https://islamansiklopedisi.org.tr/vesayet
Sözlükte “eklemek, bitişmek; birinden bir işi üzerine almasını istemek” anlamındaki vasy kökünden türeyen vesâyet, fıkıhta edâ ehliyeti bulunmayan veya eksik olanlarla ehliyeti sonradan kısıtlananların mallarını koruma ve işletme, onlar adına mallarında tasarrufta bulunma yetki ve sorumluluğunu yahut veli/hâkim tarafından bir kimseye bu yetki ve sorumluluğun verilmesini ifade eder. Çoğu yerde kelimenin iki okunuşundan söz edilerek vesâyetin isim, visâyetin ise masdar olduğu belirtilir. Bu yetkiyi veren veliye (baba ve dede) mûsî, yetki verilen kimseye vasî yahut mûsâ ileyh, vesâyetin sağladığı yetki ve yüklediği sorumluluğa mûsâ bih, vesâyet altındaki kimseye de mûsâ aleyh denilir. Mûsâ bih yerine vasiyet dendiği de olur. Baba ve dede tarafından belirlenen vasî “vasî-i muhtâr”, kadı tarafından tayin edilen de “vasî-i mansûb” adını alır. Vesâyetin vasiyet, vekâlet ve velâyet kavramlarıyla ilişkisi içeriğinin belirlenmesi açısından önemlidir. Vasiyetle aynı kökten türeyen vesâyetin muhtemelen başlangıcı ve en yaygın örneği baba veya dedenin, ölümünden sonra geride kalan işler için vasiyetle bir vasîyi yetkili kılması olduğu, diğer türler ihtiyaçların ortaya çıkmasına paralel olarak doktrine dahil edildiği için vesâyet klasik fıkıh literatüründe vasiyetin bir nevi şeklinde görülmüştür. Ancak vasiyette mâlikin, ölümü sonrasına izâfe ederek malını bir şahsa veya hayır cihetine teberru yoluyla temlik etmesi, velinin tayiniyle gerçekleşen vesâyette ise velinin bir şahsı velâyeti altında biri üzerinde ölümünden sonra malî gözetime yetkili kılması söz konusudur. Birincisinde teberru, ikincisinde yetki ve sorumluluk yükleme ön planda bulunduğundan vasiyetle mal bırakılan kimseye mûsâ leh, vasîye ise mûsâ ileyh denmiştir. Buna ayrıca, küçüklerin yanı sıra diğer ehliyetsizler ve eksik ehliyetliler için hâkim tarafından vasî tayini konusu da eklenince vesâyet vasiyetin ana çerçevesinin hayli dışına taşmış olmaktadır. Bu farklılaşma sebebiyledir ki, klasik literatürde başlayan vasiyet-îsâ ayırımı ve vasî tayinini “îsâ” kelimesiyle karşılayıp onu vesâyetten belli ölçüde ayırma çabası modern dönem İslâm hukuku çalışmalarında hayli netleşmiş durumdadır. Vesâyetle vekâlet kavramları arasında anlam yakınlığı bulunsa da vekâlet bir kimsenin birini hayatta olduğu süre içinde kendi adına bir iş yapmaya yetkili kılmasını, öncelikli anlamıyla vesâyet ise ölümünden sonra başlamak üzere yetki vermesini ifade eder. Bununla birlikte kaynaklarda vesâyetle ilgili çeşitli meselelerde vekâlete sıkça atıf ve kıyaslama yapılmıştır. Hâkimin tayin ettiği vasîyi onun vekili gören fakihlere göre bu tür vesâyette vekâlet özelliği daha da öne çıkmaktadır. Öte yandan eksik ehliyetliler ve tam ehliyetsizlerin malı üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi vermesi sebebiyle vesâyet daha üst bir kavram olan ve “şer‘î yetki” anlamını taşıyan velâyetin bir nevidir. Bundan dolayı vesâyetin mal üzerinde velâyet şeklinde adlandırıldığı ve bu başlık altında ele alındığı da görülür. Gayri mümeyyiz küçük ve akıl hastası gibi hukuken geçerli bir tasarrufta bulunma (edâ/fiil) ehliyeti hiç bulunmayanlarla mümeyyiz küçüklerin yahut akıl zayıflığı ve sefeh gibi sebeplerle kısıtlı olanların himayeleri ve haklarının korunması dinî ve insanî bir ödevdir. Bu sebeple onlar adına ihtiyaç duyulan belli tasarrufların yapılabilmesine (hukukî temsile) ihtiyaç vardır. Kural olarak bu kişilerin haklarını birinci derecede yakını ve velisi olan baba ve dede gözetir. Bundan dolayı onlara bu kişilerin şahıs ve malları üzerinde hayli geniş bir tasarruf yetkisi tanınmıştır. Eğer baba ve dede mevcut değilse bu kimselerin malları onların belirlediği veya kadı tarafından tayin edilen vasî tarafından idare edilir. Ayrıntıda farklı görüşler bulunsa da vesâyetin genel çerçevesi budur.
