- 1/2Müellif: OSMAN GAZİ ÖZGÜDENLİBölüme GitAdı Arapça kaynaklarda Sibâhân, İsbahân ve bazı eski Farsça kaynaklarda Sipâhân şeklinde geçer. Genellikle kabul edildiğine göre kelimenin sözlük anla...
- 2/2Müellif: ENGİN BEKSAÇBölüme GitMİMARİ. Erken dönemlerin mimari eserleri hakkında fazla bilgi bulunmayan İsfahan’ın çevresinde İslâm öncesi döneme ait anıtlara rastlamak mümkün değil...
https://islamansiklopedisi.org.tr/isfahan#1
Adı Arapça kaynaklarda Sibâhân, İsbahân ve bazı eski Farsça kaynaklarda Sipâhân şeklinde geçer. Genellikle kabul edildiğine göre kelimenin sözlük anlamı “-atlı- askerler” olup şehir, Sâsânî ordusu bir savaş çıktığında önündeki düzlükte toplandığı için bu adla anılmıştır (Sem‘ânî, I, 289). Merkezî İran platosunu sulayan Zâyenderûd nehrinin sol sahilinde ve Yahûdiye’ye yaklaşık 2 mil mesafedeki eski Gaba/Gay, Gey (Ar. Cey) şehrinin yerinde kurulmuştur; bundan dolayı bölgede kesilen bazı İslâmî sikkelerde Cey ismine de rastlanır. Şehir İslâm fütuhatından sonra Cibâl eyaletinin bir parçası sayılmış, İlhanlılar zamanında ise Irâk-ı Acem’e dahil edilmiştir. İbn Hurdâzbih ve İbnü’l-Fakīh, İsfahan’ın on yedi nahiyesinin (rustâk) ve her birinin -yeni kurulanlar hariç- 360 köyünün, İbn Rüste ise yirmi nahiye ve toplam 2300’ün üzerinde köyünün bulunduğunu yazmakta, bunlardan önemli olanların adını vermektedir.
İslâm coğrafyacıları ve Avrupalı seyyahlar, İsfahan eyaletinde yetişen meyvelerin lezzet, bolluk ve ucuzluğundan söz etmişlerdir. Abbâsîler devrinde hilâfet sarayının meyve suyu ihtiyacı İsfahan’dan karşılandığı gibi buradan yıllık haraçla birlikte saraya 20.000 rıtl (1 rıtl = 460,8 gr.) bal ve 20.000 rıtl mum gönderiliyordu. Zekeriyyâ el-Kazvînî bölgede yetişen elma ve armudun tat ve kokusunun güzelliğini (Âs̱ârü’l-bilâd, s. 356), Hamdullah el-Müstevfî ise tahılın bolluğunu ve meyvelerin lezzetini anlatmakta, buradan Hindistan ve Anadolu’ya meyve götürüldüğünü bildirmektedir (Nüzhetü’l-ḳulûb, s. 49). Reşîdüddin Fazlullah, meyve ve pamuk ziraatıyla uygulanan özel ilâçlama-gübreleme yönteminden, İbn Battûta yetiştirilen meyvelerin bolluğundan ve özellikle de tatlı çekirdekli kayısı ile üzüm ve dışı yeşil, içi kırmızı kavununun benzersiz lezzetinden bahsetmektedir (Seyahatnâme, I, 215).
İsfahan’ın etnik ve dinî yapısı, İran’ın tarih sürecinde buraya göç eden toplulukların etkisiyle sürekli olarak değişmiştir. İslâm öncesi dönemdeki nüfusunun önemli bir kısmı Ârî-Zerdüştî idi. Bu durum, şehrin müslüman Araplar’ın eline geçmesiyle birlikte değişmeye başlamıştır. Ya‘kūbî, İsfahan halkının çoğunluğunu İranlılar’ın, bir kısmını da Kûfe ve Basra’dan gelen Araplar’ın oluşturduğunu bildirmektedir (Kitâbü’l-Büldân, s. 50). Bu etnik ve dinî değişime rağmen Mes‘ûdî, şehre yaklaşık 15 km. mesafedeki âteşkedenin kendi zamanında dahi Mecûsîler için özel bir önem taşıdığını belirtmekte (Mürûcü’ẕ-ẕeheb, II, 228), Gerdîzî de eski Zerdüştî bayramı Âb-rîzgân’ın hâlâ canlılığını koruduğunu kaydetmektedir (Zeynü’l-aḫbâr, s. 527). Şehrin, III. (IX.) yüzyılın ilk yarısında dinî-siyasî bir doktrinle isyan eden Bâbek’in nüfuz sahasına girdiğinin bildirilmesi ve adının Hürremîler’in faal oldukları yerler arasında zikredilmesi belki de burada yaşanan hızlı İslâmlaşmaya bir tepkidir. Bu ilk İslâmî dönemde şehirdeki müslümanların büyük bir kısmı Sünnîler’den meydana geliyordu. İslâmî devrin ilk dört asrı içerisinde İsfahan’da bulunan Sünnîler’in önemli bir kısmının Hanbelî mezhebine mensup olduğu anlaşılmakta, IV. (X.) yüzyılın sonlarında da Şâfiîler’in çoğaldığı görülmektedir; V. (XI.) yüzyılın ortalarından itibaren ise nüfusun büyük bir kısmı Hanefî ve Şâfiî idi. Bu dönemde Şâfiîler’le Hanefîler arasında mezhep kavgaları yaşanıyor ve bu kavgalar, zaman zaman birbirlerinin mahallelerini yakıp tahrip etmeye kadar varıyordu. Şehirde sayıları az olmakla birlikte Şiîler ve özellikle Selçuklular devrinde faaliyetlerini arttıran İsmâilîler de bulunuyordu. Hamdullah el-Müstevfî’nin verdiği bilgilerden, İlhanlılar devrinde de İsfahan nüfusunun büyük bir kısmının Sünnî ve dindar insanlardan oluştuğu anlaşılmaktadır (Nüzhetü’l-ḳulûb, s. 49). Tahta çıktıktan sonra Şiîliği benimseyen İlhanlı Hükümdarı Olcaytu’nun fermanına rağmen İsfahan halkı, Bağdat ve Şîraz’la birlikte buna karşı çıkan şehirlerin başında yer almış ve Şiîliği kabule yönelik baskılara karşı direnmişti. İbn Battûta, büyük ve güzel bir şehir olan İsfahan’ın önemli bir kısmının Sünnîler ile Şiîler arasındaki mücadelelerde harabeye döndüğünü ve bu mücadelenin kendi zamanında hâlâ devam ettiğini söylemektedir (Seyahatnâme, I, 215). VIII. (XIV.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren şehirde inşa edilen bazı binalarda Hulefâ-yi Râşidîn ve aşere-i mübeşşere isimlerinin yanı sıra on iki imamın isimlerinin de yer aldığı görülmektedir. Günümüze ulaşan sınırlı belgelerden, Şîa’nın güç kazanmasının ve Sünnîler’le rekabete girmesinin Karakoyunlu ve Akkoyunlu devirlerine rastladığı öğrenilmektedir. Şah İsmâil’in İsfahan’ı ele geçirmesi de ancak içerideki ve etraftaki Şiîler’in yardımıyla mümkün olmuştur. Buna rağmen Safevîler’in bu ilk dönemlerinde Sünnîler’in hâlâ çoğunluğu teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Şîa’nın asıl güç kazanması, bu mezhebe mensup Safevî hânedanı devrinde şehrin başkent olmasından sonraya rastlar; bu dinî yapı günümüzde de sürmektedir.
