ULÛFE - TDV İslâm Ansiklopedisi

ULÛFE

علوفة
Müellif: MEHMET MERT SUNAR
ULÛFE
Müellif: MEHMET MERT SUNAR
Web Sitesi: TDV İslâm Ansiklopedisi
Yayımcı: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi
Baskı Tarihi: 2012
Erişim Tarihi: 18.11.2024
Web Adresi:
https://islamansiklopedisi.org.tr/ulufe
MEHMET MERT SUNAR, "ULÛFE", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ulufe (18.11.2024).
Kopyalama metni

Sözlükte “binek hayvanlarına verilen yem” mânasına gelen alef kelimesinin çoğuludur. Osmanlı bürokratik yazışmalarında ulûfe kelimesi mevâcib terimiyle de karşılanmıştır. Bunun yanında ulûfe tabirinin Osmanlı hânedan mensuplarına verilen düzenli parayı ve paralı askerlere ödenen ücretleri de kapsayan geniş bir kullanımı vardır. Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinden itibaren günlük şeklinde akçe üzerinden hesaplanan ulûfeler üç ayda bir ödenir, “kıst” adı verilen bu ödemeler, ait oldukları ayların baş ya da son harflerinin bir araya getirilmesinden ortaya çıkan bir kısaltma ile anılırdı. Muharrem, safer ve rebîülevvel aylarının ulûfesine “masar”; rebîülâhir, cemâziyelevvel, cemâziyelâhir ulûfesine “recec”; receb, şâban, ramazan ulûfesine “reşen”; şevval, zilkade, zilhicce ulûfesine “lezez” mevâcibi denirdi. Kullanılan kamerî takvimin özelliğinden dolayı her kıst seksen sekiz buçuk gün olarak hesaplanırdı (, s. 136). Devlet hazinesinin para sıkıntısı çekmediği dönemlerde masar ulûfesi muharrem ayında, recec ulûfesi cemâziyelevvelde, reşen ve lezez ulûfeleri de iki kıst bir arada ramazandan hemen önce şâban ayı içinde ödenirdi. Ancak devletin malî bunalıma düştüğü dönemlerde aksamalar olmuştur.

Padişahın hizmetinde bulunan kâtiplerin, ulemânın, kapıkullarının ve çeşitli görevlilerin ücretleri görevlerinin önemine, süresine ve bu süre içinde gösterdikleri yararlılıklara göre belirlenirdi. Kıdem ya da yararlılık sebebiyle olan ulûfe artışlarına “terakki” adı verilir, terakkilere her grubun kendi âmirleri karar verirdi. Meselâ XVII. yüzyılda yeniçeri ağasının her üç ayda bir 30,5 akçe, sekbanbaşının 12 akçe terakki dağıtma hakkı varken çorbacıların 1’er akçe dağıtma hakkı vardı. Diğer üst kademedeki zâbitlerin de rütbelerine göre terakki dağıtma hakları bulunurdu. Bunun yanında kapıkulları için en önemli terakki kazanma yeri savaş meydanlarıydı. Sefere çıkılırken teşvik maksadıyla bütün yeniçerilere 1’er 2’şer akçe terakki verildiği olurdu. Ayrıca savaş sırasında tehlikeli görevler için serdengeçti ve dalkılıç yazılan kapıkullarına belli oranlarda terakki vaad edilirdi (Cevdet Paşa, s. 78-80). Bazan padişahların tahta çıkışlarında cülûs bahşişinin yanı sıra bütün kapıkullarının ulûfelerine I. Ahmed’in tahta geçişinde olduğu gibi cülûs terakkisi adı altında zam yapılırdı (, s. 96).

