https://islamansiklopedisi.org.tr/hafiye
Arapça hafâ (gizli olma, gizlilik) kökünden türemiş bir isim olup daha çok başkaları hakkında araştırma yapan ve bilgi toplayan gizli ajan, sivil polis ve dedektif gibi görevlileri ifade eder. Osmanlı padişahları, halkın şikâyet ve düşüncelerini öğrenmek için değişik kişi ve kuruluşlardan bilgi alırlardı. Bizzat görevlendirdikleri bu kişilerden aldıkları haberlerin yanı sıra kendileri de zaman zaman değişik kıyafetlerle halk arasında dolaşarak bilgi toplarlardı. Bu sırada kendilerine “tebdil hasekileri” refakat ederdi. Bostancı Ocağı içinde mevcut hasekilerden seçilen ve on iki kişi kadar olan tebdil hasekileri şehir içinde dolaşarak elde ettikleri mâlûmatı padişaha aktarırlardı. Ayrıca gerektiği zamanlarda gizli emirle taşraya da gönderilirlerdi. Aynı şekilde Enderun ağaları da değişik kıyafetlerle halk içinde dolaşarak topladıkları bilgileri saraya bildirirlerdi. Yeniçeri ve Bostancı ocaklarının kaldırılmasından sonra bu görevi Mâbeyn-i Hümâyun mensupları yapmaya başladılar. Ayrıca ülkenin her tarafına yayılmış tekke şeyhlerinden ve dervişlerinden de faydalanılıyordu. II. Mahmud bunlara gezginci dervişlerini de ekledi. Abdülmecid ve Abdülaziz dönemlerinde bazı kişiler bilgi toplamak için saray tarafından görevlendirildi. Hafiye denilen bu istihbaratçıların sayıları giderek arttı ve en yaygın şekline II. Abdülhamid döneminde ulaştı. Bunda II. Abdülhamid devrinde yaşanan iç ve dış olayların rolü büyüktür.
Daha önceki iki padişahın hal‘ine ve birinin ölümüne şahit olan II. Abdülhamid kendisinin de tahttan indirileceği endişesini taşıyordu. Mason teşkilâtlarının, Çırağan Sarayı’nda göz hapsinde tutulan V. Murad’ı tekrar tahta çıkarmak için giriştikleri birkaç teşebbüs (bk. ÇIRAĞAN VAK‘ASI) padişahın bu endişesini bir fikr-i sâbit haline getirdi ve esasen mizacında bulunan şüpheciliğini arttırdı. Avrupa devletlerinin Osmanlı devlet adamlarını çeşitli şekillerde elde ederek politikalarını bu yolla yürütmeleri de onu birtakım tedbirler almaya sevketti. Bâbıâli’ye güvenmeyen II. Abdülhamid yavaş yavaş devlet idaresini Yıldız Sarayı’nda topladı ve yönetimde katı bir merkeziyetçiliği benimsedi. Bu durumda ülke çapında kurulan gizli ayrılıkçı örgütlerin denetlenmesi ve bunların kışkırtmaları neticesinde ortaya çıkan çeşitli olayların bastırılabilmesi ancak geniş ve güçlü bir haber alma sistemiyle mümkün olabilirdi. Bu sistem II. Abdülhamid’in sarayda oluşturduğu merkezî idarenin tabii bir sonucudur. Böylece padişah, ülkenin muhtelif yerlerinden saraya gönderilen bilgiler sayesinde olup biten her şeyden haberdar olma imkânına kavuştu.
