https://islamansiklopedisi.org.tr/amil
Sözlükte, “bir iş yapan, işçi, zanaatkâr; mızrağın üst kısmı” gibi mânalara gelmektedir. Bu kelime Kur’an ve Sünnet’te hem sözlük hem de terim anlamlarında kullanılmıştır. Âmil Kur’ân-ı Kerîm’de daha çok iyi veya kötü amel işleyenlerle ilgili olarak geçmekte (bk. Âl-i İmrân 3/136, 195; Hûd 11/121; el-Mü’minûn 23/63), ayrıca zekât işlerinde çalışan memur anlamında zikredilmekte ve âmillerin zekâttan pay alacakları belirtilmektedir (bk. et-Tevbe 9/60). Hadislerde ise genel olarak idareci ve özellikle vergi tahsildarı mânasında kullanılmaktadır. Bunun yanında hadislerde hemen hemen aynı anlamda olmak üzere arîf, âşir, câbî, emîn, hâzin, sâî ve musaddık kelimelerinin kullanıldığı da görülmektedir (bk. Wensinck, el-Muʿcem, ilgili maddeler). Ayrıca mudârebe şirketinde bilfiil çalışan kimseye mudârib dendiği gibi âmil de denmektedir.
Zekât gelirlerinin -bunlar ister açık malların (emvâl-i zâhire) ister gizli malların (emvâl-i bâtına) zekâtı olsun- Hz. Peygamber döneminden itibaren âmiller vasıtasıyla toplandığı bilinmektedir. Yine bu dönem uygulamalarından anlaşıldığına göre âmil sadece zekât gelirlerini değil ganimet, fey, cizye, haraç gibi İslâm devletinin diğer gelir ve vergilerinin tarh, tahakkuk, tahsil ve taksimleriyle de görevli olan kimsedir. Nitekim Hz. Peygamber ganimet gelirlerinden devletin hissesine düşen beşte bir (humus) ile ilgili olarak Mahmiye b. Cez’i, altın-gümüş maden ve paralar için Bilâl-i Habeşî’yi, genel olarak zekât gelirleri konusunda Zübeyr b. Avvâm ve Cehm b. Salt’ı, özellikle hurmaların zekâtıyla ilgili olarak da Abdurrahman b. Avf’ı âmil tayin etmiştir. Bunun dışında bir bölgeye geniş idarî ve malî yetkilerle donatılmış âmillerin tayin edildiği de bilinmektedir. Yemen’e âmil olarak gönderilen Muâz b. Cebel bir vergi memurunun yetkilerine sahipti. Özellikle ilk dönemlerde âmilin sadece bir vergi memuru değil, genel olarak İslâm devletinde görevli memur olduğu görülmektedir. Hatta bu anlamda halifeye de âmil denmiştir. Hz. Peygamber döneminde âmillerin görev ve yetki sınırlarının gönderildikleri bölgelere ve gönderilen şahıslara göre farklılık gösterdiği ve umumiyetle Medine dışına gönderilen âmillerin görev ve yetkilerinin daha geniş tutulduğu anlaşılmaktadır. İslâm tarihinin sonraki dönemlerinde âmillerin görev ve yetkileri dönemlere ve bölgelere göre daralmış veya genişlemiştir.
Hulefâ-yi Râşidîn döneminde de âmil kelimesiyle hem genel olarak devlet memuru hem de vergi memurunun kastedildiği bilinmektedir. Nitekim Hz. Ebû Bekir Enes b. Mâlik’i Bahreyn’e vali tayin ederken ona vergi tahsildarlığı sorumluluğunu da yüklemiştir. Hz. Ömer de Arfece b. Herseme’yi Musul’a, Mücâşi‘ b. Mes‘ûd’u Basra’ya haraç ve zekât âmili olarak gönderirken Abdullah b. Mes‘ûd’u Kûfe’ye hem vergi tahsili hem de kadılık yetkisiyle tayin etmiştir. Aynı şekilde Hz. Osman döneminde Suriye ordularının kumandanına âmil denildiği (bk. EI2 [İng.], I, 435), Abdullah b. Abbas’ın Hz. Ali tarafından Basra’ya âmil-vali olarak tayin edildiği bilinmektedir (bk. Aʿyânü’ş-Şîʿa, VIII, 56). Kaynaklarda belirtildiğine göre Hz. Ömer tayin ettiği âmillere görev ve yetkilerini belirten bir berat verir, uymaları gereken esasları belirtir ve lüzumlu tavsiyelerde bulunurdu. Ayrıca hac mevsiminde âmillerini Medine’ye çağırır, kendilerinden bilgi alırdı. Haklarında şikâyet bulunanlar için soruşturma açar, bunun sonunda suçlu bulduklarını azlederdi. Hz. Ömer âmillerinden görevlerine başlamadan önce mal beyanında bulunmalarını da ister, sonradan mal varlıklarında şüpheli artış görülenlerin durumlarını araştırırdı.
