https://islamansiklopedisi.org.tr/istahri-ebu-said
244 (858) yılında doğdu. İran’ın Fars bölgesindeki İstahr şehrindendir. Bağdat’ta Sa‘dân b. Nasr, Ahmed b. Mansûr er-Remâdî, Îsâ b. Ca‘fer el-Verrâk, Ahmed b. Sa‘d ez-Zührî, Ahmed b. Hâzim İbn Ebû Gareze el-Gıfârî ve Abbas b. Muhammed ed-Dûrî’den hadis dinledi. Kendisinden İbnü’l-Muzaffer, Dârekutnî, İbn Şâhîn, Yûsuf b. Ömer el-Kavvâs, Ebü’l-Kāsım Abdüssamed b. Ömer ed-Dîneverî, Ebü’l-Kāsım İbnü’s-Sellâc ve Ebü’l-Hasan İbnü’l-Cündî gibi muhaddisler rivayette bulundu. es-Sünen’inde kendisinden rivayette bulunan Dârekutnî sika bir râvi olduğunu belirtir (Mevsûʿatü aḳvâli’d-Dâreḳuṭnî, I, 196). Şâfiî fıkhını Müzenî ve Rebî‘ b. Süleyman el-Murâdî’nin talebelerinden tahsil ettiği ifade edilmekle birlikte (Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, XV, 252) ismi açıkça zikredilen tek hocası Ebü’l-Kāsım el-Enmâtî’dir. Enmâtî’nin önde gelen talebelerinden ve üçüncü nesil Şâfiîleri’nin önemli âlimlerinden olan İstahrî, mezhep çevresinde gelişmekte olan fıkhî birikimi kendi katkılarıyla birlikte çok sayıda talebesine aktardı. Ondan fıkıh tahsil edenler arasında Dârekutnî, Ebû İshak el-Mervezî, Ubeyd el-Fakīh diye tanınan ve Kurtuba’ya (Córdoba) yerleşen Ebü’l-Kāsım el-Bağdâdî ve Ebü’t-Tayyib el-Bağdâdî yer alır. Şâfiî’nin fıkıh mirası konusunda uzman olarak görülen İstahrî yaşadığı dönemde Irak bölgesindeki Şâfiî ulemâsının reisi kabul edilirdi. Bu riyâset kendisine muhtemelen İbn Süreyc’den (ö. 306/918) sonra intikal etmiştir. Ebû İshak el-Mervezî, Bağdat’a geldiğinde İstahrî ve İbn Süreyc dışında derslerine katılabileceği başka bir hoca bulamadığını söyler.
İstahrî, Irak muhitinde İbn Süreyc’in başlattığı Şâfiî merkezli fıkıh anlayışını tamamen benimsemedi ve nisbeten kendisinden önceki Şâfiî fakihlerinin tavrını sürdürme eğiliminde oldu. Kocası vefat eden hamile kadına terekeden nafaka verilip verilmeyeceği tartışmasında nafaka verileceğini savunan İstahrî’ye Şâfiî’ye muhalefet ettiği söylenmiş ve bu bilgiyi doğru bulmaması üzerine kendisine Şâfiî’nin kitaplarından ilgili hüküm gösterilmişse de fikrinden vazgeçmemiş, Şâfiî’nin görüşüne muhalif olsa da Hz. Ali ile İbn Abbas’ın görüşüne muvafık olduğunu söyleyerek sahâbî kavli ile amel etmiştir (Sübkî, III, 231). Bu durum, Şâfiî fıkıh çevresinde İbn Süreyc ve talebelerinin faaliyetleriyle mezhep imamının fikirlerinin merkezî hale getirilme çabalarına karşı ortaya konmuş bir tavır olarak değerlendirilebilir. Nitekim İbn Süreyc ile girdiği münazaralar ve aralarında yaşanan sert tartışmalar farklı tavırları benimsediklerini göstermektedir (Hatîb el-Bağdâdî, VIII, 206).