Kur’an’da ve hadislerde yetimlere iyi davranılması, yetişkin oluncaya kadar mallarının iyi idare edilmesi ve evlendirilmeleri dahil her türlü haklarının özenle korunması üzerinde sıkça durulmuştur. Yetim malı yemek büyük günahlardan sayılmış, haksız yere yetim malı yiyenlerin şiddetli azap görecekleri belirtilmiş, yetimin velî ve vasîlerine ancak fakir olmaları halinde mâruf ölçülerde onun malından faydalanma izni verilmiştir (bk. YETİM). Âyet ve hadislerde yetim örneği üzerinden verilen bu yöndeki emir ve teşvikler ışığında oluşan İslâmî öğretide yetimler başta olmak üzere toplumda himayeye muhtaç her ferdin korunması ve temel haklarının sağlanmasında aileye, akrabaya, topluma ve devlete ayrı ayrı sorumluluklar yüklenmiş, fakihlerce kapsamlı bir velâyet teorisi, hidâne, lakīt, hacr gibi kavramlar geliştirilerek din farkı dahil hiçbir ayırım gözetmeden toplumda genel bir sosyal himaye ve dayanışma ağının kurulması hedeflenmiştir. Bu sosyal ödevlerin topluma düşen bir farz-ı kifâye sayılması, devlet başkanının velisi olmayanların velisi olduğu yolundaki hadis (Tirmizî, “Nikâḥ”, 15; Ebû Dâvûd, “Nikâḥ”, 19; İbn Mâce, “Nikâḥ”, 15) ve bu çizgide meydana gelen teamülün yanı sıra velilerinin ölümünden sonra ehliyetsiz ve eksik ehliyetli kimselerin himayesine yönelik vesâyet kurumu da İslâm toplumunda gerçekleşmesi amaçlanan sosyal himaye ve dayanışma ağının ayrı ayrı parçalarını teşkil eder. Velinin vasî tayini esasen bir nevi vasiyet olduğundan vesâyete ilişkin fıkhî hükümler fürû kaynaklarında vasiyet ana bölümünün içinde ele alınsa da muhteva farklılığını ayrıca ortaya koyabilmek için çoğu zaman vasî-evsıyâ, îsâ gibi alt başlıklar açılmış, konunun farklı yönlerine de lakīt, hacr, nikâh, nafaka, hidâne, büyû‘, kazâ gibi konular işlenirken, ayrıca ahkâmü’s-sıgār türü eserlerde çocukla ilgili fıkhî hükümler bağlamında meseleci bir metotla temas edilmiştir. Öte yandan fürû-i fıkhın on dört asırlık zaman dilimindeki dinamik yapısı ve her bir mezhep içinde farklı dönem ve bölgelerdeki ihtiyaçlara paralel olarak ortaya çıkan yeni birçok fetva ve görüşün bulunması sebebiyle diğer konular gibi bu alanda da mezhep görüşünü kategorik ifade çoğu zaman yetersiz kalmaktadır. Konunun doktrin çerçevesi ancak bütün bu bilgilerin birleştirilmesiyle netleşmekte olup modern dönemde ahvâl-i şahsiyye alanında yapılan İslâm hukuku çalışmaları bu mahiyette eserlerdir.
Vesâyetin Unsur ve Şartları. İslâm hukukunda vesâyet klasik akid mantığı ile ele alınır ve Hanefîler’e göre icap ve kabul ile kurulur. Diğer fakihler sîga ile birlikte sîganın öğeleri olan mûsî, vasî ve mûsâ bihi de akdin unsurları sayarlar. Ehliyetsizler ve eksik ehliyetliler üzerinde vesâyetin meşruiyeti velâyette olduğu gibi onların kendi haklarını korumada ve mallarını idarede yetersizlikleri (acziyet), gözetim ve himayeye ihtiyaçları, bunun sağlanabilmesi için de hukuken temsil edilmelerinin gerekmesiyle temellendirilir. Bu sebeple gerek bunların gerekse üçüncü şahısların haklarının zayi olması veya bir haksızlığa uğraması ihtimali varsa vasî tayini dinen vâcip görülmüştür. Burada yaş küçüklüğünün illet sayılmasının anlamı budur ve örneklendirmeler genelde küçük üzerinden yapılır. Mecnun, gayri mümeyyiz çocuk, ma‘tûh ise mümeyyiz çocuk hükmündedir. Klasik literatürde baba veya dedenin cenin için vasî tayininden ziyade malını koruma amaçlı emin tayininden söz edilir; ancak günümüzde bazı İslâm ülkelerinde cenin için vasî tayinini mümkün veya gerekli kılan yasal düzenlemelere gidilmiştir (M. Ebû Zehre, s. 489-490; Mustafa es-Sibâî – Abdurrahman es-Sâbûnî, s. 130-151).
