https://islamansiklopedisi.org.tr/havale--maliye
İslâm maliyesinde hem ödeme emri hem de ödenen belirli miktar için kullanılmış olup kelimeye Abbâsîler döneminde yerleşmiş bir terim olarak rastlanır. Abbâsîler’de bir ödeme emri belgesi olarak havâle, resmî ve hususî maliyede paranın naklinde karşı karşıya kalınabilecek çeşitli tehlikelerden ve gecikmelerden korunmak amacıyla çok yaygın olarak kullanılmıştır.
İslâm malî teşkilâtında bu nevi düzenlemeler “süftece” veya “sak” adıyla biliniyordu. Meselâ Ahvaz, Fars ve İsfahan âmilleri topladıkları vergi gelirlerini merkezî hükümete süftece ile gönderirlerdi. Süftecenin nakde çevrilmesi ve havâle ile ilgili bütün meselelerde “câhbac” adlı görevli en önemli rolü oynardı.
Havâle Selçuklu maliyesinde de çok yaygın olarak kullanılmıştır. Bazan devlet gelirlerinin köylülerden (kır kesiminden) doğrudan doğruya toplandığı görülmekteyse de bunu havâle olarak değerlendirmemek gerekir. İlhanlı ve İlhanlı sonrası döneminde İran’da havâlenin türünü ve özelliklerini gösteren birçok bilgiye rastlanmaktadır (Reşîdüddin Fazlullah, II, 1024-1040, 1068-1075; Şems-i Münşî, s. 294-302). İlhanlı maliye kayıtlarında “havâle” ve “havâlât” gibi terimler geçmekte, bunların “mâl-i mukātaa”dan yapılan ödemeleri ifade ettiği anlaşılmaktadır. Bu nevi tahsisler merkezî divanın “defter-i tahvîlât” veya “defter-i câmiu’l-hisâb” adlı aylık ve yıllık muhasebe defterlerine “mukarreriyye” veya “ıtlâkıyye” adıyla kaydedilmiştir. Mukarreriyye, Dîvân-ı A‘lâ’dan hükümdarın emriyle her yıl kadılara, şeyhlere, seyyidlere, öğrencilere, maliye memurlarına, yamcılara (menzil memurlarına) veya amme hizmeti görenlere yapılan muayyen ödemeleri ifade etmektedir. Itlâkıyye ise saray mensupları ve görevlileriyle askerî görevlilere yapılan ödemelere denilmektedir. Bu temel fark, şüphesiz İlhanlı Devleti’ndeki sivil ve askerî idarenin birbirinden ayrı oluşuyla ilgilidir. Taşradaki âmillere yapılan bütün bu tahsisler berat, yaftaca veya havâle ile yapılırdı (Abdullah b. Muhammed el-Mâzenderânî, s. 162-165). Devlet hazinesine para toplamak için gelen görevliler bu dönemde “ilçi” adıyla anılırdı. Mukātaa malını teslim süreleri bittiğinde âmiller bu berat ve yaftacaları kontrol için sâhibdîvâna verir ve neticeyi gösteren bir hüccet alırdı (a.g.e., s. 65).
Mukātaa ve havâle İlhanlı maliyesinin temel uygulamalarıydı. Fakat yaygın suistimaller Gāzân Han’ı bir dizi reform yapmaya sevketti. Selefi Geyhatu’nun saltanatında çiftliklerden elde edilen gelirler eyaletlerde gereksiz yere harcandı; bu sebeple tahsis ve tayinler önemli bir kazanç getirmiyordu (Reşîdüddin Fazlullah, II, 1083). Bu şartlarda hakkını alamayan askerî zümre köylüden doğrudan usulsüz vergi alma yoluna gitti; ancak bu durum köylülerin huzursuz olup topraklarını terketmelerine sebep oldu. Gāzân Han, önce her bölgenin gelir kaynaklarını belirlemek için bir umumi tahrir yaptırdı. Ardından vergi toplama usullerinde yeni bir sistem kurdu. Bu sisteme göre gelirler doğrudan devlet memurları tarafından toplanacak ve askerî zümreye devlet hazinesinden nakit ödeme yapılacaktı. Ayrıca devlet arazileri de askerî zümreye iktâ olarak dağıtılacaktı. Devletin mukātaa ve havâle usulü yerine doğrudan doğruya gelirleri toplayıp ödeme yapma sisteminin tam olarak uygulaması bir Ortaçağ devleti için pek mümkün değildi. O dönemin şartlarında bu iş için gerekli teşkilâtı kurmak, geliri nakletmek, saklamak ve aynî olarak toplanan vergileri nakde çevirmek çok zor ve masraflıydı. Bununla birlikte Gāzân Han’ın, sadece devlet gelirlerinin köylerde oturan askerî personele iktâ olarak tahsis edilmesi tarzındaki reformunun az da olsa başarı şansı vardı. Reformların kalıcı tesiri olmadığı, Şems-i Münşî’nin mukātaa ve havâle konusundaki malî yolsuzluklardan şikâyetinden anlaşılmaktadır (Destûrü’l-kâtib, s. 297-298). Şems-i Münşî’ye göre eyaletlerde tahsisler damgalar şeklinde yapıldı (bk. DAMGA). Daha sonra Hoca Gıyâseddin ve Mevlânâ Şemseddin, gelirlerin divan muhassılları tarafından toplanması ve istihkakların (aylık ücret) yine hazineden ödenmesi prensibini benimsediler. Fakat bu reformlar da kalıcı olmadı. Mukātaa ve havâlenin İran’da daha sonraki tarihi ve tatbikatı için Teẕkiretü’l-mülûk adlı eserde bilgi bulunmaktadır (s. 79).
