan, II, 373). Böylece devletler hukuku ilminde misilleme, anlaşmazlıkları çözmenin ve hukuk kuralını ihlâl etmeden zararı gidermenin bir yolu olarak görülüp Birleşmiş Milletler Antlaşması’na aykırı sayılmamıştır (a.g.e., II, 373; Lütem, s. 660; Ca‘fer Abdüsselâm, s. 711; Semûhî Fevkalâde, s. 372; M. Abdülmün‘im Abdülhâliḳ, s. 231; Sönmezoğlu, s. 325; Çelikel, s. 60).
Karşılıklılık (reciprocity), devletler hukuku örfünün bir kuralı olup bir devletin başka bir devlet tarafından kendi vatandaşlarına, diplomatik temsilcilerine veya tüccarlarına karşı baş vurulan uygulamanın aynısını yapmasını ifade eder. Bu örf devletlerin eşitliğine ve devletler arası mücamelenin gereklerine dayanır ve devletler arası ilişkileri ihlâle herhangi bir sorumluluğun terettüp etmediği alanlarda uygulanır (Semûhî Fevkalâde, s. 350-351). Milletlerarası hukukta temel haklar dışında yabancılara tanınan haklar ve bazı kolaylıklar karşılıklılık şartına bağlanmıştır. Bu kuralın yerine getirilmesini sağlamak için de kendi vatandaşlarına o hakları tanımayan devletin vatandaşlarına aynı haklar tanınmaz, yahut bir devletin kendi vatandaşlarına yaptığı farklı ve ağır muameleye aynı şekilde karşılık verilir (Tekinalp, s. 19). Karşılıklılık, yabancılara haklar verilmesi konusunda devletlerin uyguladığı sistemlerden biri olup antlaşmaya dayanması halinde siyasî veya ahdî karşılıklılık, bir devletin mevzuatında veya fiilen kendi vatandaşlarına tanıdığı hakları o devletin vatandaşlarına tanımaya da kanunî veya fiilî karşılıklılık denir. Misilleme ile karşılıklılık birbirine benzerse de aralarında fark vardır. Misillemede yapılan misillemenin aynı nitelik ve ağırlıkta olması aranmaz; karşılıklılıkta ise işlem konusu ne ise kısıtlama da sadece o konuda yapılır. Bununla birlikte misillemede duruma uygunluk bulunması aranır (a.g.e., s. 21).
İslâm’da. İslâm hukukunda misliyle karşılık verme türleri yukarıda işaret edilen ve farklı bir milletlerarası hukuk süreci sonunda oluşan mukābele bi’l-misl, misilleme ve karşılıklılık şeklindeki ayırım çerçevesinde ele alınmamakla birlikte bunları da kapsayacak daha geniş bir yelpazede incelenmiştir. Ayrıca İslâm hukukçularının mukābele bi’l-misl kavramına iç hukukla ilgili birçok düzenlemenin fikrî temellerini izah ederken sıkça başvurduğu görülür.
Kur’ân-ı Kerîm haksızlık ve tecavüzlere denk bir ceza ile karşılık verilmesi üzerinde önemle durur. Hudeybiye Antlaşması öncesinde müslümanların Mekke’ye umre için gitmelerinin engellenmesi üzerine nâzil olan, “Dokunulmazlıklar karşılıklıdır; kim size saldırırsa siz de ona size yaptığı saldırının misliyle saldırın. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah sakınanlarla beraberdir” (el-Bakara 2/194) ve Uhud’da Hz. Hamza’nın şehid edilip kendisine müsle yapılmasına karşılık Hz. Peygamber’in de onlara bu şekilde muamele edeceğini belirtmesi üzerine inen, “Eğer ceza verecekseniz size yapılan eziyetin misliyle ceza verin. Eğer sabrederseniz elbette bu sabredenler için daha hayırlıdır” (en-Nahl 16/126), meâlindeki âyetlerle, “Bir kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu Allah zalimleri sevmez” (eş-Şûrâ 42/40) ve, “Kim kendisine yapılan eziyetin misliyle karşılık verir de sonra kendisine yine