https://islamansiklopedisi.org.tr/zelle
Sözlükte “sürçme, tökezleme, hata etme ve yanılma” anlamlarına gelen zell/zülûl masdarından isim olan zelle (Lisânü’l-ʿArab, “zll” md.; Kāmus Tercümesi, III, 1342-1343), terim olarak genelde “dinî yükümlülüğü bulunan kişiden kasıtsız olarak vuku bulan yanlış ve meşrû olmayan davranış” şeklinde tanımlanır. Literatürde yapılan nisbeten farklı tanımlar, zellenin temel özelliğinin kasıttan yoksun bir fiil olduğu hususunda birleşir. Nitekim bazı âlimler zelleyi “kasıt olmadan ilâhî emre aykırı davranma” (Râgıb el-İsfahânî, “zll” md.) yahut “kasıtsız olarak işlenen günah” (Mustafavî, IV, 357) şeklinde tanımlayarak kasıttan yoksun gayri meşrû fiil olduğunu doğrudan vurgularken; “mükellefin helâl fiili amaçlarken kendisinden sâdır olan haram fiil” (Ebü’l-Bekā, s. 40-41), “mükellefin meşrû bir fiili işlerken kendisinden sâdır olan gayri meşrû fiil” (Tehânevî, I, 908) şeklinde tanımlayan bazı âlimler bu hususu dolaylı olarak ifade etmişlerdir. Özellikle bu son tanımlarda zellenin terim anlamıyla “çamurda yürürken tökezlemek, ayağı kaymak” şeklindeki kök anlamı arasındaki ilişki daha açıktır. Zira çamurda yürüyen kişinin amacı tökezlemek değil yürümektir ve tökezlemek onun kastına bağlı olmaksızın gerçekleşmiştir (Serahsî, II, 86; Beyâzîzâde, s. 322; Sinobî, vr. 14b). Dolayısıyla zelle işleyen kimse aslında mubah yahut iyi olan bir şeyi yapmayı amaçlamakta, fakat kastı olmadığı halde günah işlemektedir (Rükneddin es-Semerkandî, s. 101).
Zelle kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de hepsi de fiil kalıbında olmak üzere dört yerde sözlük anlamıyla geçmekte olup bunların ikisinde fiil şeytana, ikisinde ise insanlara nisbet edilmiştir. Zelle fiilinin şeytana nisbet edildiği âyetlerden birinde (el-Bakara 2/36) şeytanın Hz. Âdem ve eşini cennetten çıkarmak için ayaklarını kaydırdığı haber verilmektedir. Diğer âyette ise (Âl-i İmrân 3/155) Uhud Gazvesi’nde bazı müslümanların kendilerine verilen görevi şeytanın yönlendirmesiyle ihmal etmelerine dikkat çekilmektedir. Sürçme fiilinin insanlara nisbet edildiği âyetlerde ise birinde kendilerine açık seçik kanıtlar geldikten sonra yalpalayan kişilerden söz edilmekte (el-Bakara 2/209), diğerinde ise yeminlerini kendi aralarında aldatma aracı haline getirenlerin ayaklarının sürçeceği (en-Nahl 16/94) bildirilmektedir.
Zelle kelimesi hadis literatüründe de isim veya fiil hallerinde sözlük anlamıyla kullanılmıştır. Örnek olarak “Kul bir kelime söyler, kendisini cehenneme kaydıracak bir söz ortaya çıkar da mağrib ile meşrik arasındaki mesafe kadar kendisini cennetten uzaklaştırır” (Buhârî, “Riḳāḳ” 23; Müsned, II, 326) hadisinde “dil sürçmesi” anlamında kullanılan zelle kelimesi, Hz. Peygamber’in “Allahım! Doğru yoldan sapmaktan veya saptırılmaktan, ayağımın hak yolundan kaymasından veya kaydırılmasından sana sığınırım” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 103; Tirmizî, “Daʿavât”, 28) duasında ise daha genel çerçevede kişinin ilâhî iradeyle belirlenen doğru yoldan ayrılması anlamında kullanılmıştır. Bu tabir sahâbe sözlerinde de geçmektedir. Dinden dönüp irtidad eden Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh hakkında Abdullah b. Abbas’ın “Şeytan onu kaydırdı da (ezellehü’ş-şeytân) gidip kâfirlere katıldı” (Ebû Dâvûd, “Ḥudûd”, 1; Nesâî, “Taḥrîm”, 15) dediği, “İslâm’ı neyin yıkacağını (toplum hayatındaki etkinliğini sarsacağını)” soran Hz. Ömer’e, “bilmiyorum” cevabını veren Ziyâd b. Hudayr’a Hz. Ömer’in yaptığı açıklamada diğer bazı hususlarla birlikte “âlimin zellesi” (Dârimî, “Muḳaddime”, 23) ifadesini kullandığı kaydedilir.
