https://islamansiklopedisi.org.tr/takrir--sunnet
Sözlükte “bir şeyi bir yere yerleştirmek; istikrar bulmak, sakinleşmek; gerçeği kabul etmek; bir söze açıklık getirmek” anlamlarındaki takrîr (ikrâr) kelimesini terim olarak Hâris el-Muhâsibî, “Hz. Peygamber’in sahâbeden birini veya birkaçını farz ibadetleri ya da helâl-haramlarla ilgili bir şeyi yaparken görmesi yahut aynı konularda kendisine bir haber verilmesi durumunda bundan nehyetmemesi” şeklinde tanımlamıştır (Bedreddin ez-Zerkeşî, IV, 201). Daha sonraki âlimler kapsamı geniş tutmuş ve takriri, Resûl-i Ekrem’in huzurunda bir sözün söylenmesi veya bir fiilin gerçekleştirilmesi yahut onun görmediği yerde yapılan bir şeyin kendisine bildirilmesi durumunda onun bu sözü veya fiili yahut başka bir yerde yapılıp da kendisine aktarılan şeyi onaylaması, yani yasaklamaması yahut bu şeyin başka türlü yapılsa daha güzel olacağını söylememesi diye ifade etmişlerdir (Abdülfettâh Ebû Gudde, s. 97).
Takriri Hz. Peygamber’in bir şeyi engellemeyi terketmesi diye anlayan bazı âlimler, terkin de fiil olduğu gerekçesiyle takrirî sünneti fiilî sünnet kapsamında incelemişlerse de Resûlullah’ın fiilinden ve mutlak terkinden ayrı olduğunu söyleyerek onu sünnetin müstakil bir kısmı şeklinde ele alanlar da vardır. Meselâ Hâris el-Muhâsibî’nin sünneti kavil, fiil, takrir ve Resûl-i Ekrem’in bir fiil veya terkinden (bir şeyi yapması veya hiç yapmamasından) sahâbenin anladığı maksat olarak dörde ayırdığı belirtilmekte (Bedreddin ez-Zerkeşî, IV, 213), Alâî takrirî sünnetin kavlî ve fiilî sünnetle çelişmesine ayrı bir başlık açmakta (Tafṣîlü’l-icmâl, s. 189 vd.), İbn Hacer el-Askalânî ise takririn tek başına hüküm vazetmeye yeterli, delil olarak alınmaya elverişli ve diğer delillerle eşdeğer kabul edilebilecek konumda olduğunu, hükmü takrirle belirlenmiş bir meselede muarız delilin bulunmasının takriri göz ardı etmeyi gerektirmediğini söylemektedir (Fetḥu’l-bârî, IV, 432). Allah’ın emirlerini beyanla mükellef olan Hz. Peygamber’in söz ve fiilleri gibi takrirleri de birer beyan sayılmış, normal şartlarda sâkite bir söz isnad edilemediği halde (Mecelle, md. 67) teşrîî vazifesi itibariyle diğer insanlardan farklı bir konumda bulunan Resûl-i Ekrem’in onayına da hüküm bina edilmiştir. Usûl-i fıkıhta yerleşik kural gereği şer‘î bir hükmün açıklanması o hükme ihtiyaç duyulduğu andan sonraya bırakılamaz (Gazzâlî, III, 65) ve beyana ihtiyaç duyulduğu anda susmak da beyan olduğundan (Mecelle, md. 67) takrire konu olan söz veya eylemin gerçekleştiği anda bunların hükmünü bilmeye duyulan ihtiyacın artık kesin biçimde ortaya çıktığı ve onu bir beyan vasıtası haline getirdiği kabul edilmiştir.