İslâm kaynaklarında, İsfahan yakınlarında bulunan Yahûdiye’nin Buhtunnasr devrinde buraya göç eden yahudiler tarafından kurulduğu ve nüfusunun önemli bir kısmının onlardan oluştuğu kaydedilmiştir. Yine Sâsânîler devrinde İsfahan’da da önemli miktarda yahudinin yaşadığı bilinmekte, XII. yüzyıl seyyahlarından Tudelalı Benjamin sayılarını 15.000 olarak vermektedir. İsfahan’da müslüman, yahudi ve Zerdüştîler’in yanı sıra tamamını, Şah I. Abbas döneminde Azerbaycan’dan getirilerek nehrin sağ sahiline onlar için kurulan Culfa mahallesine yerleştirilmiş Ermeniler’in teşkil ettiği hıristiyanlar da bulunmaktadır. Culfa’ya Şah II. Abbas tarafından yeni bir mahalle daha eklenmiş ve önceleri yalnız Ermeniler’in yaşadığı bu mahalleler, zamanla müslümanların da yerleşmesiyle büyüyerek ayrı bir yerleşim merkezi konumuna gelmiştir.
Kaynaklarda şehrin müslümanlar tarafından fethediliş tarihiyle ilgili olarak farklı bilgiler verilmektedir. En çok benimsenen rivayete göre Nihâvend’de İranlılar’ın yenilgiye uğraması üzerine Hz. Ömer, 23 (644) yılında Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’ye bir mektup yazarak Abdullah b. Büdeyl’i İsfahan’a göndermesini emretmiş, Ebû Mûsâ da bizzat harekete geçip şehre yaklaştığında Abdullah’ı öncü kumandanı olarak görevlendirmiş ve yetkililerce terkedilen şehir 100.000 dinar alınmak suretiyle sulhen ele geçirilmiştir (İbn A‘sem el-Kûfî, s. 255-256). Bu konudaki farklı rivayetleri değerlendiren Belâzürî, Kum ve İsfahan’ın Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, Cey ve Yahûdiye’nin ise Abdullah b. Büdeyl tarafından fethedildiğini söyler (Fütûh, s. 449). Fetihten sonra İsfahan valiliğine getirilen Abdullah, Hz. Osman’ın hilâfetine kadar görevini sürdürmüş, yerine Sâib b. Akra‘, Emevî Halifesi I. Mervân zamanında Hüzeyl b. Kays el-Anberî tayin edilmiştir; Hüzeyl b. Kays el-Anberî’nin tayininden sonra Anber kabilesinin buraya yerleştiği görülmektedir. Mücmelü’t-Tevârîḫ’te (s. 525) İsfahan’ın önceleri birbirine yakın yedi şehirden oluştuğu, Araplar’ın gelişinden sonra bunlardan ancak üçünün kaldığı ve Ebû Ca‘fer el-Mansûr döneminde etraflarının surlarla çevrildiği söylenmektedir. Emevîler ve Abbâsîler döneminde İsfahan Irak genel valisi tarafından tayin edilen valilerce yönetilmiştir.
İsfahan’dan alınan vergi miktarıyla ilgili bilgiler buranın çok zengin ve müreffeh bir şehir olduğunu göstermektedir. Mâferrûhî’nin kaydına göre fetih yılında ödenen ilk haraç ve cizyenin miktarı 40 milyon dirhemdir (Meḥâsinü İṣfahân, s. 12). Daha sonra İbn Hurdâzbih, İbnü’l-Fakīh, Ya‘kūbî, İbn Rüste ve İbn Havkal gibi müellifler bu miktarın 7-17 milyona kadar indiğini söylerlerse de IV. (X.) yüzyılda yine 40 milyona çıktığı ve Makdisî’nin yazdıklarından şehirde, mal ve ürünlerini her tarafa gönderen zengin tâcir ve sanatkârların bulunduğu ve büyük bir iktisadî gelişme yaşandığı öğrenilmektedir (Aḥsenü’t-teḳāsîm, II, 579). Tercüme-yi Meḥâsin-i İṣfahân müellifi Avî’nin kaydettiğine göre Haccâc, İsfahan Valisi Vehzâd b. Yezdâd’ın şehrin haracının azaltılması isteğine bitkisi za‘feran, dağları gümüş, yiyeceği bal olan bu şehrin Fars ve Hûzistan’da en yüksek haracı ödemesinin tabii olduğu cevabını vermiştir (s. 96-97). Şehir Abbâsîler zamanında da bu özel durumunu korumuştur.
İsfahan, Abbâsî hilâfetinin zayıflaması üzerine İran’da kurulan mahallî hânedanlar arasındaki mücadelelerin merkezlerinden biri haline geldi. Bu dönemde Dülefîler, Saffârîler ve kısa bir süre için Sâmânîler’in hâkimiyetine giren şehir, IV. (X.) yüzyıl başlarında Ziyârîler’in ve ardından Büveyhîler’in eline geçti. İsfahan’ı kendisine merkez yapan Rüknüddevle Hasan b. Büveyh 323’ten (935) itibaren uzun bir süre burada yaşadı ve pek çok imar faaliyetinde bulundu. Bu dönemde büyük bir ilmî ve kültürel gelişmeye sahne olan şehirde meşhur vezir Sâhib b. Abbâd ve İbn Miskeveyh gibi edip ve âlimler yaşadı. İsfahan V. (XI.) yüzyılın başlarında Kâkûyîler’in eline geçti. Emîr Alâüddevle, Büveyhîler’in siyasî nüfuzlarını kaybetmelerinden faydalanarak burada müstakil bir yönetim kurdu. Ancak şehir bir süre sonra Gazneli Mahmud tarafından Rey, Kazvin ve Zencan’ın ardından Gazneli topraklarına katıldı. Daha sonra onun ölümünü (421/1030) fırsat bilen Alâüddevle yeniden kendi yönetimini kurdu ve Mes‘ûd’a itaatini arzetti. İsfahan’da Alâüddevle zamanında büyük bir ilmî ve kültürel gelişme yaşandı. İbn Sînâ, Dânişnâme-i ʿAlâʾî ve el-İşârât ve’t-tenbîhât gibi bazı önemli eserlerini İsfahan’da Alâüddevle’nin hâkimiyeti esnasında ve onun himayesinde kaleme almıştır.
Nîşâbûr, Rey, Kazvin ve Zencan gibi İran’ın önemli merkezlerini kısa sürede ele geçiren Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey, güneye yönelerek 437 (1045-46) yılında Kâkûyîler’den Ebû Mansûr Ferâmurz’un elinde bulunan İsfahan’ı kuşattı. Ancak Ferâmurz’un daha 434’ten (1042-43) itibaren İsfahan’da bastırdığı sikkelerde “es-sultânü’l-muazzam Tuğrul Beg” ibaresini ve Selçuklu hâkimiyet alâmeti olan okyay motifini kullanmak suretiyle Tuğrul Bey’i metbû tanıdığı görülmektedir. Kuşatmanın uzaması üzerine Ferâmurz ile anlaşan Tuğrul Bey yüklü bir haraç alarak geri döndü. Bu tarihten sonra da İsfahan’da darbedilen Kâkûyî paralarında Tuğrul Bey’in adına yer verilmiştir. Tuğrul Bey’in ikinci askerî harekâtı 442 (1050) yılında vuku buldu ve İsfahan uzun bir kuşatmanın ardından sulhen ele geçirildi (443/1051). Ertesi yıl buraya gelen Nâsır-ı Hüsrev, canlı bir ticarete sahip bulunan şehrin mâmur ve İran şehirlerinin en büyüğü, en kalabalığı olduğunu belirtir. Tuğrul Bey fetihten sonra halka adaletli davranarak üç yıl vergi alınmamasını emretmiş, bu sebeple kuşatma sırasında kaçanlar evlerine geri dönmüştür. Tuğrul Bey ayrıca imar faaliyetleri için 500.000 dinar harcamıştır (Hüseyin b. Muhammed b. Ebü’r-Rızâ Âvî, s. 96-97).