Kum ve Sicistan’da kadılık ve ardından 320’de (932) azledilen İbnü’l-Haccâc’ın yerine Bağdat’ta muhtesiplik görevlerinde bulunan İstahrî, Sicistan ve Bağdat’taki görevlerine Halife Muktedir-Billâh tarafından tayin edildi. Sicistan kadılığı esnasında velinin rızası aranmaksızın yapılan birçok evliliği iptal etti. Sâbiîler hakkında fetva isteyen Halife Kāhir-Billâh’a onların yıldızlara taptığını ve Ehl-i kitap sayılmadıklarını söyleyerek kendilerinden cizye alınamayacağı ve öldürülmeleri gerektiği şeklinde cevap verdi. Halife fakihler arasında tartışılan, bazılarının karşı çıktığı bu fetvanın gereğini yerine getirmek istediyse de Sâbiîler’in topladıkları yüksek meblağda bir parayı takdim etmeleri üzerine bundan vazgeçti. Böylece Sâbiîler’den daha önce alınmakta olan cizye de kaldırılmış oldu. İstahrî, Kum kadılığı sırasında ardında mirasçı olarak bir kız ve amca bırakan bir kimsenin terekesinin yarısını kıza, yarısını amcaya vermesi üzerine Hz. Fâtıma dolayısıyla bütün mirasın kızın hakkı olduğunu ileri süren Şiîler’in kendisini tehdit etmesi yüzünden bu görevi bıraktı. Bağdat’taki muhtesiplik görevi esnasında bineğiyle sokakları dolaştığı, nebîz satılan Sûkuddâdî’yi kapattırdığı, eğlence mekânlarını yaktırdığı kaydedilir. Sert tabiatlı, zâhid ve kanaatkâr bir âlim olup sade bir hayat sürdüğü ifade edilir. İstahrî 14 Cemâziyelâhir 328’de (27 Mart 940) Bağdat’ta vefat etti ve Bâbüharb’de defnedildi. Vefatı için şâban ve rebîülâhir gibi aylar da verilmektedir.
Şâfiî mezhebindeki fukaha sıralamasında İstahrî, “ashâbü’l-vücûh” mertebesindeki fakihlerin önde gelenlerinden kabul edilir. Hocası Enmâtî ile usule ilişkin tartışmalara girebilecek bir seviyede olan İstahrî’nin (Sübkî, II, 302) usul ve fürû-i fıkha dair görüşleri mezhep kaynaklarında nakledilmektedir. Kendisi III. (IX.) yüzyılın sonlarıyla IV. (X.) yüzyılın başlarında yoğunlaşan usul tartışmaları sırasında birçok mesele hakkında görüş beyan etmiştir. Nasların celî kıyasla tahsis edilebileceği, beyanın hitap anından ihtiyaç anına kadar tehir edilebileceği, bir haberin tevâtür derecesine ulaşabilmesi için on kişi tarafından rivayet edilmesi gerektiği, Hz. Peygamber’in hükmü bilinmeyen fiillerinin -ibadet kastıyla yapıldığı anlaşılsın veya anlaşılmasın- mükellefler hakkında vücûb ifade ettiği, tahsis edici delil tesbit edilinceye kadar âm lafzın hükmü hakkında tevakkuf edileceği, mefhûm-ı sıfat ile istidlâlin câiz oluşu onun usul anlayışını yansıtan bazı görüşleridir. Şâfiî’nin “istihsan” kelimesinden ne kastettiğine dair açıklamaları ve kıyas türleri hakkındaki tanımlamaları da Şâfiî usulüne katkıları olarak değerlendirilebilir. İstahrî’nin bazı fürû-i fıkıh meseleleri hakkındaki görüşleri mezhep âlimlerince eleştirilmiştir. Sübkî, onun kadı iken mezhebin görüşlerine aykırı olarak verdiği kararlardan örnekler zikreder (a.g.e., III, 232). İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, mezhebin görüşüne muhalif bir görüşünü zikrederken onun, kuralların uygulanmasında sık sık hataya düştüğünü söyler (Nihâyetü’l-maṭlab, V, 210; VIII, 207). İstahrî’nin, Şâfiî’nin bazı ifadelerini zâhirî mânalarını esas alarak yorumladığı ve bu yüzden hata ettiği belirtilir. Mukim kimsenin binek üzerinde nâfile namaz kılarken kıbleye dönmesinin şart olmadığı, küçüğün mallarındaki tasarruf yetkisinin dededen sonra vasîye değil anneye intikal ettiği gibi tek kaldığı görüşleri mezhep kaynaklarında tartışılmıştır. Kendisinden rivayet edilen görüşler arasında yargılama usulüne dair olanlar dikkati çeker. Meselâ müctehid olmayan bir hâkimin verdiği isabetli hükmün infaz edileceğine dair görüşüyle Şâfiî imamlarından ayrılmıştır (İbnü’s-Salâh, I, 508; Sübkî, III, 234). İbn Süreyc gibi onun da nimet verene şükrün aklen vâcip olduğunu söylemesi, kelâm ilminde uzmanlaşmamış ve bu görüşü savunmanın doğuracağı kelâmî neticeleri kavrayamamış olmasına bağlanır.
