SÂD - TDV İslâm Ansiklopedisi

SÂD

ص
Müellif: İSMAİL DURMUŞ
SÂD
Müellif: İSMAİL DURMUŞ
Web Sitesi: TDV İslâm Ansiklopedisi
Yayımcı: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi
Baskı Tarihi: 2008
Erişim Tarihi: 22.12.2024
Web Adresi:
https://islamansiklopedisi.org.tr/sad
İSMAİL DURMUŞ, "SÂD", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/sad (22.12.2024).
Kopyalama metni

Fenike alfabesinin ve ebced tertibinin on sekizinci harfi olup sayı değeri 90’dır ve Türk alfabesinin yirmi ikinci harfi olan “se”nin (sîn) kalın şeklidir. İbrânîce sade, Habeşçe sadai ve Arapça sâd olarak isimlendirilen harfin “olta” anlamına geldiği kaydedilir. Harfin biçim gelişiminde olta şeklinin hâkim olduğu görülür. Esasen Fenike, İbrân, Ârâm, Nabat ve Arap alfabelerindeki şekilleri bu gelişmeyi yansıtır niteliktedir (bk. HARF). Ayrıca Arap dilinde sâd lafzı “toprakta eşelenerek dişisini isteyen horoz, kuş yavrusu, susuz kimse, bakır kap” gibi mânalara gelir; çoğulu asyâd ve onun da çoğulu asâyîddir (, I, 1193; Halîl b. Ahmed, s. 30).

Halîl b. Ahmed’e göre sâd, diğer iki ıslıklı gibi (safîr: ز، س) dil ucunun sivri tarafından (müstedak) çıkar. Sîbeveyhi, ”ز، س، ص“ ıslıklı ünsüzlerin dil ucunun, iki ön/kesici dişin (senâyâ) az üstüne temasıyla çıktığını belirtir (el-Kitâb, IV, 433). Sîbeveyhi’nin iki ön dişin alttakiler mi yoksa üsttekiler mi olduğuna dair açık bir ifade kullanmaması dilciler ve kıraat âlimleri arasında farklı anlayışlara yol açmıştır (İbrâhim Enîs, s. 77). Sâd sesinin çıkarılışı sırasında hems ve rihvet sıfatları gereği dil ucunun ön diş köklerine dayanması tam olmayıp aralık kalacak şekilde gerçekleştiğinden soluk ve ses akışı devam eder. İsti‘lâ sıfatı sebebiyle dil ucu ve kökü üst damağa doğru yükseldiği için sâd kalın harflerdendir. “Sâd”ı “sîn”den ayıran tek sıfat isti‘lâdır. Yine bu sıfat sebebiyle “sâd”da imâle yapılmaz, çünkü imâle harfin incelerek gerçek kalın ses olma özelliğinin kaybolmasına yol açar. Itbâk sıfatı gereği dil yüzeyi üst damağa doğru yükselmekle kalmayıp yapışacak konumda bulunur. Bu özelliğiyle sâd sesi ”ض، ط، ظ“ gibi en kalın harflerdendir. Kadim dil ve kıraat âlimleri sadece ”ز، س، ص“ harflerinin seslerini ıslıklı sayarken modern fonetikçiler bunlara ”ث، ذ، ش، ظ، ف“ harflerini de ilâve eder. Bunun sebebi mahreç ve hava menfezinin daha dar olmasıyla ”ز، س، ص“ harflerinde ıslık sesinin en üst düzeyde bulunmasıdır. Bazı tecvid âlimlerine göre bu üç sesteki safîr sıfatı dolayısıyla sesin dille damak arasında yayılma özelliği de bulunur. “Sâd”daki ıslık sıfatı onu içeren kelimelerin anlamına bağırma, seslenme, şiddet, salâbet, kudret ve safiyet şeklinde yansımıştır (Hasan Abbas, s. 149-160). Şarkiyatçılar “sâd”ı ıslıklı, dişsel, titreşimsiz ve art damaksıl bir ünsüz olarak tanımlar. İbn Sînâ’ya göre sâd sîn sesi gibidir. Ancak “sâd”da hava akışı dilin iç bükey hale gelmesiyle (obruklanma) daha geniş alanda gerçekleşir. “Sîn”e göre daha dar ve daha kuru olan mahreçte havanın tam olmayan hapsinden sonra ön dişler arasından sızmasıyla ıslıksı bir ses oluşur. Bu sırada dilin üçte ikisi üst damağa doğru kapaklanır. Sâd sesi yapışkan haldeki büyük su kabarcıklarının patlama sesini andırır (İbn Sînâ, s. 16-17, 26, 39).

