- 1/2Müellif: YUSUF ŞEVKİ YAVUZBölüme GitSözlükte “göz; su kaynağı; çeşme; bir şeyin kendisi, zatı ve aslı” gibi mânalara gelir. Çoğulu uyûn, a‘yün ve a‘yândır. Kur’ân-ı Kerîm ve hadis metinl...
- 2/2Müellif: SÜLEYMAN ULUDAĞBölüme GitTASAVVUF. Bütün varlıkların kendisinden zuhur ettiği Allah’ın zâtı; her şeyi Allah’ta ve Allah’tan görme hali. Ayn “kendisinden eşyanın zuhur ettiği ...
https://islamansiklopedisi.org.tr/ayn#1
Sözlükte “göz; su kaynağı; çeşme; bir şeyin kendisi, zatı ve aslı” gibi mânalara gelir. Çoğulu uyûn, a‘yün ve a‘yândır. Kur’ân-ı Kerîm ve hadis metinlerinde hem çoğul hem de tekil olarak çeşitli sözlük anlamlarında kullanılmıştır (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ʿayn”; Wensinck, el-Muʿcem, “ʿayn” md.leri).
KELÂM. Boşlukta kendi başına yer tutan mümkin varlık veya cevher.
Abdullah b. Mukaffa‘ın, Aristo’nun Kategoriler’indeki cevheri (ousia) Arapça’ya ayn kelimesiyle tercüme etmesinden sonra (Hârizmî, s. 86) bu terim ilk devir kelâmcıları tarafından kullanılmaya başlanmış, âlem telakkilerinin sistemleşmesi ve felsefe kültürünün gelişmesiyle de onun yerine daha çok, “maddenin bölünemeyen en küçük parçası” mânasını ifade eden cüz’-i lâ yetecezza (atom) ve cevher-i ferd terimleri kullanılır olmuştur.
Kelâm ilminde bir cismin renk, şekil, tat, sertlik, yumuşaklık gibi fizikî nitelikleri onun arazları, bunları taşıyan maddesi de aynı kabul edilmiş; aynlar (a‘yân) âlemin yaratılmışlığını ve Allah’ın varlığını ispat etmek için önemli bir hareket noktası olarak alınmıştır. Dırâr b. Amr, Hüseyin b. Muhammed en-Neccâr ve Nazzâm dışındaki bütün kelâmcılara göre âlemin aslî unsurunu a‘yân teşkil eder. Karşı görüşü benimseyenler ise onun birleşik arazlardan meydana geldiğini kabul ederler. Arazlardan soyutlanmış olarak düşünülen aynlar gözle idrak edilemez ve kelâmcıların çoğuna göre hâdis olan arazlardan ayrı olarak bulunamaz. Bu sebeple onların da hâdis olması gerekir. Mâtürîdî aynların güzellik-çirkinlik, büyüklük-küçüklük, iyilik-kötülük, aydınlık-karanlık gibi zıtlıklara konu teşkil etmesini hâdis olduklarının delili sayar. Zira bu vasıflar onlarda sonradan meydana gelmekte ve nihayet yok olmaktadır. Ayrıca o, aynların hâdis olduklarını, duyuların idrak sınırları içinde kalmaları ve başkasına muhtaç olmalarıyla da ispat etmeye çalışır. Mâtürîdî’ye göre eğer aynlar kadîm olsaydı ihata edilememeleri ve başkasına muhtaç olmamaları gerekirdi (Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 11-12). Kādî Abdülcebbâr ise aynların yaratılmışlığını şu şekilde ispata çalışır: Aynlar kadîm olsaydı hâdislerden yani arazlardan önce bulunmaları gerekirdi. Halbuki aynlar arazlardan ayrılamaz, o halde onlar da arazlar gibi hâdistir (Şerḥu’l-Uṣûli’l-ḫamse, s. 114). Kelâmcılara göre bütün aynlar birbirinin benzeridir (mütemâsil); yani aynların tabiat ve mahiyetleri birdir. Bununla beraber her ayn arazlarına bağlı olarak ayrı bir ferdiyete (mütemâyiz) sahiptir. Yine de aynların teşkil ettiği cisimlerin birbirine dönüşebilmesi, aslî unsurlarının bir olduğunu gösterir (Bağdâdî, s. 52-54). Aynların, mahiyetleri bir olmasına rağmen farklı cisimler meydana getirmeleri, onlara Allah tarafından muhtelif arazların tahsis edilmesiyle mümkün olmaktadır. Aynların hiçbiri diğerine kendiliğinden tesir icra edemeyeceği gibi yapılan bir tesiri kendiliğinden kabul edecek bir tabiata da sahip değildir. Bir araya gelmeleri, ilişki kurmaları ve muhtelif varlıkların teşekkülüne yol açmaları, ancak Allah’ın emrine boyun eğmeleriyle gerçekleşebilir (Elmalılı, IV, 2969). Kelâmcıların a‘yân anlayışı sadece âleme mahsus olup Allah’ın zâtına şâmil değildir.