Küçükler (ehliyetsizler ve eksik ehliyetliler) için vasî tayini hakkını tartışan fakihlerin daha kapsamlı olan velâyet kavramı ile onun alt bir türü olan vesâyet arasında ince bir ayırım yaptıkları görülür. Küçük ve benzerlerinin babası ve dedesi (babanın babası) hayatta ise bunlar küçüğün hem şahsı hem de malı üzerinde kapsamlı velâyet hakkına sahiptir. Bunların ölümü halinde ise küçüğün üzerindeki malî velâyet demek olan vesâyet genel velâyetten ayrılarak özel olarak vasîye intikal ederken evlendirme, eğitim öğretim gibi şahsî haklara taalluk eden velâyet küçüğün binefsihî asabe olan yakınlarına geçer. Hidâne ve radâ‘ (süt emzirme) hakkı çerçevesinde bir süre anne ve yakını kadınlar da bu velâyetin bir kısmını üstlenirler (bk. VELÂYET). Veli olan asabenin vasî tayin edilmesi durumu hariç bu iki tür velâyet ayrı şahıslarda devam eder. Hanefîler’in özel önem atfettiği bu ayırım diğer mezheplerde de belli ölçüde korunur. Bundan dolayı vasî tayin hakkı öncelikli olarak en kapsamlı velâyete sahip bulunan babaya aittir ve ölümünden sonra küçüğün mallarının idaresi babanın vasîsine geçer. Dede, babanın vasî tayin etmemesi halinde küçüğün malında tasarruf etme veya birini vasî olarak belirleme hakkına sahip olur. Üçüncü sırada ise kadı yer alır (Mecelle, md. 974). Hanefîler başta olmak üzere cumhurun görüşü bu olmakla birlikte Mâlikî ve Hanbelîler babadan sonra vasî tayin yetkisini kadıya verir, hatta Mâlikîler belli durumlarda anneye de bu hakkı tanır. Şâfiî ve Ca‘ferî mezheplerine göre ise dede de baba gibidir ve babadan sonra velâyet hakkı onundur, dede var olduğu sürece baba vasî tayin edemez. Cumhurun görüşü, küçük ve benzerlerinin malî haklarının en ehil kimselerce korunması ve bunu babanın en iyi biçimde takdir edeceği fikrine dayanır. Vesâyet fıkıhta akid kurgusu ile ele alındığı ve vasiyete bağlı olarak teberruat grubunda mütalaa edildiği için mûsînin tam edâ ehliyetinin bulunması (bâliğ ve reşîd olması) şartı genelde aranır. Ancak vasî tayinini vasiyetten ayrı tutup mûsî için sırf yarar içeren bir tasarruf gören fakihler mümeyyiz olmasını yeterli görür. Hanbelîler’in belli şartlarda câiz görmesine mukabil çoğunluk köleye, başkaları hakkında hukukî işlem yapma yetkisinin (velâyet-i müteaddiye) bulunmayışı gerekçesiyle vasî tayin hakkı vermez. Şâfiîler fıskın velâyete engel olduğundan hareketle adalet vasfını şart koşar, aksi takdirde vasîyi hâkimin tayin edeceğini söyler (Mâverdî, X, 190).
Velinin (mûsî) yaptığı tayini (icap) vasînin sözlü kabulü veya kabule delâlet eden bir davranışta bulunması halinde vesâyet kurulmuş olur. Vesâyetin geçerliliğinin başlaması için vasînin bilgi ve onayını şart görmeyenler hem üst akid olan vasiyetin teberruattan oluşunu, hem de bir şahsın vasî tayin edildiğini bilmeden küçük için yaptığı işlemleri geçerli kılmayı düşünmüş olmalıdır (Osman b. Ali ez-Zeylaî, VI, 206). Fakihlerin hangi kelimelerin ve ifadelerin akid kurucu söz (sîga) sayılacağı, vekâlet ve velâyet kelimelerinin vesâyete delâleti konusundaki tartışmalar büyük oranda Arapça’yla ilgiliyse de akdin anlaşılır ve tarafların açık rızalarını yansıtan kelimelerle yapılmasına vurgu yönüyle önemlidir. Vesâyet bir şarta ta‘lik edilebilir, bir vakitle sınırlandırılabilir; konu ve yetki itibariyle kayıtlı veya mutlak olabilir. Her hâlükârda vasî kendisine verilen yetkiyi mûsînin ölümünden sonra bu şart ve sınırlara bağlı kalarak kullanmaya başlar. Vesâyette vasî ve vasînin yetkileri merkezî bir önem taşır. Ehliyetsizler ve eksik ehliyetlilerin vesâyet altına alınmasında temel gaye onların malî haklarının korunması olduğundan, gerek velî gerekse kadı tarafından tayin edilen vasînin aralarında yetki farklılığı bulunsa da bu gayeyi gerçekleştirecek ehliyeti taşıması önemlidir. Vasînin de mûsî gibi tam edâ ehliyetinin bulunması (bâliğ ve reşîd), üstleneceği görevi ifaya ehil (emânet) ve müslümanın vesâyetini üstlenecekse müslüman olması şartında fakihler hemfikirdir. Kadın-erkek ayırımı yapılmaz. Hanbelî fakihi Kādî Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ vekâlet akdine kıyasla on yaşındaki mümeyyiz küçüğün