İCÂZET - TDV İslâm Ansiklopedisi

İCÂZET

الإجازة
Müellif: H. YUNUS APAYDIN
İCÂZET
Müellif: H. YUNUS APAYDIN
Web Sitesi: TDV İslâm Ansiklopedisi
Yayımcı: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi
Baskı Tarihi: 2000
Erişim Tarihi: 23.12.2024
Web Adresi:
https://islamansiklopedisi.org.tr/icazet--fikih
H. YUNUS APAYDIN, "İCÂZET", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/icazet--fikih (23.12.2024).
Kopyalama metni

Sözlükte “aşıp geçme, yürürlüğe koyma, uygulama, câiz kılma, onaylama” gibi anlamları bulunan icâzet kelimesi, hadis ilminde ve edebiyatta kazandığı mânalar yanında, devlet başkanının ödül (câize) vermesi veya birinin fetva vermeye veya eğitim öğretime ehil ve yetkili olduğunu ifade etmek gibi terim anlamları kazanmıştır. Fıkıh usulünde icâzet kelimesi “câiz görme”, fıkıh terminolojisinde ise “bir hukukî işlemin işlerlik ve bazı durumlarda bağlayıcılık kazanması için ilgili kişinin onayından geçmesi veya o kişi tarafından uygun görüldüğünün bildirimi” anlamında kullanılır.

Hukukî Mahiyeti. İcâzet, ilgilinin kabul veya reddine bırakılmış bir işlemin fiilen sonuç doğurmasını sağlayan tek taraflı bir iradedir. Her hukukî işlemin temel unsuru hukukî sonuca yönelmiş irade beyanı olduğundan yapılan bir işlemin hukukî varlık kazanması, sahih olması ve işlerlik kazanması, neticede amaçlanan sonuçları doğurması, o hukukî işleme doğrudan veya dolaylı olarak katılan taraf veya tarafların iradelerinin herhangi bir bozukluk ve şâibeden korunması ve tam olarak gerçekleştirilmesine bağlıdır. Hanefî mezhebinde diğerlerinden farklı olarak bir akdin kurulup sonuç doğurabilmesi için hukukî varlık kazanması (in‘ikad), sahih, nâfiz ve bağlayıcı olması şeklinde dört ayrı aşamadan ve bu aşamalara ilişkin ayrı ayrı şartlardan söz edilir. İlk aşamada aranan şartlardaki eksiklik akdin butlânını, ikinci aşamadaki eksiklik akdin fesadını, üçüncü aşamadaki eksiklik akdin hüküm ve sonuçlarının askıda (mevkuf) olmasını ve sonuncu aşamadaki eksiklik akdin bağlayıcı olmaması sonucunu doğurur. İcâzet özellikle mevkuf akidler, kısmen de gayri lâzım akidler için söz konusu olmaktadır. Bâtıl akid hukukî varlık kazanmamış bir akid olduğundan, fâsid akid ise hukukî varlık kazanmış olmakla birlikte hukuk düzenince akdin sıhhati için öngörülen bir şarta muhalefet içerdiğinden icâzet kabul etmez. Birincisinde akdin yeniden inşası dışında bir düzeltme imkânı bulunmazken ikincisinde akdin sahih hale gelmesi öncelikle fesad sebebinin giderilmesine bağlıdır. Mâlikî mezhebi butlân ve fesad merhalelerini bir değerlendirmek suretiyle Hanefîler’den ayrılsa da üçüncü ve dördüncü merhale konusunda onlara oldukça yakındır. İcâzet de esasen ilk iki aşamada değil özellikle üçüncü aşamada ve kısmen de sonuncu aşamada söz konusu olmaktadır. Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde ise askı hali fıkıh tekniği ve sistematiği bakımından kabul edilmemekle beraber ölüm hastasının tasarrufları gibi bazı örnekler açısından onların da Hanefî ve Mâlikîler’e yaklaştıkları görülür.