Kapıkullarına ve özellikle yeniçerilere ulûfe dağıtımı Topkapı Sarayı’nda debdebeli bir törenle gerçekleştirilirdi. Ulûfe divanı adı verilen bu tören genellikle salı günleri yapılırdı. Dîvân-ı Hümâyun toplantısı ile birlikte gerçekleştirilen, başta sadrazam bütün devlet erkânının hazır bulunduğu ulûfe dağıtımından önce yeniçerilere Bâbüssaâde önüne serilen sofralarda çorba, pilav ve zerdeden ibaret bir yemek verilirdi. Bu esnada sarayın orta kapısı Bâbüsselâm’da saf tutmuş olan yeniçerilerin yemek işareti verildiği andan itibaren sofralara koşarak gitmeleri beklenir, onların göstereceği bir isteksizlik belirtisi mevcut idareden memnun olmadıkları şeklinde yorumlanırdı. Yeniçerilerin verilen yemeği istekle yemeleri itaat ve memnuniyet işareti kabul edilir, bunun için şükran kurbanları kesilirdi (Cevdet Paşa, I, 72). Yine yemek dağıtımından önce Yeniçeri Ocağı’nın yüksek rütbeli zâbitlerinden muhzır ağasının bir tabak içerisinde sadrazama ve diğer devlet erkânına akide şekeri ikram etmesi de yeniçerilerin mevcut yönetimden memnuniyetlerinin bir işareti sayılırdı. Bütün bu sembolik hareketlerin amacı, kapıkullarına padişahın ekmeğini yediklerini ve karşılığında ona sadakatle hizmet etmeleri gerektiğini hatırlatmaktı. Yemek bitiminde yeniçeriler tekrar orta kapısına gidip saf tutarlardı. Bektaşî usulünce çekilen gülbangin ardından yeniçeri ortaları sırayla Dîvân-ı Hümâyun önünde dizilmiş ulûfelerini almak için çağrılır, yemek dağıtımında olduğu gibi yeniçeri neferlerinin keseleri almaya koşarak gitmeleri beklenirdi. Her ortanın ulûfesi keseler içinde görevli karakollukçular ve zâbitleri tarafından alınır, kışlalara götürülerek orta mensubu yeniçerilere dağıtılırdı. Yeniçerilere odalarında ulûfe dağıtımı “esâme kâğıdı” ya da “memhûr” adı verilen belgeler karşılığında yapılırdı.

Yeniçeriler dışındaki topçu, cebeci ocaklarına ve diğer ocaklara ulûfeleri yine ulûfe divanında verilir, ancak ulûfeler bu ocakların kışlalarında dağıtılmak üzere kâtiplerine toptan teslim edilirdi. Kapıkullarına ulûfe dağıtımına halk arasında “kese divanı” denilmekteydi (Câbî Ömer Efendi, I, 471). Kapıkulu süvarilerini oluşturan altı bölük halkına ulûfeleri önceleri Topkapı Sarayı’nda verilirken Köprülü Mehmed Paşa’nın sadrazamlığında yapılan bazı suistimallerin önlenmesi amacıyla Bâb-ı Âsafî’de sadrazam divanında verilmesi uygulaması başlatılmıştır (, II, 187). “Sergi” adı verilen kapıkulu süvarilerinin ulûfe dağıtımı eğer dağıtılan ulûfe bir kıst ise cumartesi gününe, iki kıst birlikte ise pazar gününe kadar devam ederdi. Ulûfe dağıtımının sonunda Bâb-ı Âsafî’de bütün kapıkullarının ulûfe hesaplarının tamamlanıp kapatılması işlemine “devir” ismi verilirdi (, nr. 197/9900).