de vasî tayin edilebileceği görüşündedir (İbn Kudâme, VI, 244). Hanefî mezhebindeki buna benzer bir tartışmada mümeyyiz küçüğün vasî tayin edilmesi halinde hâkimin bu kimseyi mûsînin vefatından hemen sonra azledip yerine gerekli şartları haiz yeni bir vasî tayin edeceğinde ittifak varsa da birinci vasînin azil öncesi bazı işlemler yapması durumunda İmâmeyn vekâlete kıyasen bunları geçerli sayar; ancak Ebû Hanîfe yapılan işlemlerin sonucunun vekâlette müvekkile, burada ise mûsî dışındaki şahıslara râci olduğundan hareketle bunu geçerli saymaz (İbn Âbidîn, VI, 701). Mümeyyiz küçüğün bir yetişkinle birlikte vasî tayin edilmesi halinde bunun geçerli olacağı, fakat küçüğün bulûğdan sonra görevi üstlenebileceği şeklinde bir görüş Ca‘ferîler’de de vardır. Ayrıca Şâfiîler ve bir kavlinde Ahmed b. Hanbel vasîde adalet, yine Şâfiîler ile Hanefîler’den İmâmeyn hürriyet şartını da ararlar. İbrâhim en-Nehaî, Evzâî, İbn Şübrüme ancak kişinin kendi kölesini vasî tayin edebileceğini söylerken Ebû Hanîfe bunu vârisler arasında reşîd bir kimsenin bulunmaması halinde câiz görür. Hanefîler ayrıca harbînin zimmîye vesâyetini de câiz görmez. Bu görüş farklılıkları, fakihlerin mûsînin takdirine bağlılıkla vesâyet görevine ehliyetin objektif kriterini koruma arasında denge kurma çabasının ürünüdür. Hanefî ve Şâfiîler dahil çoğunluk vasînin gereken şartları mûsînin ölümü anında taşımakta olmasını yeterli görürken bir kısım fakihler sadece tayin, bir kısmı hem tayin hem ölüm esnasında, bir kısmı da tayinden ölüme kadarki bütün zaman diliminde bu şartları taşıması gerektiğini söyler. Mûsî gerekli şartları taşımayan birini tayin ettikten sonra vefat etmişse hâkim bu vesâyeti feshedip uygun birini tayin eder. Fakat bu esnada ilk vasîdeki eksiklik zâil olur, meselâ çocukken bulûğa ererse buna gerek kalmaz. Küçük için birden fazla kimsenin birlikte veya aralarında görev/yetki dağılımı yapılarak vasî tayini de mümkündür.
Vasînin Yetki ve Sorumluluğu. Vesâyet genel velâyetin bir yönüyle devamı ve alt türü olduğu, bir nevi mal üzerinde velâyet sayıldığı yahut vasînin küçüğün şahsıyla da ilgili bazı sorumluluklarının bulunması sebebiyle mal üzerinde güçlü, şahıs üzerinde zayıf bir velâyet olarak adlandırıldığı için (Mustafa Ahmed ez-Zerkā, II, 826) vasînin yetki ve sorumluluğunu belirlemede ilk kural velâyet sahibinin, vasîyi belirleyen mûsînin veya nasbeden hâkimin iradesine, ileri sürdüğü kayıt ve şartlara bağlılıktır. Hâkimin tayin ettiği vasî (vasî-i mansûb) hâkimin vekili sayıldığından mûsînin belirlediği vasîye (vasî-i muhtâr) nisbetle daha zayıf ve sınırlı bir yetkiye sahiptir (ikisi arasındaki farklar için bk. İbn Âbidîn, VI, 722-724; Bilmen, V, 203-206). Öte yandan diğer akidlere kıyasen vasînin yetkilerinden söz etmek yanlış olmamakla birlikte literatürde vasînin yetkisinden çok görev ve sorumluluğunun bulunduğu vurgusu öne çıkmakta, hatta vesâyeti kabule teşvik etmek bir yana bunun son derece ağır bir emanet, veballi bir iş olduğu hatırlatılarak söze başlamaktadır (örnek olarak bk. el-Fetâva’l-Hindiyye, VI, 136-137). Bu durumda küçüğün ve benzerlerinin malî haklarını en iyi şekilde temsil ve koruma, malın idaresinde hukuka ve örfe uygun davranma, gerekli tedbirleri alma ve gerekeni yapma vasînin ikinci temel yükümlülüğünü teşkil etmektedir. Fıkıh mezheplerinin vasînin yetki ve sorumluluğuna dair görüşlerinde bu iki hususa sıkça atıf yapılır. Fıkıh literatüründe ve Kur’an’da yetimlerin malının “en iyi şekilde” idaresinin emredilmiş olması (el-En‘âm 6/152; el-İsrâ 17/34) objektif bir iyi niyet ve mâruf ölçüsüne işaret eder. Ödenecek zekât ve vergiler sonucu yetimin malının giderek tükenmemesi için onun gelir getirici şekilde işletilmesi ilkesi, ayrıca Allah hakkına taalluk eden bazı malî yükümlülüklerde tanınan muafiyetler, zaman içinde doktrinde hazine, vakıf ve yetim malını korumaya mâtuf olarak getirilen özel hükümler, meselâ Hanefîler’in gasbedilen menfaatin tazmin edilmeyeceği kuralından yetime ait menfaatin gasbını istisna etmeleri ve ecr-i misl tahakkuk ettirmeleri (Mecelle, md. 596) vasînin bu yükümlülüğüyle örtüşür.
