- 1/2Müellif: VECDİ AKYÜZBölüme GitArapça’da ebeveyn kelimesinin tekili olan eb (çoğulu âbâ, übüvve), “çocuk kendisinden olan erkek” (vâlid) anlamına gelir. Bundan başka, “herhangi bir ...
- 2/2Müellif: MUSTAFA ÇAĞRICIBölüme GitAHLÂK. İslâm ahlâkında evlâdın ana babaya karşı görevleri üzerinde önemle durulmuş, başta tefsir ve hadis kitapları olmak üzere edep, mev‘iza ve hikem...
https://islamansiklopedisi.org.tr/ana-baba-ebeveyn#1
Arapça’da ebeveyn kelimesinin tekili olan eb (çoğulu âbâ, übüvve), “çocuk kendisinden olan erkek” (vâlid) anlamına gelir. Bundan başka, “herhangi bir şeyin meydana gelmesine veya düzelmesine sebep olan kişi” anlamında da kullanılır. Ebeveyn ise ana babayı, ayrıca dede ile baba veya amca ile babayı birlikte ifade eder (bk. Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “eb” md.). Arapça’da genellikle en büyük erkek çocuğun adının başına eb kelimesi (ebû, ebâ veya ebî şeklinde) eklenerek yapılan tamlama babanın künyesini, bazan da lakabını gösterir. Ayrıca bir sıfatla nitelenen kimseyi, bir işin önderini, mûcidini veya uzmanını ifade etmek üzere de ebû ile başlayan terkipler yapılır. Arapça’da baba ve dedeleri bir arada anlatmak veya genel olarak “atalar” mânasına gelmek üzere eb kelimesinin çoğulu olan âbânın kullanımı oldukça yaygındır. Kur’an’da eb kelimesinin hem tekil hem de çoğul şekliyle geçtiği pek çok âyet vardır (meselâ bk. el-En‘âm 6/74; Yûsuf 12/8, 99; el-Enbiyâ 21/54).
Ümm kelimesi Arapça’da, “çocuğun kendisinden doğduğu kadın” (vâlide) şeklindeki yaygın anlamı yanında daha genel olarak, bir şeyin başlangıcında veya varlığında, yetiştirilmesinde ve iyileştirilmesindeki temel unsuru ifade eder. Halîl b. Ahmed’e göre herhangi bir konuda daha sonra gelenlerin kendisine bağlı bulunduğu her şeye ümm denilmektedir. Nitekim bütün bilgilerin kaynağı olan levh-i mahfûz için “ümmü’l-kitâb” (bk. ez-Zuhruf 43/4) tabiri kullanılmıştır (bk. Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ümm” md.).
Eb ve ümmün yanı sıra baba ve ana mânasında Kur’an’da vâlid ve vâlide kelimeleri de kullanılmıştır. Bunların tekil, ikil ve çoğul şekillerinin 170’ten fazla âyette geçtiği görülür. Ayrıca baba mânasını ifade etmek üzere “mevlûdün leh” tabiri de geçmektedir (bk. el-Bakara 2/233).
Ahzâb sûresinin 6. âyetinde Hz. Peygamber’in hanımları müminlerin anaları olarak gösterilmiştir. Bundan, Hz. Peygamber’in -dolaylı olarak- müminlerin babası yerinde kabul edildiği anlaşılmaktadır. “Muhammed içinizden herhangi bir kimsenin babası değildir” (el-Ahzâb 33/40) meâlindeki âyet ise Hz. Peygamber ile onun nesebinden olmayanlar arasında hukukî mânada evlâtlık ilişkisinin bulunmadığını belirtmekte ve onun peygamberlik vasfını vurgulamaktadır.