İsfahan’ın Selçuklular zamanındaki asıl gelişmesi Sultan Melikşah’ın imparatorluk merkezini Rey’den buraya nakletmesiyle başlar. Şehir bu dönemde büyük bir imar faaliyetine sahne oldu. Melikşah, Hanefî öğrenciler için Medrese-i Celâlî (Medrese-i Melikşâhî, Nizâmiyye-i İsfahan) denilen büyük bir medrese yaptırdı ve öldüğünde naaşı Bağdat’tan getirilerek buradaki türbesine defnedildi (485/1092). Nizâmülmülk de aynı yıl sûfîler için bir hankah ve bir medrese inşa ettirdi ve Sultan Melikşah’tan kısa bir süre önce öldürüldüğünde burada bulunan türbesine gömüldü. Bugün İran cami mimarisinin en güzel örneklerinden biri sayılan İsfahan Cuma Camii’nin (Mescid-i Cum‘a) kuzey ve güneyinde yer alan kümbetler de bu döneme aittir. İsfahan Selçuklular zamanında önemli bir ilim merkezi oldu. Eserini VI. (XII.) yüzyılın başlarında Anadolu’da kaleme alan İbnü’l-Kemâl İlyâs b. Ahmed, ilmin İsfahan’dan diğer şehirlere yayıldığını söyler (Keşfü’l-ʿaḳabe, s. 13).
Başşehir olması sebebiyle İsfahan, Sultan Melikşah’ın ölümünün ardından ortaya çıkan taht kavgalarında önemli bir rol oynadı. O sırada Melikşah’ın beş yaşındaki oğlu Mahmud, annesi Terken Hatun’un gayretleriyle Bağdat’ta sultan ilân edilirken İsfahan’da bulunan on bir yaşındaki oğlu ve veliahdı Berkyaruk da Nizâmülmülk’ün adamları tarafından sultan ilân edildi ve Rey’e götürüldü. Berkyaruk, uzun mücadeleler sırasında Terken Hatun’un eline geçen İsfahan’a ancak onun ölümünden sonra girmeyi başardı. 486 (1093) yılında İsfahan’da Mahmud ve Berkyaruk adına sikke kesilmesinden (Hennequin, s. 68), o yıl şehirde kısa bir süre için de olsa her iki müddeinin birden hâkimiyetinin tanındığı anlaşılmaktadır. İsfahan, daha sonra Mahmud’un çiçek hastalığından ölmesi üzerine Berkyaruk’la diğer kardeşi Muhammed Tapar arasında gelişen mücadeleye sahne oldu ve imparatorluk taksim edildiğinde Berkyaruk’un hissesine düştü. Bu arada taht kavgalarından istifade eden Bâtınîler, İsfahan’da güçlerini iyice arttırdılar ve çeşitli cinayetler işlemeye başladılar (Râvendî, s. 157; Reşîdüddin Fazlullāh-ı Hemedânî, Câmiʿu’t-tevârîḫ, s. 70). Bunun üzerine 494’te (1101) Sultan Berkyaruk’un emriyle çok sayıda Bâtınî katledildi. Muhammed Tapar devrinde de faaliyet ve cinayetlerini devam ettiren Bâtınîler 510’da (1116) İsfahan Cuma Camii’ni ve ünlü kütüphanesini yaktılar. Muhammed Tapar, İsfahan’da imar faaliyetleriyle de uğraşarak babasının başlattığı Sultan Camii’ni tamamlatmış, su kanalları açtırmış ve ölümünden sonra içindeki türbeye defnedildiği bir medrese ile sûfîler için bir ribât yaptırmıştır.
Muhammed Tapar’ın yerine oğlu Mahmud geçtiyse de ağabeylerinin dönemlerinde Horasan meliki olan Sultan Melikşah’ın küçük oğlu Sencer ona karşı çıkarak aralarında cereyan eden Sâve Savaşı’nda galip geldi ve yeğenini, kendisini Büyük Selçuklu sultanı tanıması şartıyla başşehri İsfahan olmak üzere yeni kurduğu Irak Selçukluları’nın başına geçirdi; imparatorluk merkezini de buradan Merv’e taşıdı (512/1118). Sultan Sencer devrinde imparatorlukta doğu işlerinin öne çıkması sebebiyle İsfahan eski önemini yitirdi ve Irak Selçuklu Devleti’nin merkezi II. Tuğrul zamanında Hemedan’a nakledildi. Bu sıralarda Selçuklular’la arası açılan Abbâsî Halifesi Râşid-Billâh hilâfetten azledildikten sonra kaçtığı Musul ve Azerbaycan’ın ardından İsfahan’a geldi. Yâkūt el-Hamevî burada onun yaptırdığı bir camiden bahsetmektedir. Ancak halife şehre gelişinden kısa bir süre sonra Bâtınîler tarafından öldürülmüş (532/1138) ve bu hadise halkın da İsfahan’daki İsmâilîler’i öldürmesine sebep olmuştur. Râşid-Billâh’ın türbesi günümüzde Zâyenderûd nehrinin kenarındaki Şehristan köyünde, Pül-i Şehristân’ın (Şehristan köprüsü) karşısında bulunmaktadır.
Büyük Selçuklu Devleti’nin Horasan’daki mirasını ele geçiren Hârizmşah Alâeddin Tekiş, Sultan II. Tuğrul’u mağlûp ve katlederek Irak Selçuklu Devleti’ni yıktı (590/1194) ve İsfahan’ı Irak ümerâsından Kutluğ İnanç’a verdi. Kutluğ İnanç’ın Irak’ın tamamını ele geçirmeye çalışıp bu yolda hayatını kaybetmesinden sonra da torunu Erboz b. Togantogdı’yı bu şehrin valiliğine tayin etti. Alâeddin Muhammed zamanında Gurlular ile Hârizmşahlar arasında sekiz yıl devam eden mücadele Hârizmşahlar’ın İsfahan ile bağlantılarını kesti. Şehir daha sonra İldenizliler’in hâkimiyetine geçti. Doğuda ülkesini Gurlu ve Karahıtay tehdidinden kurtaran Alâeddin Muhammed batıya dönerek İsfahan’a ve bütün Irâk-ı Acem’e hâkim oldu. Celâleddin Hârizmşah, uzun mücadelelerden sonra Moğollar’la 625 (1228) yılında İsfahan surları önünde karşılaştı. Bütün şehir halkının da desteğini almasına rağmen bu karşılaşma Celâleddin’in hezimetiyle neticelendi ve sultan kuşatmayı yararak canını kurtarabildi. Ancak bu savaşta Moğollar’ın ağır zayiat vermeleri Mâverâünnehir’e çekilmelerine sebep olduğu için Celâleddin geri döndü ve şehirde duruma hâkim oldu. Böylece İsfahan yine Moğol istilâsından kurtulduysa da 633’te (1235-36) kurtulamadı. Selçuklu ve Hârizmşahlar döneminde İsfahan’da dinî nüfuz sahibi iki büyük aile görülür. Bunlardan biri, şehre Nizâmülmülk tarafından Merv’den getirilen ve Şâfiîler’in rehberi olan Âl-i Hucend, diğeri Hanefîler’in rehberi olan Âl-i Sâid’dir (Sâidiyye). Özellikle Selçuklu merkezî otoritesinin zayıflamasından sonra yavaş yavaş siyasî gücü ellerine geçiren bu iki ailenin öncülüğünde şehirde büyük mezhep kavgaları yaşanmıştır.
