https://islamansiklopedisi.org.tr/cezbe
Sözlükte “çekmek” anlamına gelen cezbe, tasavvufta “Hakk’ın kulu kendine çekmesi ve âniden yüce huzuruna yükseltmesi” demektir. Cezbe, Allah’ın sevdiği kulunun kalbinden perdeyi kaldırıp çalışma ve gayreti olmadan onu yakīn nuru ile birdenbire mânevî makamlara yükseltmesidir. Allah’ın kuluna bir ihsanı olan cezbe, kulda istikamet ve ibadet arzusu doğurarak ona belâ ve musibetlere sabretme gücü kazandırır. Cezbe sırasında kul ruhuyla hakikatin kaynağına ulaşır, Allah’ın dışında her şeyi unutarak kendinden geçer ve kulluğundan habersiz hale gelir; vecd ve istiğrak haline girer. Sûfîler, “Allah dilediğini kendisine çeker” (eş-Şûrâ 42/13) meâlindeki âyeti ve bazı kaynaklarda hadis olarak zikredilen, “Allah’ın kula olan cezbesi, iki cihan halkının amellerine denktir” anlamındaki sözü cezbeye delil sayarlar. Sülemî bu sözün Ebü’l-Kāsım İbrâhim en-Nasrâbâdî’ye (ö. 367/977) ait olduğunu belirtmiştir (Ṭabaḳāt, s. 488).
Hakk’ın kulu kendine çekmesi cezbe, bu cezbeyle kulun Allah’a yönelmesi aşktır. Nitekim mutasavvıflara göre Hz. Peygamber’i öldürmeye giden Hz. Ömer’in, eniştesinin evinde duyduğu Kur’an sesiyle imana gelmesi, aynı şekilde avda iken üç defa ardarda, “Sen bunun için mi yaratıldın?” diye seslenildiğini duyarak sultanlığı bırakan İbrâhim b. Edhem’in tövbe edip tasavvuf yoluna girmesi “Allah tarafına çekilme” (cezbe) sonucunda gerçekleşmiştir. Böyle bir cezbeye tutulanları Allah iç hallerini göstererek nefis ve dünyadan uzaklaştırır, kendisine yaklaştırır. Bu anlamıyla cezbe, peygamberlere ve velilere ait Hak vergisi bir kabiliyettir. Yûnus Emre, “Cezbe-i aşk olmayınca neylesin şeyhim beni” derken buna işaret etmiştir.
Tasavvufta cezbe sülûk ve amel ile bir arada düşünülür, sülûke bağlı olmayan cezbe makbul sayılmaz. Sülûk görmemiş olanlar, cezbeleri güçlü de olsa, vecd halinde bulunduklarından kalp makamını aşıp kalbin sahibine yani Allah’a eremedikleri için irşad ehliyetine sahip olamazlar. Çünkü irşada lâyık olabilmek ancak sülûk yolundan geçmekle mümkündür. Nitekim İmâm-ı Rabbânî cezbeyi, sülûk görmeyenlerin ve sülûkünü tamamlamış bulunanların cezbesi olmak üzere ikiye ayırır. Sülûk görmeyenlerde ruh nefsin etkisinden kurtulamadığı için bunların cezbesi kalbîdir, ruhî değildir. Böyleleri ruhlar âlemini müşahede ettikleri halde Hakk’ı müşahede ettiklerini zannederler. Sülûklerini tamamlayıp ruhları nefislerinin etkisinden kurtulmuş kimselerin cezbesi ise ruhîdir, bunlar Hakk’ı müşahede ederler. Bundan dolayı sülûk görerek kemal mertebesine erenlerde vahdet-i vücûda dair sözlere rastlanmaz. İmâm-ı Rabbânî’nin ifadesine göre cezbe ehli sülûk gördükten sonra vahdet-i vücûda dair daha önce kendilerinden sâdır olan sözlerden tövbe etmişlerdir.