Zelle kavramı özellikle kelâm literatüründe peygamberlerin günahlardan korunmuşluğu (ismet) bağlamında tartışma konusu olmuş, peygamberlerden sâdır olan ve dinî açıdan mahzurlu sayılan bazı fiillerin onların ismetini zedelemeyecek bir şekilde yorumlanmasında anahtar kavram haline gelmiştir. Şöyle ki Kur’ân-ı Kerîm’de Allah tarafından kınanan veya isyan olarak nitelendirilen yahut fâilinin tövbe ettiği bildirilen bazı fiiller peygamberlere nisbet edilmiştir. Hz. Âdem’in yasak ağaçtan yemesi (el-Bakara 2/36; ayrıca bk. Tâhâ 20/120-121), Hz. Nûh’un tûfanda boğulan oğlunu korumasını Allah’tan istemesi (Hûd 11/45-47), Hz. Yûnus’un izin almadan bulunduğu şehri terketmesi (el-Enbiyâ 21/87), Hz. Mûsâ’nın istemeyerek bir Kıptî’nin ölümüne sebebiyet vermesi (el-Kasas 28/15), Hz. İbrâhim’in “putları aralarındaki büyük putların kırdığını” söyleyerek gerçeği gizlemesi (el-Enbiyâ 21/63), Hz. Yûsuf’un kendisine yönelen kadına meyletmesi (Yûsuf 12/24), Hz. Peygamber’in Bedir esirlerini fidye karşılığında serbest bırakması (Enfâl sûresinin 67. âyetiyle Hz. Peygamber uyarılmıştır) gibi bu tür fiiller sebebiyle peygamberlerin günah işleyip işlemeyecekleri kelâm âlimleri arasında tartışma konusu olmuş, bu âyetleri dış (zâhir) anlamlarıyla yorumlayan bazı âlimler peygamberlerin büyük günahlar da dahil olmak üzere, günah işlemelerinin söz konusu (câiz) olabileceğini ileri sürmüştür. İslâm âlimlerinin çoğunluğu ise böyle bir yargının peygamberlerin örnekliğine ve ismet sıfatına halel getireceği düşüncesiyle bu tür ifadeleri te’vil edip farklı şekillerde yorumlamışlardır. Bu tür fiiller, sıradan günahlardan daha önemsiz olduklarına işaret amacıyla zelle olarak isimlendirilmiş, böylece bunların günah kasdıyla işlenen fiiller olmadığı vurgulanarak peygamberlerin ismeti korunmaya çalışılmıştır. Bu tür davranışların zelle olarak isimlendirilmesinde Hz. Âdem’in şeytanın vesvesesine kapılarak yasak meyveyi yemesinin “zelle” kökünden türeyen fiille ifade edilmesinin etkisi bulunmaktadır (meselâ bk. Nesefî, I, 81). Bununla birlikte literatürde zaman zaman zelle yerine sagīre, zenb, taksir, aserat ve hatta mâsiyet tabirleri de kullanılmıştır.
Literatürde peygamberlerin ismeti bağlamında zelle kavramına daha fazla yer verenler Hanefî-Mâtürîdî âlimleridir. Bunda ekolün önderi Ebû Hanîfe’nin el-Fıḳhü’l-ekber’inde peygamberlerin büyük (kebâir) ve küçük günahlardan (sagāir), küfürden ve kötülüklerden münezzeh olmakla birlikte, kendilerinden zellelerin ve hataların sâdır olabileceğini söylemesinin etkisi olmalıdır (Ebû Hanîfe, s. 73). Konuya değinen kaynaklarda zelle örnekleri olarak genellikle başta Hz. Âdem’in yasak meyveyi yemesi olmak üzere, Hz. Mûsâ’nın adam öldürmesi ve Hz. Peygamber’in Bedir esirlerini fidye karşılığında serbest bırakması gösterilir. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî peygamberlerin günahlarının diğer insanların günahları gibi kebâir, sagāir ve ahlâkî çirkinlikleri işleme tarzında değil, sıradan insanlar için mubah olmakla birlikte kendilerine yasaklandıkları bazı fiilleri yapma şeklinde olduğunu, yani daha faziletli (efdal) olanı terketmekten ibaret bulunduğunu söyleyerek (Teʾvîlât, IV, 507, 518), zellenin tanımı konusunda sonraki Mâtürîdî gelenekte görülen yaklaşımlardan birinin temelini atmıştır. Nitekim Ebü’l-Leys es-Semerkandî de peygamberlerin zellelerini mubah bir konuda daha faziletli olanı terkederek daha az faziletli davranışı tercih etmeleri şeklinde açıklamıştır (Şerḥu’l-Fıḳhi’l-ekber, s. 26).