saldırılırsa Allah ona mutlaka yardım edecektir. Allah çok bağışlayıcı ve mağfiret edicidir” (el-Hac 22/60) meâlindeki âyetler mukābele bi’l-misl kavramının Kur’an’daki dayanaklarıdır. Bu âyetlerde saldırıya verilen karşılığın saldırı, uğranılan bir eziyete verilen karşılığın eziyet ve yapılan kötülüğe verilen karşılığın kötülük diye anılmasının Arap dilindeki “mukābeletü’l-kelâm bi-mislih” kuralı çerçevesinde mecazi birer anlatım olduğu ve aslında bu ifadelerin anılan türden karşılıkların meşruiyetini gösterdiği belirtilmiştir (Cessâs, I, 31; Serahsî, el-Mebsûṭ, XI, 50; İbnü’l-Cevzî, I, 200; Kurtubî, II, 354). Öte yandan bu naslarda, yapılan bir kötülüğe ve uğranılan saldırıya karşılık verilmesi meşrû kabul edilmekle birlikte bu yola başvurmamanın tavsiye edilmesi dikkat çekmektedir. Bu âyetler, gerçekleşmiş bir tecavüz ve haksızlık durumundan söz etmekle birlikte, diğer tarafın hıyanet edip antlaşmayı bozacağı yönünde kuvvetli emârelerin bulunması halinde anlaşmanın bozularak bunun kendilerine bildirileceğini hükme bağlayan âyet (el-Enfâl 8/58), tecavüzden önce mukābele bi’l-misl tedbiri almanın meşruiyetine dayanak olarak görülmüştür.
Hz. Peygamber’in tatbikatında mukābele bi’l-misl örneklerine sıkça rastlanır. Bunlardan bazıları şöyledir: 1. Kürz b. Câbir el-Fihrî, müslüman olmadan önce 2. yılın Rebîülevvel ayında (Eylül 623) Mekkeliler’den oluşan bir çeteyle Medine’nin kenar mahallelerine saldırıp bazı insanları öldürerek mallarını yağmalamış ve sürülerini alıp götürmüştü. Durumu öğrenen Resûlullah küçük bir birliğin başında bizzat kendisi onun peşine düşmüş, birkaç günlük takipten sonra Sefevân vadisine kadar gidildiği halde Kürz’ü yakalamak mümkün olmamış ve geri dönülmüştür. Buna İlk Bedir Gazvesi veya Sefevân Gazvesi denir (Vâkıdî, II, 568-569; İbn Hişâm, I, 601). 2. Bedir Gazvesi’nden bir ay sonra Medine’ye hicret etmekte olan Hz. Peygamber’in kızı Zeyneb’e rastlayan Hebbâr b. Esved onu rahatsız ederek deveden düşmesine ve karnındaki çocuğu kaybetmesine sebep olmuş, bunun üzerine Resûl-i Ekrem Hebbâr’ı yakalayıp cezalandırmak için bir askerî birlik göndermiş, fakat Hebbâr yakalanamamıştır (İbn Hişâm, I, 654-657). 3. Ebû Süfyân, Bedir mağlûbiyetine karşılık vermek amacıyla 200 süvariyle birlikte Medine’ye gelmiş, çevredeki bir hurmalığı yakıp ensardan bir kişiyi ve müttefikini öldürmüştü. Hz. Peygamber bir birlikle onun peşine düşmüş, Karkaratülküdr denilen yere kadar gidip kimseyi bulamayınca geri dönmüştür. Bu sefer Sevîk Gazvesi diye anılır (a.g.e., II, 44-45). 4. Benî Kurayza yahudileri Hendek Gazvesi sırasında Kureyş ve müttefikleriyle iş birliği yaparak Resûl-i Ekrem’le olan antlaşmalarını bozdukları için savaştan hemen sonra bertaraf edilmişlerdi (Vâkıdî, II, 496-518; İbn Hişâm, II, 220-221, 233-241). 5. Aynı savaşta müttefik ordusuna destek veren Benî Esed kabilesine karşı Ukkâşe b. Mihsân kumandasında Gamre’ye gönderilen seriyyenin amacı da misilleme idi (Vâkıdî, II, 550). 6. Hz. Peygamber’in mektubunu Bizans hükümdarına götüren Dihye b. Halîfe el-Kelbî dönüşte Benî Cüzâm kabilesinin saldırısına uğrayarak soyulunca Resûlullah bu kabile üzerine Zeyd b. Hârise kumandasında bir birlik sevkedip suçluları cezalandırmıştı (İbn Hişâm, II, 612-613).