Sîbeveyhi “ze’si sâd” ve “sînimsi sâd” olarak “sâd”ın iki varyantından söz eder (el-Kitâb, IV, 117, 133, 196, 477-480). Aynı kelimede olmak şartıyla sâkin “sâd”ı “dâl”ın izlediği durumlarda “sâd”ın kendi ses değeriyle telaffuzu asıl ve yaygın olmakla birlikte söyleniş hafifliği sağlamak için sâd ile zây arasında bir sese dönüştürülür. Bu durumda “sâd”ın kalın ses olma özelliği de kısmen korunur; maṣdar → maz / sdar, taṣdîr → taz / sdîr, aṣdaḳu → az / sdaḳu (en-Nisâ 4/87), taṣdiye → taz / sdiye (el-Enfâl 8/35), fa‘ṣda‘ → fa‘z / sda‘ (el-Hicr 15/94) gibi. Sîbeveyhi bu durumda bazı fasih Araplar’ın “sâd”ı, hâlis zâ olarak da telaffuz ettiğini (taṣdîr → tazdîr, faṣd → fazd ... gibi), ayrıca “sâd”ın harekeli olması halinde bu tür dönüşümün söz konusu olmadığını kaydeder. Kıraat âlimleri bu tür “sâd”a “işmamlı sâd” (sâd-ı müşemme) adını verir; Kisâî, Kur’an’da bu şekilde geçen “sâd”ları “zê”si bir sesle okur (asdaḳu → az / sdaḳu gibi). Bu konumda “sâd”ın art damaksıllığı korunarak ”ظ“ya dönüşmesi de câiz görülmüştür. Hamza b. Habîb’in râvisi Halef, Kur’an’da geçen bütün ”الصراط“ ve ”صراط“ “sad”larını böyle okurken diğer râvisi Hallâd bunu yalnız Fâtiha’daki (1/6) ”الصراط“a özgü kılar. Sâd-ı müşemme kıraatte ve şiir inşâdında güzel görülürken صبغ ← سبغ (el-Mü’minûn 23/20) örneğinde olduğu gibi “sîn”imsi sâd böyle kabul edilmemiş, zayıf bir lugat olarak görülmüştür (a.g.e., IV, 432; İbn Cinnî, I, 46).

Sâd ile başlayan bir fiilin “iftiâl” kalıbından gelen türevlerinde ”ت“, ”ط“ veya ”ص“a dönüşebilir: (ص ت ->- ص ط / - ص ص: مصتبر ← مصطبر ← مصّبّر gibi). Buna kıyasla sonu sâd olan bir fiilin mâzi çekiminde ”ت، تما، تم، تن“ zamirlerinin ”ت“lerinin ”ط“ya dönüşmesini câiz görenler olmuşsa da (فحصت ← فحصط gibi) Sîbeveyhi, buradaki ”ت“nin harekesinin “iftiâl” ”ت“sinin aksine değişken olması sebebiyle bunu doğru bulmamıştır. Bu konumdaki “sâd”ın “sîn”e dönüşümü de mümkün görülmüştür. ”حرصت ← حرست“ (Yûsuf 12/103), ”حرصتم ← حرستم“ (en-Nisâ 4/129) gibi. Bir kelimede çoğunlukla “sîn”den sonra -bazan da önce- kalın harflerden (خ، ط، غ، ق) biri bulunursa “sîn”in “sâd”a dönüştürülerek telaffuzu uygun görülmüştür: ”سخّر ← صخّر“ (er-Ra‘d 13/2), ”سراط ← صراط“ (el-Fâtiha 1/6), ”أسبغ ← أصبغ“ (Lokmân 31/20), ”سقر ← صقر“ (el-Kamer 54/48), ”أقسم ← أقصم“ (el-Kıyâme 75/1) gibi. Aynı şekilde kalın ”ر“nın beraberindeki “sîn” de “sâd”a dönüşebilir: ”السّرد ← الصّرد“ (Sebe’ 34/11), ”سرمدًا ← صرمدًا“ (el-Kasas 28/71) gibi.

