https://islamansiklopedisi.org.tr/ars--kelam
Sözlükteki asıl anlamı “yükseklik, yüksek yer ve yüksek şey”dir. Buna bağlı olarak “tavan, ev, çadır; ayağın parmaklara doğru uzanan tümsek kısmı” gibi mânalarda da kullanılmıştır. Ayrıca mecazi olarak “hükümranlık, şan, şeref ve taht” anlamlarına da gelir.
Kitâb-ı Mukaddes’te arş “kralın tahtı, hükümranlık, Allah’ın tahtı” olmak üzere üç mânada kullanılmıştır. Dâvûd ve Süleyman peygamberlerin tahtı ile Firavun’un tahtına arş adı verilirken kelimenin birinci anlamına (Luka, 1/32; I. Krallar, 1/46; Yeremya, 22/30), ilâhî saltanatın eski zamandan beri kurulmuş olup (Mezmurlar, 93/1-2) ebediyen devam edeceği, bu saltanatın hak ve adalet temellerine dayandığı (Mezmurlar, 45/6) belirtilirken de ikinci anlamına işaret edilmiştir. Üçüncü anlamdaki arş ise Allah’ın ezelden beri üzerinde oturduğu (Mezmurlar, 9/4, 6, 7, 47/8, 55/19; Vahiy, 6/13, 7/10) bir taht olup evrenin en yüksek noktasındadır (Mezmurlar, 11/4; JE, XII, 141). Kerûbîler’in başları üzerindeki gökkubbede bulunan bu taht, pembe-mavi karışımı gök yakutu rengindedir (Hezekiel, 1/26, 10/1; Mezmurlar, 99/1; İşaya, 37/16). Altından billûr gibi berrak bir hayat ırmağı akar (Vahiy, 22/1, 3). Kalın bulutlarla örtülü bulunan tahtın çevresinde arslana, danaya, kuşa ve insana benzeyen özel yaratılışlı dört canlı mevcuttur (Vahiy, 4/6-10). Secdeye kapanan melekler ve bütün gökler ordusu bu tahtın etrafını kuşatmıştır (Vahiy, 7/11-12; I. Krallar, 22/19).
Kur’an’da arş, Hz. Yûsuf’un ve Sebe Melikesi Belkıs’ın tahtı anlamında (Yûsuf 12/100; en-Neml 27/23, 38, 41, 42) ve ayrıca Allah’a nisbet edilmiş olarak iki şekilde kullanılmıştır. Arşın doğrudan veya dolaylı olarak Allah’a nisbet edildiği on sekiz âyetin bir kısmında rabbü’l-arş (et-Tevbe 9/129; ez-Zuhruf 43/82), bir kısmında da zü’l-arş (el-İsrâ 17/42; el-Mü’min 40/15) tabirleri kullanılmıştır ki her ikisini de “arş sahibi” mânasında anlamak mümkündür. Göklerin ve yerin yaratılmasından bahseden bir âyette O’nun arşının su üzerinde bulunduğu belirtilir (Hûd 11/7). Bazı âyetlerde de arşın büyük, değerli ve şerefli (azîm, kerîm) oluşundan söz edilir (et-Tevbe 9/129; el-Mü’minûn 23/116). Arş melekler tarafından taşınmaktadır ve bu taşıyıcıların kıyamet günündeki sayısı sekizdir. Yine melekler arşın çevresini sarmış olup yüce Allah’ı övgü ve tesbih ile anarlar (ez-Zümer 39/75; el-Mü’min 40/7; el-Hâkka 69/17). Kâinatı yaratan ve idare eden Allah arşa istivâ etmiştir (Yûnus 10/3; er-Ra‘d 13/2). Bazı müfessirler Kur’an’da yer alan “yükseltilmiş tavan” (“es-sakfü’l-merfû‘”, et-Tûr 52/5) tabiriyle arşın kastedildiğini belirtirler (Süyûtî, ed-Dürrü’l-mens̱ûr, VI, 118).