Akdin nâfiz olması, yani işlerlik kazanıp hüküm ve sonuçlarını doğurması Hanefî mezhebinde iki şarta bağlanmıştır. Bunlardan biri, akdin yapılışında ilgili tarafın hukukî yetkisinin (velâyet) bulunması, diğeri de üçüncü şahısların haklarına ilişmemesidir. Bu şartlardan birinin yokluğu durumunda akid mevkuf olur ve ilgili kişinin onayına kadar hiçbir hüküm doğurmaz. Meselâ velinin onayına bağlı nikâh akdi karı koca ilişkisini helâl kılmaz, kocaya nafaka borcu yüklemez. Klasik literatürde “vakf, tevakkuf, adem-i nefâz” gibi tabirlerle karşılanan bu durumun “askı hali” olarak adlandırılması mümkündür. Bu bağlamda icâzet çoğunlukla, velâyet noksanı veya üçüncü şahısların haklarının ilişmesi sebebiyle işlerlik kazanmamış bir akid veya hukukî işlemin yetkili veya ilgili kişi tarafından onaylanmasını ifade eder ve askıda olan bir hukukî işlemi askı halinden kurtarıp hüküm ve sonuçlarını fiilen doğurmasını sağlayan tek taraflı bir irade beyanı niteliğini taşır. Bu durumlarda akde icâzet verilmemesi ve akdin reddedilmesi bir fesih işlemi değil akdin vücut bulmaması ve hükümsüz kalması (butlân) halidir. Daha ziyade Hanefî ve Mâlikî fakihlerince sistemleştirilen askı teorisi esas itibariyle ilgili tarafı, hak etmediği ve razı olmadığı bir zarara uğramaktan koruma amacına yöneliktir. Bu ilgili taraf, çocuk ve sefih gibi tasarrufu bizzat yapan kişi olabileceği gibi kiracı ve vâris gibi yapılan tasarruftan etkilenen kişi de olabilir. Bu bakımdan mümeyyiz küçüğün ve akıl zayıflığı bulunan kişinin kâr ve zarar ihtimali bulunan tasarrufları ile aynı anlamda değerlendirilen sefihin tasarrufları, fuzûlînin tasarrufları, vekilin yetki alanını aşan tasarrufları, mal sahibinin kiraya verdiği şey üzerindeki tasarrufu, rehnedilen mal üzerinde tasarruf, ölüm hastasının üçte biri aşan hibe ve vasiyet gibi teberru tasarrufları, vârislerin borca batmış terekeyi satmaları Hanefî mezhebinde askı teorisi kapsamında değerlendirilmiştir. Bu tasarruflardan bir kısmı yetki eksikliği veya yokluğu, bir kısmı da başkalarının hakkının ilişmesi sebebiyle mevkuf sayılmıştır. Ayrıca Hanefî doktrinindeki hâkim anlayışa göre fâsid olmakla birlikte Züfer b. Hüzeyl tarafından mevkuf sayılan mükrehin tasarrufları da bu yönüyle askı teorisi kapsamında düşünülebilir.

İcâzet kavramının sınırlı bir kullanım alanı da taraflardan birinin veya ikisinin veya taraflar dışında üçüncü bir kişinin muhayyerlik hakkına sahip bulunduğu bazı hukukî işlemlerdir. Muhayyerlik hakkının henüz kullanılmamış olması sebebiyle akdin bağlayıcılık kazanmadığı durumlarda akdin ilgili kişi tarafından onaylanması akde bağlayıcılık kazandırırken reddedilmesi fesih olarak sonuçlanır. Bu muhayyerlik hakkının şart muhayyerliği gibi taraflarca kararlaştırılmış olması ile görme muhayyerliği ve ayıp muhayyerliği gibi hukuk düzenince tanınmış olması arasında icâzetin işlevi açısından kural olarak pek fazla bir fark yoktur. Bu kapsamda yer alan akidler, mevkuf akidlerden farklı olarak işlerlik kazanıp hükümlerini fiilen doğurmaya başladığı halde bağlayıcılık kazanması, taraflardan birinin bizzat kendisinin veya yasal temsilcisinin icâzetine bağlıdır. Ayrıca bulûğa ermeden önce velisi tarafından evlendirilmiş kız veya erkeğin bulûğla birlikte sahip olduğu muhayyerlik hakkı ile bilhassa Hanefî ekolü açısından ergen kızın kendi başına yapmış olduğu evlenme akdinin, kefâet veya denk mehir (mehr-i misl) şartlarını taşımaması durumunda kızın velisine tanınan itiraz hakkının da bu kapsamda değerlendirilmesi mümkündür. İlgili taraf muhayyerlik hakkını kullanıp akdi feshedebileceği gibi yapılan akdi onaylayarak akdin devamını da sağlayabilir. Böyle olunca mevkuf akidlerde söz konusu olan icâzetle gayri lâzım akidlerde söz konusu edilebilecek icâzet arasında önemli bir mahiyet farkı bulunmakta, birincisinde akdin ilk defa olarak hukukî sonuç doğurması durumu söz konusu iken ikincisinin çoğu örneklerinde, sonuçlarını fiilen doğurmakta olan bir akdin kesinleştirilmesi ve artık tek taraflı irade ile fesih imkânının kaldırılması durumu söz konusu olmaktadır.