Zelle meselesini peygambere hangi tür fiillerinde tâbi olunacağı bağlamında ele alan Serahsî, Hz. Âdem ve Mûsâ örneklerini vererek birincisi hakkında Allah Teâlâ’nın “Âdem rabbine isyan etti ve azdı” buyurduğunu, ikincisi ile ilgili olarak da işin fâili olan Hz. Mûsâ’nın “Bu şeytanın işindendir” diyerek söz konusu işin yanlış olduğunu bizzat kendisinin itiraf ettiğini, dolayısıyla bu gibi hususlarda peygambere tâbi olmanın gerekmediğini dile getirir (el-Uṣûl, II, 86). Pezdevî peygamberlerin kasten büyük ve küçük günahları işlemekten mâsum olduklarını ancak zellelerden korunmadıklarını, çünkü bu davranışların hata ve nisyan sonucu gerçekleşen şeyler olduğunu, bu yolla işlenen kusurlu fiillerin ise sorumluluk kapsamına girdiğini, bu yüzden Hz. Peygamber’in “Ey rabbimiz, eğer unutacak olursak veya hata edersek bizi sorumlu tutma” (el-Bakara 2/286) şeklinde dua ettiğini kaydeder (Uṣûlü’d-dîn, s. 167-168). Bu ifadeler, Hanefî-Mâtürîdî gelenekte zelleyi önemsiz de olsa kınanma yahut ceza gerektiren bir fiil kabul eden bir yaklaşımın da bulunduğunu göstermektedir. Zelleyi “yasaklanmış bir şeyi unutarak işlemek” şeklinde tanımlayan Sâbûnî (el-Kifâye, s. 206) ve “sehven Allah’ın emrine aykırı davranmak” şeklinde tanımlayan Ali el-Kārî’nin (Şerḥu’l-Emâlî, s. 20) yaklaşımının da bu yönde olduğu söylenebilir.
Sonuç olarak Hanefî-Mâtürîdî geleneğinde zelle hakkında “kasıt olmaksızın, unutkanlık yahut dalgınlık sonucu gerçekleşen ilâhî emre aykırı fiil” ve “daha faziletli olan yerine daha az faziletli olanı tercih etmek suretiyle ortaya çıkan mubah fiil” şeklinde iki farklı yorumun geliştiği anlaşılmaktadır. Nitekim bu durum ekol içerisinde zelle kavramının peygamberlere nisbet edilip edilemeyeceği konusunda ayrışmaya yol açmış, Buhara Hanefîleri “bir kasıt olmaksızın Allah’ın emrinin hilâfına gerçekleşen şey” olarak nitelendirdikleri zellenin peygamberlere isnadının mümkün olduğunu söylerken Semerkant Hanefîleri tıpkı mâsiyet gibi Allah’ın emrine aykırı herhangi bir şeyin peygamberlere atfedilemeyeceğini, peygamberlere isnat edilen zellenin ancak daha faziletli bir fiil varken ondan daha az faziletli olan bir şeyi yapmak olduğunu ve peygamberlerin de sırf daha az faziletli olanı yaptıkları için kınamaya konu olduklarını ileri sürmüşlerdir (Nesefî, I, 81). Ancak Üsmendî bu son yaklaşımın şeklen güzel olmakla birlikte isabetli olmadığını belirtir. Zira bu yaklaşımın Âdem’in yasak meyveyi yemesini, bu fiil yasaklanmış olduğu halde faziletli bir fiil olarak kabul edilmesi gerektirdiğini, oysa Allah’ın bu fiili isyan şeklinde nitelendirmesinin buna imkân tanımadığını söyler (Lübâbü’l-kelâm, s. 115). Bu yaklaşımın diğer peygamberler hakkında geçerli olabilse de Hz. Âdem hakkında asla geçerli olamayacağını söyleyen Sâbûnî de benzer bir tavır sergilemiştir (el-Kifâye, s. 206). Diğer taraftan bazı müellifler bu iki yaklaşımı uzlaştırmaya çalışmıştır. Söz gelimi el-Fıḳhü’l-ekber üzerine yazdığı şerhte Ebû Hanîfe’nin dile getirdiği “zelle” ve “hata” kavramları arasındaki farka değinerek zelle ile hata arasında umum-husus ilişkisi olduğunu, bütün zellelerin hata sonucu olmadığını, hata, nisyan ve dalgınlık (sehiv) sonucu meydana gelen zelleler yanında evlâ ve efdal olanı terketmek suretiyle vuku bulanlarının da bulunduğunu kaydeden Ebü’l-Müntehâ el-Mağnisavî (Şerḥu’l-Fıḳhi’l-ekber, s. 15) bunlardan biridir.