FIKIH. İslâm hukukuna göre ana bakımından bir çocuğun nesebi, kendisini doğuran kadınla tesbit edilir. Bunun için başka bir şarta ihtiyaç bulunmadığı gibi bir kadının doğurduğu çocuğu reddetmesi de mümkün değildir. Babalık bağının hukuken varlığının kabulünde ise nikâh akdinin bulunması esastır. Nikâh akdinin fâsid olması, hatta sadece nikâh ihtimalinin bulunması halinde de nesep sabit olur. Bunun dışında ikrar ve babalık iddiası yolu ile de babalık bağı tesbit edilebilir. Çok defa “liân” yoluyla babalık bağı ortadan kalkmış olur. Liân dışında da babalık bağına son veren durumlar vardır (bu konuda bk. İKRAR; İSTÎLÂD; LİÂN; NESEP).
Câhiliye devrinde geçerli ve yaygın olan evlât edinme yolu ile babalık ilişkisinin kurulması âdeti Kur’an’da yasaklanmıştır (bk. el-Ahzâb 33/4-5, 40). Nitekim Hz. Peygamber ile Zeyd b. Hârise arasında evlât edinme yoluyla meydana gelmiş olan babalık ilişkisi bu âyet ile sona ermiştir.
“Usul” diye anılan akrabanın ilk tabakasını temsil eden ana ve baba, bu yakın ilişki sebebiyle çocukları üzerinde birtakım dinî ve hukukî hak ve yetkilere sahip kabul edilmiş, analık ve babalık ilişkisine dair bazı özel hükümler konulmuştur. Diğer taraftan onlara ve özellikle babaya çocuğu görüp gözetme, kendi imkân ve kabiliyetlerinin gerektirdiği genel eğitim ve öğretimi ile dinî terbiyesini sağlama, başkalarından ona gelecek ve onun başkalarına verebileceği zararlara karşı tedbir alma, normal yaşama giderlerini (nafaka) karşılama gibi görevler yükletilmiştir. Hanbelîler dışında kalan üç mezhebe göre, baba hayatta olmasa bile anne çocuklarının nafakası ile mükellef tutulamaz. Mâlikîler’e göre hali vakti yerinde olmaması durumunda babanın üzerinden de nafaka mükellefiyeti düşer. Ana babaya karşı çocukların nafaka mükellefiyetinin doğması için ise onların nafakaya muhtaç bulunması gerekir. Çocuk her ikisinin nafakasını karşılamaya güç yetiremezse, anneye öncelik tanınır (bk. NAFAKA).
Dinî açıdan bu haklar ve görevler çeşitli ibadet hükümlerinde de kendini gösterir. Meselâ fakir olan ana babaya veya ana babanın fakir olan çocuğuna (aynı şekilde usul ve fürûun birbirine) zekât vermesi câiz değildir. Esasen bu hükmün temelinde -az önce işaret edilen- nafaka mükellefiyetinin bertaraf edilmemesi düşüncesi yatmaktadır. Bundan dolayı bu mükellefiyeti ihlâl etmeyen bazı durumlarda ana babanın çocuğuna veya çocuğun ana babasına zekât vermesi câiz görülmüştür. Fıtır sadakasını sadece hür, âkıl bâliğ ve zengin kişinin vermesi gerektiği görüşünde olan Şiî mezheplerden İmâmiyye hariç, İslâm fıkıh mezhepleri babanın yetişkin olmayan çocuklarının fıtır sadakasını vermekle mükellef olduğu görüşündedir. Kurban hususunda ise mezhep imamları farklı görüşler ortaya koymuşlardır (bk. KURBAN). Babanın yeni doğan çocuğu için akîka kurbanı kesmesi Hanefîler’e göre mubah, Ehl-i sünnet’ten diğer üç mezhebe göre sünnet, Zâhirîler’e göre ise vâciptir.