Mukātaa ve havâle diğer İslâm devletlerinde olduğu gibi Osmanlı malî sisteminin de temeliydi. Osmanlı Arşivi’nde bulunan zengin malzeme, bilhassa mukātaa defterleri ve Maliye ahkâm defterleri sistemin teşkilini, ayrıntılarını ve önceki dönemlerde anlaşılmayan kısımlarını aydınlatmaya imkân sağlamaktadır. Mukātaa ile işletilen ve üzerine havâlenin yapıldığı ana gelir kaynağı defterdarın idaresi altında bulunan havâss-ı hümâyun idi (bk. HAS). Genellikle ödemeler gelirin toplandığı yerde vergi toplayıcısının tesbitiyle yapılırdı. Nakit paranın naklindeki zorluk ve özellikle şehirlerde ticarî muamelelerin vergilendirilmesinden oluşan gelirin gayet yavaş birikmesi gibi sebeplerle bu sistem pratik bir uygulama olarak tercih edildi. Devlete ait mukātaa defterlerindeki kayıtlar sayesinde bu işlerden sorumlu olan defterdar, uzak eyaletlere ait gelirlerin idaresi üzerinde sıkı bir kontrol kurmuştu. Aynî olarak ödenebilen âşârın da dahil olduğu diğer bir grup gelirler askerî zümreye timar olarak tahsis edildi. Timar sahibi bu gelirleri doğrudan doğruya toplardı. Ancak Gāzân Han’ın reformlarında olduğu gibi bu tarz bir timar ve zeâmet verme aslında havâle sisteminden uzaklaşma idi. Bu kategorideki gelirler artık havâle muâmelâtına tâbi değildi. Osmanlı sisteminde bunlar nişancının idaresi altında müstakil bir ünite teşkil etmiştir.
Bir mukātaayı genellikle üç yıllık bir süre için üstlenen âmil hükümetin tahsisine göre ödemelerini yapmaktaydı. Ödemeler nakit olarak daima eminin, kadının ve hükümet temsilcisinin mâlûmatı dahilinde yapılır ve defterlere kaydedilirdi. Kadı âmile bir hüccet verir, burada mukātaanın ismi, miktarı, hangi tarihte kime verildiği belirtilirdi. Bunun bir sûreti kadı siciline işlenirdi. Diğer taraftan eğer ödeme yapılmayacak olursa bunun sebeplerini açıklayan bir mektup havâlenin hâmiline verilirdi. Kadı sicilleri havâle muâmelâtı için en değerli kaynaklardır. Havâle emirnâmesi padişahın bir hükmü olup kime hangi kaynaktan ne kadar ödeneceğini belirtirdi. Havâle emirnâmeleri üç tiptir. 1. Taşrada askerî hizmetlerde bulunan görevlilerin sâlyâne, ulûfe ve mevâcibleri için yapılacak ödemelerle ilgili emirler. 2. Saray için veya vilâyetin amme hizmetleriyle ilgili olarak yapılacak mübâyaaları karşılamak üzere eminlerin uhdesine verilmiş olan havâleler. 3. Hazîne-i âmire için hükümet temsilcisine teslim edilen miktarın bildirildiği emirnâmeler.