Emevî ve Abbâsî dönemlerinde âmil teriminin vali için kullanılması yanında daha çok vergi memuru anlamında kullanıldığı görülmektedir. Abbâsîler’de âmiller merkezden tayin edildiği gibi uzak bölgelerde geniş yetkileri olan bölge valileri tarafından da tayin edilmişlerdir. Şiî Büveyhîler’de bu kelime genel olarak vergi memuru anlamındadır. Kalkaşendî’nin naklettiği bu döneme ait iki emannâmede “haraç âmilleri” (ummâlü’l-harâc) terimine rastlanmaktadır (bk. Ṣubḥu’l-aʿşâ, XIII, 337-338).
Müslüman Türk devletlerinde âmil kelimesi genel olarak malî işlerle ilgili memur anlamında kullanılmıştır. Sâmânîler’de âmil vergi tahsildarı demektir. Karahanlılar’da, özellikle Batı Karahanlılar’da XI. yüzyıldan itibaren bir maliye memuru olarak âmilin varlığına rastlanmaktadır (bk. Genç, s. 263). Gazneliler ve Selçuklular’da âmil hem vergi memuru hem de genel anlamda devlet memurudur (bk. Nizâmülmülk, s. 46, 76, 221, 231, 235; Köymen, II, 16, 230, 273). Hârizmşahlar’da ise âmillerin malî yetkilerinin yanı sıra bazı idarî yetkilerinin de olduğu görülmektedir. Memlükler’de ve Osmanlılar’da da âmil terimine rastlanmaktadır (bk. Uzunçarşılı, Medhal, s. 364; a.mlf., Merkez-Bahriye, s. 342). Osmanlı Devleti’nde âmil, çeşitli tarihî metinlerde ve muhtelif kanunnâmelerde vergi tahsili ile görevli memur, mültezim veya mültezim adına tahsilât yapan kimse anlamında kullanılmıştır (bk. Heyd, s. 14, 89, 242, 245, 295, 297). Devlet adına vergi toplamakla görevli olan âmil, kanunnâmelere göre ayrıca bazı önemli yetkilere de sahipti. Meselâ İstanbul civarındaki ortakçı köylerde belirli şartlarla mahsulü istediği gibi toplayabilir, ancak köylerin idaresi ile ilgili hususlarda tek başına karar veremezdi. Bunun için muayyen bir zamanda emînin evinde meseleler görüşülür ve ilgili konularda ortaklaşa karar alınırdı. Mısır’da uygulanan Osmanlı kanunnâmesinde buradaki âmillerin görevleri belirlenmiş ve tâbi oldukları nizam, kanun maddesi haline getirilmişti. Bu âmillerin başında bir emin bulunurdu.
Âmil kelimesinin yanı sıra Osmanlılar’da, Gazneliler’de ve Kırım Türkleri’nde, aynı anlamda olmak üzere ameldar kelimesine de rastlanmaktadır. Genellikle Farsça’nın devlet dili olduğu ülkelerde yine âmilin eş anlamlısı olarak ameldar, kârdar, kârdan terimlerinin kullanıldığı görülür (bk. İA, I, 403). Osmanlı kaynaklarında bu anlamda iş eri, iş-güzâr ve maslahat-güzâr tabirleri de bulunmaktadır.
Fıkıh kaynaklarında âmil daha çok zekât memuru olarak ele alınmakta ve bununla ilgili bilgiler zekât bölümünde verilmektedir. Mâverdî, zekât âmillerini geniş yetkili âmil (tefvîzî) ve sınırlı yetkili âmil (tenfîzî) olmak üzere ikiye ayırır (bk. el-Aḥkâmü’s-sulṭâniyye, s. 148-149). Geniş yetkili âmil zekâtla ilgili her türlü muameleyi yapmaya ve çıkan ihtilâfları kendi ictihadına göre çözmeye yetkilidir. Sınırlı yetkili âmil ise sadece kendisine verilen yetki çerçevesinde görevini yürütmek, bir ihtilâf çıktığında kendi görüşünü değil devlet başkanının görüşünü uygulamak zorundadır. Yine zekât âmillerinden bir kısmının zekâtı hem toplamak hem dağıtmakla, diğer kısmının ise sadece toplamakla görevli olduğu görülmektedir.
Zekât âmilinin müslüman, tam ehliyetli, güvenilir (emin), zekât hükümlerine vâkıf ve hür olması gerekmektedir (âmilde bulunması gereken nitelikler konusunda geniş bilgi için bk. Ebû Yûsuf, s. 115-116). Müslüman olma şartı yalnız geniş yetkili âmiller için söz konusudur, diğerleri zimmî de olabilir. Ayrıca fıkıh âlimleri arasında ağırlık kazanan görüşe göre zekât âmillerinin Hz. Peygamber soyundan olmaması gerekmektedir. Zira âmillerin maaşları zekât gelirlerinden karşılanır. Halbuki Hz. Peygamber soyundan gelenler zekât alamazlar. Fakat âmillerin maaşlarının zekâttan bir pay değil, yaptıkları iş karşılığında bir ücret olduğunu ileri sürenler, Hz. Peygamber soyundan gelenlerin de âmil olarak çalışabileceği görüşündedirler (bk. ÂL).