Sohbet, zikir ve semâ meclislerinde kalbinde meydana gelen vâridâta (bk. VÂRİD) dayanamayarak kendinden geçen, gayri ihtiyarî sıçrayıp nâra atan kimselerin davranışlarına da cezbe adı verilmektedir. Türkçe’deki “cezbelenmek, cezbeye gelmek” gibi deyimler bu tür cezbe için kullanılır. Buna karşılık ilk tasavvufî kaynaklarda bu cezbeye vecd adı verilir ve zikir, semâ gibi konularla birlikte anlatılır. Asıl cezbe ile vecdin dışa yansıması anlamındaki cezbe bazı bakımlardan farklılık arzeder. İlk sûfîlerden itibaren mutasavvıfların bir kısmı bu son anlamdaki cezbeyi ve bundan kaynaklanan taşkın hareketleri muteber saymamışlardır. Nitekim ilk kaynaklarda vecd bahsi münasebetiyle Cüneyd-i Bağdâdî ile ilgili olarak anlatılan bir menkıbe bunu teyit etmektedir. Cüneyd, sohbet esnasında cezbeye gelerek nâra atan bir genci, “Böyle yapacaksan bir daha benim meclisime gelme” diyerek uyarmış, bunun üzerine genç titrediği ve damarları şişip gerildiği halde cezbesine hâkim olmaya çalışmıştır; ancak sonunda cezbesi dayanılmaz bir hal almış, kendine hâkim olamayarak bir nâra atmış ve ruhunu teslim etmiştir.
Melâmet fikrini benimseyen ilk sûfîlerle Cüneyd ve İmâm-ı Rabbânî gibi bazı mutasavvıflar bu tür cezbeyi önemsemedikleri halde Bayramî Melâmîleri, özellikle Hamzavîler buna büyük değer verir ve sülûkün esası sayarlar. Diğer tarikatlar cezbeyi benimsemekle birlikte bu tür hal ve hareketlerin riyaya sebebiyet vermemesi için gizli tutulmasını isterler. Nitekim Mevlevîler bu gibilere, “Kanını içine akıt”, Rifâîler ise, “Yan fakat tütme” uyarısında bulunurlar. Tasavvuf tarihinde bu iki anlayışın temsilcileri her devirde bulunmuştur.
BİBLİYOGRAFYA
Serrâc, el-Lümaʿ, s. 381-384, 445.
Kelâbâzî, et-Taʿarruf, s. 167-168.
Ebû Tâlib el-Mekkî, Ḳūtü’l-ḳulûb, Kahire 1381/1961, I, 84-88.
Sülemî, Ṭabaḳāt, s. 188, 488.
Kuşeyrî, er-Risâle, II, 648, 746-748.
Gazzâlî, İḥyâʾ, II, 291-301.
Baklî, Şerḥ-i Şaṭḥiyyât, s. 621.
a.mlf., Meşrebü’l-ervâḥ, s. 113.
Sühreverdî, ʿAvârifü’l-maʿârif, Kahire 1973, s. 50, 117.
Necmeddîn-i Dâye, Mirṣâdü’l-ʿibâd (nşr. M. Emîn Kiyah), Tahran 1365 hş., s. 225, 345, 372.
Azîz Nesefî, İnsân-ı Kâmil (nşr. Marijan Molé), Tahran 1403/1983, s. 102.
a.mlf., Zübdetü’l-hakāyık (trc. Ayıntâbî Hâfız Mehmed Efendi), İstanbul 1291, s. 98-99.
Kâşânî, Iṣṭılâḥâtü’ṣ-ṣûfiyye, s. 39.
Lisânüddin, Ravżatü’t-taʿrîf (nşr. Abdülkādir Ahmed Atâ), Kahire 1968, s. 147.
Câmî, Nefeḥât, s. 386, 479.
İmâm-ı Rabbânî, el-Mektûbât, İstanbul 1976, I, 315-320.
Sarı Abdullah Efendi, Semerâtü’l-fuâd, İstanbul 1288, s. 36-49.
Muhammed b. Abdullah el-Hânî, el-Behcetü’s-seniyye, Kahire 1303, s. 4, 7-8.
Abdülbâki Gölpınarlı, Tasavvuftan Dilimize Geçen Atasözleri ve Deyimler, İstanbul 1977, s. 71.
Schimmel, Mystical Dimensions of Islam, s. 105.