https://islamansiklopedisi.org.tr/irade--sifat
Sözlükte “istemek” anlamındaki revd kökünden türeyen irâde “Allah’ın emirleri, hükümleri ve fiillerinde hür olduğunu bildiren sıfat” diye tanımlanır. Meşîet, kasd, ihtiyar, rızâ, mahabbet, gazab, saht ve rahmet kelimeleri irade sıfatıyla münasebeti bulunan kavramlardandır; bunların içinden meşîet genellikle irade ile eş anlamlı olarak kullanılır.
Allah Kur’an’da dilediğini kesinlikle yapan bir varlık olarak tanıtılır. O’nun bu niteliği irade ve meşîet kökünden türeyen fiillerle anlatılır. Âyetlerde belirtildiğine göre Allah bir şeyi dilediğinde ona “ol!” diyerek iradesini gerçekleştirir. Dilerse kullarını hidayete erdirir, dilerse saptırır. Kullarına zulmetmeyi ve zorluk çıkarmayı değil kolaylığı ister (irade). Allah dilemedikçe insanlar dileyemez. O kullarından dilediğine azap eder, dilediğini bağışlar; dilediğini alçaltır, dilediğini yükseltir; dilediğine hikmet, rahmet, mal mülk lutfeder, dilediğine vermez; dilediğine kız, dilediğine erkek çocuğu verir (meşîet; bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “rvd”, “şyʾe” md.leri). Hadislerde de Allah’ın dileyen ve dilediğini gerçekleştiren bir varlık olduğu, kâinattaki bütün nesne ve olayların O’nun iradesine göre vuku bulduğu bildirilir (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “irâde”, “meşîʾet” md.leri).
İslâm ilâhiyatçılarının tamamı, Allah’ın dileyen (mürîd) ve dilediğini gerçekleştiren (fa‘‘âl limâ yürîd) yüce bir varlık olduğunda ittifak etmekle birlikte bu sıfatın mânası, zâtıyla münasebeti, kadîm veya hâdis oluşu gibi konularda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunları şu noktalarda toplamak mümkündür: 1. Allah’a gerçek olarak değil mecazi anlamda irade sıfatı nisbet edilebilir. Allah’ın dilemesi kendi fiiliyle ilgili ise mecbur olmadan yaratması, başkasının fiiliyle ilgili ise emretmesi demektir; zira irade arzu (şehvet) anlamına gelir. Bu ise Allah hakkında muhaldir. Nazzâm, Kâ‘bî ve Ebü’l-Hüseyin el-Hayyât gibi Mu‘tezile âlimleri bu görüştedir (Nesefî, I, 375; Fahreddin er-Râzî, I, 207). 2. İrade selbî bir sıfat olup Allah’ın bizzat mürîd olduğunu, iradesiyle zâtı arasında başkalığın bulunmadığını ve hiçbir engel olmaksızın fiillerini mümkün kıldığını ifade eder. Buna göre irade Allah’ın fâil-i muhtâr olduğunu, fiillerini hür olarak gerçekleştirdiğini gösteren ve zâtının aynı olan bir sıfattır. Bu görüşü Dırâr b. Amr ile Neccâriyye âlimleri benimsemiştir (Kādî Abdülcebbâr, s. 440, 442; Fahreddin er-Râzî, I, 215-216; Beyâzîzâde, s. 153). 3. İrade, Allah’ın yaratıklara ilişkin en uygun ve en kâmil düzeni bilmesi, nesne ve olayların buna uygun olarak vuku bulması demek olup ilim sıfatına râcidir. İslâm filozofları bu kanaattedir (Beyâzîzâde, s. 153; Ca‘fer Sübhânî, I, 168). Mu‘tezile’den Câhiz ve Ebü’l-Hüseyin el-Basrî de buna yakın bir görüşü kabul etmiştir (Seyfeddin el-Âmidî, s. 52). 4. İlâhî fiillerin tabiatta farklı şekillerde vuku bulması belirleyici bir irade sıfatının varlığını kanıtlar. Ancak irade, Allah’ın zâtında veya O’nun dışında herhangi bir mahalde bulunmayan hâdis bir fiilî sıfattır. Zira kadîm olsaydı tevhid ilkesine aykırı düşen kesret durumu doğardı. Mu‘tezile’nin Basra ekolüne bağlı âlimlerinden Ebû Ali el-Cübbâî, Ebû Hâşim el-Cübbâî, Kādî Abdülcebbâr bu görüştedir (Kādî Abdülcebbâr, s. 431-435, 447-449; Fahreddin er-Râzî, I, 215-216). 