Fıkıh usulü âlimlerinin çoğunluğuna göre takririn hüccet oluşunun en önemli gerekçesi Resûlullah’ın kötülükleri engelleme (nehiy ani’l-münker) görevidir (Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, I, 127-128). Günahların dünyada hemen cezalandırılmamasını bunların Allah tarafından onaylandığı şeklinde yorumlamak ve Allah’ın takririnden bahsetmek mümkün değilken Hz. Peygamber’in takririnin hüccet sayılmasının sebebi, huzurunda işlenen sakıncalı bir davranışı gören üçüncü kişilerin bundan Resûl-i Ekrem’in o davranışı onayladığı anlamını çıkarması ihtimalidir. İsmet sıfatını haiz olan Resûlullah’ın kötülük karşısında sessiz kalması düşünülemediğinden onun gördüğü veya bildiği halde karşı çıkmadığı hususlarda sakınca bulunmadığı hükmüne varılmıştır (Ebû Ali Hasan b. Şihâb el-Ukberî, s. 59-60). Hz. Peygamber’in takririne konu olmuş bir meselede sahâbenin ayrıca soru sorma ihtiyacı hissetmemesi (İbn Hacer, IV, 431), herkes tarafından hüccet sayılmamakla birlikte usûl-i fıkıh kitaplarında sahâbe, tâbiîn, müctehid ve müftü takrirlerinden bahsedilmesi gibi hususlar da Resûl-i Ekrem’in takririnin öncelikle delil olduğunu göstermektedir. Resûlullah’ın duyduğu bir söz veya karşılaştığı bir olay hakkında vahiy beklemesi, o an için engelleyecek veya karşı çıkacak durumda bulunmaması yahut daha önce hakkında hüküm verilmiş bir mesele olması gibi sebeplerle sükût etmesinin takrir sayılmayacağı söylenmişse de bu itirazlar genelde kabul görmemiştir (Abdülazîz el-Buhârî, III, 287-288).
Takririn delil değeri taşıyabilmesi için birtakım şartlar ileri sürülmüştür. Buna göre takrir konusu Hz. Peygamber’in mâlûmu olmalı, bilemeyeceği derecede gizlice işlenen, başka bir şeyle meşgulken gerçekleşip de farkına varmadığı şeylerde yahut bilgisinin bulunmadığı dünyevî meselelerde olmamalıdır (Ebû İshak eş-Şîrâzî, I, 561; Fahreddin er-Râzî, IV, 285-286; Bedreddin ez-Zerkeşî, IV, 204-205). Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra sahâbeden nakledilen, “Hz. Peygamber döneminde şöyle davranırdı/davranırdık” gibi ifadeler yapılan davranışın tekerrür ettiğini ve yaygınlık kazandığını gösterdiğinden Resûlullah’ın mâlûmu sayılıp merfû-takrirî sünnet kapsamında değerlendirilmiştir (Bedreddin ez-Zerkeşî, IV, 203). Hz. Peygamber’in Mekke dönemi boyunca ve Medine döneminin ilk yıllarında sakıncalı davranışları engelleyebilecek güçte olmadığı ve can güvenliğinden endişe ettiği için sustuğu durumların takrir sayılmayacağı ileri sürülmüşse de Allah’ın onu koruyacağını ifade eden âyetler çerçevesinde (el-Mâide 5/67; el-Hicr 15/95) buna itiraz edilmiştir. İslâm akaidine ters düşmeyen bazı sözleri takrir edilen gayri müslimler bulunmakla birlikte (Buhârî, “Cenâʾiz”, 86; “Tefsîr” [Zümer], 2; “Tevḥîd”, 19) bunlar emsal teşkil etmemiş, takriri onaylanan kişinin müslüman olması gerektiği çoğunluk tarafından şart kabul edilmiştir. Zira gayri müslimlerin söz, fiil veya ibadetlerine Hz. Peygamber’in her defasında karşı çıkmaması onun bunları onayladığı anlamına gelmez. Sözü veya fiili takrir edilen kişinin kendisi sorumluluk taşımasa da diğer insanlara örnek teşkil edeceğinden hareketle mükellef olmasına gerek bulunmadığı söylenmiştir (Bennânî, II, 95). Sakıncalı bir davranışı işlediği için önceden uyarılan kişinin bu davranışını tekrarlaması halinde yeniden uyarılmasına gerek olmadığı belirtilmiş, ancak böyle bir tepkisizlik nesih anlamına gelebileceği için bu şarta itiraz edilmiştir (Gazzâlî, III, 473). Onaylandığı düşünülen davranışın önceden yasaklanmış olmaması