Saldırı hazırlıkları yapıldığı öğrenilince beklemeden mukābele bi’l-misl yoluna girildiği de görülmektedir. Uhud Savaşı’nda müşriklerin galip gelmesi bazı kabileleri müslümanlara karşı cesaretlendirmişti. Benî Esed kabilesinin Medine’ye baskın yapacağını haber alan Resûlullah, Ebû Seleme el-Mahzûmî kumandasında 150 kişilik bir seriyye göndermiş, seriyye Benî Esed’in çobanlarını esir alarak sürülerini ele geçirince kabile mensupları çatışmayı göze alamayıp geri çekilmiştir (Vâkıdî, I, 340-346). Kureyş’i destekleyen Benî Lihyân kabilesi reisi Hâlid b. Süfyân’ın Uhud Savaşı’nın hemen ardından Hz. Peygamber’e karşı komşu kabilelerden asker topladığı öğrenilince Resûlullah, Abdullah b. Üneys el-Cühenî’yi kabile reisi Hâlid b. Süfyân’ı öldürmekle görevlendirmiş, o da görevini başarıyla yerine getirmiştir (İbn Hişâm, II, 619-620). Bu olaydan yaklaşık bir ay sonra Adal ve Kāre kabilelerine gönderilen altı veya on kişilik öğretici heyeti Recî‘ suyu civarında Benî Lihyân kabilesinin saldırısına uğramış, bir kısmı şehid edilmiş, Mekke’ye götürülerek Kureyş’e teslim edilenler de onlar tarafından öldürülmüştü. Bu olayın ardından Resûlullah misilleme için uygun bir fırsat kollamış ve 5 (626) yılında 200 kişilik bir birlikle Benî Lihyân’ın üzerine yürümüştür. Bunu haber alan kabile dağlara çekildiğinden Hz. Peygamber onların topraklarında iki gün kaldıktan sonra geri dönmüştür (a.g.e., II, 169-172, 279-280). Kureyş kabilesinin müttefiki olan Benî Mustaliḳ’ın Medine’ye saldırı hazırlıkları yaptığı haber alınınca Resûl-i Ekrem onların üzerine yürümüş ve Müreysî‘ mevkiinde yapılan savaşta düşman mağlûp edilmiştir (Vâkıdî, I, 404-413; İbn Hişâm, II, 289-297). 7. yılın Şevval ayında (Şubat 629) Gatafân kabilesinin Medine’ye saldırı hazırlığı içinde olduğu öğrenilince Beşîr b. Sa‘d kumandasında 300 kişilik bir birlik sevkedilmiş, düşman çatışmayı göze alamayıp dağılmış ve müslümanlar ele geçirdikleri birçok ganimetle geri dönmüştür (Vâkıdî, II, 727-731).
Müslüman hukukçular, gerek iç hukuk gerekse milletlerarası hukuku ilgilendiren konularda mukabele kavramı üzerinde durmuş, mahiyet ve sınırlarını tartışmıştır. Hakların korunmasına ilişkin birçok tedbir ve düzenlemenin insanın tabiatında mevcut karşılık verme duygusuna dayandığına dikkat çeken Cessâs, borçların yazılmasını tavsiye eden âyetin (el-Bakara 2/282) uyarısına rağmen bu tür ilişkilerde bir belge düzenlenmemesi, şahit tutulmayıp rehin alınmaması halinde hak inkâr edilince insanların diğer tarafa aynı şekilde veya daha fazlasıyla karşılık verip onu daha çok zarara uğratabileceğini, sonuçta her iki tarafın bundan maddî ve mânevî zarar göreceğini belirtir (Aḥkâmü’l-Ḳurʾân, I, 535). Öte yandan fakihler, insan hayatına ve vücut bütünlüğüne karşı işlenen kasıtlı suçlarda kural olarak suçluya mağdura verdiği zarara denk bir cezanın uygulanacağını, kısasta eşitliğin esas olduğunu, daha fazlasının saldırgana zulüm sayılacağını, udvân (zulüm, haksızlık) damânında (tazmin) mümâseletin şart olduğunu ve bunun, “Kim size saldırırsa siz de ona size yaptığı saldırının misliyle saldırın. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah sakınanlarla beraberdir” meâlindeki âyete (el-Bakara 2/194) dayandığını (Serahsî, el-Mebsûṭ, XXVI, 126, 133-135; İbn Nüceym, VIII, 139), aynı şekilde gasbedilen malın telefi ve iadesine imkân bulunmaması halinde mislî ise misliyle, değilse kıymetiyle tazmin edileceğini, çünkü gasb damânının i‘tidâ (zulüm, haksızlık) damânı olduğunu ve bunun da anılan nas gereği (el-Bakara 2/194) ancak misliyle meşrû sayılacağını ifade eder (Kâsânî, VII, 150, 168). Yine fıkıh kitaplarında meşrû müdafaa incelenirken savunmada zorunluluk ve savunma ile saldırı arasında bir oranın bulunması şartı üzerinde önemle durulur. Hanbelî ulemâsından İbn Kudâme ev sahibinin, evine izinsiz giren mütecavizi önce sözlü olarak uyarıp çıkmasını isteyeceğini, eğer çıkarsa kendisine vuramayacağını, çıkmadığı takdirde onu defedeceğini bildiği en hafif şeyle kendisine vuracağını, meselâ sopa ile çıkarabileceğini sanıyorsa demir kullanamayacağını, onu bir darbeyle etkisiz kılması halinde ikinci darbeyi indiremeyeceğini, kaçması durumunda öldüremeyeceğini, çünkü asıl maksadın onu tecavüzünden vazgeçirmek olduğunu söyler (el-Muġnî, VIII, 329-330).
İbn Kayyim, kısas kavramının temelde mukābele bi’l-misle dayanmakla birlikte verilen zarara aynı şekilde karşılıkta bulunmanın kısasın amacına her zaman uygun düşmeyeceğine, itlâfa her durumda misliyle mukabelede bulunmanın zalimlerin âdeti olduğuna, bu tür hak ihlâllerinden doğan zararların telef edilen şeyin tazminiyle giderileceğine, burada misliyle mukabelenin bütünüyle mefsedet olduğuna ve meselâ birinin oğlunu öldüren kimsenin oğlunun öldürülemeyeceğine dikkat çeker. Bununla birlikte mal itlâfı söz konusu olunca bazı durumlarda mukābele bi’l-mislin câiz olduğu bir kısım âlimlerce kabul edilmiştir. Düşmanın benzer davranışına karşılık olarak ve psikolojik baskı amacıyla mallarının telef edilebileceği, ancak bir müslümanın, kölesini öldürmesine misilleme olarak düşmanın kölesini öldüremeyeceği veya atını boğazlamasına karşılık onun atını boğazlayamayacağı belirtilmiştir. Böyle bir davranış hak etmeyene yapılan bir zulüm sayılır; bu konuda sünnetteki uygulama benzerin itlâfı değil misliyle tazmin şeklindedir (İʿlâmü’l-muvaḳḳıʿîn, II, 123). Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu, “Zarar verme ve zarara zararla mukabelede bulunma yoktur” prensibiyle (İbn Mâce, “Ahḳâm”, 17) fukahanın bu doğrultuda geliştirdiği, “Zarar misliyle izâle edilemez” kuralı da (Burhâneddin İbn Müflih, V, 224; ayrıca bk. Mecelle, md. 19, 25) bunu açıklar mahiyettedir. İbn Kayyim, kişinin kendisine yönelik bir zulmü ve aldatmayı önlemek veya meydana gelmişse izâle etmek için tedbir almasının câiz sayıldığını ve izâlesi mümkün değilse mukābele bi’l-mislde bulunmasının cevazı konusunda iki farklı durum söz konusu olduğunu belirtir. Eğer eylem, kişiye içki içirmek veya mahremiyle zina etmek gibi Allah hakkı sebebiyle haram bir fiil ise, yine bir kimsenin diğeri aleyhine yalan söylemesi, yalan şahitlik yapması veya iftirada bulunması gibi günah bir fiil söz konusu ise mukābele bi’l-misl câiz değildir; malına yönelik bir haksızlık durumunda aynı şekilde karşılık verip veremeyeceği hususunda üç yaklaşım mevcuttur. Aşırılığa varan birinci gruba göre meselâ haksızlığa uğrayan kişi diğerinin kapısını sökebilir, duvarını yıkabilir, evinin tavanını çökertebilir. Tam aksini savunan ikinci grup karşılık vermemesi gerektiğini ve mütecavizin bir emanet veya alacağı kendisinde bulunsa bile ona haber vermeden hakkı kadarını almasının câiz olmadığını belirtir. Diğer