İlhanlılar döneminde İsfahan, merkezi Hemedan olan Irâk-ı Acem eyaleti içerisinde yer alıyor ve önceleri eyaletin diğer şehirleriyle birlikte Bahâeddin el-Cüveynî’nin idaresi altında bulunuyordu. Şehir, Argun Han’ın ölümünden bir süre önce (690/1291) ortaya çıkan karışıklıklar sırasında kısa bir müddet için Luristan Atabegi Efrâsiyâb’ın eline geçmişse de daha sonra Gāzân Han merkezî otoritenin hâkimiyetini yeniden tesis etmiş ve burada seyyidlerin kalması için bir dârüssiyâde yaptırmıştır. İlhanlı devrine ait resmî muhasebe kayıtlarından İsfahan şehrinin bu devirde ödediği vergi miktarıyla ilgili bazı bilgiler elde edilmektedir; meselâ saraydaki hatunların masrafları için bütçeden ayrılan 170.000 dinarın 40.000’i İsfahan damgasından karşılanıyordu. İlhanlı devri kaynakları, o dönemin İsfahan’ında iktisadî açıdan büyük bir gelişme yaşandığını ve bu gelişmenin sebebinin eyaletteki tarımda kaydedilen ilerleme olduğunu göstermektedir. VIII. (XIV.) yüzyılın ortalarına doğru İsfahan’ı ziyaret etmiş olan İbn Battûta, meslek gruplarının loncalar halinde örgütlendiklerini ve kendilerine “kelû” denilen bir başkan seçtiklerini yazmaktadır. Yine İbn Battûta, şehirde bulunan sûfî civanmertlerin misafirperverliklerini de zikretmiş, bu arada 745 (1344) yılında bir deprem meydana geldiğini ve şehrin surları ile bazı evlerinin hasar görmesine ve yaklaşık yirmi kişinin ölümüne yol açtığını da bildirmiştir.
İlhanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra ortaya çıkan karışıklık döneminde İncûlular’dan Şeyh Ebû İshak’ın hâkimiyetinde kalan İsfahan, 758 (1357) yılında Muzafferîler’den Mübârizüddin Muhammed’in yeğeni Şah Sultan tarafından ele geçirildi. Mübârizüddin Muhammed’in ölümü üzerine yapılan taksimatta devlet merkezi olan Şîraz Şah Şücâ‘a düşerken İsfahan’ı kardeşi Şah Mahmud aldı (760/1359). Ancak burada müstakil bir idare kurmaya çalışan ve kardeşiyle mücadeleye giren Şah Mahmud’un Celâyirli Şeyh Üveys’ten yardım istemesi onun nüfuzunu Güney İran’a kadar uzatmasına sebep oldu (765/1364). Bu dönemde İsfahan’da Şeyh Üveys adına basılan bir para şehrin Celâyirliler’in nüfuz alanı içerisinde yer aldığını göstermektedir. Şeyh Üveys’in 776 (1374) yılında ölümüyle Şah Şücâ‘ Celâyir nüfuzuna son verdiği gibi uzun mücadelelerden sonra Muzafferîler’i Orta ve Güney İran’a hâkim büyük bir devlet haline getirmeyi de başardı.
Muzafferîler’in dâhilî mücadelelerle zayıfladığı dönemde İsfahan önlerine gelen Timur’un ordusu, önce şehrin ileri gelenleri ve ulemâsı tarafından saygıyla karşılandıysa da şehre öncü olarak giren askerlerin yaptıkları disiplinsiz hareketler sebebiyle öldürülmeleri üzerine Timur’un emriyle 6 Zilkade 789’da (18 Kasım 1387) 50.000 kişiyi kılıçtan geçirdiği rivayet edilir (Hâfız-ı Ebrû, Ẕeyl-i Câmiʿu’t-tevârîḫ, s. 289). Nizâmeddîn-i Şâmî ise 70.000 kişinin öldürüldüğünü ve kafataslarından kuleler yapıldığını kaydetmektedir (Zafernâme, s. 126-127). İsfahan’ın idaresi Timur tarafından torunu Emîrzâde Rüstem’e verildi. Şehir Timur’un ölümünden sonra ortaya çıkan karışıklıklarda Mirza Ömer ve Ebû Bekir’in saldırılarına uğradı; ardından da Rüstem ile kardeşi İskender arasındaki uzun mücadelelere sahne oldu. 816’da (1413) mücadeleyi kazanan Mirza İskender burayı kendisine başşehir yaptı. İskender’in bu bölgede başına buyruk hareket etmesi ve kendi adına hutbe okutup sikke kestirmesi, Kara Yûsuf üzerine sefere çıkmış bulunan Şâhruh’un İsfahan’a yürümesine yol açtı. Şehri yaklaşık elli günlük bir kuşatmanın ardından ele geçiren Şâhruh (817/1414) Irâk-ı Acem’in tamamıyla birlikte burayı yeniden Rüstem’e verdi.
İsfahan’daki Timurlu hâkimiyeti 856’da (1452) sona erdi ve şehir bu tarihte Karakoyunlu Hükümdarı Cihan Şah’ın hâkimiyetine girdi; kısa bir süre sonra da çıkan bir isyanın çok kanlı bir şekilde bastırılması sırasında tahrip edildi. Cihan Şah’ın İsfahan’ı tahribinden yaklaşık yirmi yıl sonra burayı ziyaret eden ve hadisenin şahitleriyle bizzat görüşen Venedikli seyyah Joshaphat Barbaro, isyanın bastırılmasının ardından nüfusun ancak altıda birinin (yaklaşık 50.000 kişi) kaldığını ve şehrin yeni yeni toparlanmakta olduğunu yazmıştır. Şehir daha sonra Akkoyunlular’ın idaresine geçti (873/1469) ve Uzun Hasan tarafından oğlu Yâkub Bey’e verildi. Sultan Murâd b. Ya‘kūb’un Hemedan yakınlarında Safevî Hükümdarı Şah İsmâil’e yenilmesi (908/1503) Irâk-ı Acem’deki Akkoyunlu hâkimiyetini iyice zayıflattı.
911 (1505) yılında güçlü bir orduyla İsfahan’ı kuşatan Şah İsmâil bölgedeki Şiîler’in de yardımıyla şehri zaptetti ve Türkmenler’den mezhep değiştirenlerin dışında kalan halkını kılıçtan geçirdi. Şah İsmâil ve Tahmasb dönemlerinde Osmanlılar karşısında alınan yenilgiler Safevîler’i Orta İran’da daha güvenli bir başşehir aramaya yöneltti ve sonuçta sahip olduğu tabii ve stratejik şartlar sebebiyle İsfahan seçildi. I. Abbas zamanında surları yenilenerek büyük bir imar faaliyetine sahne olan İsfahan, tarihinin en parlak günlerini yaşadı ve Azerbaycan’dan getirilen yaklaşık 3000 hânelik Ermeni topluluğu ile daha kalabalık hale geldi. Bu dönemde İsfahan nüfusu, yeşilliği, geniş meydanları, güzel köprüleri, mücevherat mağazalarının çokluğu ve ipek halı dokumacılığı ile İran’ın en büyük şehri olarak tasvir edilir. XVII. yüzyılın başlarında John Cartwright buradan “yüz kapılı şehir” diye bahsetmekte ve surlarının etrafının atla ancak bir günde dolaşılabileceğini yazmaktadır. Halen Farsça’da kullanılan “İsfahân nısf-i cihân” (İsfahan dünyanın yarısı) ve “İsfahân nakş-i cihân” (İsfahan dünyanın süsü) sözleri o günlerden kalmadır. Şehir bu dönemde edebî ve kültürel açılardan da büyük bir gelişme göstermiş ve burada sayıları yüzlerle ifade edilen şair, edip, mûsikişinas, âlim ve filozof yetişmiştir, Edebiyatta “sebk-i İsfahânî” diye tanınan edebî akım ve mûsikide isfahanek ve isfahan denilen makam da bu dönemde ortaya çıkmıştır. Safevîler’in genelde tekke ve hankahların faaliyetlerini kısıtlamalarına rağmen II. Abbas, İsfahan’da sûfîler için Tekiyye-i Feyz adıyla bilinen bir tekke yaptırmıştır. Bu durum şehirdeki sûfî varlığının önemini yitirmeden sürdüğünü göstermektedir; ancak Şah Hüseyin Mirza 1135’te (1722-23) sûfî hankahlarının tamamını yıktırmıştır.