Hz. Peygamber’in hadislerde işaret ettiği doğrultuda ana babaya iyi muamele etme ve onların gönlünü almanın (birrü’l-vâlideyn) diğer bazı dinî görevlerle mukayesesi yapılmıştır. Birrü’l-vâlideyn farz-ı ayn olduğu için normal hallerde farz-ı kifâye sayılan cihaddan da üstün tutulmuş, bu konuda ana babanın muvafakati şart koşulmuştur. Yine farz olmayan hac ve umre için ana baba muvafakatinin alınması gerekir. Farz olan haccı ifa ederken de, gerekli olmamakla birlikte onların iznini almak sünnete daha uygundur. Nitekim bir adamın Hz. Peygamber’e gelip kendisine en yakın kişinin kim olduğunu sorması üzerine, Resûlullah’ın -farklı rivayetlere göre- iki veya üç defa “annendir” dedikten sonra üçüncü veya dördüncü defasında “sonra babandır” cevabını vermiş olmasını (bk. Buhârî, “Edeb”, 2; Müslim, “Birr”, 1, 2) göz önüne alan bazı bilginler, ana baba hakkı konusunda ananın üçte ikilik veya dörtte üçlük bir nisbete sahip olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Fakat Karâfî, anılan hadisin Arap dili kuralları ve nasların genel gayeleri dikkate alınarak incelenmesi halinde böyle bir sonuca varmanın güç olacağını belirtir.
Baba İslâm hukukunda kanunî temsilci olarak çok önemli bir yere sahiptir. Reşîd olmayan birinin gerek şahsı gerekse malı üzerinde velâyet hakkı öncelikle babaya ait olduğu gibi, mal ile ilgili velâyet çerçevesine giren konularda babadan sonra velâyet hakkının kime ait olacağı hususunda babanın tercihi esas alınmıştır. Babanın, kendisinden sonra çocuk üzerinde bu nevi velâyet yetkisini kullanmak üzere seçtiği kişiye “muhtar vasî” denir. Hâkim tarafından sefeh sebebiyle hacr edilen yetişkin kişi için tayin edilecek “mansûb vasî” bu kişinin babası da olabilir. Babanın velî sıfatıyla çocuğunun malları ile ilgili olarak yapmaya yetkili olup olmadığı hukukî muameleler mezheplere göre farklılık gösterir. Asabenin bulunmaması halinde, şahıs üzerinde velâyet çerçevesine giren konularda anaya velâyet hakkı tanınmıştır (bk. VELÂYET; VESÂYET).
Aile reisi olan koca (bk. en-Nisâ 4/34), bir taraftan karısının ve çocuklarının nafakasını karşılamakla, diğer taraftan çocuklarının eğitimini ve yetiştirilmesini sağlamakla mükelleftir. Babanın vefatı veya boşanma ile evliliğin sona ermesi halinde ihtilâfa konu olabilecek terbiye ve bakım (hidâne) hakkı, prensip olarak anaya tanınmıştır. Ana ve anadan sonra bu hakka sahip kadınlardan (anneanne, babaanne, kız kardeş... gibi) biri bulunmadığı veya gerekli şartları taşımadığı takdirde, erkek akraba içinde öncelik hakkı -sağ ise- babanındır. Bununla beraber şahıs üzerinde velâyet yetkisine sahip velî ile hâdınanın (çocuğun terbiye ve bakımını üstlenen kadın) yetki ve sorumlulukları bazı durumlarda iç içelikler taşır ve genellikle temyiz çağı öncesi için hâdınanın rolüne ağırlık tanınır. Dinî bir görev olarak (diyâneten) ana çocuğunu emzirmekle mükellef olmakla beraber hukukî bağlayıcılığı bakımından (kazâen) bu mükellefiyetin varlığı tartışmalıdır. Fakat emzirmeyi kabul etmesi halinde evliliğin ve boşanma iddetinin devamı süresi içinde emzirme karşılığında ücret isteyemez. Vefat iddeti bekleyen veya boşanma iddetini tamamlamış ana ise emzirme karşılığında ücret isteyebilir (bk. HİDÂNE).