Hadislerde Allah’a, Cebrâil’e ve şeytana ait olmak üzere üç ayrı arştan söz edilir. Bunlardan Cebrâil’in ve şeytanın arşı hakkında fazla bilgi verilmez; sadece Hz. Peygamber’in, Cebrâil’i gökle yer arasında bir arş (taht) üzerinde otururken gördüğü belirtilir (Buhârî, “Tefsîr”, 65/5; Müslim, “Îmân”, 257). Şeytanın da Allah’ın arşı gibi deniz (veya su) üzerinde bir arşı bulunduğu, çevresinin yılanlarla çevrili olduğu ve şeytanın insanları saptırmak üzere yardımcılarına emirleri buradan verip yeryüzüne saldığı bildirilir (Müslim, “Münâfiḳūn”, 66, 67, “Fiten”, 87; Tirmizî, “Fiten”, 63). Hadislerde Allah’a atfedilen arşın nitelikleri ise şöyle sıralanabilir: Göklerle yeryüzünün yaratılmasından önce su üzerinde bulunan arş, yedinci göğün üzerindeki firdevs (veya adn) cennetinin üstündeydi. Allah da arşın fevkindedir (Buhârî, “Tevḥîd”, 21, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 1, “Cihâd”, 4; Tirmizî, “Tefsîr”, 6, 58, 68, “Ṣıfatü’l-cenne”, 4). Alt, üst, sağ, sol gibi yönleri, ağırlığı, gölgesi, köşeleri, sütunları bulunan bu arş göğün üzerinde kubbe şeklinde duran büyük ve değerli bir nesnedir (Buhârî, “Tevḥîd”, 22, 23, “Tefsîr”, 65/5; Müslim, “Îmân”, 327, “Tevbe”, 14, “Ẕikir”, 61-63; Tirmizî, “Tefsîr”, 41). Arşın sütunları üzerinde kelime-i tevhid yazılıdır (Süyûtî, el-Ḫaṣâʾiṣü’l-kübrâ, I, 12-13); sağında Hz. Peygamber’e tahsis edilen makām-ı mahmûd bulunmaktadır (Tirmizî, “Menâḳıb”, 1; Müsned, I, 398). Arş meleklerce taşınmakta ve Allah’ı tesbih eden melekler onun etrafında dönmektedirler (Buhârî, Ḫalḳu efʿâli’l-ʿibâd, s. 194; Tirmizî, “Daʿavât”, 79; İbn Hacer, XXIV, 239). Şehidlerin ruhları arşın altında dolaşır (Müslim, “İmâre”, 121). Kıyamet günü insanların hesaba çekilme işine başlanması için Hz. Peygamber arşın altında secdeye kapanarak şefaat dileyecektir (Müslim, “Îmân”, 327). Hz. Peygamber güneşin bir yörüngede (müstakar) seyrettiğini ifade eden âyetin (Yâsîn 36/38) tefsirini yaparken onun yörüngesinin arşın altında olduğunu ifade etmiştir (Buhârî, “Tevḥîd”, 23; Müslim, “Îmân”, 250-251).
Hadis literatüründe arşla ilgili olarak yer alan bu bilgilerin yanında Sünnî-Şiî birçok kelâm ve tefsir kitabı ile hadis şerhi mahiyetindeki eserlerde Hz. Peygamber’e atfedilen daha başka bilgiler de mevcuttur. Bu tür rivayetler arasında, arşın nurdan veya kırmızı, yeşil, sarı ve beyaz renkli nurdan (İbn Ebü’d-Dünyâ, vr. 48a; Mâtürîdî, s. 70; Semerkandî, s. 123; Küleynî, s. 129) veya nur suyundan (Âlûsî, XII, 9, 10) yahut kırmızı veya yeşil yakuttan (Zemahşerî, III, 145; İbnü’l-Cevzî, III, 212) yaratılmış büyük bir nûrânî cisim olduğunu belirtenler bulunduğu gibi, onun Allah’ın nurundan yaratıldığını ifade edenler de vardır (Zehebî, s. 56-58, 96; İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, IV, 182). Bazı rivayetlerde arşın sütunları arasındaki mesafenin çok uzun olduğu, güneşin ışığını arşın nurundan aldığı (Mâtürîdî, s. 70), bütün canlı varlıklara ait resimlerin (bilgilerin) arşta bulunduğu (Sa‘lebî, s. 11), bütün yaratıkların dillerine göre arşın Allah’ı tesbih ettiği (Abbas el-Kummî, II, 176), arşın göklerin üzerinde bir kubbe gibi durduğu (Dârekutnî, vr. 70a), kıyamet günü yeniden şekillenecek olan yeryüzüne ineceği (İbn Kesîr, en-Nihâye, I, 268) bildirilir. Söz konusu kaynaklarda bazan dört, bazan sekiz sütunlu olarak tanıtılan arşın koç şeklinde veya insan, arslan, öküz, kartal yüzlü olan ve ayakları yerde, başları yedinci kat göğün üzerinde bulunan meleklerce taşındığı, sayıları dört olan bu taşıyıcıların âhirette bazı peygamberlerin de katılmasıyla sekize ulaşacağı, Allah’ı tesbih ederken Arapça, diğer zamanlarda ise Farsça konuştukları nakledilir (Taberî, XXIV, 19, 26; XXIX, 33; Zemahşerî, III, 415; Kazvînî, I, 86). Fakat bu rivayetlerin çoğu İsrâiliyat’a dayanan asılsız bilgilerdir. Arşın melekler tarafından taşınmasını, işlerin yürütülmesi ve idare edilmesi anlamında bir mecaz olarak telakki edenler de olmuştur (Beyzâvî, III, 221).