İsfahan’ın parlak dönemi uzun sürmedi. Afganlar, Gelûnâbâd (Gülnâbâd) savaşından (1134/1722) sonra şehri kuşatarak ele geçirdiler ve bir süre sonra da Orta İran’da isyanların artması üzerine halka zulmetmeye başladılar. Eşref Han’ın emriyle ulemâ ve ileri gelenlerden yaklaşık 3000 kişi öldürülürken çarşılar da askerler tarafından yağmalanarak yakıldı; bu karışıklıklar sırasında kaçan halk etrafa dağıldı. Uzun mücadelelerden sonra Afganlar’ı İran’dan atmayı başaran Nâdir Şah, idare merkezini Meşhed’e taşımakla birlikte İsfahan’ın imarına büyük önem verdi; çünkü burayı devletin batıdaki ikinci başşehri gibi kullanıyordu. İsfahan’ın surları yeniden yapıldıktan sonra tahrip edilen Zâyenderûd’un su kanalları, medrese, kervansaray ve camiler onarıldı. Ancak 1747’de Nâdir Şah’ın öldürülmesiyle sonuçlanan olaylar sırasında şehir iki defa yağmalandı. İsfahan’ın başşehirlikten düşmesi, özellikle Nâdir Şah’ın ölümünden sonra gittikçe önemini yitirmesine yol açtıysa da bu tarihî şehir ülkedeki siyasî gelişmelerde başlıca rollerden birini oynamaya devam etti. Nâdir Şah’tan sonra kurulan Zend hânedanı döneminde başşehrin Şîraz, Kaçarlar döneminde ise Tahran olması, İsfahan’ın Safevîler devrinde kazandığı ehemmiyeti azaltmakla birlikte şehir ticarî açıdan önemini korumuştur. Meşrutiyet hareketi sırasında Şeyh Nûrullah Necefî’nin öncülüğünde ileri çıkan İsfahan I. Dünya Savaşı’nda önce Bahtiyârî milislerinin, daha sonra da Ruslar’la İngilizler’in, II. Dünya Savaşı’nda ise yeniden İngilizler’in işgaline uğradı.
1998’de yaklaşık 1 milyon civarında nüfusu olan İsfahan, son elli yıl içerisinde büyük bir gelişme göstererek İran’ın başlıca kültür merkezlerinden biri haline geldi. Bugün ülkenin en önemli yüksek öğretim kurumları arasında yer alan İsfahan Üniversitesi ve İsfahan Teknik Üniversitesi pek çok alanda eğitim vermektedir. Fakat şehir sekiz yıl devam eden İran-Irak Savaşı’nda büyük zarar görmüştür. 1974 yılında hizmete giren demiryolu İsfahan’ı Kâşân ve Kum üzerinden Tahran’a, Yezd üzerinden de Kirman’a bağlamaktadır; Kum’dan geçecek Tahran otoyolu ise henüz inşa aşamasındadır. İsfahan İran’ın önde gelen sanayi merkezlerinden biridir ve şehirde demirçelik, petrol rafineri, petrokimya, şeker, çimento, bitkisel yağ ve tekstil (özellikle yün ve pamuk iplikçiliği) tesisleri bulunmaktadır. Asıl dünya çapındaki ünü ise el tezgâhlarında dokunan halıları ile kuyumculuk (bilhassa gümüş işçiliği) ürünlerinden gelmektedir.
İsfahan’ın tarih boyunca muhtelif devletlere başşehir oluşu, İran mimarisinin en güzel örnekleri arasında yer alan pek çok eserle süslenmesine imkân sağlamış, çeşitli dönemlerde vuku bulan mücadele ve savaşlarda sık sık istilâya uğraması ve el değiştirmesi de bunlardan önemli bir kısmının tahrip olmasına yol açmıştır.
Tarih boyunca çeşitli ilim dallarında temayüz etmiş, İsfahânî nisbesini taşıyan çok sayıda âlimden bazıları şunlardır: Dâvûd ez-Zâhirî ve oğlu İbn Dâvûd ez-Zâhirî, Muhammed b. Ali b. Mende el-İsfahânî, Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, Hamza el-İsfahânî, Ebû Müslim el-İsfahânî, Sâhib b. Abbâd, İbn Miskeveyh, İbn Fûrek, Ebû Saîd Muhammed b. Ali en-Nakkāş, Ebû Nuaym el-İsfahânî, Râgıb el-İsfahânî, İmâdüddin el-İsfahânî, Ebû Îsâ el-İsfahânî, Muhammed b. Mahmûd el-İsfahânî, Mahmûd b. Abdurrahman el-İsfahânî, Mîr Muhammed Bâkır Dâmâd ve Şeyh Bahâeddin Âmilî.
BİBLİYOGRAFYA
Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 449, 525; ayrıca bk. İndeks.
İbnü’l-Fakīh, Muḫtaṣaru Kitâbi’l-Büldân (nşr. M. J. de Goeje), Leiden 1302, s. 261-263.
Ya‘kūbî, Kitâbü’l-Büldân (Âyetî), s. 49-51.
İbn Hurdâzbih, Mesâlik ü Memâlik (trc. Saîd Hâkrend), Tahran 1371 hş., s. 24-25.
İbn Rüste, el-Aʿlâḳu’n-nefîse (trc. Hüseyin Karaçanlû), Tahran 1365 hş./1986, s. 179-195.
İbn A‘sem el-Kûfî, el-Fütûḥ (trc. Muhammed b. Ahmed Müstevfî-yi Herevî, nşr. Gulâm Rızâ Tabâtabâî), Tahran 1374/1995, s. 252-257.
Mes‘ûdî, et-Tenbîh (trc. Ebü’l-Kāsım Pâyende), Tahran 1349 hş./1970, s. 70, 336-337.
a.mlf., Mürûcü’ẕ-ẕeheb, Beyrut 1404/1984, II, 228.
İstahrî, Mesâlik ü Memâlik (nşr. Îrec Efşâr), Tahran 1368 hş./1989, s. 162-166, 184-187.
İbn Havkal, Sefernâme-yi İbn Ḥavḳal, Îrân der Ṣûretü’l-arż (trc. Ca‘fer Şuâr), Tahran 1366 hş./1987, s. 109-111.
Makdisî, Aḥsenü’t-teḳāsîm (trc. Ali Nakī Münzevî), Tahran 1361, II, 576-582.
Ebû Nuaym el-İsfahânî, Ẕikru aḫbâri İṣbahân (nşr. Seyyid Kesrevî Hasan), Beyrut 1410/1990, I-II.
Gerdîzî, Zeynü’l-aḫbâr (nşr. Abdülhay Habîbî), Tahran 1366, s. 175, 350, 527.