Ana ve baba, evlenilmesi ebediyen yasaklanmış akrabanın başında gelir (bk. en-Nisâ 4/23). Ayrıca İslâm hukukunda evlenme ve süt emme yoluyla meydana gelen bir analık ve babalık bağı daha vardır ki bu bağın varlığı da evlenme mânilerindendir. Buna göre bir erkeğin, a) Cinsî ilişkide bulunmamış olsa dahi nikâhlı karısının anası ile, b) Babasının -cinsî ilişkide bulunmamış olsa bile- nikâhı altında bulunmuş kadın ile; bir kadının da, a) Vefat etmiş veya boşandığı kocasının babası ile, b) Anasının zifaf vuku bulmuş bir evlilik içinde kocası olmuş erkek ile evlenmesi yasaktır (bk. SIHRİYET). Süt emziren kadına “murdıa” denir ve bu kadın kendisinden süt emenin sütanası olur. Aynı şekilde, sütananın emzirdiği süt hangi erkekle birleşmesi neticesinde meydana gelmiş ise, o erkek de süt emen kişinin sütbabası sayılır. Böylece o kişi ile sütanası ve sütbabası arasında nesep akrabalığında söz konusu olan evlenme engeli hükümleri ve diğer mahremiyet hükümleri geçerli olur. Süt emziren kadının kocası ile süt emen arasındaki bu ilişki fıkıhta “lebenü’l-fahl” meselesi adıyla incelenmiştir. İmam Şâfiî’den rivayet edilen ikinci görüş ve bazı tâbiîn müctehidlerinin görüşü bir yana bırakılırsa, dört mezhep imamı ve Zâhirîler bu şekildeki sütbabalığı ilişkisini kabul etmişlerdir (bk. RAD‘).
Miras hukuku açısından ana ve baba “hacb-i hırmân”a (daha yakın kimsenin bulunması sebebiyle vâris olma hakkının tamamen ortadan kalkması) mâruz kalmayan mirasçılardandır. Ashâbü’l-ferâizden biri sıfatıyla mirasçı olan ana için diğer mirasçıların yakınlık ve sayılarına göre değişen üç hal söz konusudur. Eğer ana, ölenin çocuğu veya oğlunun çocuğu ya da birden fazla kardeşi ile birlikte mirasçı olursa altıda bir, bunlar bulunmazsa üçte bir, ölenin babası ve eşi ile birlikte mirasçı olduğunda ise eş hissesini aldıktan sonra kalanın üçte birini alır. Baba için de üç hal vardır. Fakat o bazan ashâbü’l-ferâizden biri sıfatıyla altıda bir, bazan hem ashâbü’l-ferâizden biri hem de asabe mirasçı sıfatıyla altıda bire ilâve olarak ashâbü’l-ferâizden kalan miktarı, bazan da sadece asabe mirasçı sıfatıyla ashâbü’l-ferâizden kalanı hak eder. Buna göre baba, ölünün oğlu veya oğlunun ... oğlu ile birlikte mirasçı olursa altıda bir, ölünün kızı, oğlunun ... kızı ile mirasçı olursa altıda bir ve ashâbü’l-ferâizden kalan miktarı, bunlar bulunmadığı takdirde ashâbü’l-ferâizden kalan miktarı alır (bk. MİRAS).