Hafiyeler, belli bir teşkilâtın elemanları olmaktan ziyade çeşitli beklentilerle harekete geçen gönüllülerden ibaretti. Yaptıkları işten dolayı padişah tarafından çeşitli ihsanlarla taltif edilirlerdi. Bu dönemde başta Mâbeyn-i Hümâyun mensupları, sadrazamlar, nâzırlar ve hânedan mensupları olmak üzere hemen hemen herkes hafiyelik yapmaktaydı. Vilâyetlerde valiler ve pek çok memur, yabancı ülkelerdeki elçiler ve elçilik memurları bu görevi ifa ediyordu. Bunların her birinin Mâbeyn-i Hümâyun başkâtipliğinde şifreleri mevcuttu ve her türlü bilgiyi doğrudan doğruya saraya bildiriyorlardı. Yabancı elçilik mensupları ve Osmanlı tebaası gayri müslimler de hafiyelik işinde kullanılıyordu. Nâzır ve kumandanların konaklarında, ayrıca yabancı sefâretlerde çalışanlardan da faydalanılıyordu. “Jurnal” adı altında saraya mâruzatta bulunmak bir ara öyle bir hal aldı ki jurnal sunmayan devlet memurları haklarında kuşku duyulmasından korkmaya başladılar. Jurnalciliği teşvik eden hususların başında, istihbarat şebekesinin çökeceği endişesiyle yalan jurnal verenlerin cezasız bırakılması geliyordu. Ayrıca jurnal verenlerin yeni rütbe ve görevlerle ödüllendirilmesi de jurnalciliği teşvik ediyordu. Bundan dolayı hafiyeler her gün gerçek veya düzmece jurnaller vermekten çekinmiyorlardı. Bilhassa siyasî olayların arttığı zamanlarda verilen jurnallerin sayısı günde birkaç bini buluyordu. II. Abdülhamid, kendisine gelen jurnalleri bir mâbeyinciye veya kâtibine okutur, doğruluğuna kani olduktan sonra gereğinin yapılması için ilgili daireye gönderirdi. Padişah sadrazamlardan, şeyhülislâmlardan, nâzırlardan ve önemli mevkilerde bulunan diğer devlet adamlarından gelen jurnalleri bizzat açardı. Bütün jurnallerin padişah tarafından açılıp okunduğu iddiası ise doğru değildir. Nitekim II. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra dairesinde sandıklar içinde hiç açılmamış binlerce jurnal bulunmuştur (Tahsin Paşa, s. 26).
II. Abdülhamid’in uzun yıllar Mâbeyn-i Hümâyun başkâtipliğini yapan Tahsin Paşa’ya göre devlet işlerinin Yıldız Sarayı’nda toplanması ve ülke çapında hafiyeliğin yayılması Küçük Said Paşa’nın tesiriyle olmuştur. Said Paşa ilk sadrazamlığı sırasında bir hafiye teşkilâtı tâlimatnâmesi bile hazırlamıştı (a.g.e., s. 27). II. Abdülhamid’in, eniştesi Mahmud Celâleddin Paşa’nın kurduğu özel istihbarat teşkilâtını kendi üzerine aldığı da kaydedilmektedir (Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri, s. 81-83). İstihbarat teşkilâtının önemi üzerinde duran padişah bunda aşırılığa gidilmemesi gerektiğini, eğer bu konuda gayretkeşlik gösteriliyorsa bunun kabahatinin Tahsin Paşa gibi Mâbeyn-i Hümâyun başkâtiplerinde olduğunu belirtir. Bu arada olup biten her şeyin öğrenilmesi ve gerekli tedbirlerin alınması için kurulan hafiyeliğin aslında kötü bir şey olmadığını savunur (Sultan Abdülhamid, s. 102-103). II. Abdülhamid’e göre jurnalcilik ayıp ve kötü bir şey olmakla birlikte döneminde bundan vazgeçmek de mümkün değildi; zira dünyanın hiçbir yerinde entrika Osmanlı topraklarındaki kadar feci boyutlara ulaşmamıştı. Kendisine iki defa suikast tertiplendiğini belirten padişah, göze girmek için mübalağalı jurnaller yazan gayretkeşleri diğerlerinden ayırabildiğini de kaydetmektedir (a.g.e., s. 212-213).
Hafiyelerin belli büroları ve merkezleri yoktu. Görünüşte Zaptiye Nezâreti’ne bağlı olmakla birlikte jurnallerini Mâbeyn-i Hümâyun başkâtipliğine gönderdikleri için emirleri de buradan alırlardı. Mâbeyn-i Hümâyun başkâtipleri ve bazı ünlü hafiyeler “serhafiyye-i şehriyârî” olarak nitelendirilirdi. Dört gruba ayrılan hafiyelerden “tabaka-i bâlâ” denilen birinci gruptakiler daha çok saray erkânındandı. Bunlar jurnallerini doğrudan padişaha arzederlerdi. İkinci gruptakiler bu iş için merkezde, taşrada veya dış ülkelerde görevlendirilmiş kimselerdi. Üçüncü grup hafiyeler birinci ve ikinci gruptakilerin maiyetinde çalışırdı. Baş hafiyelerine göre bunlara “Tahsin Paşa avanesi”, “Fehim Paşa avanesi” gibi adlar verilirdi. Dördüncü gruptakiler ise genellikle kamu görevlileriydi.