Ayn, Kur’an’da (bk. el-Mü’minûn 23/27) ve bazı hadislerde Allah’a atfedilen haberî sıfatlardan biri olup Selefiyye’ye göre “mahiyeti bilinmeyen bir göz”, kelâmcılara göre ise “görmek, gözetmek ve korumak” mânasına gelir (daha geniş bilgi için bk. SIFAT).
Felsefede ayn, kendini varlıkta tutan (mukavvim), mevcudiyetini sürdürebilmek için bir konuya (mahal) muhtaç olmayan varlık anlamında kullanılmıştır. İslâm filozoflarına göre aynların mahiyeti yaratılmış değildir, sadece Allah tarafından sudûr veya feyz yoluyla mevcut kılınmış olup bu mânadaki yaratmanın bir başlangıcı yoktur. Farklı cisimlerin oluşması bu cisimleri meydana getiren aynların farklı şekillere (sûret-i nev‘iyye) sahip olmalarındandır. Onlara göre a‘yân ve a‘râz nazariyesi Allah’ın zâtı ve sıfatlarını içine alır.
Ayn, felsefede zihnî (mücerred) varlığın mukabili olarak “duyularla idrak edilen hâricî (müşahhas) varlık” mânasında da kullanılır. Meselâ insan, ağaç, taş aynî; iyilik, kötülük, adalet ve zulüm zihnî varlıklardır. Aynî varlık duyularla idrak edildiği veya başlı başına varlığını sürdürebildiği için bu adı almıştır. Ayn bir de gayrın zıddı mânasında kullanılır ki bununla varlığın kendisi kastedilir (aynların mahiyeti ve özelliklerine dair geniş bilgi için bk. CEVHER; CİSİM).
BİBLİYOGRAFYA
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ʿayn” md.
Lisânü’l-ʿArab, “ʿayn” md.
et-Taʿrîfât, “aʿyân” md.
Tehânevî, Keşşâf, “ʿayn” md.
Wensinck, el-Muʿcem, “ʿayn” md.
M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ʿayn” md.
İbrâhim Medkûr, el-Muʿcemü’l-felsefî, “ʿayn” md.
Cemîl Salîbâ, el-Muʿcemü’l-felsefî, “ʿayn” md.
Muhammed b. Ahmed el-Hârizmî, Mefâtîḥu’l-ʿulûm, Kahire 1342, s. 86.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 11-12.
İbn Fûrek, Müşkilü’l-ḥadîs̱ (nşr. Abdülmu‘tî Emîn Kal‘acî), Halep 1402/1982, s. 99-101.
Kādî Abdülcebbâr, Şerḥu’l-Uṣûli’l-ḫamse, s. 114.
Bağdâdî, Uṣûlü’d-dîn, s. 52-54.
Sâbûnî, el-Bidâye, s. 19-20.
İbnü’l-Cevzî, Nüzhetü’l-aʿyün, s. 443-444.
Teftâzânî, Şerḥu’l-ʿAḳāʾid, s. 14-15.
Şa‘rânî, el-Yevâḳīt ve’l-cevâhir, Kahire 1378/1959, I, 37.
Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât, Bulak 1281, s. 258.
Elmalılı, Hak Dini, IV, 2969.
İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, s. 237.
a.mlf., “Âlem”, “Ârâz”, “A‘yân”, İTA, I, 262, 471, 650.
T. J. de Boer, “Ayn”, İA, II, 68-69.
Van Den Bergh, “ʿAyn”, EI2 (İng.), I, 784-785.
https://islamansiklopedisi.org.tr/ayn#2-tasavvuf
TASAVVUF. Bütün varlıkların kendisinden zuhur ettiği Allah’ın zâtı; her şeyi Allah’ta ve Allah’tan görme hali.
Ayn “kendisinden eşyanın zuhur ettiği şeyin zâtı yani Allah, Allah’ın tecellilerini temaşa, her şeyi Allah’ta ve Allah’tan görme hali, eşyanın varlık sahnesine çıkmadan önce Allah’ın ilmindeki sûretleri” (bk. A‘YÂN-ı SÂBİTE) gibi çeşitli mânalara gelir. Ayrıca bazı kelimelerle birlikte kullanıldığında başlıcalarına aşağıda işaret edilen türlü anlamlar ifade eder.