Hasan-ı Basrî’nin görüşünü benimseyen bazı âlimler arş ile kürsînin aynı şey olduğunu ileri sürmüşlerse de bu görüş çoğunluk tarafından kabul edilmemiştir (İbn Teymiyye, Mecmûʿu fetâvâ, IV, 584). Ebû Müslim el-İsfahânî arşa “kâinat binasının çatısı” (Râzî, XVII, 15) mânasını vermiştir. Kâmil b. Kemâl de arşı “Allah’ın kayyûm oluşu” ile te’vil etmek istemiş, fakat karşı delillerle bunun isabetsizliği gösterilmiştir (Âlûsî, XII, 9-10). Konuyla ilgili rivayetlerde belirtildiğine göre taşıyıcı meleklerden başka arşın etrafında dönen ve içlerinde Cebrâil ile Mikâil’in de bulunduğu yetmiş bin saf oluşturmuş melekler vardır. İsrâfil de sûra üflemek için emir bekleyen bir görevli olarak arşın çevresinde bulunmaktadır. Arşı taşıyan meleklerle kürsî arasında nurdan oluşan yetmiş veya yetmiş bin perde (hicab) bulunur (Zemahşerî, IV, 152; Beyhakī, s. 508; İbnü’l-Cevzî, VII, 208; Süyûtî, ed-Dürrü’l-mens̱ûr, III, 297, 298; V, 336). Naslarda arşın, üzerinde bulunduğu belirtilen suyun mahiyeti hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bunları dört noktada toplamak mümkündür: 1. Bu su ölüleri diriltecek olan bir çeşit hayat suyudur (Makdisî, II, 10). Kur’an’da “el-bahrü’l-mescûr” (et-Tûr 52/6) diye adlandırılan “taşkın deniz” de bu sudur (Zehebî, s. 65). 2. Anâsır-ı erbaadan biri olan ve bütün canlı varlıkların kaynağını oluşturan sudur (M. Reşîd Rızâ, XII, 17). 3. Mahiyeti ancak Allah tarafından bilinen bir sudur (İbn Hacer, XXVIII, 191). 4. Arşın su üzerinde olması tamamen mecazi mânada olup ilâhî hâkimiyet ve saltanatın zorunluluk kanunlarından bağımsız bir tarzda cereyan etmesi demektir (Elmalılı, IV, 2759-2761). Bu dört görüşten hadislerin teyit ettiği ve birçok âlimin de benimsediği, mahiyeti bilinmese de arşın altında gerçek anlamda bir suyun mevcut olduğunu savunan görüştür. Bu telakkiye göre arşın su üzerinde oluşu bir geminin deniz üzerinde duruşu gibi de değildir.
Naslarda hakkında pek az bilgi verilen arş konusundaki itikadî tartışmalar kelâm ilminin teşekkül etmeye başladığı hicrî II. asrın başlarına kadar uzanır. Dârimî’nin belirttiğine göre Cehmiyye ve Mu‘tezile gruplarının ortaya çıkışına kadar geçen zaman içinde Ehl-i kitap’la birlikte müslümanların tamamı, yedinci kat göğün üstünde bulunan, meleklerce taşınıp çevresinde dönülen büyük ve değerli bir arşın varlığına iman ettikleri halde sözü edilen fırkaların bunu inkâr edip arş kavramına “mülk” yani “bütünüyle âlem” mânasına gelen yeni bir anlam vermelerinden itibaren Ehl-i sünnet’in ilk kaynaklarında “arşa iman” konusuna önemle yer verilmeye başlanmıştır (er-Red ʿale’l-Cehmiyye, s. 9). Söz konusu kaynaklarda arşa imana dair müstakil fasılların açılması, Dârimî’nin bu ifadesini doğrular mahiyettedir (bk. İbn Ebû Zemeneyn, vr. 29a). Hatta bu konuda müstakil eserlerin bile yazıldığı bilinmektedir. İbn Ebû Şeybe’nin Kitâbü’l-ʿArş’ı ile Ebû Ubeyde Ma‘mer b. Müsennâ’nın Feżâʾilü’l-ʿarş adlı eseri bunlardan bazılarıdır (Keşfü’ẓ-ẓunûn, II, 1276, 1438). Benzeri eserler daha sonra da kaleme alınmıştır. Kelâm ilminin giderek yayılması ve Ehl-i sünnet âlimlerince de kullanılan bir metot haline gelmesiyle akaid ve kelâm kitaplarında arş, mânası, mahiyeti, yaratılmışlığı ve Allah’la ilişkisi bakımından tartışma konusu olmuştur.