Günümüzde Arap lehçe ve ağızlarında genellikle “sîn”lerin sâd olarak söylenişi yaygındır. Ancak bazı Mağrib ve Mısır ağızlarında “sâd”ların sîn olarak telaffuzu da görülmektedir. Sadr → sedr, sadeka → sedeka gibi. Birçok lehçede “sagīr”in, “zgīr/zgayyir” olarak söylenişi yaygındır. Kuzey Yemen’in bazı kesimlerinde sâd ”س ت“ şeklinde telaffuz edilir: ”صبر ← ستبر“ gibi. Hadramut’ta “sâd”ı ”ظ“ olarak telaffuz eden kesimler vardır. Farsça yoluyla başka dillerden Arapça’ya giren kelimelerdeki “ç”ler, “sâd”a dönüştürülmüştür: Çeng → sanc, çîn → sîn gibi. Yunanca ve Latince’den Arapça’ya geçen bazı kelimelerdeki “sîn”ler de “sâd”a dönüştürülmüştür: Kamision → ḳamîṣ, kaisar → kayṣar, lêtês → liṣṣ gibi. Arapça’dan Farsça ve Türkçe’ye giren “sâd”lı kelimeler “sîn”li okunup yazılır. Osmanlı Türkçesi’nde kalın ünlülerin beraberinde sâd, ince ünlülerin eşliğinde ise sîn ile okunur ve yazılır: ”صوقمق“ (sokmak), ”سوكمك“ (sökmek) gibi.

Sâd harfi, kendisi gibi genellikle mahreç sahası dil ucu ile ön dişler olan ”ط د ت، س ث ذ، ظ ل“ harfleriyle idgam ilişkisine girerek ص ز ← ز ز / ظ ظ؛ ز ص ← ص ص؛ ت ص ← ص ص؛ د ص ← ص ص؛ ذ ص ← ص ص؛ ث ص ← ص ص؛ ص ط ← ص ص؛ ط ص ← ص ص؛ ص س ← س س؛ س ص ← ص ص؛ ظ ص ← ص ص؛ ل ص ← ص ص kombinezonlarına imkân verir: Bazı örnekler:

ت ص ← ص ص: حصرت صدورهم ← حصرصّدورهم (en-Nisâ 4/90)

وَالصَّافَّاتِ صَفًّا ← والصّافّاصّفّا (es-Sâffât 37/1)

فَالْمُغِيرَاتِ صُبْحًا ← فالمغيراصّبحًا (el-Âdiyât 100/3)

د ص ← ص ص: لَقَدْ صَرَّفْنَا ← لقصّرّفنا (el-İsrâ 17/89)

ذ ص ← ص ص: إِذْ صَرَفْنَا ← إصّرّفنا (el-Ahkāf 46/29)

ص ط ← ص ص: اصْطَفَى ← اصّفى (el-Bakara 2/132)

ل ص ← ص ص: الصَّبْرِ ← اصّبر (el-Bakara 2/45)

Sâd harfi ”ت ث ج ذ ز س ص ض ط ظ“ gibi harflerle değişim ve dönüşüme (ibdâl) girerek eş anlamlı veya eşdeğer kelimelerin oluşmasına imkân verir:

(emmek) ص/ ظ ← مصّ / مظّ

(sürmek) شمس / شمظ

(asil, köklü) ص / ث ← أصيل / أثيل

(kesmek) ص / ذ ← قصّ / قذ

(tepinmek) ظ / ص ← دحظ / دحص

(bilek) رسغ / رصغ

(yaymak) س / ص ← بسط / بصط

(sütten kesmek) ص / ط ← فصم / فطم

(öğütmek) صحن / طحن

(kesmek) ص / ش ← قرص / قرش

(kesmek, yarmak) صرم / شرم

(ufaltmak, ayırmak) ص / ت ← فصّ / فتّ

(tükürük) ص / ز ← بصاق / بزاق

gibi.

İbn Keysân’ın el-Farḳ beyne’s-sîn ve’ṣ-ṣâd adlı eseri sîn-sâd farkına dair yazılmış ilk risâlelerdendir. Muhammed b. Ahmed el-Ensârî, et-Tebyîn ve’l-iḳtiṣâd fi’l-farḳ beyne’s-sîn ve’ṣ-ṣâd adlı risâlesini halkın ve yazarların sîn ve sâd içeren kelimeleri birbirine karıştırdıklarını, bu sebeple risâlesini Arap dilinde lafzı aynı olup da sîn ile okununca bir anlama, sâd ile okununca başka anlama gelen kelimeleri, yalnız sâd ile söylenen kelimeleri ve Kur’an’da her iki harf ile okunabilen kelimeleri açıklamak üzere yazdığını kaydeder (s. 97). Ardından İbnü’s-Sîd el-Batalyevsî Ẕikrü’l-farḳ beyne’l-aḥrufi’l-ḫamse ve hiye’ẓ-ẓâʾ ve’ḍ-ḍâd ve’ẕ-ẕâl ve’ṣ-ṣâd ve’s-sîn’ini (ذ، س، ص، ض، ظ) yazmıştır.

Kur’an’da otuz sekizinci sûrenin adı olan “sâd”ın okunuşu, etimolojisi, anlamı ve i‘rabı hususunda farklı görüşler ortaya konulmuştur. Söz konusu kelime yazılışta harf, okunuşta sûrenin ismi veya “avlanmak” anlamındaki ”صيد“ kökünden mâzi ya da “karşısına çıkmak, mukabelede bulunmak” mânasındaki ”مصاداة“ kökünden emr-i hâzırdır. Hasan-ı Basrî’den rivayet edildiğine göre ”صاد“ kelimesi “musâdât” babından emr-i hâzır olup “Kur’an’ın sesine ma‘kes ol, bir yankı gibi ona karşılık ver, muhtevası ile amel et” anlamındadır (Elmalılı, V, 4083-4084) veya “Kur’an’ı insanlarda yankılandır, onlara Kur’an’ı anlat” demektir. Ondan gelen diğer bir rivayete ve Hârûn el-A‘ver’e göre sûrenin ismi olarak ”صاد“ şeklinde mahzuf mübtedânın haberi olup özel isim olması ve dişilliği sebebiyle gayri munsarif çerçevesine girdiğinden tenvin almamıştır ve هذه السورة صاد (Bu sûre Sâd’dır) açılımındadır. İbn Abbas’tan gelen bir rivayette Sâd, gece ve gündüz yokken rahmânın arşının üzerinde bulunduğu denizin adıdır. Saîd b. Cübeyr’e göre ise Sâd, Cenâb-ı Hakk’ın iki sûr üfürülüşü (nefha) arasında ölüleri dirilttiği denizin adıdır. Elmalılı Muhammed Hamdi bu iki rivayeti “garîb” olmakla beraber ince bir sezişin ürünü diye niteler. “Sâd”ın yemin anlamı içeren bir kelime olup ”والقران“ın ona atfedildiği de belirtilir (ayrıca bk. HURÛF-ı MUKATTAA).