Ceza hukuku alanında ana ve baba ile ilgili bazı özel hükümler vardır. Ana veya babanın çocuğunu öldürmesi halinde hakkında diyet, ta‘zîr ve mirastan mahrumiyet gibi öldürme fiiline bağlanan diğer hükümler uygulanırsa da kısas cezası tatbik edilmez. Hatta maktul kişi kendi fürûundan biri olmasa bile, maktulün vârisleri arasında kendi fürûundan biri varsa yine kısas uygulanmaz. Çünkü kısas isteme hakkı bölünebilir bir hak değildir. Böyle bir durumda (meselâ karısını ve damadını öldüren bir kimsenin -maktule mirasçı- fürûu varsa) diğer vârislerce kısas istense bile kısas hükmü diyete dönüşür. Yaralama ve uzuv kesme türünden müessir fiiller için uygulanacak kısas hakkında da bu hükümler geçerlidir. İmam Mâlik’e göre ise babanın te’dib iradesinin bulunduğu ihtimalini ortadan kaldıran durumlarda ona kısas cezası uygulanır. Çocuk lehine doğan kısas hakkının kullanılmasında kısas veya diyet isteme yönünde takdir yetkisine sahip olmakla beraber, babanın bu haktan tamamen feragat (af) yetkisi yoktur; fakat Şâfiî ve Hanbelîler’e göre babanın bu durumda af beyanı geçerlidir.
Muhakeme hukuku açısından usul ve fürûun birbiri lehine şahadeti geçerli olmadığından çocuk ana babası, ana baba da çocukları lehine şahitlik edemez.
Devletler hukuku hükümleri bakımından çocuğun statüsü ebeveynden müslüman olanına göre belirlenir. Ancak Hanefîler’e göre babanın müslüman olması dikkate alınarak çocuğun müslüman kabul edilmesi için, müslüman olma sırasında onun beraberinde ve velâyeti altında bulunması gerekir. Bundan dolayı çocukları dârülharpte bulunan bir gayri müslimin dârülislâmda müslüman olması halinde bu çocuklar kendiliğinden müslüman statüsü kazanmazlar; çünkü ülke ayrılığı (ihtilâfü’d-dâr) söz konusudur.
BİBLİYOGRAFYA
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “eb”, “ümm” md.leri.
Buhârî, “Edeb”, 2.
Müslim, “Birr”, 1, 2.
Kâsânî, Bedâʾiʿ, II, 120, 240; III, 147; IV, 1, 30-31, 41; V, 136; VI, 40; VII, 42, 55, 67, 70, 104, 235, 246.
İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, I, 308; II, 293, 310, 395.
Üsrûşenî, Ahkâmu’s-sığâr: İslam Hukukunda Çocuklarla İlgili Hükümler (trc. İbrâhim Canan), İstanbul 1984, s. 82, 85-88, 106, 109, 119-122, 154, 203, 269, 278, 366-368, 381, 428.
Şehâbeddin el-Karâfî, el-Furûḳ, Kahire 1347 → Beyrut, ts. (Âlemü’l-kütüb), I, 142-150.
Muhammed Sellâm Medkûr, el-Vecîz li-aḥkâmi’l-üsre, Kahire 1975, s. 115, 283, 367, 451-460, 465, 511.
Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1982, I, 261, 333-338, 340-345, 350, 352, 388, 400, 427.
Bilmen, Kamus, II, 45-47, 82-83, 398-404, 412-416, 425-438, 495-506; III, 65, 80; V, 179, 183, 202-206.
Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıḳhü’l-İslâmî ve edilletüh, Dımaşk 1405/1985, VII, 491, 701-702, 720, 735, 752-753, 826.
Muhammed Ebû Zehre, el-Vilâye ʿale’n-nefs, Kahire 1985, s. 10-11, 20-31.
Mv.Fİ, I, 109-155.
https://islamansiklopedisi.org.tr/ana-baba-ebeveyn#2-ahlak
AHLÂK. İslâm ahlâkında evlâdın ana babaya karşı görevleri üzerinde önemle durulmuş, başta tefsir ve hadis kitapları olmak üzere edep, mev‘iza ve hikemiyyât türünden eserlerde konuya geniş bir şekilde yer verilmiştir.