İcâzetin, akid ve tek taraflı hukukî işlem gibi sözlü tasarruflar dışında kabz, gasb ve itlâf gibi fiilî tasarruflarda geçerli olup olmadığı doktrinde tartışmalıdır. İslâm hukukçularından bir kısmı, yapılan işin hukukî bir yetkiye dayalı olarak meydana gelmesi durumunda hukuka uygun, aksi halde hukuka aykırı olacağını ve bu fiile dair icâzetin onun bu tabiatını değiştirmeyeceğini öne sürerek fiiller için askı durumunun söz konusu olmayacağını ve dolayısıyla da fiillerin icâzete elverişli olmadığını savunmuşlardır. Bu görüş Ebû Hanîfe’ye nisbet edilmektedir. Hanefî imamlarından Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’ye nisbet edilen ve sonraki fakihler tarafından da tercih edilen görüşe göre ise fiiller icâzete elverişlidir. Buna göre bir kimse, ifa amacıyla borcunu birisi aracılığıyla alacaklıya gönderse alacaklı durumu öğrendikten sonra aracı kişiden o parayla kendisi için bir şey satın almasını istese ve mal aracının elinde helâk olsa bu durumda, icâzetin fiilde de geçerli olacağını savunanlara göre mal alacaklının hesabından, diğer görüşe göre borçlunun hesabından helâk olmuş sayılacaktır (Bedreddin Simâvî, I, 324; İbn Âbidîn, V, 106). Şâfiî mezhebinde hâkim anlayış, icâzetin gaspta geçerli sayılmayacağı yönünde olmakla birlikte birinin malını gasbedip onunla ticaret yapan kimsenin tasarruflarının mal sahibinin icâzetiyle geçerli hale geleceği ve mal sahibinin elde edilen şeyleri alacağı yönünde görüş de bulunmaktadır.

Şekli ve Şartları. Doktrinde icâzet, birçok hukukî işlemde olduğu gibi akidlerin kuruluş ve şekil şartlarında hâkim sistematik yapı içinde ele alınarak ve model akid olan satıma kıyaslanarak açıklanır. Bunun için de bir icâzet işleminde tasarrufuna icâzet verilen kimse, icâzet yetkisine sahip hak sahibi (mûciz), icâzet konusu ve sîga şeklinde dört unsurdan söz edilir (Bedreddin Simâvî, I, 314). Tasarrufuna icâzet verilen kimse çok defa yetkisiz temsilci (fuzûlî) veya ehliyeti kısıtlı kimsedir. İcâzette hak sahibi ise birçok durumda bizzat tasarrufta bulunan kişinin dışında bir kişi olup kimliği yapılan hukukî işlemin türüne ve mahiyetine göre değişmektedir. İcâzet yetkilisi fuzûlînin tasarrufunda, adına tasarruf yapılmış olan mal sahibi, mümeyyiz çocuk ve ma‘tûh gibi eksik ehliyetlilerin tasarrufunda yasal temsilci (veli, vasî veya hâkim), hacredilmiş sefihin tasarrufunda hâkim veya onun tayin ettiği vasîdir. Diğer örnekler açısından icâzet yetkilisi, asıl mal sahibinin tasarrufundan hak etmediği ve razı olmadığı şekilde etkilenip zarar gören kiracı, rehin alan, vâris ve alacaklıdır. İcâzet, bir hukukî işlemin sonuçlarına ilişkin rızâyı belirten bir işlem olduğuna göre rızâ açıklaması yapılabilen bütün yollarla olabilir. Buna göre icâzet sözlü olabileceği gibi fiilî de olabilir. Diğer tasarruflardaki gibi icâzette de aslolan sözlü beyandır. Kullanılan sözün icâzet anlamına delâleti konusunda bir kapalılık bulunması durumunda örf esas alınır. İcâzetin gerekli hallerde söz yerini tutan yazı ve işaretle yapılması da mümkündür. Aynı şekilde, sözleşme yapılırken kabul anlamına gelen her türlü fiille de icâzet gerçekleşir. Meselâ satıcının satım bedelini kabzetmesi, talep veya hibe etmesi böyledir. İcâzetin sükût yoluyla gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ise doktrinde tartışmalıdır. Susana söz isnat edilemeyeceği için sükût kural olarak icâzet yerine geçmez. Buna göre malının fuzûlî tarafından satıldığını gören kişi bir tepki vermeksizin sükût et-se Hanefîler’e göre yapılan işlem kendisi hakkında câiz olmaz (Serahsî, XXX, 139-140). Ancak sükûtun rızâ açıklaması sayıldığı yerlerde icâzet yerine geçmesi mümkün görülür. Meselâ Hanefî fakihlerine göre, ergen kızın velisi tarafından yapılan evlendirme akdine ilişkin olarak susması akdin yapılması sırasında izin, akdin yapılmasından sonra da icâzet sayılır (Kâsânî, VII, 193). Bu durum Mecelle’de, “Sâkite bir söz isnat olunmaz. Fakat ma‘rız-ı hâcette sükût beyandır” (md. 67) şeklinde ifade edilir. Diğer mezheplerde de benzer anlayış hâkimdir.