Cehmiyye’nin arşa verdiği “mülk” yani “yerleri ve gökleriyle birlikte bütün âlem” mânası Mu‘tezile kelâmcıları tarafından da benimsenerek savunulmuştur. Ebû Hanîfe, Eş‘arî ve Mâtürîdî dışındaki Sünnî kelâmcıların çoğunluğu ile bazı Şiî âlimler Cehmiyye ve Mu‘tezile’nin tesiriyle arşa “mülk” mânası vermişlerse de zamanla İslâm filozoflarının konu ile ilgili düşüncelerinden etkilenerek onu “âlemi her yönden kuşatıp sınırlayan ve her taraftan yuvarlak olan dokuzuncu felek” diye açıklamışlardır (Râzî, XII, 147; Beyzâvî, II, 245; et-Taʿrîfât, “ʿarş” md.; Ubeydullah es-Semerkandî, vr. 2a). Böylece kelâmcılar istivâ meselesinin zihne getirdiği antropomorfist güçlüklerden kurtulmak için arşa “mülk” ve “saltanat” mânası vermekle birlikte onun hâricî varlığı bulunan bir nesne olduğunu kabul etmeye de mecbur kalmışlar, en azından arş kavramının her iki anlamı da kapsadığı görüşünü benimsemişlerdir (İbn Fûrek, s. 43; Nesefî, Tebṣıra, vr. 61b). Hatta arşın şekil ve mahiyetinin bilinemeyeceği, fakat göklerin üstünde bulunan bir cisim olduğu noktasında müslümanların ittifak ettikleri bile öne sürülmüştür (Pezdevî, s. 223-224; İbnü’l-Arabî, s. 313-314; Râzî, XV, 238; XVII, 13, 187).
Âlem anlayışlarını Batlamyus nazariyesine dayandıran İslâm filozofları, kürsînin yedi kat gök ile yedi kat yere nazaran büyüklüğünü çölün ortasına atılmış bir yüzük halkasına, arşın da kürsîye göre büyüklüğünü çölün halkaya olan büyüklüğüne benzeten, böylece arşın kâinata nisbetle büyüklüğünü anlatan bir hadisi de (İbn Hacer, XXVIII, 191) delil göstererek kürsînin “felek-i sevâbit”, arşın ise “felek-i atlas” olduğunu öne sürmüşler ve bütün felekleri arşın hareket ettirdiğini savunmuşlardır (İbn Sînâ, Risâletü’l-ʿarş, vr. 495a-b; Râzî, XIV, 118, 120). Bazı kelâmcıların arş hakkında yaptığı yorumların da kaynağını teşkil eden (İbn Teymiyye, Mecmûʿu fetâvâ, VI, 54) bu nazariye günümüzde değerini kaybetmiştir.
Selefiyye’ye mensup âlimler ise Kur’an’da ve özellikle hadislerde yer alan bilgilere dayanarak arşı âlemden ayrı bir nesne kabul etmişler, onun yedinci kat göğün üstündeki adn veya firdevs cennetinin üzerinde kubbe şeklinde bir taht olduğunu ve âlemin buradan idare edildiğini söylemişler, görüşlerine muhalefet eden kelâmcılarla filozofları da şiddetle tenkit etmişlerdir (Ahmed b. Hanbel, s. 102; İbn Teymiyye, Mecmûʿatü’r-resâʾil, IV, 111-112; İbn Kayyim el-Cevziyye, Ḥâdi’l-ervâḥ, s. 59-60, 332-333). Çünkü onlara göre naslarda belirtilen özellikleri dikkate alarak arşa “ilâhî tasarrufun hüküm sürdüğü âlemin tamamı” mânasını vermek imkânsızdır. Arşın melekler tarafından taşınması, etrafında dönülmesi, göklerle yerin yaratılmasından önce mevcut olması, aynı âyette yedi gök ile arşın birbirinden ayrı varlıklar şeklinde mütalaa edilerek Allah’ın yedi göğün de büyük arşın da rabbi olduğunun belirtilmesi (Dârimî, er-Red ʿale’l-Cehmiyye, s. 9, 1011; a.mlf., er-Red ʿale’l-Merîsî, s. 436), alt, üst gibi cihetlerinin ve ayrıca sütunlarının bulunması (Şerḥu’l-ʿAḳīdeti’ṭ-Ṭaḥâviyye, s. 252; Âlûsî, XVI, 