bir grup ise orta yolu tutarak eğer hak sahipliği babalık, çocukluk, eşlik gibi infakı gerektiren açık bir sebebe dayanıyorsa ona bildirmeden hakkı kadarını alabileceğini, hak sebebi karz, mebîin semeni gibi açık değilse ona bildirmeden hakkını almasının câiz olmadığını ileri sürer (İʿlâmü’l-muvaḳḳıʿîn, IV, 26-27). Fakihler bazı akdî borç ilişkileri dolayısıyla da misliyle mukabele fikri üzerinde durur. Meselâ ribâ konusu işlenirken aynı cinsten malların eşit miktarda olmayan mübadelesinin, yani bu konuda mukābele bi’l-misl gerçekleşmemesinin faize yol açtığı belirtilir (Nevevî, X, 177; Şehâbeddin el-Karâfî, II, 86; ayrıca bk. Serahsî, el-Mebsûṭ, XII, 118; XXVI, 136; İbnü’l-Hümâm, VI, 166). Yine alacaklının zimmetinin cins, sıfat ve eda vakti bakımından borçludaki alacağının misliyle meşgul olması halinde mukābele bi’l-misl olarak borçlunun da zimmetten berî olacağı, karşılıklı borçların düşeceği kabul edilir ki Türkçe’de takas adı verilen bu durum “mukāssa” terimiyle ifade edilir (Ali b. Ahmed el-Adevî, VI,16; Mv.F, XXXII, 264).
İslâm hukukçuları, yabancı tüccardan alınacak gümrük vergisi veya diplomatik temsilcilerin sahip olacakları imtiyazlar konusuyla ilgili olarak da mukābele bi’l-misl prensibini ve sınırlarını tartışmıştır. Hz. Ömer müslüman tüccardan 1/40, zimmîden 1/20 oranında vergi alınmasını istediğinde harbîlerin müslüman tüccardan ne kadar vergi aldığını sormuş ve 1/10 cevabını alınca onlardan aynı oranda vergi alınmasını emretmişti. Buna göre müslüman tüccardan hangi oranda vergi alınıyorsa ister tüccar ister elçi olsun getirdiği ticaret malından aynısı alınır; hiç alınmıyorsa onlardan da alınmaz. Harbîlere bu şekilde davranmanın, kendilerine tanınan can ve mal güvenliğinin amacına ve ticarî ilişkilerin sürdürülmesine daha uygun olduğu belirtilmiştir (Serahsî, el-Mebsûṭ, II, 199; Şerḥu’s-Siyeri’l-kebîr, V, 1789-1790, 2134-2135; Şelebî, I, 285). Serahsî misillemeye yol açacak davranışlardan sakınmak gerektiğine dikkat çeker ve meselâ silâh dışındaki malların düşman ülkesine ihracı yasaklanırsa onların da aynı yasağı uygulayabileceklerini ve bundan müslümanların zarar göreceğini (el-Mebsûṭ, X, 92); Şevkânî, onların müslüman tüccardan vergi almamaları halinde müslümanların da onlardan almamasının maslahat gereği olduğunu, aksi takdirde müslüman tüccarların zarara uğrayacağını (es-Seylü’l-cerrâr, II, 101, 103) belirtir. Serahsî bir yerde, harbînin ticaret malının nisab miktarından (200 dirhem) az olması halinde eğer kendileri aynı şartlarda müslüman tüccardan vergi alıyorsa onlardan da alınacağını, bir başka yerde ise bu miktarın altında kalan maldan hukuken ve örfen vergi alınmaması sebebiyle onlardan da alınmayacağını, onlar bu durumda müslümandan alıp haksızlık yapsalar bile müslümanların aynısını yapmaması gerektiğini söyler. Meselâ harbîler müslüman tüccarın elinden bütün malını alsa kendilerine verilen emana aykırı olacağı için aynı muamelenin onlara yapılamayacağını belirtir (el-Mebsûṭ, II, 199-200). Onların müslüman tüccarın bütün mallarını almaları halinde Hanefî mezhebinde tercih edilen görüşün, müslümanların da onların mallarının tamamını değil kendilerini ülkelerine götürecek miktarı bırakıp kalanı almaları, zayıf görüşün ise aynısını yapmalarını önlemek için mallarının tamamının alınması gerektiği yönünde olduğunu kaydeden