Mâtürîdîler’in aksine Eş‘arîler’in ismet konusunu tartışırken zelle kavramına pek yer vermedikleri, konuyu daha çok sagīre (küçük günah) kavramı üzerinden tartıştıkları görülmektedir. Bununla birlikte kaynaklar, her ne kadar zelleyi ne şekilde anladığı yönünde bir açıklama yapmasalar da Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’nin peygamberlerin sadece nübüvvet öncesinde mâsiyet ve zelle işlemelerinin mümkün (câiz) olduğunu, peygamberlikten sonra ise bunun mümkün olmadığını söylediğini kaydeder (İbn Fûrek, s. 176; Pezdevî, s. 168). Peygamberlerin büyük ve küçük günahlardan korunmuş olduğunu söyleyen Şehristânî, bununla birlikte evlâ olanı terketmek şeklinde kusur işleyebileceklerini ifade eder ve peygamberlerin zellelerinin her birinin zâhiren anlaşılamayacak nedenleri bulunduğunu söyleyerek bir anlamda zelleyi evlâ olanı terketmek şeklinde yorumlar (Nihâyetü’l-iḳdâm, s. 445). Fahreddin er-Râzî, peygamberlerin korunmuş olmalarını “nefsinde veya bedeninde günah işlemeye engel bir melekenin bulunması, isyanların yergiye, itaatlerin ise övgüye lâyık olduğunu bilmeleri, bu bilgilerin mütemadiyen Allah’tan gelen vahiylerle teyit edilmesi, unutma veya evlâ olanı terketme kabilinden bir iş yaptıklarında azarlanıp uyarılmaları” şeklinde dile getirir (Muḥaṣṣal, s. 218). Devvânî peygamberlerin bir lokma ekmek çalmak, az bir miktar eksik tartmak gibi seciye düşüklüğü ifade eden şeyler dolayısıyla Allah tarafından uyarılmaları ve onların da bu uyarının gereğini yapmaları şartıyla böyle bir fiili işlemelerinin söz konusu olabileceğini aksi durumda olamayacağını söyler (Şerḥu’l-ʿAḳāʾid, s. 73). Teftâzânî ise peygamberlerin nübüvvet sonrası küçük günah ve sehven büyük günah işlemelerinin tartışmalı olduğunu; böyle bir davranışa ilişkin haber-i vâhid olarak gelen rivayetlerin reddedilmesi, hakkında mütevâtir rivayet nakledilen veya sehven işlendiği hakkında nas bulunan davranışların ise efdal olanı terke veya bi‘set öncesine hamledilmesi gerektiğini kaydetmektedir (Şerḥu’l-Maḳāṣıd, V, 49-50). Sonuç olarak Mâtürîdîler’in “zelle” olarak nitelendirdikleri bu tür fiilleri genellikle sagīre şeklinde isimlendiren Eş‘arîler’in çoğunluğunun peygamberlerin ancak sehven yahut evlâ olanı terketmek suretiyle sagīre işleyebileceklerini kabul ettikleri, zelleyi evlâ olanın terkedilmesi şeklindeki açıklamanın Eş‘arî gelenekte daha baskın bir tutum olduğu söylenebilir.