154), ilk devir âlimlerince sadece “taht” mânasında kullanılması (İbn Kuteybe, s. 37 vd.; İbnü’l-Cevzî, III, 213) ve Kur’an’da Allah’ın değerli (kerîm) bir arş sahibi olarak nitelendirilmesi gibi hususlar, Selefiyye’nin arşa “mülk” mânası vermeye engel gördüğü belli başlı dayanaklardır (İbn Teymiyye, Mecmûʿatü’r-resâʾil, IV, 108-109). Zira âyet ve hadislerde belirtilen bu nitelikleri göz önünde bulundurup arş kelimesinin geçtiği yerlere “mülk” veya “âlem” kelimesini koyarak söz konusu naslardan anlamlı hükümler çıkarmak her zaman mümkün olmaz. Meselâ arş kelimesinin geçtiği bazı nasları, “Mülkün etrafını meleklerin kuşattığını görürsün”; “Bir de ne göreyim, Mûsâ mülkün sütunlarından birine tutunmuş”; “Mülkün altına gider ve secdeye kapanırım” şeklinde anlamanın yanlışlığı açıktır. M. Reşîd Rızâ, arşı gerçek mânasında kabul etmeyi Allah’ın hükümranlığını ifade etmek için daha uygun görür. Zira ona göre ancak büyük bir arş, büyük bir mülkün idare edilmekte olduğunu gösterir (Tefsîrü’l-Menâr, XI, 91). Selefiyye’ye göre arş, filozofların öne sürdüğü gibi âlemin tamamını içine alan bir küre şeklinde de değildir. Çünkü “mülk” mânasına alınmasını imkânsız kılan sebepler, onun küre şeklinde olmasına da engel teşkil eder. Hadislerde de cennetin ortasında ve üstünde bulunan bir kubbe gibi tasvir edilmesi (Beyhakī, s. 528), arşın küre şeklinde olmadığını göstermektedir (İbn Teymiyye, Mecmûʿu fetâvâ, V, 150-152; VI, 547). Bununla birlikte hadislerdeki tasvirleri, arşın küre şeklinde olmasına engel görmeyenler de vardır (Meydânî, s. 91; Âlûsî, XVI, 161).
Arşın yaratılmış olup olmadığı konusuna gelince, İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre o Allah’ın yarattığı ilk varlıktır (Malatî, s. 102; Dârimî, er-Red ʿale’l-Merîsî, s. 437; Râzî, XXII, 14, 187). İlk yaratığın su veya kalem olduğunu ileri sürenler varsa da bunların yaratılıştaki öncelikleri, göklerin ve yeryüzünün yaratılışına nisbetle izâfî olduğu kabul edilmektedir (M. Reşîd Rızâ, I, 149). İbn Huzeyme gibi bazı âlimler, “Allah vardı, ondan önce hiçbir şey yoktu ve arşı su üzerinde idi” (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 1) hadisi ile İbn Abbas’tan nakledilen, “Allah hiçbir şey yaratmadan önce arşı su üzerinde idi” (Dârimî, er-Red ʿale’l-Cehmiyye, s. 12) şeklindeki habere dayanarak arşın ezelden beri Allah’la beraber var olan kadîm bir nesne olduğunu savunmuşlardır (Aynî, XX, 299). İbn Teymiyye arşın yaratılmış olduğunu belirtir (Mecmûʿatü’r-resâʾil, IV, 354-355; a.mlf., Mecmûʿu fetâvâ, V, 145-146, 314). Ancak onun arşı tür olarak kadîm, fakat zat olarak hâdis telakki ettiğini iddia edenler olmuştur (Muhsîn el-Emîn, s. 486-487). Nu‘mân b. Mahmûd el-Âlûsî ise bunun İbn Teymiyye’ye yapılmış bir iftira olduğunu söyler (Cilâʾü’l-ʿayneyn, s. 206). Arşın kadîm olduğu iddiası, onun su üzerinde yaratıldığını açıkça belirten hadis (Tirmizî, “Tefsîr”, 12) ve sahâbe sözleri (Taberî, XII, 3-4; Makdisî, I, 148-149) yanında selef âlimleriyle kelâmcıların ulûhiyyet anlayışına aykırı düşmektedir.