Vesâyet vasiyetle de iç içe olduğundan vasî mûsînin ölümüyle birlikte onun cenaze giderlerini karşılaması, bir yandan vasîsi bulunduğu kişinin bakım ve gözetimi, mal varlığının ekonomik değerini koruması için gerekli tedbirleri alırken diğer yandan mûsî tarafından alınmış emanetleri sahiplerine iade edip alacak ve borçlarını takibe başlaması şeklinde özetlenebilir bir dizi yükümlülüğün altına girmiş olur. Fıkıh literatüründe vasînin hangi harcamalara öncelik vereceği, hangilerine engel olacağı, neyi yapıp neyi yapamayacağına dair örnekler üzerinden yapılan tartışmalar biraz da mûsâ aleyhin haklarının korunması ve malının iyi bir şekilde idaresi konusunda fakihlerin tecrübe birikimi ve bakış açısı farklılığından kaynaklanmaktadır. Meselâ Hanefîler’in konuya ilişkin görüşlerinde vasînin mûsînin iradesi ve takdir hakkı yönünde hareket etmesi, küçüğün malında tasarruf yetkisinin de aslında onun hukukunu koruma amacıyla vasîye verildiği şeklinde özetlenebilir iki esasın öne çıktığı, harcamalarda ve malın idaresinde örfe ve mâruf olana sıkça atıf yapıldığı görülür (Muhammed b. Hüseyin b. Ali et-Tûrî, VIII, 526; el-Fetâva’l-Hindiyye, VI, 145). Şâfiî fakihi Mâverdî vasînin yetki ve sorumluluğunu malın aslını koruma, gelirini arttırma, mâruf ölçüsünde harcama yapma, malda üçüncü şahısların hakkı varsa onları ödeme şeklinde dört başlık altında özetler (el-Ḥâvi’l-kebîr, X, 203) Vasînin malın ekonomik değerini koruması ve arttırması için gereken davaları açması, açılan davalara taraf olması, malı kiraya vermesi, satması, malın zekâtını/vergisini vermesi, mûsâ aleyhin malî nitelikli dinî, hukukî ve cezaî borçlarını ödemesi gibi görevleriyle verilen çeşitli örnekler bu kuralların açılımı mahiyetindedir. Ancak Allah hakkına taalluk eden bazı konular fakihler arasında tartışmalıdır. Meselâ çoğunluk küçüğün malından zekât ve fıtır sadakasının verileceğini söylerken Abdullah b. Mes‘ûd, Saîd b. Müseyyeb, Hasan-ı Basrî, İbrâhim en-Nehaî, Saîd b. Cübeyr başta olmak üzere bazı fakihler zekât gerekmediğini, Ebû Hanîfe sadece arazi mahsullerinden zekât verileceğini söyler (Hz. Ali ve İbn Abbas’ın da bu görüşte olduğu rivayet edilir). Hanefîler’den İmam Muhammed ve Züfer’e göre küçüğe fıtır sadakası gerekmez. Vasînin küçüğün nisaba ulaşan malından küçük adına kurban kesmesini Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf vâcip, Mâlikîler sünnet, Hanbelîler câiz görürken Şâfiîler, İmam Muhammed ve Züfer câiz görmezler. Bu husustaki görüş farklılıkları konunun ibadet ve mükellefiyet yönüne mi hak sahiplerinin hakkına mı öncelik verileceğiyle alâkalıdır.