Peygamberlerin ismetini tebliğlerinin insanlar tarafından benimsenmesine engel olabilecek bütün unsurlara teşmil ederek onların, kendilerine yönelik nefret ve tiksinti oluşmasına yol açabilecek bütün günahlardan korunmuş bulundukları şeklinde genel bir ilke vazeden Mu‘tezile âlimleri, bu yaklaşım doğrultusunda peygamberlerin bütün büyük günahlar yanında, insanların nazarında değerlerini düşüren ve kendilerinden nefret duyulmasına yol açan küçük günahlardan da korunduklarını savunurlar. Fakat peygamberlerin değerini düşürmeyen ve kendilerinden nefret edilmesine yol açmayan küçük günahları işlemelerine bir engel olmadığını, böyle bir şeyin ulaşılması mümkün olan bir sevabı kaçırmak anlamına geldiğini ve dolayısıyla nâfile fiil işlemeyi terketmek, fazilet açısından daha yüksek bir dereceye erişememek mesabesinde olduğunu belirtirler (Kādî Abdülcebbâr, XV, 280). İbnü’l-Melâhimî bu tür küçük günahların, sehven yapılan, sakınan kişinin asla kurtulamayacağı “zelle” mesabesinde olduğunu belirtir (el-Fâʾiḳ, s. 303). Buradan hareketle Mu‘tezilî gelenekte zellenin nefret ve tiksinti oluşturmayan küçük günahlarla özdeşleştirilerek, sehven yapılan ve fâilin değerini düşürmemekle beraber daha yüksek mertebelere ulaşmasına engel olan fiiller olarak algılandığı söylenebilir. Mu‘tezilîler’in bu yaklaşımlarımlarıyla zelle konusunda Mâtürîdî geleneği ile büyük oranda örtüştüğü söylenebilir. Nitekim geç dönem Hanefî-Mâtürîdîler’den İbnü’l-Hümâm’ın peygamberlerin nefret doğurmayan küçük günahları hataen yahut dalgınlık sebebiyle işlemelerinin câiz olduğunu söylemesi de Mu‘tezile’nin bu söylemiyle paraleldir (el-Müsâyere, s. 199).
Erken dönem Şiî âlimleri, her ne kadar istenmeyen bazı fiilleri dalgınlıkla işleyebilmeleri mümkün olmakla birlikte genel olarak peygamberlerin mâsiyetten ve zellelerden korunmuş oldukları düşüncesindedirler (Eş‘arî, s. 48-49). Konuyu zelle kavramını kullanmadan tamamen sagīre kavramı üzerinden tartışan Mu‘tezile’den etkilenmiş sonraki Şiîler ise Mu‘tezile’den farklı olarak günah kapsamında olan bir şeyi peygamberlerin unutarak dahi işlemekten korunduklarını genel bir ilke olarak kabul ederler. Onlara göre tek başına düşünüldüğünde kınanma ve cezayı hak ettiren hiçbir şey peygamber hakkında câiz değildir, dolayısıyla peygamberlerin daha fazla sevaba erişme imkânını kaçırmalarına yol açan şeyleri işleyebilecekleri şeklindeki bir görüş, bu fiillerin ulaşılabilecek sevaba engel olmaları bakımından nihayetinde kınanma ve cezayı gerektiren şeyler olduğu anlamına geldiğinden kabul edilemez. Bu yönüyle onlar bir yandan peygamberlerin unutarak yahut dalgınlıkla ya da hata yoluyla küçük günah işleyebileceklerini reddetmek, diğer yandan da peygamberlerin, ister ulaşılabilme imkânı olan sevaba ulaşamamak, ister daha yüksek mertebelere erişme imkânını kaçırmak şeklinde olsun, kendileri hakkında olumsuz herhangi bir duruma yol açan bir şeyi asla işlemeyeceklerini söylemek suretiyle Mu‘tezile’den ayrılırlar. Onlar naslarda bu bağlamda zikredilen örneklerin ise evlâ olanı terketmek anlamında olduğunu, söz konusu yasakların ise tahrîmen değil de tenzîhen olduğunu söylerler (İbnü’l-Mutahhar el-Hillî, s. 427). Dolayısıyla sonraki Şiîler’in zelle kabilinden olan şeyleri bir anlamda daha faziletli olanın terki şeklinde algıladıkları söylenebilir.
Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere İslâm âlimlerinin çoğunluğu peygamberlerin nübüvvetleri döneminde sehven veya unutkanlık yoluyla yahut hataen günah işleyebileceklerini kabul etmekte ve söz konusu fiillerde kasıt olmadığı için bunların peygamberin ismet sıfatına halel getirmeyeceğini düşünmektedir. Semerkant Hanefî-Mâtürîdîleri’nde yahut Şiîler’de görüldüğü gibi, peygamberle mâsiyetin bir şekilde yanyana gelmesini bile sakıncalı gören âlimler ise bu fiilleri daha faziletli ve evlâ olanın terki şeklinde yorumlayarak bunları günah kapsamından çıkarmaya çalışmışlardır (ayrıca bk. İSMET).