Osmanlı Devleti’ne yeni bir elçi geldiğinde elçinin saraya resmî kabulü ulûfe divanı gününe rastlatılmaya çalışılır ve bu divana “galebe divanı” denirdi. Normal zamanlarda yapılan ulûfe divanlarına göre daha gösterişli olan bu divanın amacı elçiye Osmanlı Devleti’nin gücünü ve zenginliğini göstermekti. Bu törene niçin galebe divanı adı verildiği hususunda kesin bilgi yoksa da diplomasiyi savaşın farklı yollardan devamı şeklinde gören anlayışın Osmanlılar’ın diplomasi uygulamalarını şekillendirmiş olduğu kabul edilebilir. Yeni gelen elçi divan günü önce çavuşbaşı ağa eşliğinde Alay Kasrı’nın altında sadrazamın saraya gidişini seyreder, ardından Bâbüsselâm’a getirilip nöbet odasında bekletilirdi. Elçinin bu kapıdan içeri alınışı yeniçerilerin sofralara koşarak gitmesiyle aynı zamanda gerçekleştirilirdi. Elçinin divanhâneye getirilip oturtulmasından sonra sadrazam Divit Odası’ndan etkileyici bir tavırla divanhâneye girerken herkes ayağa kalkardı. Ardından divana arz için gelen kimselerin işleri görülürdü. Daha sonra ulûfe dağıtımına geçilirdi. Bunun arkasından elçilik heyetine ziyafet verilir, başta yeniçeri ağası olmak üzere devlet erkânı padişaha arza girer, nihayet kendisine ve maiyetine hil‘atler giydirilen elçi padişah tarafından Arz Odası’nda kabul edilirdi (Cevdet Paşa, I, 75-78). Galebe divanları uzun süren törenlerdi. XIX. yüzyılın başında II. Mahmud tarafından kabul edilen bir Fransız elçisinin kabul töreni elçilik binasından saraya gidiş geliş dahil yaklaşık on iki saat sürmüştü (, s. 306).

Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde Yeniçeri Ocağı’na “bedergâh” edilen bir yeniçeri neferinin başlangıç ulûfesinin kaç akçe olduğu konusunda çeşitli bilgiler vardır. Bu döneme ait defterlerin bir kısmının günümüze ulaşmaması, geri kalanların da 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra yaktırılması bilgilerin kontrolünü imkânsız hale getirmektedir. Ancak XVII. yüzyıl başlarında I. Ahmed’in tahta geçişi sırasında 2 akçe olan yeniçeriliğe başlangıç ulûfesinin 3 akçeye çıkarıldığı, en yüksek nefer maaşının 8 akçeden 9 akçeye yükseltildiği görülmektedir. Bu miktarların IV. Murad devrinde de geçerli sayıldığı ve Sultan İbrâhim’in padişahlığı döneminde en yüksek yeniçeri neferi maaşının 12 akçeye kadar çıktığı anlaşılmaktadır (Koçi Bey, s. 43, 84). Akçenin tağşîşler yüzünden değer kaybetmesinin ve fiyat artışlarının yeniçeri ulûfelerinin alım gücünü düşürmesine rağmen merkezî yönetimin ulûfelere zam yapmadığı, ancak yeniçerilerin askerlik dışı mesleklere yönelmesine de karşı çıkmadığı belirtilmektedir. XVIII. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde yeniçeri ulûfelerinin 7-8 akçe arasında seyretmesi ulûfelerde herhangi bir iyileştirmenin yapılmadığını göstermektedir. Bu tarihten itibaren özellikle ocağın aktif personelini oluşturan eşkinci yeniçerilerin maaşlarında bazı artışlar yapılmaya çalışıldı, ayrıca sefere giden yeniçerilerin ve eşkincilerin maaşları daha düzenli biçimde ödendi. Yeniçeri ulûfelerinin bir miktar artması yeniçeriliğin kaldırılmasına kadar devam etti. XIX. yüzyılın başlarında yeniçeriliğe yeni başlayan bir karakollukçunun yevmiyesi değişmemekle birlikte en yüksek yeniçeri neferi yevmiyeleri 27 ile 29 akçe seviyelerine yükseldi (, D.YNÇ.d, nr. 34839, s. 2; nr. 34946, s. 2; nr. 34971, s. 2). Bunun dışında bazı devlet hizmetlerinde çalışanların ya da emekli olmuş askerî sınıf mensuplarının gümrük ve mukātaalardan aldıkları düzenli paraya “vazife” adı verilirdi. Bu görevlilerin maaş işlemleri devletin farklı kalemleri tarafından takip edilerek düzenlenirdi.