gerektiği takririn konusunu ilgilendiren şartlar arasında zikredilmiş, önceden yasaklanmış bir işi gerçekleştiren kimseye karşı çıkılmamasının onay sayılmadığı öne sürülmüş, ancak yasaktan haberi olmayan diğer insanların aynı davranışı işlememeleri için Resûl-i Ekrem’in onları haberdar etmekle mükellef olduğu ifade edilmiştir (Seyfeddin el-Âmidî, I, 174). Günah işlerken görülen ve uyarıldığı takdirde daha büyük bir günah işleyeceği düşünülen kişilere göz yumulmasının takrir anlamına gelmediği söylenmiş, bununla birlikte Hz. Peygamber’in konumu icabı böyle kişileri uyarması gerektiği, aksi takdirde söz konusu davranışın mubah zannedileceği gerekçesiyle bu şarta da itiraz edilmiştir (Bedreddin ez-Zerkeşî, IV, 204). Resûlullah’ın küçük günah işleyebileceği kanaatinde olanlar, onun başkaları tarafından işlenen küçük günahlara karşı çıkmayabileceğini ve bu sükûtun takrir sayılmayacağını ileri sürmüşlerse de (Seyfeddin el-Âmidî, II, 39), onun küçük günah işlemesini mümkün görmeyenler bu şartı makbul saymamıştır (Gazzâlî, III, 473). Kabul görmemekle birlikte takririn Hz. Peygamber’in davete yeni başladığı dönemde değil İslâm’ın güç kazandığı andan itibaren delil olduğunun söylenmesi (Bedreddin ez-Zerkeşî, IV, 204), yahut Resûl-i Ekrem’in ilk anda karşı çıkmadığı bir söz veya davranışın yanlışlığı bazı durumlarda kendiliğinden anlaşıldığı için takrire konu olduğu düşünülen söz veya davranışın üzerinden biraz vakit geçmesi gerektiği gibi hususlar takrirle ilgili zaman şartından da bahsedilebileceğini göstermektedir. Takrirle amel edilebilmesi için takrir gerçekleştikten sonra Resûlullah’ın ona aykırı bir açıklama yapmaması gerektiğine de işaret edilmiştir (İbn Hacer, XIII, 325).
Niteliği bakımından sözden çok fiile yakın olan takrir farklı şekillerde gerçekleşebilmektedir. Hz. Peygamber döneminde yaşayan müslümanlara ait söz, fiil, ictihad ve fetvalar onaylandığı gibi müslüman olmayanlara ait bazı güzel söz ve davranışların da istisnaî şekilde onaylandığı olmuştur. Bir sahâbî tarafından ortaya konulan bir meseleyle ilgili olarak Resûl-i Ekrem’in “olur”, “evet”, “beis yoktur” diye cevap verdiği fetvalarını da bir nevi takrir saymak mümkündür. Usûl-i fıkıh eserlerinde esasen geçmiş kişi ve ümmetlere dair hususlar “şer‘u men kablenâ” içinde takrir edilen unsurlar genellikle mesel-hikâye formunda görünmekte, bu mesellerin anlatımı sırasında Resûlullah’ın tepki göstermediği bazı hususların onaylandığı söylenmektedir. Onaylanan husus bazan gündelik hayatla ilgili bir şey veya gizlice yapılan bir iş olabilmektedir. Hz. Peygamber bir şeyi sadece susarak onayladığı gibi gülerek, överek, dua ve teşvik ederek, kinayeli lafızlar kullanarak, bizzat işe katılarak da onaylamış, bazı hususlara kendisi hoşlanmadığı halde izin verirken bazı şeyleri bir defaya mahsus veya kişiye özel olarak da onaylamıştır. Takririn delâleti belirlenirken Hz. Peygamber’in takındığı tavır göz önünde bulundurulmuş, onun överek onayladığı bir şeyle hoşlanmadığı halde onayladığı şey arasında fark gözetilmiştir. Ancak Resûl-i Ekrem’in gülerek tepki vermesi her durumda onay anlamına gelmediğinden onun gülmesini onay sayabilmek için aynı hususla ilgili aksine yorum yapmaya imkân verecek sözlü bir açıklamasının veya karînenin bulunmaması gerekir. Çünkü bir kısım yorumlara göre Resûlullah’ın bazan kabullenmediği, bazan muhatabının cehaletine şaşırdığı durumlarda (İbn Hacer, XIII, 398), bazan da kızgınlıkla yahut siyasî bir amaçla güldüğü bilinmektedir (M. Süleyman el-Eşkar, II, 102).