Arşla ilgili olarak üzerinde durulan Allah-arş ilişkisi konusunda da farklı görüşler mevcuttur. Cehmiyye, Mu‘tezile ve bazı Şîa kelâmcıları Allah’la arş arasındaki münasebeti izah etme güçlüğünden kurtulmak için arşın Allah’a nisbet edilen müstakil varlığını inkâr edip naslara muhalif düşmüşlerdir (Eş‘arî, Maḳālât, s. 210; Kādî Abdülcebbâr, s. 351; Abbas el-Kummî, II, 175). Buna karşılık Müşebbihe, Mücessime ve Kerrâmiyye mensupları arşın Allah’ın mekânı olduğunu, aksi takdirde melekler tarafından taşınmasına ve etrafında dönülmesine bir mâna verilemeyeceğini söylemişlerdir (Bağdâdî, s. 73, 77, 112). Ebû Hanîfe ve Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî, Allah’ın, yaratıklarından ayrı olarak arşın üstünde olduğuna inanmayı gerekli görerek arşı Allah ile yaratıkları arasında bir sınır kabul etmişlerdir (Ebû Hanîfe, el-Vaṣiyye, s. 75; Eş‘arî, el-İbâne, s. 105-109). Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’ye göre Allah-arş ilişkisi naslarda belirtildiği şekilde ispat edilmeli, ancak teşbih de nefyedilerek gerçek mânasının bilinemeyeceğine inanılmalıdır (Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 74-75). Daha sonra gelen Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye kelâmcıları arşın varlığını inkâr etmemekle birlikte, Allah’ı sonsuz ve sınırsız bir varlık olarak kabul edip arşın üstünde, herhangi bir yerde veya bir yönde bulunması cisim olmasını gerektireceği için O’nunla arş arasında bir yön ve mekân münasebeti kurulamayacağını savunmuşlardır (Gazzâlî, el-İḳtiṣâd, s. 29; Nesefî, Tebṣıra, vr. 62a-63a); Fahreddin er-Râzî, ilâhî emirlerin ilk muhatapları olan meleklerin bulunduğu bir yer olması itibariyle arş ile Allah arasında sadece kâinatın yönetilmesi açısından bir ilişki kurulabileceğini belirtir (Esâsü’t-taḳdîs, s. 158). Selefiyye’ye göre ise Allah’la arş arasında naslarda ispat edilen, ashap ve tâbiîn âlimleri yanında müctehid imamlarca da kabul edilen bir yön ilişkisi mevcut olup bunun inkârı mümkün değildir (Buhârî, Ḫalḳu efʿâli’l-ʿibâd, s. 120-134; İbn Kayyim el-Cevziyye, İctimâʿu’l-cüyûşi’l-İslâmiyye, s. 39, 41-43). Bunlara göre Allah zâtıyla yaratıkları arasında değil arşın üstündedir, âhirette de öyle olacaktır; ancak arşa bitişmekten, dokunmaktan, ona hulûl etmekten münezzehtir. O’nun arşın üzerinde oluşu, bir insanın taht üzerinde oturuşu veya bir cismin diğer bir cisim üzerinde duruşu gibi düşünülemez. Çünkü Allah’ın zâtı da sıfatları da yaratıklara benzemediğinden O’nun yaratılmış bir nesne olan arşla ilişkisini kavramak imkânsızdır (İbn Teymiyye, Mecmûʿu fetâvâ, V, 199, 258, 388). M. Reşîd Rızâ, kelâmcıların, gayb âlemini duyular âlemine kıyas ettiklerinden Allah-arş ilişkisini inkâr ettiklerini belirterek Allah’ın kâinatı idare ederken arşı vasıta yaptığını, emirleri önce arş ehline verdiğini, emirlerin buradan ilgili yerlere ulaştığını kabul edip ulûhiyyetin arşla olan münasebetine böyle bir açıklama getirir ki (Tefsîrü’l-Menâr, III, 217-218) bu açıklama hadislerde yer alan bilgilere uygun görünmektedir (Müslim, “Selâm”, 124).
Öyle görünüyor ki mahiyeti, Allah ve kâinatla ilişkisi ne olursa olsun, arşın ilâhî azamet ve saltanatın tasviri gibi mecazi mânası varsa da sadece bu mânaya itibar ederek onun gerçek bir varlığı bulunan, meleklerce taşınıp çevresinde dönülen ulvî bir makam olduğunu inkâr etmek naslara aykırı düşmektedir; dolayısıyla ashap ve tâbiînden beri inanılagelen şekliyle arşın mevcudiyetini kabul etmek gerekmektedir.