XVI. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlılar’ın Avrupa savaş meydanlarındaki gelişmelere uyum sağlayabilmek için kapıkullarının sayısını arttırmak zorunda kalması ulûfe miktarlarının artması ve hazineye büyük bir yükün binmesiyle sonuçlandı. Siyâsetnâme müellifleri tarafından devamlı eleştirilen bu zorunlu değişim kapıkullarının ulûfesini zamanında ödemeyi de önemli ölçüde engelledi. Kapıkullarının sayısının artması ulûfe konusunda yapılan yolsuzlukların takibini de zorlaştırdı. Bunların başında, bazı kapıkullarının sefere gitmemek için rüşvet karşılığında kendilerini korucu sınıfına dahil ettirip korucu ulûfesi almaya başlaması gelmekteydi. Fakat devlet hazinesi için en önemli konuyu önceleri “oturak” ya da “mütekāid” denilen emekli kapıkullarının ulûfeleri teşkil etmekteydi. İlk zamanlarda emeklilik hakkını kazanan yeniçerilerin ulûfeleri selâtin camileri vakıflarının gelir fazlasından verilirken II. Selim devrinden itibaren diğer kapıkulları ile birlikte hazineden ödenmeye başlandı (, s. 117). Emekli ulûfeleri sayının az olduğu devirlerde ulûfelerin ödenmesi büyük bir sorun teşkil etmezken II. Viyana Kuşatması’nın ardından on altı yıl süren savaş dönemi sonrasında sayıları giderek artan emekli kapıkullarının ulûfelerinin ödenmesi meselesi başlıca sıkıntı konularından birini teşkil etti. Emekli kapıkullarının sayısı, XVIII. yüzyıl boyunca kapıkulları ocaklarında zaman zaman yapılan tensîkata rağmen artmaya devam etti ve yüzyılın sonlarına doğru aktif görevdeki kapıkullarının sayısının yaklaşık altı katına ulaştı (, D.YNÇ.d, nr. 34780, 34793). Emekli ulûfelerinin miktarı II. Mahmud devrinde, özellikle Alemdar Vak‘ası’nın ardından ve 1807-1812 Osmanlı-Rus savaşı sırasında büyük bir hızla arttı ve bu defa aktif görevdeki eşkinci ulûfelerinin sekiz katına çıktı (, D.YNÇ.d, nr. 35005). Bu artışın asıl sebebi ölen kapıkullarına ait ulûfelerin mahlûl ilân edilmeden başkalarına satılmasıdır. Ulûfelerin alım satımına I. Mahmud döneminde devlet tarafından izin verilmesi bu uygulamanın daha da yaygınlaşmasına yol açtı (, nr. 293/17465).

Emekli ulûfelerinin sayısındaki artışın yanı sıra bu ulûfelerin yevmiyelerinin 30 ile 120 akçe arasında olması yüzünden her üç aylık ulûfe dağıtımında ödemelerin yaklaşık % 95’i emekli ulûfelerine gitmekteydi. Emekli ulûfelerinin büyük bir bölümü de yüksek dereceli devlet görevlilerinin hizmetinde ya da himayesindeki kişilerin elinde toplanmıştı. Bunların ekserisi, ya intisap ettiği görevlilerin gücünü kullanarak ya da rüşvet karşılığında kendilerine yüksek yevmiyeli turnacı, haseki ve çorbacı emekli ulûfesi çıkartan veya satın alan kimselerdi (, Cevdet-Askerî, nr. 5197). Bu rütbelerden emekli ulûfesi elde etmek ocak mensuplarının da rağbet ettiği bir şeydi. Meselâ 1807’deki Kabakçı İsyanı’ndan sonra Kabakçı Mustafa’nın yakın adamlarından ikisine ödül olarak yevmiyesi 120 akçeden haseki ve turnacı emekli ulûfeleri verilmişti.