İcâzet için doktrinde belli bir süre belirlemesine gidilmemiş, ancak bu hakkın ne yönde kullanılacağı bilinmeksizin sonsuza kadar elde tutulması hukukî hayatta sağlanmak istenen güven ve istikrar ortamını sarsacağından kişinin durumu öğrenmesinden itibaren mâkul ve münasip bir süre içinde kararını belirtmesi istenmiştir. Bu sebepledir ki fakihler bu süreyi, ilgilinin durumu öğrendikten sonra sağlıklı karar vermek için gerekli düşünme süresi şeklinde belirleme eğilimindedir.

Bir hukukî işlemin icâzete bağlılığından söz edilebilmesi için öncelikle o işlemin vekâlet ve niyâbete elverişli olması şartı aranır. Meselâ fuzûlînin gerek temlik gerek ıskat türü bir tasarrufunun mevkuf olup hak sahibinin icâzetine bağlı olarak kurulabilmesi için o tasarrufun vekâlet ve niyâbete elverişli bulunması gerektiği açıktır. Çünkü icâzet gerçekleştiği anda önceden vekâlet verme hükmünü kazanacağından bu suretle fuzûlînin icâzet sonrasında vekil konumuna geçmesi sağlanmış olacaktır.

İcâzetin sıhhati açısından önemli bir diğer şart, tasarrufun yapıldığı sırada ona icâzet verecek yetkili bir kişinin bulunmasıdır. Nitekim fuzûlînin bir çocuk veya deli hakkında yapacağı talâk, ıtk, nikâh, hibe ve malını gabn-i fâhişle satma gibi bir tasarruf hukukî varlık kazanamayacağı, yani yapıldığı anda bâtıl olacağı için icâzete de konu olamaz. Fakat fuzûlînin o tür tasarrufları akıllı ve bâliğ biri hakkında in‘ikad eder. Çünkü kural olarak tasarrufun yapılmasından sonra gerçekleşen icâzet (icâzet-i lâhika), tıpkı önceden verilmiş vekâlet (vekâlet-i sâbıka) anlamında olduğundan icâzet anında fuzûlî âdeta -akdin haklarının kendisine döneceği- bir vekile dönüşmüş olur. Çocuk ve deli ise tasarrufu bizzat yapma ehliyetine sahip olmadığı gibi vekâlet verme ehliyetine de sahip değildir. Öte yandan icâzet verecek kişinin icâzet vereceği tasarrufu bizzat yapmaya ehil olması şarttır. Bunun için mümeyyiz çocuğun veya sefihin, fuzûlînin yaptığı karşılıklı borç yükleyen bir akde icâzet vermeleri sahih olmaz.

İcâzetin sahih olabilmesi için akdi yapan tarafların ve akid konusunun icâzet anında mevcut olmaları gerekir. Meselâ fuzûlînin satımında icâzet anında mal sahibinin, icâzet verilecek akid bir satım akdi ise mebîin, trampa ise iki bedelin de bulunması şartları aranır. Mal sahibi ölmüşse akid bâtıl olacağından vârisler tarafından icâzet verilmesi bu sonucu değiştirmez. Çünkü bir icâzetten söz edebilmek için her şeyden önce icâzete konu olacak ve işlerlik kazandırılacak bir hukukî işlemin bulunması gerekir. Bu sebeple icâzetin, akdin inşa edilmesi yani ilkten kurulması değil kurulmuş akdin yürürlüğe konması işlevini taşıdığı sürekli vurgulanır. Kādîhan bu durumu açıklamak için, başlangıçta nikâh akdi yokken daha sonra tarafların icâzetiyle veya bu yönde beyanlarıyla nikâh akdinin kurulmuş olmayacağı örneğini verir (el-Fetâvâ, I, 322). Ancak fuzûlî, nikâh akdi açısından bir vekil değil bir elçi mesabesinde olup akdin hakları kendisine dönmediği için onun tarafından gerçekleştirilen nikâh akdinde, adına evlenme akdi yapılan tarafın icâzetinin sahih olması için fuzûlînin icâzet esnasında hayatta olması şart değildir (İbn Âbidîn, IV, 141).