Bazı müsteşrikler, Kur’an ve hadislerde yer alan arş ile Kitâb-ı Mukaddes’te belirtilen arş kavramı arasında benzerlikler bulunduğu gerekçesiyle, Hz. Muhammed’in bu kavramı yahudilerden aldığını iddia etmişlerse de görüşlerini destekleyecek geçerli bir delil ortaya koyamamışlardır. Onlara göre arş kavramının yer aldığı bütün sûreler, Hz. Muhammed’in yahudilerle karşılaşıp bilgi aldığını sandıkları bir yer olan Medine devrine aittir (Thomas, s. 202-221). Halbuki arş kelimesi daha önce Mekke’de nâzil olan sûrelerde de geçmektedir (meselâ bk. et-Tekvîr 81/20; el-Burûc 85/15). Ayrıca söz konusu iddia, bütün semavî dinlerce kabul edilen ilâhî kitapların vahye dayandığı esasına da aykırı düşmektedir. Kur’an’da yer alan bilgilerin geçmiş ilâhî kitaplardaki bilgileri doğrulaması, her şeyden önce hepsinin ilâhî kaynaklı olduğu gerçeğine bağlanmalıdır.
BİBLİYOGRAFYA
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ʿarş” md.
Lisânü’l-ʿArab, “ʿarş” md.
et-Taʿrîfât, “ʿarş” md.
Müsned, I, 258, 398; II, 358, 451; V, 158.
Buhârî, “Tefsîr”, 65/5, “Tevḥîd”, 21-23, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 1, “Cihâd”, 4.
Müslim, “Îmân”, 250-251, 257, 327, “Münâfiḳūn”, 66-67, “Fiten”, 87, “Tevbe”, 14, “Ẕikir”, 61-63, “İmâre”, 121, “Selâm”, 124.
İbn Mâce, “Muḳaddime”, 13, “Edeb”, 55, “Zühd”, 33, 39, “Cihâd”, 16.
Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 19.
Tirmizî, “Fiten”, 63, “Tefsîr”, 6, 12, 41, 58, 68, “Ṣıfatü’l-cenne”, 4, 15, “Daʿavât”, 39, 79, 104, “Büyûʿ”, 6-7, “Ṭıb”, 32, “Menâḳıb”, 1.
Ebû Hanîfe, el-Fıḳhü’l-ebsaṭ, Kahire 1949, s. 45-46.
a.mlf., el-Vaṣiyye, Kahire, ts., s. 75.
Ahmed b. Hanbel, er-Red ʿale’z-zenâdıḳa ve’l-Cehmiyye (ʿAḳāʾidü’s-selef içinde), s. 102.
Osman b. Saîd ed-Dârimî, er-Red ʿale’l-Cehmiyye (nşr. Gösta Vitestam), Leiden 1960, s. 9-12.
a.mlf., er-Red ʿale’l-Merîsî (ʿAḳāʾidü’s-selef içinde), s. 436-437.
Buhârî, Ḫalḳu efʿâli’l-ʿibâd (ʿAḳāʾidü’s-selef içinde), s. 120-134, 162, 194.
İbn Ebü’d-Dünyâ, Kitâbü’l-ʿAẓame, Süleymaniye Ktp., Cârullah Efendi, nr. 400, vr. 48a-b.
İbn Kuteybe, el-İḫtilâf fi’l-lafẓ, Kahire 1349, s. 37, 39.
Eş‘arî, Maḳālât (Ritter), s. 210-212.
a.mlf., el-İbâne (Fevkıyye), s. 105-110.
Küleynî, el-Uṣûl mine’l-Kâfî, s. 129-131.
Taberî, Tefsîr, XII, 3-4; XXIV, 19, 26; XXIX, 33.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 41, 70, 74-75.
Dârekutnî, Kitâbü’ṣ-Ṣıfât, TSMK, Revan Köşkü, nr. 510, vr. 68a-70a.
İbn Ebû Zemeneyn, Uṣûlü’s-sünne, TSMK, Revan Köşkü, nr. 510, vr. 29a.
Makdisî, el-Bedʾ ve’t-târîḫ, I, 148-149, 166; II, 10.
Malatî, et-Tenbîh ve’r-red, s. 99-101, 102.
Ebü’l-Leys es-Semerkandî, Ḳurretü’l-ʿuyûn, Kahire 1316, s. 123.
İbn Fûrek, Müşkilü’l-ḥadîs̱ (nşr. Abdülmu‘tî Emîn Kal‘acî), Halep 1402/1982, s. 43, 117-118.
Kādî Abdülcebbâr, Müteşâbihü’l-Ḳurʾân (nşr. Adnân M. Zerzûr), Kahire 1969, s. 351.
Sa‘lebî, ʿArâʾisü’l-mecâlis, s. 11, 14.
İbn Sînâ, Risâletü’l-ʿarş, Nuruosmaniye Ktp., nr. 4891, vr. 495a-b.
a.mlf., Resâʾil, İstanbul 1298, s. 87, 88.
Bağdâdî, Uṣûlü’d-dîn, s. 73, 77, 78, 112, 331.