Ayne’l-yakīn, kesinlik derecesi ilme’l-yakīn ile hakka’l-yakīn arasında bulunan bilgi türü olup görme veya daha geniş anlamda gözlem ve deneyle ulaşılan bilgileri ifade eder. Bir kimsenin görmediği şey hakkında nakil ve rivayet yoluyla sahip olduğu bilgiye ilim, o şeyi görerek ulaştığı bilgiye de ayn denir. İşitmekle elde edilen bilgi görmekle tam ve mükemmel hale gelir. Bu durumda ilim başlangıç, ayn son hal olarak kabul edilir. Bazı mutasavvıflar ilmin ayna varmak için vasıta olduğunu, işitilen şey görülünce ilmin yerini aynın alacağını belirtmişlerdir. Hücvîrî’ye göre ise ilim ile ayn arasında tam bir uygunluk bulunduğundan ayn ilmi ortadan kaldırmaz, aksine onu pekiştirir ve sağlamlaştırır (Keşfü’l-maḥcûb, s. 497). Ayne’l-yakīnin üstünde bulunan hakka’l-yakīn ise bir yaşama ve tatma halidir. Mutasavvıflar dille anlatılarak ve kulakla duyularak öğrenilen dinî bilgilere ilim ve şeriat, bu bilgilerin derunî tecrübe ve yaşama yoluyla öğrenilmesine ayn ve hakikat adını verirler. Kuşeyrî’nin belirttiğine göre sûfîlerin ıstılahında ilme’l-yakīn kesin delille elde edilen bilgidir; ayne’l-yakīn doğruluğu açıkça anlaşılan, hakka’l-yakīn ise doğruluk niteliği apaçık ortada olan bilgidir. Ona göre akıl erbabının ilmine ilme’l-yakīn, âlimlerin bilgisine ayne’l-yakīn, mârifet ehlinin bilgisine de hakka’l-yakīn denir (er-Risâle, I, 244). Kuşeyrî bunlardan ilme’l-yakīni, delillerin tevâtür derecesine ulaşmasıyla kazanılan ve yakīnî bilginin başlangıcı sayılan muhâdara, ayne’l-yakīni mükâşefe, hakka’l-yakīni de müşâhede halleriyle ilgili görür (er-Risâle, I, 226, 244). Hücvîrî de bu halleri mücâhede, üns ve müşâhede şeklinde sıralamıştır. Bunlardan ilki âlimlerin, ikincisi âriflerin, üçüncüsü de âşıkların halidir (Keşfü’l-maḥcûb, s. 497). İlmi şeriattan, aynı hakikatten yani tasavvuftan ibaret gören Herevî’ye göre “aynsız ilim hezeyan, ilimsiz ayn bühtandır” (Ṭabaḳāt, s. 215, 511). Böylece Herevî şeriatla tasavvuf arasında kopmaz bir bağ bulunduğunu kabul etmiştir.
Aynü’t-tevhîd, bütün fiillerin fâili olarak Allah’ı görmektir. Ayn-i tevhîd ilm-i tevhîdin üstünde bir mertebedir. Zira ilm-i tevhîd dinleme ve anlamaya, ayn-i tevhîd temaşa ve bundan hasıl olan zevke dayanır. Bu mertebede Hak’tan başka hiçbir şey görülmez, mâsivâya iltifat ve itibar edilmez. “Allah bes gayri heves” şeklinde ifade edilen bu mertebede her şey Hak’tan görülür. Sûfîler helâlliği şüpheli olduğu için ilim halinde iken emîr ve sultanlardan hediye kabul etmezler, fakat ayn halinde iken kabul ederler. Zira ayn halinde iken hediyeyi veren olarak emîr ve sultanları değil sadece Allah’ı görürler.
Aynü’l-cem‘ (ayn-ı cem‘), kulun insanî benliğini bırakıp kendisinde Allah’ın benliğini bulmasıdır. Buna aynullah da denir. Sûfîler dinî mükellefiyetleri düşürmemesi şartıyla böyle bir makama ulaşmanın mümkün olduğunu kabul eder ve yanlış anlaşılmaya müsait bu noktada zındıklığa düşmüş kimselerin bulunduğuna da dikkati çekerek Hulûliyye’nin burada yolunu şaşırdığını ifade ederler. Aynü’l-cem‘ “enelhak ve sübhânî denilen haldir” diye de tarif edilir. Hallâc’ın “enelhak” sözünü aynü’l-cem‘ halinde iken söylediği kabul edilir. Cüneyd-i Bağdâdî kendisine Bâyezîd-i Bistâmî’nin menkıbe ve halleri anlatılınca onun aynü’l-cem‘ mertebesine ulaşmış olduğuna hükmetmişti. Aynü’l-cem‘ tevhidin isimlerinden olup onun mahiyetini ancak ehli bilir. Cuma gününün aynü’l-cem‘ ve vüsûl vakti olduğu kabul edilir (Kâşânî, s. 134).