Bir bölgedeki çeşitli mukātaalar, özellikle mültezim denilen talep sahiplerine tahsis edilmeye hazır durumdaydı ve onların talepleri düzenli olarak hep aynı kaynaktan sağlanırdı. Bu sebepledir ki merkezî maliye teşkilâtı Anadolu mukātaası, maden mukātaası, büyük kale mukātaası gibi talepler doğrultusunda birtakım dairelere ayrılırdı. XVII. yüzyıldan itibaren mukātaa gelirleri belli başlı şehirlerdeki sarrafların gayretleriyle poliçe şeklinde hazîne-i âmireye nakledilmeye başlandı. Daha sonraki devirlerde havâle kullanımı sürdürüldüyse de 1839’da Tanzimat’ın ilânıyla mukātaa uygulamaları kaldırıldığı için önemini kaybetti. Tanzimat maliyede merkezîliği getirdi. Devlet memurları eyaletlere, vergileri doğrudan doğruya toplayabilecek şekilde geniş yetkilerle tayin edildi. Bunların maaşları ve taşradaki ihtiyaçları mahallinde karşılanmış, muhassıllar bunun muhasebesini merkeze göndermişlerdir (İnalcık, TTK Belleten, XXVIII/112, s. 629).
Havâle Osmanlıca’da ayrıca “en üst noktaya yerleştirilmiş kule” anlamına gelir. Havâle kuleleri hisarların yakınında üstün mukavemet sağlamak, ablukaya almak için inşa edilmiştir. Bu metot XIV. yüzyılda Bursa’nın muhasarasında uygulandı. Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’un muhasarasında mukavemetin uzun sürmesi halinde Rumeli Hisarı’nı havâle kulesi olarak düşünmüştü. Osmanlı havâleleri Balkan toponimisinde de iz bıraktı. Belgrad yakınında Fâtih Sultan Mehmed’in inşa ettiği bir havâleye daha sonra mahallî halk tarafından “avala” adı verilmiştir.
Osmanlı bürokrasisinde havale kelimesi, herhangi bir daireye muamele görmek üzere takdim edilen belgenin veya çıkan bir emrin gereğini yerine getirmek için ilgili kaleme gönderilmesi amacıyla evrakın bir köşesine düşülen kayıt ve işaret anlamında da kullanılmaktaydı. Bu kayıt açık bir şekilde, yani “havale” (حواله) olarak yazılabildiği gibi, “hâ” (ح) şeklinde rumuz olarak da kısaltılabilmekteydi. İçeriğine göre bir belge birkaç daireye havale edilebilirdi. Bazan havâle işleminin yapılabilmesi için padişahın iradesi gerekmekteydi (BA, İrade-Dahiliye, nr. 14773).
BİBLİYOGRAFYA
BA, İrade-Dahiliye, nr. 14773.
Reşîdüddin Fazlullah, Câmiʿu’t-tevârîḫ (nşr. Behmen Kerîmî), Tahran 1338 hş., II, 1024-1040, 1031-1034, 1048, 1068-1075, 1083.
Abdullah b. Muhammed el-Mâzenderânî, Risâle-i Felekiyye (nşr. W. Hinz), Wiesbaden 1952, s. 65, 162-165.
Şems-i Münşî, Destûrü’l-kâtib (nşr. Abdülkerim Alioğlu Alizâde), Moskva 1964, s. 294-302.
Teẕkiretü’l-mülûk (nşr. V. Minorsky), London 1943, s. 79.
Ḳānūnnāme-i Sulṭānī ber Mūceb-i ʿÖrf-i ʿOsmānī (nşr. R. Anhegger – Halil İnalcık), Ankara 1956, s. 35.
Ebüssuûd, Fetâvâ, TSMK, III. Ahmed, nr. 786, vr. 251a-252b.
Yahyâ Efendi, Fetâvâ, TSMK, III. Ahmed, nr. 788, vr. 141a-143b.
Mevkūfâtî Mehmed, Mevkūfat: Şerh ve Tercüme-i Mülteka’l-ebhur, İstanbul 1308, II, 56-57.
R. Grasshoff, Die Suftaǵa und Ḥawala der Araber, Göttingen 1899.
F. Løkkegaard, Islamic Taxation in the Classic Period, Copenhagen 1950, s. 63-65.
A. K. S. Lambton, Landlord and Peasant in Persia, Oxford 1953, s. 73.
H. Horst, Die Staatsverwaltung der Grosselğūqen und Ḫōrazmšāhs: 1038-1231, Wiesbaden 1964, s. 74-75.
Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, Ankara 1965, s. 277-278.
Ali Akyıldız, “İradelerin Üzerinde Bulunan Bazı Rumuzlar ve Diplomatik Hususiyetleri (1840-1856)”, Osmanlı-Türk Diplomatiği Semineri: Bildiriler, İstanbul 1995, s. 50-53.
W. J. Fischel, “Jews in the Economic and Political Life of the Medieval Islam”, JRAS, XXII (1937), s. 3-35.
Halil İnalcık, “Tanzimat’ın Uygulanması ve Sosyal Tepkileri”, TTK Belleten, XXVIII/112 (1964), s. 629.
a.mlf., “Ḥawāla”, EI2 (İng.), III, 283-285.