Hükmü. İcâzet sonunda askıda olan hukukî işlem işlerlik kazanır ve işlem yetkili kişiler arasında yapılmış gibi hüküm doğurur. Bir hukukî işlemin sonradan ilgili ve yetkili tarafından onanması, o tasarruf için önceden izin veya vekâlet verilmiş olması hükmünde tutulmuş (Serahsî, XXIV, 182; Mergīnânî, III, 69), bu husus Mecelle’de, “İcâzet-i lâhika vekâlet-i sâbıka gibidir” (md. 1453) ve, “İzin ve icâzet tevkîldir” (md. 1452) şeklinde ifade edilmiştir (bk. İZİN; VEKÂLET). Fuzûlînin tasarrufları açısından vekâlet hükmünde olan icâzet, mümeyyiz çocuğun kâr ve zarara ihtimali bulunan tasarrufları açısından önceden verilmiş izin hükmünde tutulur.

Hanefîler’e göre talâk ve kefalet gibi bir şarta bağlanmaya (tâlik) elverişli tasarruflarda icâzetin etkisi icâzet anından itibaren gerçekleşir ve bu andan itibaren geçerlilik kazanır. Fakat alım satım gibi tâlike elverişli olmayan tasarruflarda ise icâzet akdin yapıldığı andan itibaren etkili olur ve bu tür tasarruflar yapıldıkları andan itibaren hüküm ve sonuçlarını meydana getirir.

İcâzet, yerine göre önceden verilmiş izin anlamına gelmekle birlikte ikisi arasında farklılıklar da bulunmaktadır. Askıda olan bir işleme işlerlik kazandırma anlamındaki icâzet, ancak bir tasarrufun yapılıp tamamlanmasının ardından söz konusu olabilirken izin, anlamı ve mahiyeti gereği bundan farklı olarak tasarrufun öncesinde söz konusu olur. Diğer bir ifadeyle izin “olacak olan” işler için, icâzet ise “olmuş bitmiş” işler için kullanılır. İzinle icâzet arasındaki bir diğer fark da bir tasarrufa ilişkin olarak verilen iznin o tasarrufun yapılmasından önce geri alınması mümkün olduğu halde gerçekleşmiş bir tasarrufa ilişkin verilen icâzetin geri alınamamasıdır. Çünkü icâzet yenilik doğuran (inşâî) bir haktır ve bu icâzetle tasarruf tamamlanmış olmaktadır.


BİBLİYOGRAFYA

, I, 208.

, XXIV, 181-182; XXX, 139-140.

, I, 322.

Mergīnânî, el-Hidâye, İstanbul 1986, III, 69.

, I, 322; VII, 193.

, II, 143-144.

İbn Kudâme, el-Muġnî (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî – Abdülfettâh M. el-Hulv), Kahire 1989, VII, 399-400.

Bedreddin Simâvî, Câmiʿu’l-fuṣûleyn, Kahire 1300, I, 309-324.

, VI, 188-203.

Haskefî, ed-Dürrü’l-muḫtâr ( içinde), III, 167; V, 106-119.

, III, 167; IV, 141; V, 106-119.

Mahmûd Hamza, el-Ferâʾidü’l-behiyye, Dımaşk 1406/1986, s. 240.

, md. 67, 1452-1453.

Abdürrezzâk Ahmed es-Senhûrî, Meṣâdirü’l-ḥaḳ fi’l-fıḳhi’l-İslâmî, Kahire 1954, IV, 128-130.

Mustafa Ahmed ez-Zerkā, el-Fıḳhü’l-İslâmî, Dımaşk 1958, I, 418-434; II, 665-66, 695-696, 707, 768-769, 775-776.

Subhî el-Mahmesânî, en-Naẓariyyetü’l-ʿâmme li’l-mûcebât ve’l-ʿuḳūd fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, Beyrut 1983, I, 65-81.

H. Yunus Apaydın, “İslam Hukukunda Mevkuf Akitler”, EÜ İlâhiyat Fakültesi Dergisi, VI, Kayseri 1989, s. 177-200.

“İcâzet”, , II, 330-338.

“İcâzet”, , I, 303-311.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2000 yılında İstanbul’da basılan 21. cildinde, 401-403 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
TDV İslâm Ansiklopedisi'nden rastgele bir madde okumak ister misiniz?
BAŞKA BİR MADDE GÖSTER