İbnü’l-Hümâm emandan sonra böyle bir muamelenin emanı bozma sayılacağını, harbîlerin bunu âdet edinmelerinin müslümanların da aynısını yapmasını meşrû kılmadığını, müslümanların böyle bir davranıştan menedildiğini, nitekim onların, ülkelerine emanla giren bir müslümanı öldürmeleri halinde aynısının kendilerine yapılamayacağını belirtir (Fetḥu’l-ḳadîr, II, 228). Bunun gibi mukābele bi’l-misl olarak işkence de meşrû görülmemiştir. Hz. Peygamber’in, Uhud günü amcası Hz. Hamza’ya yapılanları görünce imkân bulması halinde müşriklerden otuz kişiye aynı şeyi yapacağına yemin etmesi üzerine âyet nâzil olmuş (en-Nahl 16/126), o da yemini için kefâret ödemiştir (İbn Hişâm, II, 91, 95-96; İbn Kesîr, II, 592). Hukukçular da işkence konusunda mukābele bi’l-misl uygulanamayacağını belirtir. Abdullah b. Âmir, bir savaş sonrasında Hz. Ebû Bekir’e bir düşman liderinin başını getirdiğinde o bunu hoş karşılamamış, Abdullah onların da müslümanlara böyle yaptığını söyleyince, “Farslar ile Bizanslılar’ı mı örnek alacağım?” demiştir (Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, IX, 132; Nevevî, XIX, 314; İbn Kudâme, VIII, 494).
Diplomatik temsilcilerin can ve mal güvenliği konusunda hem İslâm’da hem İslâm’ın zuhuru sırasındaki milletlerarası örfte karşılıklılık şart koşulmamakla birlikte (Şevkânî, es-Seylü’l-cerrâr, IV, 560) bunların sahip oldukları malî imtiyazlar, ticaret veya gümrük vergisi muafiyetleriyle ilgili olarak da mukābele bi’l-misl konusu gündeme gelmiştir. Elçiler ticaret amacı taşımayan şahsî mallarında gümrük muafiyetine sahiptir. Ticarete gelince Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, gayri müslim devletin kendi elçilerinin ticaret malından bir şey alınmamasını şart koşması halinde onların müslüman elçilere yönelik uygulamasına bakılacağını ve eğer bir şey almıyorlarsa ileri sürdükleri bu şartın kabul edilip uyulması gerektiğini belirtir. Onlar müslüman elçiler için bu şartı kabul ettikten sonra buna uymazlarsa kendi elçileri hakkında müslümanların da bu şartı kabul etmemesi gerekir; ancak kabul edilmişse onların muamelesine bakılmaksızın ahde vefa gösterilmesi icap eder (Serahsî, Şerḥu’s-Siyeri’l-kebîr, V, 1790; ayrıca bk. Ca‘fer Abdüsselâm, s. 291; Osman Cum‘a Damîriyye, II, 864-865, 867-868). Serahsî onlara eman verildiği takdirde buna aykırı davranmaya ruhsat bulunmadığını, onların müslümana verdikleri emana aykırı hareket etmelerinin kendilerine aynı şekilde davranılmasını meşrû kılmayacağını söyler. Meselâ müslüman rehineleri öldürmeleri halinde karşılık olarak onların rehinelerini öldürmek helâl olmaz (Şerḥu’s-Siyeri’l-kebîr, V, 1791). Serahsî, diğer eserinde de bu hususa temas ederek düşmanla yapılan antlaşmanın garantisi olarak rehine teâtisi yapılması ve bir taraf rehineleri öldürdüğünde diğer tarafın da aynı uygulamada bulunabileceğinin hükme bağlanması durumunda düşmanlar müslüman rehineleri öldürseler bile düşman rehinelerinin öldürülemeyeceğini belirtir. Çünkü rehineler suçsuz olup antlaşmaya aykırı davranan onlar değildir. Zira Cenâb-ı Hak kimsenin bir başkasının yükünü çekemeyeceğini, onun yaptığından sorumlu tutulamayacağını bildirmiştir (Fâtır 35/18). Ancak rehineler düşmanın güçlenmemesi için geri verilmeyip zimmî statüsünde bırakılır, çünkü bu durumu kendileri de baştan kabul etmiştir (el-Mebsûṭ, X, 129).