Onaylanan konuyla ilgili daha önce verilmiş bir hükmün bulunup bulunmamasına göre takririn delâleti değişmektedir. Hakkında hüküm olmayan konulara dair mutlak takrir İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî’ye göre o konuda bir sorumluluk ve sakınca bulunmadığını göstermekte (el-Burhân, I, 498); Bâcî, Gazzâlî, Seyfeddin el-Âmidî ve İbn Hacer’e göre cevaza (el-Minhâc, s. 21; el-Müstaṣfâ, III, 472; el-İḥkâm, I, 173; II, 308; Fetḥu’l-bârî, XIII, 323, 325); Ebû Ali Hasan b. Şihâb el-Ukberî ve Bedreddin ez-Zerkeşî’ye göre ibâhaya (Risâle, s. 59; el-Baḥrü’l-muḥîṭ, IV, 201-202) delâlet etmektedir. Öte yandan Cessâs ve Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, takririn delâletini belirlerken takrire konu olan söz veya davranış sahibinin niyetinin dikkate alınması gerektiğini söylemektedir (el-ʿUdde, I, 127). Hakkında hüküm bulunan bir konuda vârit olan takrir önceki hükme aykırı değilse onu destekleyen bir delil sayılmakta, önceki hükme aykırı ise söz ve fiil kadar sarih delâlete sahip olmadığından öncelik söz ve fiile verilmektedir.
Takririn kimleri kapsadığı teâruz açısından önemlidir. Bütün mükellefleri kapsayan bir sîgası bulunmadığı için takririn diğer mükelleflere ancak ayrı bir delille şâmil olacağı ileri sürülmekle birlikte takririn sözlü hitap hükmünde sayıldığı ve kişiye özel olduğu ifade edilmedikçe sözlü hitapla belirlenen hükümlerin bütün ümmet için geçerli olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır (Bedreddin ez-Zerkeşî, IV, 201). Takririn yalnızca onaylanan kimseyi kapsadığını söyleyenlere göre yasaklanmış bir eylemi gerçekleştiren kişiye onay verilmesi, onun adına bu eylemin mubah olduğunu göstermekte ve o eylemle ilgili yasak artık bu kişi dışındaki şahıslar hakkında geçerli sayılmakta, diğerlerine göre ise bu takrir söz konusu yasağı neshetmiş olmaktadır (Gazzâlî, III, 327-328). Genellikle haberlerin kabul veya reddiyle ilgili olarak incelenen takririn muhtevası dinî-dünyevî, ahkâmla ilgili olan-olmayan, şer‘î olan-olmayan gibi ayırımlar yapılarak ele alınmış, Hz. Peygamber’in kendisine ulaştırılan bir haber karşısında sükût etmesine bu haberin dinî veya dünyevî muhtevaya sahip oluşuna göre farklı anlamlar yüklenmiştir (Seyfeddin el-Âmidî, II, 39; Bedreddin ez-Zerkeşî, IV, 206; M. Süleyman el-Eşkar, II, 114-116).