Mâferrûhî, Meḥâsinü İṣfahân (nşr. Celâleddin el-Hüseynî et-Tahrânî), Tahran 1312/1933.
Mücmelü’t-tevârîḫ ve’l-ḳıṣaṣ (nşr. Bahâr – Muhammed Ramazânî), Tahran 1318 hş., s. 465, 525.
İbnü’l-Kemâl İlyâs b. Ahmed, Keşfü’l-ʿaḳabe (nşr. Mikâil Bayram), Konya 1981, s. 13.
Sem‘ânî, el-Ensâb, I, 289-290.
Muhammed b. Ali er-Râvendî, Râḥatü’ṣ-ṣudûr (nşr. Muhammed İkbâl – Müctebâ Mînovî), Tahran 1364 hş., s. 39, 139-141, 157-158, 161.
Ahbârü’d-devleti’s-Selcûkıyye (Lugal), s. 55, 63, 73, 77, 134.
Avfî, Lübâb, I, 354-356.
Bündârî, Zübdetü’n-Nusra (Burslan), s. 93-95, 166-167, 169, 177, 201, 206, 262, 265.
Cüveynî, Târîḫ-i Cihângüşâ, II, 33, 38, 39, 42, 151-153, 209-212.
Zekeriyyâ b. Muhammed el-Kazvînî, Âs̱ârü’l-bilâd (trc. Cihângir Mirzâ Kâçâr, nşr. Mîr Hâşim Muhaddis), Tahran 1373/1994, s. 356-359.
Reşîdüddin Fazlullāh-ı Hemedânî, Sevâniḥü’l-efkâr (nşr. Muhammed Takī Dânişpejûh), Tahran 1358, s. 44-46, 74, 179-182.
a.mlf., Câmiʿu’t-tevârîḫ (nşr. Ahmed Ateş), Ankara 1960, s. 66, 70-72, 74.
Hüseyin b. Muhammed b. Ebü’r-Rızâ Âvî, Tercüme-i Meḥâsin-i İṣfahân (nşr. Abbas İkbâl), Tahran 1328, s. 96-97.
Ebü’l-Fidâ, Taḳvîmü’l-büldân (trc. Abdülmuhammed Âyetî), Tahran 1349, s. 473, 489.
Müstevfî, Nüzhetü’l-ḳulûb (Strange), s. 48, 49.
İbn Battûta, Seyahatnâme, I, 214-217.
Nizâmeddîn-i Şâmî, Zafernâme (trc. Necati Lugal), Ankara 1949, s. 126-127.
Hâfız-ı Ebrû, Zübdetü’t-tevârîḫ (nşr. Seyyid Kemâl Hâc Seyyid Cevâdî), Tahran 1372, I, 74-80, 538-555; II, 754, 797.
a.mlf., Ẕeyl-i Câmiʿu’t-tevârîḫ-i Reşîdî (nşr. Hânbâbâ Beyânî), Tahran 1350/1971, s. 229, 238, 289.
Abdürrezzâk es-Semerkandî, Maṭlaʿ-ı Saʿdeyn (nşr. Abdülhüseyin Nevâî), Tahran 1372/1993, s. 299, 301, 307-308, 355, 402.
Hüseyin Tahvîldâr-i İsfahân, Coġrâfiyâ-yi İṣfahân (nşr. Menûçihr-i Sütûde), Tahran 1342, s. 16-30, 37-42, 65.
Devletşah, Teẕkire (nşr. Muhammed Ramazânî), Tahran 1366/1987, s. 88, 90, 108, 113, 115-116, 256, 280, 306.
Hüseyin Nûr Sâdıkī, İṣfahân, Tahran 1316/1937, s. 8, 10, 73, 178-217.
Sâdık Hidâyet, İṣfahân Nıṣf-ı Cihân, Tahran 1333/1954.
Lutfullah Hünerfer, Rehnümâ-yi İṣfahân, Tahran 1346/1967, s. 6-7, 23, 45-57, 68, 89-90, 99-101.
a.mlf., Gencîne-yi Âs̱âr-i Târîḫî-yi İṣfahân, Âs̱âr-i Bâstânî ve Ketibehâ-yi Târîḫî der İṣfahân, İsfahan 1350/1971, s. 75-97, 150-164, 360-382.
G. Hennequin, Catalogue des monnais musulmanes de la Bibliothèque Nationale, Paris 1985, s. 68, 83.
Mehdî Seccâdî Nâinî, Kitâbşinâsî-yi İṣfahân, İsfahan 1370 hş.
Mîr Seyyid Ali Cenâb, el-İṣfahân, İsfahan 1371/1992, s. 4-8, 42, 61-62, 180, 199.
G. le Strange, The Lands of the Eastern Caliphate, Frankfurt 1993, s. 203-207.
Pierre Loti, İsfahân Seyahatnamesi (trc. Seyfettin Ünlü), İstanbul 1996.
André Godard, “Iṣfahān”, At̲h̲ār-é Īrān, II, Paris 1937, s. 7-176.
Nûrullah Kisâî, “İṣfahân der Rûzgâr-i Âl-i Büveyh ve Selçûḳıyân”, Mecelle-i Dânişkede-i Edebiyyât ve ʿUlûm-i İnsânî-yi Dânişgâh-i İṣfahân, sy. 4-5, İsfahan 1376/1997, s. 176-202.
Mirza Bala, “İsfahân”, İA, V/2, s. 1068-1072.
A. K. S. Lambton, “Iṣfahān”, EI2 (İng.), IV, 97-105.
https://islamansiklopedisi.org.tr/isfahan#2-mimari
MİMARİ. Erken dönemlerin mimari eserleri hakkında fazla bilgi bulunmayan İsfahan’ın çevresinde İslâm öncesi döneme ait anıtlara rastlamak mümkün değildir. Bu tip yapılardan şehrin batısında tepe üzerinde kerpiçten yapılma bir âteşkede ayakta kalmıştır. Şehrin Ahamenîler devrinde önem taşıdığına dair bilgi edinilmekteyse de önemli gelişmenin Sâsânî döneminde olduğu anlaşılmaktadır. İsfahan’ın uzak geçmişine ait rivayetler, Taberek Kalesi’nin ilk bânisi olarak Keykâvus ve İskender isimlerini zikretmektedir. Fakat gerçek olan şehrin bir askerî üs ve ordugâh merkezi olma hususiyetidir.
Abbâsî Halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr zamanında (754-775) İsfahan’ın etrafının surlarla çevrildiği rivayet edilmekle birlikte 912-913 yıllarında Büveyhîler’den Rüknüddevle’nin şehri merkez edinmesi ve surları yaptırması kesin olarak bilinen ilk imar faaliyetlerindendir. Daha sonra Büveyhîler’den Fahrüddevle ile veziri Sâhib b. Abbâd önemli imar faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Sâhib b. Abbâd’ın yaptırdığı cami bu devrin eserleri arasında yer alır. Sâmânîler, Abbâsîler ve Gazneliler arasında el değiştiren İsfahan X. yüzyılda istikrarsız bir dönem yaşamıştır. XI. yüzyılın ilk yarısındaki karmaşa ortamının ardından şehri Kâkûyîler ele geçirmiştir. Bu dönemde Alâüddevle Muhammed’in şehrin imarında önemli bir rolü olmuş, 1037-1038’den başlayarak şehir yeniden imar edilmiştir.