İslâm’da savaşın meşruiyeti temelde mukābele bi’l-misl kavramına dayanmaktadır. Mekke döneminde müslümanların savaşmaları, kendilerine yönelik zulüm ve haksızlıklara silâhla karşılık vermeleri yasaktı. Hicret sırasında bu konuda nâzil olan ilk âyette kendilerine savaş açılan müslümanlara uğradıkları haksızlık sebebiyle savaşma izni verildiği belirtilmekte (el-Hac 22/39), daha sonraki bazı âyetlerde de savaşı ilk olarak müslümanların değil müşriklerin başlattığı ifade edilmekte (et-Tevbe 9/13) ve müslümanların kendileriyle savaşanlarla savaşmaları, ancak aşırı gitmemeleri emredilmektedir (el-Bakara 2/190). Düşmanın tecavüz ve haksızlığı savaşın yani mukabelenin meşruluk sebebi olduğu gibi meşruluk sınırının aşılmaması, bir haksızlık giderilirken yeni bir haksızlığa yol açılmaması hususunda hassasiyet gösterilmesi istenmektedir.
Fıkıh âlimlerinin kendi dönemlerindeki şartlar çerçevesinde mukābele bi’l-misl konusunda ortaya koydukları görüşler değerlendirildiğinde, ilgili âyetler ve Hz. Peygamber’in uygulamaları ile toplumun maslahatı doğrultusunda sonuçlara ulaşırken misilleme ve karşılıkta adalet ölçüleri ve zaruret sınırlarının gözetilmesi, haksızlıktan sakınma, suçların şahsîliği ve dolayısıyla suçu olmayanların cezalandırılmaması, verilecek karşılığın uğranılan zarara uygun olması gibi temel prensiplere bağlı kalmaya çalıştıkları görülür.
BİBLİYOGRAFYA
et-Taʿrîfât, “mükâfeʾe” md.
İbn Mâce, “Aḥkâm”, 17.
Vâkıdî, el-Meġāzî, I, 340-346, 404-413; II, 496-518, 550, 568-569, 727-731.
İbn Hişâm, es-Sîre2, I, 601, 654-657; II, 44-45, 91, 95-96, 169-172, 220-221, 233-241, 279-280, 289-297, 612-613, 619-620.
Cessâs, Aḥkâmü’l-Ḳurʾân, I, 31, 535.
Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ, Haydarâbâd 1344, IX, 132.
Serahsî, el-Mebsûṭ, II, 185, 199-200, 204; X, 92, 129; XI, 50; XII, 118; XXVI, 126, 133-136.
a.mlf., Şerḥu’s-Siyeri’l-kebîr (nşr. Abdülazîz Ahmed), Kahire 1972, V, 1789-1791, 2134-2135, 2142.
Es‘ad b. Muhammed el-Kerâbîsî, el-Furûḳ (nşr. Muhammed Tamûm), Küveyt 1402/1982, I, 82.
Kâsânî, Bedâʾiʿ, VII, 150, 168, 246.
İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, I, 200.
Kurtubî, el-Câmiʿ, II, 354.
Nevevî, el-Mecmûʿ, VII, 382; X, 177; XIX, 314.
Şehâbeddin el-Karâfî, el-Furûḳ, Kahire 1347, II, 86.
İbn Kudâme, el-Muġnî (Herrâs), VIII, 329-330, 494.
İbn Kayyim el-Cevziyye, İʿlâmü’l-muvaḳḳıʿîn, II, 123; IV, 26-27.
İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, II, 592.
İbnü’l-Hümâm, Fetḥu’l-ḳadîr, II, 228; VI, 166.