Takrirî sünnet birçok usûl-i fıkıh eserinin sünnet, haber, beyan gibi bahislerinde yer almıştır. Özellikle İbn Kayyim el-Cevziyye takrirî sünnete dair başka eserlerde bulunmayan çok sayıda örnek zikretmiş, Alâî ise sünnetin diğer kısımlarıyla takririn teâruzu konusunu müstakil bir başlıkta incelemesiyle dikkat çekmiştir (İʿlâmü’l-muvaḳḳıʿîn, II, 367-370; Tafṣîlü’l-icmâl, s. 189-204). Günümüzde konuyu ele alan eserler arasında Muhammed Süleyman el-Eşkar’ın Efʿâlü’r-Resûl ve delâletühâ ʿale’l-aḥkâmi’ş-şerʿiyye adlı doktora tezi (I-II, Beyrut 1408/1988), Muhammed el-Arûsî Abdülkādir’in Efʿâlü’r-Resûl ve delâletühâ ʿale’l-aḥkâm adlı eseri (Cidde 1984, 1991) ve Muhammed Ebû Umşe’nin Efʿâlü’r-Resûl ve taḳrîrâtühû ve delâletühâ ʿale’l-aḥkâmi’ş-şerʿiyye adlı çalışması (Mekke 1977) sayılabilir. Halit Özkan, Takrîrî Sünnet ve Sahîh-i Buhârî’deki Takrîrler başlıklı bir yüksek lisans tezi hazırlamıştır (2000, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü).
BİBLİYOGRAFYA
Lisânü’l-ʿArab, “ḳrr” ve “snn” md.leri.
Abdürrezzâk es-San‘ânî, el-Muṣannef, VII, 165-173.
Ebû Ali Hasan b. Şihâb el-Ukberî, Risâle fî uṣûli’l-fıḳh (nşr. Muvaffak b. Abdullah b. Abdülkādir), Mekke 1992, s. 59-60.
Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, el-ʿUdde fî uṣûli’l-fıḳh (nşr. Ahmed b. Ali Seyr el-Mübârekî), Riyad 1414/1993, I, 127-128.
Bâcî, el-Minhâc (nşr. Abdülmecîd Türkî), Beyrut 1407/1987, s. 21.
a.mlf., İḥkâmü’l-fuṣûl fî aḥkâmi’l-uṣûl (nşr. Abdülmecîd Türkî), Beyrut 1407/1986, s. 317.
Ebû İshak eş-Şîrâzî, Şerḥu’l-Lümaʿ (nşr. Abdülmecîd Türkî), Beyrut 1988, I, 561.
İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, el-Burhân fî uṣûli’l-fıḳh (nşr. Abdülazîm ed-Dîb), Devha 1399, I, 498.
Gazzâlî, el-Müstaṣfâ (nşr. Hamza b. Züheyr Hâfız), Cidde 1986, III, 65, 327-328, 472, 473.
Fahreddin er-Râzî, el-Maḥṣûl (nşr. Tâhâ Câbir Feyyâz el-Alvânî), Beyrut 1412/1992, IV, 285-286.
Seyfeddin el-Âmidî, el-İḥkâm fî uṣûli’l-aḥkâm, Kahire 1387/1968, I, 173-174; II, 39, 308.
Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr (nşr. Muhammed el-Mu‘tasım-Billâh el-Bağdâdî), Beyrut 1417/1997, III, 287-288.
İbn Kayyim el-Cevziyye, İʿlâmü’l-muvaḳḳıʿîn, II, 367-370.
Alâî, Tafṣîlü’l-icmâl fî teʿârużi’l-aḳvâl ve’l-efʿâl (nşr. M. İbrâhim Hifnâvî), Kahire 1416/1996, s. 189-204.
Bedreddin ez-Zerkeşî, el-Baḥrü’l-muḥîṭ (nşr. Ömer Süleyman el-Eşkar), Kahire 1988, IV, 201-213.
İbn Hacer, Fetḥu’l-bârî (Hatîb), IV, 431, 432; XIII, 323, 325, 398.
Abdurrahman b. Câdullah el-Bennânî, Ḥâşiyetü’l-Bennânî ʿalâ Şerḥi’l-Celâl el-Maḥallî, Kahire 1356/1937, II, 95.
Abdülfettâh Ebû Gudde, et-Tetimme fi’s-sünneti’t-taḳrîriyye (Zehebî, el-Mûḳıẓa [nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde] içinde), Halep 1405, s. 97.
M. Süleyman el-Eşkar, Efʿâlü’r-Resûl ve delâletühâ ʿale’l-aḥkâmi’ş-şerʿiyye, Beyrut 1408/1988, II, 102, 114-116, 129-130.