BİBLİYOGRAFYA
Kāmus Tercümesi, III, 1342-1343.
Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, s. 40-41.
Tehânevî, Keşşâf (Dahrûc), I, 908.
Mustafavî, et-Taḥḳīḳ, IV, 357-359.
Müsned, II, 326; III, 17; V, 156.
Ebû Hanîfe, el-Fıḳhü’l-ekber (nşr. M. Zâhid Kevserî, trc. Mustafa Öz, İmâm-ı Azam’ın Beş Eseri içinde), İstanbul 1992, metin, s. 73.
Eş‘arî, Maḳālât (Ritter), s. 48-49, 226-227.
Mâtürîdî, Teʾvîlâtü Ehli’s-sünne (nşr. Fâtıma Yûsuf el-Hıyemî), Beyrut 1425/2004, IV, 507, 518.
Ebü’l-Leys es-Semerkandî, Şerḥu’l-Fıḳhi’l-ekber, Haydarâbâd 1321, s. 26.
İbn Fûrek, Mücerredü’l-Maḳālât, s. 176.
Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, XV, 280.
Şerîf el-Murtazâ, eẕ-Ẕaḫîre fî ʿilmi’l-kelâm (nşr. Seyyid Ahmed el-Hüseynî), Kum 1411, s. 337-341.
Şemsüleimme es-Serahsî, el-Uṣûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Haydarâbâd 1372, II, 86.
Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, Uṣûlü’d-dîn (nşr. Hans Peter Linss), Kahire 1963/1383, s. 167-172.
İbnü’l-Melâhimî, el-Fâʾiḳ fî uṣûli’d-dîn (nşr. W. Madelung – M. McDermott), Tahran 2007, s. 303.
Üsmendî, Lübâbü’l-kelâm (nşr. M. Sait Özervarlı), İstanbul 1426/2005, s. 114-115.
Nûreddin es-Sâbûnî, el-Kifâye fi’l-hidâye (nşr. Muhammed Aruçi), İstanbul-Beyrut 1435/2014, s. 205-208.
Şehristânî, Nihâyetü’l-iḳdâm (nşr. A. Guillaume), London 1934, s. 445.
Fahreddin er-Râzî, Muḥaṣṣal (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Kahire, ts. (Mektebetü’l-külliyyâti’l-Ezheriyye), s. 216-221.
Rükneddin es-Semerkandî, el-ʿAḳīdetü’r-Rükniyye (nşr. Mustafa Sinanoğlu), İstanbul 1429/2008, s. 101-102.
Ebü’l-Berekât en-Nesefî, Medârikü’t-tenzîl (nşr. Yûsuf Ali Büdeyvî), Beyrut 1419/1998, I, 81.
İbnü’l-Mutahhar el-Hillî, Menâhicü’l-yaḳīn fî uṣûli’d-dîn (nşr. Ya‘kūb el-Ca‘ferî el-Merâgī), Kum 1415, s. 424-427.
Teftâzânî, Şerḥu’l-Maḳāṣıd (nşr. Abdurrahman Umeyre), Beyrut 1419/1998, V, 49-50.
İbnü’l-Hümâm, el-Müsâyere fî ʿilmi’l-kelâm (Kemâleddin b. Ebû Şerîf, el-Müsâmere içinde), Bulak 1317, s. 194-201.
İlyâs b. İbrâhim es-Sinobî, Şerḥu’l-Fıḳhi’l-ekber, Nuruosmaniye Ktp., nr. 2187, vr. 14b-15b.
Devvânî, Şerḥu’l-ʿAḳāʾidi’l-ʿAḍudiyye, İstanbul 1305, s. 73-74.
Ebü’l-Müntehâ el-Mağnisavî, Şerḥu’l-Fıḳhi’l-ekber, İstanbul 1307, s. 15.
Ali el-Kārî, Şerḥu’l-Emâlî, İstanbul 1319, s. 20-21.
Beyâzîzâde Ahmed Efendi, İşârâtü’l-merâm min ʿibârâti’l-İmâm (nşr. Yûsuf Abdürrezzâk), Kahire 1368/1949, s. 319-323.