Vesâyette hem küçüğün hem üçüncü şahısların haklarını koruyabilmek için fakihler, vasînin hangi tür tasarrufları ne ölçüde yapabileceği hususunu neredeyse her bir işlem türü için ele alarak ayrıntılı biçimde belirlemek ve belli bir çerçeve oluşturmak istemiştir. Özetle belirtmek gerekirse vasî, hibe kabulü gibi tamamen küçük lehine tasarrufları yapabileceği gibi kâr ve zarar yönü bulunan ivazlı akidleri de yapabilir. Meselâ küçüğün malını gayri menkullerde daha sıkı şartlara tâbi olarak değeriyle veya gabn-i yesîr ile üçüncü şahıslara satabilir, onların malını küçüğe bu şekilde alabilir; ancak küçüğün malını kendine satamaz; kendi malını da küçüğe satamaz. Çoğunluğun görüşü böyle olmakla birlikte Ebû Hanîfe babanın tayin ettiği vasîyi diğerlerinden ayrı tutar ve ona bu hakkı tanır. Ebû Yûsuf’tan ve Mâlikîler’den de böyle bir görüş aktarılır. Mâlikî mezhebinin ağırlıklı görüşü vasînin küçüğün malını satın almasının uygun olmadığı, eğer bunu yapacaksa hâkimin onay vermesinin gerektiği yönündedir. Vasî küçüğün malını kiraya verebilir, mudârebe yoluyla veya bizzat ticaret yaparak işletebilir; rayiç değeri aşmadığı sürece küçük lehine şüf‘a hakkını kullanır. Arazisini uzun süreli (üç ve daha fazla sene için) kiraya veremeyeceği görüşü o dönem uygulamasında küçüğün aleyhine olabilecek riskler bulunması sebebiyledir (Kādîhan, II, 312; Üsrûşenî, II, 10-11). Literatürde vasînin ivazlı akidlerde yetkisinin sınırına dair görüş farklılıkları hangi durumun küçük lehine olacağına ilişkin bakış açısı farklılığından kaynaklanır. Vasî küçüğün mal varlığı aleyhine işlem yapamaz; meselâ malını hibe ve tasadduk edemez, borç veremez. Ancak bu konuda farklı görüşler ve istisnaî durumlar da vardır. Meselâ yolculuk, tabii âfet tehlikesi gibi durumlarda güvenilir kimselere borç verilerek malının koruma altına alınmasında sakınca görülmez. Küçüğün malının emanet ve âriyet verilmesi de küçük için açık bir yarar içermesi halinde böyledir. Vasî küçüğü, eğitimi ve yetişmesi için gerekli olduğundan ücret talep etmeden bir meslek ve sanata verebilir. Çoğunluk küçüğün borcu için malının rehin konmasını câiz görmezken Hanefîler rehni ticarî hayatın bir parçası saydığından vasîye bu yetkiyi tanır. Vasînin mûsî aleyhine şahitliği kabul edilir, ancak küçüğün aleyhine, meselâ ölenin üçüncü bir kimseye borcunun bulunduğu şeklindeki ikrarı, başka bir delil yoksa ikrarın sadece ikrar edeni bağlayan bir delil (hüccet-i kāsıra) olmasından dolayı kabul edilmediği gibi, küçük lehine de olsa mûsî ile ilgili olarak yönetimindeki mal varlığını arttırıcı nitelikteki şahitliği de töhmeti gerektirdiğinden kabul edilmez. Hanefî ve Mâlikîler başta olmak üzere fakihlerin vasînin mûsî lehine şahitliğinin kabul edilmeyeceğini söylemeleri bu anlamdadır (Sahnûn, VI, 22; Abdurrahman Şeyhîzâde, II, 727).
Mûsî veya hâkimin vasî için görevi karşılığı bir ücret takdir etmesi halinde vasî zengin de olsa uhdesine verilen küçüğün malından bu ücreti alabilir. Ancak böyle bir takdir yoksa, vasî de fakir değilse herhangi bir ücret talep edemez. İlgili âyette (en-Nisâ 4/6) velî/vasîden bahisle, “Zengin ise -yetimin malından- uzak dursun, fakir ise mâruf ölçüde yesin” denmesinin anlamı budur. Nitekim Resûl-i Ekrem bir sahâbînin fakir olduğunu, baktığı yetimin ise malının bulunduğunu ve bundan yiyip yiyemeyeceğini sorması üzerine israfa kaçmadan malından yiyebileceğini söylemiştir (Ebû Dâvûd, “Veṣâyâ”, 8). Bundan hareketle fakihler fakir vasînin, vesâyeti altındaki kimsenin malından görevi esnasında ihtiyacı nisbetinde ve toplumsal sağduyunun mâkul bulacağı ölçüde yararlanabileceği, ayrıca ücret alamayacağı görüşündedir. Ancak Mâlikîler ve Hanbelîler vekâlet akdine kıyasen vasînin hâkime başvurup ücret takdir ettirebileceğini söylerler. Vesâyet verilirken mûsî açıkça yetki tanımışsa vasînin kendinden sonraki vasîyi tayin hakkı vardır. Hanefî ve Mâlikîler mûsînin velâyetinin vasîye geçtiğinden hareketle bu husus zikredilmemiş bile olsa vasîye bu hakkı tanır ve babanın belirlediği vasînin vasîsini dedeye önceler (Mecelle, md. 974). Vasînin sorumlu olduğu işleri bizzat yapması asıldır; bu sebeple mûsî tarafından açıkça izin verilmemişse Hanefîler ile bazı Şâfiîler ve Hanbelîler hariç çoğunluk vasînin başkasını vekil tayin ederek bu işleri ona devretmesini câiz görmez. Küçük için birden fazla vasî tayin veya nasbedilmişse ve aksine bir açıklama da yapılmamışsa yetkilerini mûsînin teçhiz ve tekfini, emanetlerin iadesi, hukukunu koruma için dava açılması gibi âcil durumlar hariç kural olarak birlikte kullanırlar. Hanefîler’den Ebû Yûsuf’a göre ise ayrı ayrı da kullanabilirler. Hanefî imamları arasındaki tartışmada Ebû Yûsuf burada vekâletin aksine vasîlerin velâyete ayrı ayrı sahip olduğunu ve bunun bölünemeyeceğini söylerken Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed velâyetin kaynağı olan mûsînin iradesine bağlılık ve küçüğün menfaatine olanı tercih noktasından hareket eder (Serahsî, XXVIII, 20-21). Vasînin asıl yetki ve sorumluluk alanı küçüğün malının idaresi, bakımı ve gözetimiyle ilgili işlerdir; kural olarak baba ve dedede olduğu şekliyle küçüğü evlendirme yetkisi bulunmaz. Ancak küçüğün lehine olacak bir imkânı kaçırmama düşüncesiyle ve velâyet teorisiyle bağlantılı olarak babanın vasîsi veya babanın ve dedenin açıkça belirtmiş olması kaydı ya da yaş sınırı koyarak yahut kız-erkek ayırımı yaparak vasîye bu yetkiyi tanıyan fakihler de vardır. Meselâ İmam Mâlik baba aksine bir açıklama yapmamışsa vasîsine bu yetkiyi tanımakta (Sahnûn, VI, 15), İmam Şâfiî de bulûğ sonrası ve rüşd öncesi dönemde vasînin yetimi evlendirme yetkisinden söz etmektedir (el-Üm, IV, 121).