II. Meşrutiyet’in ilânından sonra ünlü serhafiyelerin bir kısmı yurt dışına kaçmaya çalışırken yakalandı. Bunların bazıları idam edildi, bazıları da halk tarafından linç edildi. Kānûn-ı Esâsî’nin yeniden yürürlüğe konulması, genel af çıkarılması ve mebus seçimlerine karar verilmesi üzerine asayiş düzeldi, çeteler silâhlarını teslim ettiler. Rumeli’deki İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin hükümete gönderdiği telgrafta Rumeli’de askerlerle halk arasında birlik ve beraberliğin geliştiği, milletle devlet arasını bozan tek şeyin hafiyelik olduğu kaydedilmekteydi. Bu telgrafta ayrıca her ülkede gizli emniyet teşkilâtlarının bulunduğu, ancak bunların kişilerin namus ve haysiyetlerine dokunacak davranışlardan kaçındıkları vurgulanıyordu. Osmanlı Devleti’nde meşrû emniyet güçlerine yardımcı olacak memurların kullanılması uygun görülmekle birlikte kanunen yetkisi bulunmayan dairelere ve kişilere böyle bir görev verilmemek üzere hafiyeliğin kaldırıldığının resmen ilân edilmesi isteniyordu. Konu Meclis-i Vükelâ’da görüşülerek kabul edildi ve padişaha sunuldu. II. Abdülhamid’in de kararı aynen kabul etmesi üzerine 31 Temmuz 1908’de irade çıktı (Düstur, İkinci tertip, I, 9-10). II. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra (27 Nisan 1909) Yıldız Sarayı’nda bulunan yüz binlerce jurnal büyük bir sıkıntıya yol açtı. Basında ve mecliste yapılan tartışmalarda bazı kişiler jurnallerin aynen yayımlanmasını savunurken bunun kötü neticeler doğurmasından endişe edenler de vardı. Sonuçta Yıldız’dan Harbiye Nezâreti’ne getirilen jurnallerin bir heyet tarafından incelenmesi kararlaştırıldı. Heyet, o sırada devlet yönetiminde bulunan önemli kişilerin birbirleri aleyhine jurnalcilik yaptığını tesbit edince jurnallerin imhasına karar verilerek büyük bir kısmı yakıldı, çok azı devlet arşivine gönderildi. Bu arada bazı jurnaller heyet üyelerinin eline geçti. Faiz Demiroğlu’nun Abdülhamid’e Verilen Jurnaller (50 Yıldır Neşredilmeyen Vesikalar) (İstanbul 1955) ve Âsaf Tugay’ın İbret: Abdülhamid’e Verilen Jurnaller ve Jurnalciler (I-II, İstanbul 1961-1962) adıyla yayımladıkları kitaplar bu jurnallerden oluşmaktadır. Mehmet Zeki Pakalın’ın eline geçen 1307-1309 (1890-1892) tarihlerine ait jurnaller ise Âtıf Efendi Kütüphanesi’nde bulunmaktadır (Pakalın Yazmaları, nr. 18).
BİBLİYOGRAFYA
BA, İrade-Hususi, nr. 1603-97 (1312).
Düstur, İkinci tertip, İstanbul 1326-27, I, 9-10.
Sultan Abdülhamid, Siyasî Hatıratım, İstanbul 1984, s. 102-103, 212-213.
Sultan Abdülhamid’in Hatıra Defteri (haz. İsmet Bozdağ), İstanbul 1992, s. 81 vd.
Ali Cevat, İkinci Meşrutiyetin İlânı ve Otuzbir Mart Hâdisesi (haz. Faik Reşit Unat), Ankara 1985, s. 161.
Tahsin Paşa, Abdülhamit: Yıldız Hatıraları, İstanbul 1931, s. 26-27, 30-32, 61-62, 67, 75-76.
“Bir Devlet Adamının” Mehmet Tevfik Bey’in (Biren) II. Abdülhamid, Meşrutiyet ve Mütareke Devri Hatıraları (haz. Fatma Rezan Hürmen), İstanbul 1993, I, 21-22, 415 vd.
Faiz Demiroğlu, Abdülhamid’e Verilen Jurnaller (50 Yıldır Neşredilmeyen Vesikalar), İstanbul 1955, tür.yer.
Âsaf Tugay, İbret: Abdülhamid’e Verilen Jurnaller ve Jurnalciler, İstanbul 1961, I, 37.
Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Ordu ve Politika, İstanbul 1967, s. 72-75.
İsmail Hami Danişmend, Sadrıâzam Tevfik Paşa’nın Dosyasındaki Resmî ve Husûsî Vesikalara Göre 31 Mart Vak’ası, İstanbul 1974, s. 185.
Orhan Koloğlu, Abdülhamit Gerçeği, İstanbul 1987, s. 338 vd.
Hüseyin Kılıç, “Hafiyeliğin İlgası Hakkında İrâde-i Seniye”, TT, IV (1985), s. 13-14.
“Hafiyelik”, TA, XVIII, 313-314.
R. Ekrem Koçu, “Abdülhamid II Devrinde Hafiye Teşkilâtı ve Hafiyelik”, İst.A, I, 110-115.
Necdet Sakaoğlu, “Hafiyelik”, DBİst.A, III, 493-494.