Gerek Kur’ân-ı Kerîm’de gerekse hadislerde çoğunlukla Allah’a kulluk görevinin hemen ardından ana babaya karşı saygılı olma ve iyi davranmanın bir görev olduğuna dikkat çekilir. Nitekim Bakara sûresinin 83. âyetinde İsrâiloğulları’na yüklenen ve uyacaklarına dair söz (mîsâk) alınan sekiz konudaki görevler sıralanırken en başta yalnızca Allah’a kulluk, ikinci olarak da ana babaya iyilik etme (ihsan) vazifesi gösterilmiştir. Aynı şekilde, müslümanların başlıca ahlâkî vecîbelerinin sıralandığı En‘âm sûresinin 151-153. âyetlerinde de Allah’a ibadetten sonra ana babaya iyilik görevinin zikredildiği görülür. Fahreddin er-Râzî ve daha başka birçok müfessir gerek Kur’an’da gerekse hadislerde bu iki vecîbenin ısrarla yan yana gösterilmesini başlıca şu sebeplere bağlarlar: a) İnsanın maddî ve mânevî gelişmesi için en değerli katkı, Allah’ın nimetlerinden sonra ana babanın fedakârlıklarıdır. Çünkü ana baba, çocuğun hem varlık sahnesine çıkmasının sebebidirler, hem de yetiştirilip terbiye edilmesini sağlayan kişilerdir. Başka insanlar ise çocuğun varlığında pay sahibi olmayıp sadece eğitimine katkıda bulunurlar. b) Çocuğun varlık alanına çıkmasının asıl ve gerçek sebebi Allah, zâhirî ve hukukî sebebi ise ana babadır. c) Allah nimetlerini karşılıksız verdiği gibi ana baba da çocuklarının ihtiyaçlarını hiçbir karşılık beklemeden seve seve yerine getirirler. d) Allah kuluna günahkâr bile olsa nimetler verdiği gibi ana baba da âsi bile olsa çocuklarına desteklerini sürdürürler. e) Allah kullarının iyiliklerinden memnun olduğu, karşılığını fazlasıyla verdiği gibi ana baba da çocuklarının sahip olduğu imkân ve değerleri korumaya ve geliştirmeye çalışırlar (bk. Fahreddin er-Râzî, III, 165-166).
Kur’ân-ı Kerîm’de ana babaya saygı konusunun en geniş şekilde İsrâ sûresinin 23, 24 ve 25. âyetlerinde yer aldığı görülür. Bu âyetlerde yine Allah’a ibadetin ardından ana babaya iyilik yapmanın farz olduğu belirtilir. Tefsirlerde buradaki iyiliğin (ihsan) şarta bağlanmadığına dikkat çekilmekte ve bundan, ana babanın müslüman veya gayri müslim, faziletli veya günahkâr (fâsık) olup olmadığına bakılmaksızın onlara itaat etmenin gerekli olduğu sonucuna varılmaktadır. Nitekim Mümtehine sûresinin 8 ve 9. âyetleri de bunu desteklemektedir. Ancak gerek bu son âyetlerde gerekse Ankebût sûresinin 8. ve Lokmân sûresinin 15. âyetlerinde ana babaya itaat hususunda bir istisna getirilmiştir ki bu da onların evlâtlarını İslâm’dan uzaklaştırma ve Allah’a şirk koşmalarını sağlama yönündeki çaba ve istekleridir. Ahlâkçılar, hem bu âyetleri hem de Hz. Peygamber’in, “Allah’a isyan sayılan bir konuda kula itaat edilemez” anlamındaki hadisini (Buhârî, “Aḥkâm”, 4; “Cihâd”, 8; Müslim, “İmâre”, 39) esas alarak ana babanın haram olduğu kesinlikle bilinen konulardaki isteklerine uymanın câiz görülmediğini, bununla birlikte dinen haram kılınmayan başka isteklerine boyun eğmenin gerekli olduğunu belirtmişlerdir.