Maaşları zekât gelirlerinden karşılanan âmiller sadece zekât âmilleridir. Devlet teşkilâtında bu ad altında çalışan diğer memurların maaşları zekât gelirlerinden karşılanamaz. Zekât memuruna yaptığı işle orantılı bir ücret verilir. Bunun miktarı şartlara göre değişebilir. İslâm’ın ilk dönemlerinde bu maaşın oldukça yüksek olduğu görülmektedir. Yalnız İmam Şâfiî, zekât gelirlerinin hak sahipleri arasında sekiz eşit parçaya bölünerek dağıtılacağı görüşünden hareketle, âmiller sınıfına da, yaptıkları iş ne olursa olsun, sekizde bir pay verilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Ancak bu payı aşmamak veya daha az almamak şartıyla âmiller kendi aralarında farklı pay alabilirler. Zekât âmillerinin ücrete hak kazanabilmesi için fakir olması şart değildir. Hz. Peygamber zekâtın beş kişi müstesna zengine helâl olmayacağını belirtmiş ve beş kişi arasında zekât memurlarını da saymıştır (bk. Ebû Dâvûd, “Zekât”, 25). Zekât işinde çalıştığı halde ondan pay almak istemeyen Ömer’e Hz. Peygamber, “Bunu al, ihtiyacın yoksa sadaka olarak dağıt” demiştir (Buhârî, “Aḥkâm”, 16).
BİBLİYOGRAFYA
Wensinck, el-Muʿcem, “ʿarîf”, “ʿâşir”, “câbî”, “emîn”, “ḥâzin”, “sâʿî” ve “muṣaddıḳ” md.leri.
el-Muvaṭṭaʾ, “Zekât”, 17.
Buhârî, “Aḥkâm”, 16.
Ebû Dâvûd, “Zekât”, 25.
Ebû Yûsuf, el-Ḫarâc, s. 38-39, 86-87, 115-116, 125-131, 202.
Şâfiî, el-Üm, II, 65.
İbn Hişâm, es-Sîre, III, 4.
Ebû Ubeyd, el-Emvâl, s. 68-69, 596-597.
İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, III, 153.
Belâzürî, Fütûḥ (Rıdvân), s. 81, 115-116, 220-221, 377-378.
Taberî, Târîḫ, Kahire 1939-58, II, 617.
İbn Abdürabbih, el-ʿİḳdü’l-ferîd, I, 14-15.
Cehşiyârî, Kitâbü’l-Vüzerâʾ ve’l-küttâb (nşr. Mustafa es-Sekkā v.dğr.), Kahire 1938, s. 12, 51.
Mâverdî, el-Aḥkâmü’s-sulṭâniyye, Kahire 1298, s. 145-149, 157.
Serahsî, el-Mebsûṭ, III, 9.
Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Bayburtlugil), s. 46, 76, 221, 231, 235.
Bâcî, el-Münteḳā, Kahire 1332, II, 153, 156.
Kâsânî, Bedâʾiʿ, II, 44.
İbn Kudâme, el-Muġnî, II, 654; VI, 202-203, 426, 654.
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, Kahire 1303, II, 161, 201, 203; III, 23, 114, 154, 159; VIII, 51.
Münzirî, et-Terġīb ve’t-terhîb, Beyrut 1968, I, 144-145.
Makrîzî, İmtâʿu’l-esmâʿ, Süleymaniye Ktp., Amca Hüseyin Paşa, nr. 354-357, IV, 2099.
Kalkaşendî, Ṣubḥu’l-aʿşâ, I, 91; VIII, 56; XIII, 337-338.
Aynî, ʿUmdetü’l-ḳārî, İstanbul 1308-10, IV, 429.
Süyûtî, Târîḫu’l-ḫulefâʾ, s. 20.
Aʿyânü’ş-Şîʿa, VIII, 56.
Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye, I, 225, 228, 267-268.
Muhammed Kürd Ali, el-İdâretü’l-İslâmiyye, Kahire 1934, s. 8, 13-14.
Uzunçarşılı, Medhal, s. 364.
a.mlf., Merkez-Bahriye, s. 342.
Barkan, Kanunlar, I, 22, 23, 44, 91, 94, 102, 108, 214, 365-367.
S. A. Q. Husaini, Arab Administration, Madras 1948, s. 19-20, 44.
U. Heyd, Studies in Old Ottoman Criminal Law, Oxford 1973, s. 14, 89, 242, 245, 295, 297.
Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 951, 966, 1043.
Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilâtı, İstanbul 1981, s. 263.
Salih Tuğ, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, İstanbul 1984, s. 105.
M. Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Ankara 1984, II, 16, 230, 273.
Celal Yeniçeri, İslâmda Devlet Bütçesi, İstanbul 1984, s. 73-76, 203.
Ömer Rıza Doğrul v.dğr., “Âmil”, İTA, I, 384-402.
M. Fuad Köprülü, “Âmil”, İA, I, 402-404.
A. A. Duri, “ʿĀmil”, EI2 (İng.), I, 435-436.
C. E. Bosworth, “ʿĀmel”, EIr., I, 930-931.