İsfahan, bir başşehir ve önemli bir yerleşim merkezi olma hususiyetini Selçuklular devrinde kazanmıştır. 1042-1043’ten itibaren Tuğrul Bey’e tâbi olan şehirde Selçuklular’ın tam hâkimiyeti 1051’de başlamış ve geniş bir imar faaliyetine sahne olmuştur. Özellikle Melikşah ve veziri Nizâmülmülk’ün çalışmaları çok önemlidir. Bu dönemden sadece şehrin içinde değil çevresinde de birçok mimari âbide günümüze ulaşmıştır.
Selçuklu devrinin en önemli yapısı İsfahan Cuma Camii’dir. Daha önce Vezir Sâhib b. Abbâd’ın yaptırmış olduğu küçük bir caminin yerinde 1080 yılında Vezir Nizâmülmülk tarafından yaptırılan tuğla yapı güzel ve büyük bir kubbeyle örtülmüştür. Burada görülen mihrap önünde geniş çaplı kubbe uygulaması, erken İslâm mimarisinin klasik, basit ve çok destekli camiler mimarisinde önemli bir aşama olduğu gibi Türkler’in dinî yapı sanatında bir kubbe hâkimiyetine önem vermelerinin de ilk örneklerinin başında gelir. Bunun kuzeyinde yer alan Tâcülmülk’ün inşa ettirdiği kubbeli yapı Hâkî Kümbeti adıyla da tanınmaktadır. Yapı kısa bir süre sonra dört eyvanlı avlulu hale getirilmiştir (bk. İSFAHAN CUMA CAMİİ). Meydân-ı Köhne’de bulunduğu bilinen saray ve öteki binalardan günümüze hiçbir iz kalmamıştır. Diğer Selçuklu yapılarından olan 1107 tarihli tuğla süsleme ve kûfî kitâbeleriyle dikkat çeken Çihilduhterân Minaresi, XVI ve XVII. yüzyıllarda son şeklini alan Mescid-i Ali yanındaki tuğla süslemeli ve kûfî kitâbeli minare (Minâre-i Ali), tuğla süslemeleriyle temâyüz eden Ziyâr Minaresi, sülüs ve kûfî kitâbeleri, tuğla ve çini süslemeleriyle dikkat çeken Sârbân Minaresi, şehrin kuzeydoğusundaki Bersiyân Mescidi, İmamzâde İsmâil Mescidi ve İmamzâde Ahmed Türbesi ile Şehristan köyündeki Râşid-Billâh Türbesi gibi eserler ilk mimari örneklerdir.
Sultan Sencer devrinde başşehir olma özelliğini kaybeden İsfahan’da çıkan ayaklanmalarla Haziran 1121’de önemli bir yıkım geçiren İsfahan Cuma Camii yeniden tamir ve tâdil edilmiştir. Ayrıca Nizâmülmülk de sûfîler için bir hankah ve medrese yaptırmıştır. Burada Melikşah ve Selçuklu hânedanından bazı kişilere ait mezar taşları bulunmaktadır. İsfahan Cuma Camii’nin kuzey ve güneyinde yer alan kümbetler de Selçuklu dönemine aittir.
1194’te Hârizmşahlar’ın ve 1235-1236’da Moğollar’ın eline geçen İsfahan, İlhanlı devrinde önemli bir gelişme göstermiştir. Şehir özellikle Olcaytu Han’ın ilgisiyle geniş bir imar faaliyetine sahne olmuştur. Olcaytu Han’ın İsfahan Cuma Camii’nde yaptırdığı tamirler ve özellikle caminin batı kısmında inşa ettirdiği mihrap önemlidir. Diğer önemli İlhanlı devri âbideleri 1316 tarihli mezar taşına sahip Ammû Abdullah Türbesi, Dârüzziyâfe minareleri, Kuşhâne Minaresi, İmamzâde Ca‘fer (Ca‘feriyye) Türbesi, Baba Kāsım Türbesi, İmâmiyye Medresesi gibi eserlerdir. Genel olarak tuğla ve çini süslemeleriyle göz dolduran bu eserlerden İmamzâde Ca‘fer Türbesi, Baba Kāsım Türbesi ve İmâmiyye Medresesi, İlhanlı hâkimiyetinin çok zayıf olduğu ve hatta etkisini kaybettiği süreçlerin eserleri olarak dikkat çeker.
İlhanlılar’ın kumandanları ve diğer bazı mahallî yöneticilerin idaresinde kalan şehir 1357’de Muzafferîler’in eline geçti. Şah Mahmud’la devam eden Muzafferîler hâkimiyeti 1387’de Timur’un şehri zaptetmesiyle son buldu. Muzafferîler döneminde İsfahan’daki en önemli imar faaliyetleri, İsfahan Cuma Camii’nin doğu tarafındaki Suffe-i Ömer (Medrese-i Ömer) olarak bilinen medrese kısmı (1366-1367), kuzey revakları ve Medrese-i Ömer’deki çinilerle Derdeşt minareleri ve Sultan Baht Ağa Türbesi Kubbesi’nde kendini göstermektedir. İsfahan Cuma Camii’nin batı tarafındaki Beytü’ş-şitâ bir Timurlu devri eseri olarak karşımıza çıkmaktadır. Muzafferî ve Timurlu devri yapıları, genel özellikleriyle İlhanlı devrinin uzantısı ve Safevî devrinin hazırlayıcısı olan süsleme ve mimari teşkilât özellikleriyle dikkat çeken eserler olarak göz doldurmaktadır.
1452’de Karakoyunlular’ın ve 1469’da Akkoyunlular’ın eline geçen İsfahan 1505’te Safevîler’in hâkimiyetine girmiştir. Karakoyunlu Cihan Şah devri eseri olan 1453 tarihli Derb-i İmâm, Şah Süleyman ve Şah Sultan Hüseyin dönemlerinde tâdil edilmiştir. Akkoyunlu Uzun Hasan’ın İsfahan Cuma Camii ile ilgilendiği ve binanın güney revaklarında yer alan, Şebâ Revakı olarak bilinen kısmı çinilerle kaplattığı bilinmektedir. Ayrıca Akkoyunlu Sultanı Rüstem’in 1496’da yaptırdığı Derb-i Köşk de önemlidir. Çini süslemeli taç kapısıyla dikkat çeken 1489 tarihli Mes‘ûdiye Türbesi bir başka Akkoyunlu eseridir.
İsfahan, Şah İsmâil’den sonra Elkas Mirza isyanı ile ortaya çıkan olumsuz şartlar karşısında Şah I. Abbas’ın başşehri buraya taşımasıyla birlikte parlak devrini yaşamaya başlamıştır. 1597’de şahlık merkezi olması kesinlik kazanan şehir bu tarihten sonra aktif bir ticaret ve sanat merkezi haline gelmiş ve yoğun bir imar faaliyetine sahne olmuştur. Bilhassa halıcılık ve kumaş üretiminde önem kazanmıştır. Safevî devri imar çalışmaları tamir ve tâdil faaliyetiyle başlamış, yeni binaların inşasıyla sürmüştür. Bu faaliyetler arasında Selçuklu devrinden kalma Hârûn Velâyet Türbesi (1512), Mescid-i Ali (1522), Mescid-i Kutbiyye Kapısı inşaatı (1543), Mescid-i Zülfikār (1543), Mescid-i Derb-i Cûbâre ve İsfahan Cuma Camii’ndeki çalışmalar önemlidir.