İsrâ sûresinin 23. âyetinde, ana babaya karşı saygısızlığın en basit ifadesi olmak üzere, “Onlara öf bile demeyiniz” buyurulmuştur. Tefsir ve ahlâk âlimleri, iç sıkıntısını ifade eden bu kelimenin her türlü saygısızlık ve isyankârlığı içerdiğini belirtirler. 24. âyetle, merhamet duygusundan kaynaklanan bir tevazu anlayışıyla ana babanın himaye altına alınması istenmiş ve “De ki: Rabbim! Onlar bana küçükken nasıl şefkat ve merhamet gösterdilerse sen de onlara merhamet et” buyurulmuştur. Burada ana babaya saygının en temel sebebi olarak merhametten söz edilmesi ve böylece ana baba ile çocuklar arasındaki duygusal bağın öneminin vurgulanmış olması anlamlıdır. Zira merhamet duygusu çocuklarla ana baba arasında bulunan maddî ve mânevî ilginin temelidir. Allah’ın nimet ve ikramları da onun merhametine bağlı bulunduğu için, Allah’tan ana babaya merhamet dilemek diğer bütün ilâhî lutufları dilemek anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de ana baba ile çocuklar arasındaki duygusal bağın gücü ve önemi eski peygamberlere dair kıssalarda da vurgulanmıştır. Meselâ Hz. Nûh’un, küfürde ısrar etmesi sonucu tûfandan önce gemiye alınmasına Allah tarafından izin verilmeyen oğlunu kurtarmak için gösterdiği çırpınışları anlatan âyetlerde (bk. Hûd 11/42-47), Hz. Ya‘kūb ile oğlu Yûsuf’un başlarından geçenleri ve çektikleri ayrılık hasretini anlatan dramatik ifadelerde (bk. Yûsuf 12/11-19, 63-67, 78-100), Hz. Mûsâ’nın Firavun tarafından öldürülmesinden kaygı duyan annesinin onu kurtarmak için gösterdiği çabaları, ayrılık acısını ve kavuşma sevincini anlatan âyetlerde (bk. Tâhâ 20/38-40; el-Kasas 28/7-13) ana babanın çocuklarına karşı duydukları sevgi ve merhametin yüceliği dile getirilmiştir.
Meryem sûresinde Hz. İbrâhim ile babası Âzer arasındaki bir diyalogu aktaran âyetler (41-48), evlâdın ebeveynine karşı tavrının nasıl olması gerektiğini göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Burada Hz. İbrâhim Âzer’e her sözünün başında “babacığım” diye hitap eder; babası müşrik olmasına, son derece kaba ve tehditkâr ifadeler kullanmasına rağmen yine de saygısını koruyarak, “Selâm olsun sana, rabbimden senin için af dileyeceğim” der.
Hadis mecmualarında ahlâka dair hadislerin yer aldığı ve genellikle “Kitâbü’l-birr” ve “Kitâbü’l-edeb” başlığını taşıyan bölümlerde işlenen ilk konu ana babaya karşı ahlâkî vazifelerdir. Bu hadislerde konu genellikle iki bakımdan ele alınır. a) Bir kısım hadislerde “ihsan” ve “birrü’l-vâlideyn” kavramlarıyla ana babaya karşı iyilik ve itaatin önemi üzerinde durulur. Nitekim, bütün hadis kaynaklarında yer alan bir hadiste Hz. Peygamber en önemli amelleri, Allah katındaki değerine göre, “vaktinde kılınan namaz, ebeveyne iyilik (birrü’l-vâlideyn) ve Allah yolunda cihad” şeklinde sıralamıştır (bk. Buhârî, “Edeb”, 1; Müslim, “Îmân”, 137). Yine Buhârî ve daha başka muhaddislerin kaydettiği uzunca bir hadiste, insanların zor durumdayken yapacakları duanın kabul edilmesini sağlayan iyiliklerin başında