İbn Hazm, el-Faṣl (Umeyre), II, 288.
Beyhakī, el-Esmâʾ ve’ṣ-ṣıfât, s. 481, 497, 508, 528.
Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, Uṣûlü’d-dîn (nşr. Hans Peter Linss), Kahire 1383/1963, s. 223-224.
Gazzâlî, ʿAḳīde, Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 882, vr. 1b.
a.mlf., el-İḳtiṣâd, Kahire 1966, s. 29.
Nesefî, Tebṣıratü’l-edille, vr. 61b, 62a-63a.
a.mlf., Baḥrü’l-kelâm, Konya 1329, s. 23, 36.
Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 145, 415; IV, 152.
Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, el-ʿAvâṣım, s. 313-314.
İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, III, 212-213; VII, 208.
Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XII, 147; XIV, 14, 101, 113, 115, 117, 118, 120; XV, 238; XVII, 13, 15, 134, 187; XXII, 14, 187; XXX, 109.
a.mlf., Esâsü’t-taḳdîs, Kahire 1354/1935, s. 158.
Âmidî, Ġāyetü’l-merâm, s. 141-142.
Zekeriyyâ b. Muhammed el-Kazvînî, ʿAcâʾibü’l-maḫlûḳāt, Kahire 1315, I, 86-87.
Beyzâvî, Envârü’t-tenzîl ve esrârü’t-teʾvîl, İstanbul 1306, II, 245, 247; III, 34, 221, 345.
Şerḥu’l-ʿAḳīdeti’ṭ-Ṭaḥâviyye, s. 252.
Ubeydullah b. Muhammed es-Semerkandî, el-ʿAḳīdetü’r-Rükniyye, Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1691, vr. 2a.
İbn Teymiyye, Mecmûʿu fetâvâ, IV, 584; V, 145-146, 150-152, 199, 258, 314, 388, 547, 556, 595; VI, 54, 547.
a.mlf., Mecmûʿatü’r-resâʾil, IV, 108-109, 111-112, 354-355.
Zehebî, el-ʿUlüv li’l-ʿaliyyi’l-ġaffâr (nşr. Abdurrahman M. Osman), Medine 1388/1968, s. 19-42, 44, 56-58, 64, 65, 66, 67, 92-150.
İbn Kayyim el-Cevziyye, İctimâʿu’l-cüyûşi’l-İslâmiyye, Amritsar 1896, s. 39, 41-43.
a.mlf., Ḥâdi’l-ervâḥ, Kahire, ts. (Mektebetü nehdati Mısr), s. 59-60, 332-333.
İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, IV, 182.
a.mlf., en-Nihâye (Zeynî), I, 268.
a.mlf., el-Bidâye, I, 8, 11-12.
İbn Hacer, Fetḥu’l-bârî (Sa‘d), XXIV, 239; XXVIII, 191.
Aynî, ʿUmdetü’l-ḳārî, Kahire 1392/1972, XX, 299.
Süyûtî, el-Ḫaṣâʾiṣü’l-kübrâ, Beyrut 1405/1985, I, 12-13.
a.mlf., ed-Dürrü’l-mens̱ûr, Kahire 1314, III, 297, 298; V, 336, 338; VI, 118.
Kastallânî, İrşâdü’s-sârî, Kahire 1327 ⟶ Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî), X, 392, 394-395.
Keşfü’ẓ-ẓunûn, II, 1276, 1438.
Nu‘mân el-Âlûsî, Cilâʾü’l-ʿayneyn, Kahire 1292, s. 206.
Âlûsî, Rûḥu’l-meʿânî, XII, 9-10; XVI, 154, 161; XVII, 45; XX, 33.
Meydânî, Şerḥu’l-ʿAḳīdeti’ṭ-Ṭaḥâviyye, Dımaşk 1982, s. 90-91.
Abbas el-Kummî, Sefînetü’l-biḥâr, Beyrut, ts. (Dârü’l-Murtazâ), II, 175-176.
Muhsin el-Emîn, Keşfü’l-irtiyâb fî etbâʿi Muḥammed b. ʿAbdilvehhâb, Dımaşk 1347, s. 486-487.
Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-Menâr, I, 149; III, 217-218; VIII, 451; XI, 91; XII, 17.
Elmalılı, Hak Dini, I, 589, 856, 858; III, 2177-2178; IV, 2759-2761.
Thomas J., “God’s Throne and the Biblical Symbolism of the Qurʾān”, Numen, XX/3, Leiden 1973, s. 202-221.
J. Berque, “ʿArs̲h̲”, EI2 (İng.), I, 661.
M. Sel, Throne, JE, XII, 141-142.