Safevî devrinde özellikle Şah I. Abbas’ın imar faaliyeti dikkat çeker. 1597-1611 yılları arasında yapılan Meydân-ı Şâh şehrin ana merkezi olmuş, meydan çevresinde önemli ve görkemli binalara yer verilmiştir. 512 × 159 m. boyutlarındaki meydan çevresinde yer alan eserler arasında Şeyh Lutfullah Camii (1602-1618) ve Şah I. Abbas’ın ölümünden sonra tamamlanan Mescid-i Şâh (1612-1630) en önemli dinî binalar olarak öne çıkarken yedi katlı Âlî Kāpû Sarayı şahın meydandaki tören, kutlama ve oyunları izlemesi için yapılmış özel bir bina olarak farklı bir nitelik arzetmektedir. Ayrıca meydana bağlı binalar arasında, içinde taht odasının bulunduğu Çihilsütun önemli bir saray mekânı olarak şaha tahsis edilmiştir. Meydana bağlı mimari teşkilât içinde 1619’da yapımı tamamlanan Kaysâriye Kapısı da ihtişamlı bir eserdir. Batı tarafında ise meydana bağlanan Çehârbağ özel bir yol olarak teçhiz edilmiştir. 1664-1677 yıllarında ihtişamının zirvesine ulaşan İsfahan’da 162 cami, kırk sekiz medrese, 273 hamam, 1800 kervansaray, hankah vb. bina bulunduğu bilinmektedir.
Şah II. Abbas’ın yaptırdığı Çihilsütun Sarayı ve Sâdâbâd bahçeleri (1647), Şah Süleyman’ın 1669 tarihli Heştbihişt Sarayı şehrin en güzel eserleri arasında önemli bir yere sahiptir. Sultan Hüseyin Mirza devrinde 1706-1714 yılları arasında yapılan Çehârbağ Medresesi bir hânedan okulu olarak teçhiz edilmiş olup güzel çinileriyle göz doldurmaktadır. İsfahan’ın diğer Safevî devri yapıları arasında bugün sadece taçkapısı ayakta kalan Mescid-i Derb-i Cûbâre, özellikle dinî sahneler ihtiva eden duvar resimleriyle ve çini süslemesiyle dikkat çeken Şah Zeyd b. İmam Ali b. Hüseyin Türbesi (1576), Şah I. Abbas devrinin en güzel eserlerinden olan Mescid-i Maksûd Bey (Mescid-i Zulümât [1602]), görkemli bir eser olan Molla Abdullah Medresesi, Mescid-i Şarkī (1605), Mescid-i Cârcî (1610), içinde Safevî hânedanına ait bazı kişilerin mezar taşları bulunan Sitti Fâtıma Türbesi, Taht-ı Pûlâd (Baba Rükneddin Türbesi [1629]), Kûy-i İmamzâde Ahmed (Sârû Takī) Mescidi (1643), Cadde-i Kûçek Medresesi (1647), Cadde-i Büzürg Medresesi (1648), Mescid-i Mesrî (1650), Mescid-i Hakîm (1656), Mescid-i Han (1679), Ahmedâbâd (Mescid-i Îlçî [1685]), Nimâverd Medresesi, Mescid-i Ali Kulı Ağa (1710), Ali Kulı Ağa Hamamı ve Şemsâbâd Medresesi dikkat çeken eserlerdir. 1642-1694 yılları arasında Safevî yöneticileri için inşa edilen sarayların bir parçası olan Tâlâr-ı Eşref de önemli bir eserdir.
1722’de Safevîler’in Afganlılar’a yenilmesiyle önemli bir yıkıma uğrayan İsfahan, 1729 yılında kısa bir süre şehrin imarına büyük önem veren Nâdir Şah’a tâbi olduysa da 1750’de Zendler’in eline geçti. 1766-1767’de Şîraz’ın başşehir olmasıyla önemini kaybeden İsfahan 1774-1775’te vuku bulan işgallerle sarsıldı. Şehir Kaçarlar’ın iktidara gelmesiyle Tahran’ın başşehir olmasına rağmen ticarî açıdan önem kazandıysa da XIX. yüzyılın ikinci yarısında bu rolünü Tebriz karşısında kaybetti. İmar faaliyetinin önemli bir duraklama gösterdiği İsfahan’da XVIII. yüzyıl önemli bir yıkım devri olup şehir bu devirde harabeye dönmüş, XIX. yüzyıl da İsfahan için parlak bir devir olmamıştır. Zend hânedanı devrinden İsfahan’da kalan bir eser yoktur. Kaçarlar’dan ise ayakta kalan Hacı Muhammed Ca‘fer Abâdeî (1859-1864), Mescid-i Seyyid (1840), Rahim Han ve Rüknülmülk camileri ilgi çekici eserlerdir.
Safevî devri eserlerinde dikkat çeken çini süsleme, özellikle İsfahan’da önemli bir sanat kolu olarak itibar ve teşvik görmüştür. Bunun dışında metal, kumaş ve halılarıyla da şehir ün kazanmıştır. Bilhassa Ali Rızâ-yi Abbâsî çevresinde gelişen İsfahan Minyatür Okulu meşhur olmuştur.
İsfahan’ın Zend, Safevî ve daha önceki devirlerinden ayakta kalmış mimari örnekleri arasında sivil mimari eserlerine rastlamak mümkün değildir. Fakat Safevî devriyle özdeşleşen bazı köprüler şehir ve çevresinde mevcuttur. Bu köprüler arasında en eskisi, Büveyhî ve Selçuklu devirleriyle irtibat kurulan Pül-i Şehristân ise de en ünlü köprü 1602’de Şah I. Abbas’ın kumandanlarından Allahverdi Han tarafından yaptırılan Pül-i Siyûse’dir. 1650 tarihli Pül-i Hâcû da Şah II. Abbas devri eseri olarak önem taşımaktadır.
BİBLİYOGRAFYA
P. Ceste, Monuments moderns de la Perse, Paris 1867, s. 5-36.
F. Sarre, Denkmäler persischer Baukunst: geschichtliche Untersuchung und Aufnahme muhammedanischer Backsteinbauten in Vorderasien und Persien, Berlin 1910, s. 73.
A Survey of Persian Art (ed. A. U. Pope), London 1939, s. 954-964, 1030-1032, 1077-1080, 1179-1201, 1235-1239, 1404-1410.
D. N. Wilber, The Architecture of the Islamic Iran: The Il-Khānid Period, Princeton 1955, s. 119-124, 138, 141-145, 149-154, 161-172, 179-180, 182-188.
L. Honarfar, Historical Monuments of Isfahan, Teheran 1958.
W. Blunt – W. Swaan, Pearl of Persia, London 1966.
R. Quirirg-Zoche, Isfahan im 15. und 16. Jahrhundert, Freiburg 1980.
M. Haneda, “The Character of the Urbanization of Isfahan in the Late Safavid Period”, Safavid Persia (ed. C. Melville), London 1996, s. 360-388.
Nosratallah Meshkati, A List of the Historical Sites and Ancient Monuments of Iran (trc. H. A. S. Pessyan), [baskı yeri ve tarihi yok].
E. Aubin, “A Ispahān”, RMM, sy. 3 (1907), s. 221-243.
Albert Gabriel, “Le Masdjid-i Djum’a d’Iṣfahān”, AI, sy. 2 (1935), s. 7-44.
A. Godard, “Iṣfahān”, At̲h̲ār-é Īrān, II/1, Paris 1937, s. 47-57.
M. E. Bykes, “Iṣfahān”, As.Af., XXXIII/3-4 (1946), s. 307-317.
L. Lockhart, “Iṣfahān”, a.e., XXXVII/3-4 (1950), s. 248-262.
a.mlf., “Iṣfahān”, EBr., IX, 910-911.
J. Sourdel-Thomine, “Iṣfahān”, EI2 (İng.), IV, 105-107.
Ingeborg Luschey-Schmeisser, “Cehel Sotūn”, EIr., V, 111-115.
Parvīz Varjāvand, “Darbe Emām”, a.e., VII, 11-13.