Burhâneddin İbn Müflih, el-Mübdiʿ fî şerḥi’l-Muḳniʿ (nşr. M. Züheyr eş-Şâvîş), Beyrut 1400/1980, V, 224.
İbn Nüceym, el-Baḥrü’r-râʾiḳ, VIII, 139.
İbn Hacer el-Heytemî, Tuḥfetü’l-muḥtâc, Kahire 1315, IX, 274.
Şelebî, Ḥâşiye ʿalâ Tebyîni’l-ḥaḳāʾiḳ, Bulak 1313, I, 285.
Muhammed b. Abdullah el-Haraşî, Şerḥu Muḫtaṣarı Ḫalîl, Bulak 1318, III, 143.
Ali b. Ahmed el-Adevî, Ḥâşiye ʿalâ Şerḥi’l-Ḫaraşî (a.e. içinde), VI, 16.
Şevkânî, Fetḥu’l-ḳadîr, I, 192.
a.mlf., es-Seylü’l-cerrâr (nşr. Mahmûd İbrâhim Zâyed), Beyrut 1405/1985, II, 101, 103; IV, 560.
İbn Âbidîn, Reddü’l-muḥtâr, IV, 66.
Mecelle, md. 19, 25.
Cemil Bilsel, Devletler Hukuku, İstanbul 1941, s. 302, 321-323.
Louis Le Fur, Devletler Umumî Hukuku (trc. Şinasi Z. Devrin), Ankara 1942, s. 470-478.
Zeki Mesud Alsan, Yeni Devletler Hukuku, Ankara 1951, II, 372-375.
İlhan Lütem, Devletler Hukuku Dersleri, İstanbul 1958, s. 659-687.
Yılmaz Altuğ, Yabancıların Hukukî Durumu, İstanbul 1968, s. 13, 71, 198, 200, 212, 216-217, 231, 233, 241-243, 250, 252, 255-258.
Muhammed Bahâeddin Bâşât, el-Muʿâmele bi’l-mis̱l fi’l-ḳānûni’d-düveliyyi’l-cinâʾî, Kahire 1974.
Ca‘fer Abdüsselâm, Ḳavâʿidü’l-ʿalâḳāti’d-devliyye fi’l-ḳānûni’d-düvelî ve fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, Kahire 1401/1981, s. 261, 271, 272, 273, 284-286, 291, 710-711.
Âsım Câbir, el-Vaẓîfetü’l-ḳunṣûliyye ve’d-diblûmâsiyye fi’l-ḳānûn ve’l-mümârese, Beyrut 1986, s. 200-205, 232, 681-686.
Semûhî Fevkalâde, Muʿcemü’d-diblûmâsiyye ve’ş-şüʾûni’d-devliyye, Beyrut 1986, s. 350-351, 366-367, 372.
Gülören Tekinalp, Türk Yabancılar Hukuku, İstanbul 1988, s. 19-21.
Ergin Nomer, Devletler Hususî Hukuku, İstanbul 1988, s. 330-337, 442-444, 462, 481, 483.
M. Abdülmün‘im Abdülhâliḳ, el-Cerâʾimü’d-devliyye, Kahire 1989, s. 229-247.
Muhammed el-Lâfî, Naẓarât fî aḥkâmi’l-ḥarb ve’s-silm, Trablus 1989, s. 108-109, 111-113, 328, 357, 390.
Documents on the Laws of War (ed. A. Roberts – R. Guelff), Oxford 1989, s. 15, 188, 209, 222, 284, 342, 400, 416-419, 470, 480.
Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, İstanbul 1996, s. 325.
Aysel Çelikel, Yabancılar Hukuku, İstanbul 1998, s. 56-63.
Aslan Gündüz, Milletlerarası Hukuk: Temel Belgeler-Örnek Kararlar, İstanbul 1998, s. 45-51.
Osman Cum‘a Damîriyye, Uṣûlü’l-ʿalâḳāti’d-devliyye fî fıḳhi’l-İmâm Muḥammed b. el-Ḥasan eş-Şeybânî, Amman 1419/1999, II, 861, 864-868, 1139, 1215.
Ahmet Özel, “İslâm Hukuku ve Modern Devletler Hukukunda Mukabele Bilmisil / Misilleme / Karşılıklılık”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 5, Konya 2005, s. 49-66.
Mv.F, XXXII, 264.