Vasînin küçüğün malını yönetirken daima onun yararını gözeterek hareket etmesi esastır; ancak kural olarak emin sayıldığından beyanına güvenilir, kusuru ve teaddîsi bulunmadığı sürece uğranılan zarardan sorumlu tutulmaz. Literatürde vasî ile küçük ve yakınları arasında yapılan işler, harcamalar ve diğer malî konularda ihtilâf çıkması halinde bunun nasıl çözüleceği örnek olaylar üzerinden ayrıntılı biçimde ele alınır. Özetlemek gerekirse, aksine bir delilin bulunmaması halinde vasînin sözünün esas alınması kuralı tarihsel süreçte yargının ve idarenin genel denetim yetkisi, yetimlerin hukukunu koruma amaçlı resmî kurumların devrede oluşuyla dengelenmiş, bu husus günümüz İslâm ülkelerinin ilgili kanunlarında da yer almıştır (Subhî el-Mahmesânî, s. 90-92).
Vasînin ölümü, vesâyet süreli ise sürenin dolması, muayyen bir iş içinse onun ifası, küçüğün reşid olması, akıl hastalığı, ateh, sefeh sebebiyle vesâyette bu engellerin zâil olması halinde vesâyet sona erer. Küçük bulûğa ermekle birlikte henüz reşid sayılacak aklî olgunluğa ulaşmamışsa ilgili âyetin (en-Nisâ 4/5-6) açık hükmü gereğince malı kendisine verilmez ve rüşde kadar vesâyet devam eder. Vesâyetin sona ermesinde belki de en tartışmalı husus tarafların azil ve fesih hakkıdır. Vesâyet öncelikle mûsî açısından gayri lâzım bir akid olduğundan mûsî bilgi vermeden ve onayını almadan vasîyi azledebilir. Vasî için de mûsî hayatta olduğu sürece akid gayri lâzımdır, rücû edebilir. Ancak Hanefîler ve Ca‘ferîler vasînin ancak mûsînin bilgisi dahilinde vesâyeti feshedebileceğini söyleyerek mûsî cihetinden bir mağduriyeti önlemek istemiştir. Mûsî veya küçüğün zarar görme ihtimali olduğunda diğer mezhepler de benzeri bir yaklaşım içindedir. Vasînin, vesâyeti kabul ettikten sonra haklı bir sebep bulunmadığı sürece mûsînin gıyabında veya ölümünden sonra kendiliğinden vesâyeti feshetmesi aynı sakıncaları daha fazla içerdiğinden Hanefî ve Mâlikîler’e, Ahmed b. Hanbel’den bir rivayete göre câiz görülmez. Şâfiî ve Hanbelîler’de kuvvetli görüş bunun câiz olduğu yönünde olsa da küçüğün zarar ve mağduriyetini önleyici kayıtlar bu mezheplerde de vardır. Meselâ Şâfiî fakihi Mâverdî, vesâyetin bağlayıcılığını ve vasînin görevden ayrılma şartlarını görevin ücretli olup olmamasına, icâre veya cuâle gibi ona atfedilebilecek hukukî niteliğe göre değerlendirerek ayırımlar yapar (el-Ḥâvi’l-kebîr, X, 210). Vasî vesâyete ehliyet için aranan şartları yitirdiğinde azledilmiş sayılır veya hâkim tarafından azledilir ve yeni bir vasî belirlenir. Hâkim sevk ve idaresinin zayıfladığını gördüğü vasînin yanına ikinci bir vasî tayin ederek yeni bir görev/yetki dağılımı da yapabilir. Mûsî tarafından tayin edilen ve gerekli şartları taşıyan bir vasîyi hâkimin azletmesini ise fakihlerin bir kısmı mûsînin iradesini yok sayma olarak gördüğünden geçerli (nâfiz) saymazken çoğunluk geçerli sayar ve hâkimin dinen vebal üstleneceğini söyler (İbn Âbidîn, VI, 702-703). Hâkim tarafından tayin edilen vasî hâkimin vekili sayıldığından hâkim tarafından azledilebilir, ancak o hâkime bilgi vermeden kendiliğinden görevden ayrılamaz. Birlikte görev yapan iki vasîden birinin azli veya vefatı mûsînin aksine bir iradesi yoksa vesâyeti sona erdirmez ve diğer vasî ikincisi tayin veya nasbedilmediği sürece tek başına görevi ifa eder. Vesâyet konusunda mezhepler arası alternatif görüşlerin yanı sıra tarihsel süreçteki zengin uygulama ve çözüm örneklerini de içinde barındıran fıkhî birikim, günümüz İslâm ülkelerinin birçoğunda bu alandaki yasal düzenlemenin ve mahkeme ictihadlarının ana malzemesini teşkil etmiştir (örnekler için bk. M. Ebû Zehre, s. 480-497; M. Yûsuf Mûsâ, s. 468-483; Subhî el-Mahmesânî, s. 80-108).