Osmanlı Türkçesi’nde elifbânın bu on yedinci harfi noktasızlığından dolayı “sâd-ı mühmele” adıyla da anılır. Osmanlı kültüründe ve özellikle arşiv belgelerinde kamerî aylardan saferin kısaltması bu harfle gösterilir.


BİBLİYOGRAFYA

, I, 1193.

Halîl b. Ahmed, el-Ḥurûf (nşr. Ramazan Abdüttevvâb), Kahire 1969, s. 30, 39.

Sîbeveyhi, el-Kitâb (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1402/1982, IV, 117, 133, 177, 196, 432-436, 477-480.

İbnü’s-Serrâc, el-Uṣûl (nşr. Abdülhüseyin el-Fetlî), Beyrut 1405/1985, III, 424-426, 429-431.

Ebü’t-Tayyib el-Lugavî, Kitâbü’l-İbdâl (nşr. İzzeddin et-Tenûhî), Dımaşk 1379/1960, tür.yer.

Saymerî, et-Tebṣıra ve’t-teẕkire (nşr. Fethî Ahmed Mustafa Aliyyüddin), Dımaşk 1402/1982, II, 870, 942-943, 951-952.

İbn Cinnî, Sırru ṣınâʿati’l-iʿrâb (nşr. Hasan Hindâvî), Dımaşk 1405/1985, I, 46-47, 50-51, 156, 209-212; II, 759.

İbn Sînâ, Meḫâricü’l-ḥurûf (nşr. ve trc. Pervîz Nâtil Hânlerî), Tahran 1333, s. 16-17, 26, 39, 43.

Muhammed b. Ahmed el-Ensârî, et-Tebyîn ve’l-iḳtiṣâd fi’l-farḳ beyne’s-sîn ve’ṣ-ṣâd (nşr. Ali Hüseyin el-Bevvâb, el-Mevrid, XV/1, Bağdad 1986 içinde), s. 97-180.

Ebû Ca‘fer İbnü’l-Bâziş, el-İḳnâʿ fi’l-ḳırâʾâti’s-sebʿ (nşr. Abdülmecîd Katâmiş), Dımaşk 1403, I, 173, 174-175, 216.

İbn Yaîş, Şerḥu’l-Mufaṣṣal, Kahire, ts. (İdâretü’t-tıbâati’l-Münîriyye), IV, 396-399, 492-493, 496-497, 537.

Semîn el-Halebî, ed-Dürrü’l-maṣûn (nşr. Ahmed Muhammed el-Harrât), Dımaşk 1414/1993, IX, 343-344.

, I, 200-201.

Süyûtî, el-Müzhir (nşr. M. Ahmed Câdelmevlâ v.dğr.), Kahire, ts. (Dâru ihyâi’l-kütübi’l-Arabiyye), I, 460.

, V, 4083-4084.

Naim Hazım Onat, Arapçanın Türk Diliyle Kuruluşu, İstanbul 1944, I, 192, 205, 212, 230, ayrıca bk. tür.yer.

Gānim Kaddûrî el-Hamed, ed-Dirâsâtü’ṣ-ṣavtiyye ʿinde ʿulemâʾi’t-tecvîd, Bağdad 1406/1986, s. 168-169, 209-212.

H. Fleisch, Traité de philologie arabe, Beyrouth 1990, I, 57, 80, 86, 93, 211-212, 216-217, 234.

Hasan Abbas, Ḫaṣâʾiṣü’l-ḥurûfi’l-ʿArabiyye ve meʿânîhâ, Dımaşk 1998, s. 149-160.

İbrâhim Enîs, el-Eṣvâtü’l-luġaviyye, Kahire, ts. (Mektebetü nehdati Mısr), s. 49, 66-67, 68-69, 77, 121.

“Ṣād”, , VIII, 715-716.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2008 yılında İstanbul’da basılan 35. cildinde, 370-372 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
TDV İslâm Ansiklopedisi'nden rastgele bir madde okumak ister misiniz?
BAŞKA BİR MADDE GÖSTER