ana babaya saygı ve ikramın geldiği görülmektedir (bk. Buhârî, “Edeb”, 5; Müsned, II, 116). b) Ana babaya karşı ahlâkî vazifelerle ilgili hadislerin bir bölümü de onlara âsi olmanın yasak kılındığına dairdir ve bu isyan genellikle “ukuk” kavramıyla ifade edilir. Ukuk, bir hadis ve ahlâk terimi olarak özellikle ebeveynin gönlünü incitecek, ebeveyn ile evlât arasındaki sevgi ve gönül bağını koparacak olan isyan, eziyet, hakaret gibi olumsuz duygu ve davranışları ifade eder ve genellikle “birr”in zıddı olarak kullanılır (bk. Aynî, XVIII, 121). Hz. Peygamber bütün hadis kaynaklarında geçen bir sözünde “kebâir” (büyük günahlar) diye bilinen başlıca dinî-ahlâkî kötülüklerin en büyüklerini “Allah’a ortak koşmak, ebeveyne âsi olmak ve yalan şahitliği yapmak” şeklinde sıralamıştır (Buhârî, “Edeb”, 6; Müslim, “Îmân”, 143, 144). Hz. Peygamber, Allah’ın dilediği birçok günahın cezasını kıyamet gününe kadar erteleyeceğini, ancak ana babalarına âsi olanların cezasını dünyada başlatacağını belirtmiş (bk. Zehebî, s. 44), ayrıca Allah’a sunulup da geri çevrilmeyecek dilekler arasında ana babaların evlâtlarına yaptıkları bedduaları da saymıştır (bk. Buhârî, “Edeb”, 5).
İslâm ahlâkçıları, kaide olarak, diğer bütün insanların ve müslümanların karşılıklı sahip oldukları haklara evlât karşısında ebeveynin de sahip olduğunu belirtmişler, bundan başka onlara karşı yerine getirilmesi gereken daha başka özel görevler de sıralamışlardır. Bunların başlıcaları, ebeveynin maddî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamaya, huzurlu bir hayat yaşamalarını sağlamaya çalışmak, istemeden vermek, kendilerinden aşırı fedakârlıklar beklememek, haklarında şikâyetçi olmamak, kusurlarını saklamak ve iyiliklerinden söz ederek itibarlarını korumak, dinî bakımdan ciddi olmayan kusurlarını görmezlikten gelmek, uyarılmaları dinî bir zaruret olan konularda bile uyarıları incitmeden yapmak, hayatta iken ve öldükten sonra haklarında duacı olmak, haram olmayan konularda isteklerini yerine getirmek, hayır ve ibadetlerine yardımcı olmak gibi dinin ve örfün belirlediği ahlâk kurallarıdır. Bu konuda hadislerde yer alan bir önemli husus da ebeveynin ölümlerinden sonra hâtıralarını yaşatmak üzere onların dostlarıyla ilişkiyi devam ettirme gereğidir ki bu da evlâda düşen bir vefa ve kadir bilirlik borcudur (ana babanın çocuklara karşı görev ve sorumlulukları için bk. ÇOCUK).
BİBLİYOGRAFYA
Müsned, II, 116.
Buhârî, “Edeb”, 1, 5, 6, “Aḥkâm”, 4, “Cihâd”, 8.
Müslim, “Îmân”, 137, 143, 144, “İmâre”, 39, “Cihâd”, 87.
Gazzâlî, İḥyâʾ, II, 216-219.
Ebû Bekir et-Turtûşî, Birrü’l-vâlideyn (nşr. M. Abdülhakîm el-Kādî), Beyrut 1409/1988.
Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, III, 165-166; IX, 212; XX, 183-190.
Zehebî, el-Kebâʾir, Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî), s. 42-51.
Aynî, ʿUmdetü’l-ḳārî, Kahire 1392/1972, XVIII, 115-125.
Ebû Saîd el-Hâdimî, el-Berîḳatü’l-Maḥmûdiyye fî şerḥi’ṭ-Ṭarîḳati’l-Muḥammediyye, İstanbul 1318, IV, 175-180.