BİBLİYOGRAFYA
Şâfiî, el-Üm, IV, 120-121.
Sahnûn, el-Müdevvene, VI, 15-24.
Mâverdî, el-Ḥâvi’l-kebîr (nşr. Ali M. Muavvaz – Âdil Ahmed Abdülmevcûd), Beyrut 1414/1994, X, 184-215.
Şîrâzî, el-Müheẕẕeb, I, 463-464.
Serahsî, el-Mebsûṭ, XXVIII, 20-36.
Kādîhan, el-Fetâvâ, II, 312; III, 512-535.
Burhâneddin el-Mergīnânî, el-Hidâye, İstanbul 1986, IV, 258-266.
İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, İstanbul 1985, I, 234-237.
İbn Kudâme, el-Muġnî, VI, 242-253.
Üsrûşenî, Câmiʿu aḥkâmi’ṣ-ṣıġār (nşr. Ebû Mus‘ab el-Bedrî – Mahmûd Abdurrahman Abdülmün‘im), Kahire 1994, I-II, tür.yer.
Osman b. Ali ez-Zeylaî, Tebyînü’l-ḥaḳāʾiḳ, Bulak 1315, VI, 206-214.
Muhammed b. Hüseyin b. Ali et-Tûrî, Tekmiletü’l-Baḥri’r-râʾiḳ, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), VIII, 520-538.
Şemseddin er-Remlî, Nihâyetü’l-muḥtâc, Kahire 1386/1967, VI, 98-110.
Abdurrahman Şeyhîzâde, Mecmaʿu’l-enhur, İstanbul 1310, II, 718-728.
el-Fetâva’l-Hindiyye, VI, 136-159.
Ahmed b. Muhammed el-Hamevî, Ġamzü ʿuyûni’l-beṣâʾir, Beyrut 1405/1985, III, 257-275.
İbn Âbidîn, Reddü’l-muḥtâr (Kahire), VI, 647-727.
Mecelle, md. 596, 974.
M. Ebû Zehre, el-Aḥvâlü’ş-şaḫṣiyye, Kahire 1377/1957, s. 458-502.
M. Yûsuf Mûsâ, Aḥkâmü’l-aḥvâli’ş-şaḫṣiyye, Kahire 1378/1958, s. 421-483.
Mustafa Ahmed ez-Zerkā, el-Fıḳhü’l-İslâmî fî s̱evbihi’l-cedîd, Beyrut 1967-68, I, 565-568; II, 816-831.
Mustafa es-Sibâî – Abdurrahman es-Sâbûnî, el-Aḥvâlü’ş-şaḫṣiyye, Dımaşk 1390/1970, s. 97-177.
Hâşim Ma‘rûf el-Hasenî, el-Viṣâye ve’l-evḳāf, Beyrut 1980, s. 9-120.
M. Cevâd Muğniyye, Fıḳhü’l-İmâm Caʿfer eṣ-Ṣâdıḳ, Beyrut 1404/1984, VI, 175-182.
Bilmen, Kamus2, V, 179-206.
M. Ca‘fer Şemseddin, el-Vaṣiyye ve aḥkâmühâ fi’l-fıḳhi’l-İslâmî, Beyrut 1405/1985, s. 352-387.
Ahmed M. Husarî, el-Velâye, el-veṣâye, eṭ-ṭalâḳ fi’l-fıḳhi’l-İslâmî li’l-aḥvâli’ş-şaḫṣiyye, Beyrut 1992, s. 89-205.
Subhî el-Mahmesânî, el-Mebâdiʾü’ş-şerʿiyye ve’l-ḳānûniyye fi’l-ḥacr ve’n-nafaḳāt ve’l-mevârîs̱ ve’l-vaṣiyye, Beyrut 2002, s. 58-108, 157-236.
Şevket Topal, “Korumaya Muhtaç Çocukların Bakımı ve Gözetimi Açısından İslâm Hukûkunda Velâyet ve Vesâyet Yetkisi”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VI/3 (2006), s. 249-273.
“Îṣâʾ”, Mv.F, VII, 205-219.
“Viṣâye”, a.e., XLIII, 167-214.
Hamza Aktan, “Vesayet”, İslâm’da İnanç, İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İstanbul 1997, IV, 456-458.