Ulûfe yolsuzluklarının önlenememesinin ve Yeniçeri Ocağı’nda istenen reformların yapılamamasının asıl sebebi, kapıkulu ulûfelerinin yüksek dereceli devlet görevlilerinin ve hizmetkârlarının elinde bulunmasıydı. 1783’te Rusya’ya karşı savaş açılması ihtimali ortaya çıkınca toplanan meşveret meclisinde Yeniçeri Ocağı’nın durumu ve mevcudu söz konusu edilmiş, ocakta 5000 kadar eşkinci askerine karşılık 40.000’e yakın emekli bulunduğu ve bunların ancak üçte birinin yeniçeri olduğu belirtilmişti (Vâsıf, s. 68). Alemdar Mustafa Paşa’nın kısa süren sadâretinde bu tür ulûfeleri ellerinde bulunduranlara belli bir süre verilerek bunları Bâbıâli’ye teslim etmeleri ve ulûfe değerlerinin yarısına karşılık gümrükten verilecek vazifelere razı olmaları, aksi takdirde ulûfelerinin tamamen iptal edileceği tehdidinde bulunulmuş, ancak bir sonuç alınamamıştı (Câbî Ömer Efendi, I, 230, 239). Bu sorun II. Mahmud tarafından Yeniçeri Ocağı’nın 1826’da kaldırılmasına kadar devam etti. Ellerinde ulûfe bulunan devlet görevlilerinin yeniçerilere karşı desteğini almak isteyen II. Mahmud, esâme sahiplerinin Yeniçeri Ocağı lağvedilse bile hayat boyu ulûfe alabileceklerini ilân etti (Esad Efendi, Üss-i Zafer, s. 66). Ancak Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra II. Mahmud yönetimi sözünde durmadı; Vak‘a-i Hayriyye’yi izleyen korku ortamında esâmelerini gümrükten vazifeye çevirmek için gelmeye cesaret edenlerin ulûfelerinin büyük bir kısmı iptal edildi (Esad Efendi, Târih, s. 775-776). Bu sırada emekli ulûfelerinin beş yıl gecikmeyle ödendiği göz önüne alındığında Yeniçeri Ocağı’nın lağvıyla devletin büyük bir borç yükümlülüğünden kurtulduğu anlaşılır. Osmanlı Devleti’nde ulûfe tabiri Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılması üzerine kullanımdan düşmüş, bunun yerini “mâhiye” ve “maaş” kelimeleri almıştır.


BİBLİYOGRAFYA

, D.YNÇ.d, nr. 34705, 34729, 34785, 35371.

, nr. 1401/56742.

, tür.yer.

, s. 43, 84.

Hezârfen Hüseyin Efendi, Telhîsü’l-beyân fî Kavânîn-i Âl-i Osmân (haz. Sevim İlgürel), Ankara 1998, tür.yer.

Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler: Nesâyihü’l-vüzerâ ve’l-ümerâ (haz. Hüseyin Ragıp Uğural), Ankara 1969, s. 69-70.

Îsâzâde Târihi (haz. Ziya Yılmazer), İstanbul 1996, s. 174.

Mustafa Kesbî, İbretnümâ-yı Devlet (haz. Ahmet Öğreten), Ankara 2002, tür.yer.

, VII, 332-333.

, s. 66-68.

Sahaflar Şeyhizâde Esad Efendi, Üss-i Zafer, İstanbul 1293, s. 66.

a.mlf., Târih (haz. Ziya Yılmazer), İstanbul 2000, s. 775-776.

Câbî Ömer Efendi, Târih (haz. Mehmet Ali Beyhan), Ankara 2003, I, tür.yer.

Cevad Paşa, Târîh-i Askerî-i Osmânî, İstanbul 1297, I, tür.yer.

Mustafa Nûri Paşa, Netâyicü’l-vukūât (nşr. Mehmed Galib Bey), İstanbul 1327, III, 85-91.

Yayla İmamı Risalesi (nşr. Fahri Ç. Derin, , sy. 3 [1973] içinde), s. 213-272.

, tür.yer.

, I, II, tür.yer.

a.mlf., , s. 289-306.

Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, İstanbul 1996, IX, 368-381.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2012 yılında İstanbul’da basılan 42. cildinde, 124-126 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
TDV İslâm Ansiklopedisi'nden rastgele bir madde okumak ister misiniz?
BAŞKA BİR MADDE GÖSTER