5. Allah hakkında “diledi, diler, dilemez” demek mümkün ise de O’nun zâtıyla kāim ezelî bir irade sıfatının bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Zira irade ezelî olunca irade edilen şeylerin de ezelî olması gerekir. İbn Hazm bu görüşü savunmuştur (el-Faṣl, II, 364-366). 6. Allah zâtıyla kāim ezelî bir irade sıfatıyla diler. Yaratıkların değişik zamanlarda meydana gelişi ve farklı özellikler taşıması onları yaratan varlığın iradesinin bulunduğunu gösterir. Ayrıca irade sıfatına sahip olmak bir üstünlük ve yetkinliktir. Allah varlıkların en yücesi ve en yetkini olduğuna göre zâtından ayrılmayan bir irade sıfatı bulunmalıdır. Aksi takdirde O’nun fiillerini yaparken mecbur olması gerekir (fâil-i muztar). Nasların yanı sıra aklî deliller de Allah’ın fâil-i muhtâr olduğunu kanıtlar. Bu sıfat hâdis olamaz. Çünkü sonradanlık Allah’ın zâtına nisbet edilemez. İslâm ilâhiyatçılarının çoğunluğunu oluşturan Selefiyye âlimleriyle Eş‘ariyye, Mâtürîdiyye ve Şîa ekollerine mensup kelâmcıların tamamı bu görüşü benimsemiştir (Gazzâlî, s. 56-57, 187-188; Nesefî, I, 374-375; Ca‘fer Sübhânî, I, 173-175). Allah’ın zâtıyla sıfatları arasındaki münasebetin mahiyetini akıl ilkelerine dayanarak nihaî şekilde açıklamak mümkün olmamakla birlikte irade sıfatı konusunda çoğunluğun benimsediği bu son görüşün daha isabetli olduğu kabul edilmelidir.
Selefiyye âlimleri ilâhî iradeyi tekvînî ve teşrîî olmak üzere ikiye ayırır. Meşîet demek olan tekvînî iradenin yaratmak istediği şeyin vuku bulmaması imkânsızdır. Muhabbet ve rızâ demek olan teşrîî irade, meydana getirmek istediği şeyin vukuunu mutlak olarak gerektirmez. Tekvînî irade hayır ve şerri kapsarken teşrîî irade yalnız hayra ilişkindir (İbn Teymiyye, V, 325-326). İlâhî iradenin insan iradesi ve ihtiyarî fiilleriyle ilgisi ve sorumluluk üzerindeki etkileri konusunda âlimler arasında görüş ayrılıkları vardır (bk. FİİL; KADER).
BİBLİYOGRAFYA
M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “rvd”, “şyʾe” md.leri.
Wensinck, el-Muʿcem, “irâde”, “meşîʾet” md.leri..
Bâkıllânî, et-Temhîd (İmâdüddin), s. 47-49.
İbn Fûrek, Mücerredü’l-Maḳālât, s. 69-74.
Kādî Abdülcebbâr, Şerḥu’l-Uṣûli’l-ḫamse, s. 431-449.
İbn Hazm, el-Faṣl (Umeyre), II, 364-366.
Râgıb el-İsfahânî, el-İʿtiḳādât (nşr. Şemrân el-İclî), Beyrut 1988, s. 269-272.
Gazzâlî, Ḳavâʿidü’l-ʿaḳāʾid (nşr. Mûsâ Muhammed Ali), Beyrut 1405/1985, s. 56-57, 187-188.
Nesefî, Tebṣıratü’l-edille (Salamé), I, 373-382.
Nûreddin es-Sâbûnî, el-Bidâye fî uṣûli’d-dîn (nşr. Bekir Topaloğlu), Dımaşk 1399/1979, s. 43-44.
Fahreddin er-Râzî, Kitâbü’l-Erbaʿîn (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkā), Kahire 1406/1986, I, 207-216.
Seyfeddin el-Âmidî, Ġāyetü’l-merâm (nşr. Hasan Mahmûd Abdüllatîf), Kahire 1391/1971, s. 52-53.
İbn Teymiyye, Mecmûʿatü’r-resâʾil, V, 325-326.
Beyâzîzâde Ahmed Efendi, İşârâtü’l-merâm min ʿibârâti’l-İmâm (nşr. Yûsuf Abdürrezzâk), Kahire 1368/1949, s. 150-153.
Ca‘fer Sübhânî, el-İlâhiyyât (nşr. Hasan M. Mekkî el-Âmilî), Gadîr 1410/1990, I, 167-175.