Aynü’l-fenâ, “fenâdan fenâ, fenâda fenâ” ve “fenâ ender fenâ” denilen haldir. Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî bu hali, “Sâlikin hiçbir şeye ve hiçbir şeyin de ona sahip olmamasıdır” şeklinde tarif etmiştir (bk. Serrâc, s. 549). Tasavvufta fakrın asıl anlamı budur.
Aynü’l-mahabbet, Cüneyd’in, “Allah insanların nesini seviyorsa onu sevmek, nesini sevmiyorsa ondan hoşlanmamaktır” şeklinde tarif ettiği (Sülemî, s. 163) bu mertebe, insanın Allah tarafından sevilen yönünün sâlik tarafından da sevilmesi, sâlikin insanlara ilâhî bir sevgiyle muhabbet duyma mertebesidir. Ayn-i dostî de denilen hâlis sevgi budur.
Aynü’ş-şey, “şeyin kendisi ve özü” mânasına gelen bu deyim ile Allah Teâlâ kastedilir.
Aynullah, aynü’l-âlem, insan-ı kâmile verilen isimlerden biridir. İnsan-ı kâmile bu ismin verilmesinin sebebi, Allah’ın âleme onun nazarıyla bakarak varlık bahşetmiş olmasıdır. “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” sözü bunu ifade eder. Sâlik Hakk’a Hakk’ın zâtı itibariyle bakınca görür ki Hak, zâtı ile zâtı için tek kalmıştır ve bu durumda artık âlem mevcut değildir. Hak âleme teveccüh edince bu teveccüh sayesinde âlemin aynı zâhir olur ve bu suretle bütün âlemi bu teveccühten dolayı varlık sahnesine çıkmış olarak görür. Allah’ın “basîr” ismini kendisinde tahakkuk ettirip kendi vasfı haline getiren insana, âlemde gördüğü her şeyi bu isimle görmesi sebebiyle aynü’l-âlem denilmiştir. Çünkü Allah bu halde bulunan kimsenin gören gözü, bu mertebeye ulaşan sûfî de aynullah yani Allah’ın gözü olmuştur.
Aynü’l-hayât, içenleri ölümsüzlüğün sırrına erdirdiğine ve ebedîleştirdiğine inanılan sudur. Buna mâü’l-hayevân da denir (bk. ÂB-ı HAYÂT). Bir hadise göre aynü’l-hayâtın menbaı Kur’an’da zikredilen kayanın (bk. el-Kehf 18/63) dibindedir (bk. Buhârî, “Tefsîr”, 18/4). Cennetin giriş kısmında akan ve aynü’l-hayâta benzeyen nehre mâü’l-hayât denir. Tasavvufta aynü’l-hayât Allah’ın “hay” isminin hakikatinden ibaret olup bunu gerçekleştiren ve öz vasfı haline getiren kimse, içenleri ölümsüzlüğün sırrına erdirerek ebedîleştiren aynü’l-hayât suyundan içmiş olur. Artık o Hakk’ın hayat sıfatıyla hayatta olduğu gibi diğer canlılar da onun sayesinde hayat kazanır. Çünkü bu mertebedeki insanın hayatı Hakk’ın hayatıdır. Âb-ı hayât efsanesinin belli başlı unsurları tasavvufta kullanılmıştır. Sühreverdî el-Maktûl, el-Ġurbetü’l-ġarbiyye’de çeşme-i zindegânî denilen aynü’l-hayâtın unsurlarından faydalanmıştır (bk. Ḥikmetü’l-işrâḳ, II, 292; III, 237).
BİBLİYOGRAFYA
et-Taʿrîfât, “ʿayn” md.
Tehânevî, Keşşâf, “ʿayn” md.
Buhârî, “Reḳāʾiḳ”, 38, “Tefsîr”, 18/4.
Müslim, “Îmân”, 79.
Serrâc, el-Lümaʿ, s. 450-549.
Sülemî, Ṭabaḳāt, s. 163.
Kuşeyrî, er-Risâle, I, 226, 244.
Hücvîrî, Keşfü’l-maḥcûb, s. 497.
Herevî, Ṭabaḳāt, s. 215, 314, 511.
Sühreverdî el-Maktûl, Ḥikmetü’l-işrâḳ (Mecmûʿa-i Muṣannefât-i Şeyḫ-i İşrâḳ içinde, nşr. H. Corbin), Tahran 1331 hş., II, 292; III, 237.
Baklî, Şerḥ-i Şaṭḥiyyât, s. 45, 134, 628, 690.
a.mlf., ʿAbherü’l-ʿâşıḳīn (nşr. Muhammed Muîn – H. Corbin), Tahran 1981, s. 58, 136, 146, 184, 229.
Sühreverdî, ʿAvârifü’l-maʿârif, Beyrut 1966, s. 525.
İbnü’l-Arabî, el-Fütûḥât, III, 74, 94, 134.
Kâşânî, Iṣṭılâḥâtü’ṣ-ṣûfiyye, s. 134.