Eserleri. 1. Kitâbü’l-Ḳaḍâ. Bazı kaynaklarda Edebü’l-ḳaḍâ diye anılan eser yargılama usulüne dairdir. İbn Kādî Şühbe eserin tek ciltlik hacimli bir kitap olduğunu kaydederken İsnevî gördüğü nüshanın çok küçük olduğunu söyler. Hatîb el-Bağdâdî ve İbnü’l-Cevzî gibi müelliflerin alanında eşsiz diye nitelediği eserin bazı kaynaklarda Kitâbü’l-Aḳḍıye olarak zikredilen eserle aynı olup olmadığı bilinmemektedir.
2. el-Ferâʾiżü’l-kebîr.
3. eş-Şürûṭ ve’l-ves̱âʾiḳ ve’l-meḥâḍır ve’s-sicillât (İbnü’n-Nedîm, s. 267).
Bağdatlı İsmâil Paşa’nın kendisine nisbet ettiği el-Câmiʿ fi’l-ḥisâb ve Şerḥu’l-cebr ve’l-muḳābele adlı eserler matematikçi Muhammed b. Lürre’ye aittir (a.g.e., s. 340). Mansûr b. İsmâil et-Temîmî’nin fıkha dair el-Müstaʿmel adlı kitabına şerh yazdığı bazı kaynaklarda zikrediliyorsa da (Habeşî, III, 1671) bu eser Ebû Muhammed el-İstahrî’ye aittir (ö. 384/994; bk. İsnevî, s. 56).
BİBLİYOGRAFYA
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Teceddüd), s. 267, 340.
Mâverdî, el-Ḥâvi’l-kebîr (nşr. Ali M. Muavvaz – Âdil Ahmed Abdülmevcûd), Beyrut 1419/1999, tür.yer.
Hatîb el-Bağdâdî, Târîḫu Baġdâd (nşr. Beşşâr Avvâd Ma‘rûf), Beyrut 1422/2002, VIII, 206.
İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Nihâyetü’l-maṭlab fî dirâyeti’l-meẕheb (nşr. Abdülazîm Mahmûd ed-Dîb), Beyrut-Cidde 1428/2007, V, 210; VIII, 207; ayrıca bk. tür.yer.
Yahyâ b. Ebü’l-Hayr el-İmrânî, el-Beyân fî meẕhebi’l-İmâm eş-Şâfiʿî (nşr. Kāsım Muhammed en-Nûrî), Beyrut 1421/2000, tür.yer.
İbnü’s-Salâh, Ṭabaḳātü’l-fuḳahâʾi’ş-Şâfiʿiyye (nşr. Muhyiddin Ali Necîb), Beyrut 1413/1992, I, 503, 508; II, 618.
Nevevî, Tehẕîb, II, 237-239.
İbnü’l-Fuvatî, el-Ḥavâdis̱ü’l-câmiʿa (nşr. Beşşâr Avvâd Ma‘rûf – İmâd Abdüsselâm Raûf), Beyrut 1997, s. 97.
Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, XV, 250-252.
a.mlf., Târîhu’l-İslâm: sene 321-330, s. 226-227; sene 351-380, s. 210, 546; sene 381-400, s. 102.
Sübkî, Ṭabaḳāt (Tanâhî), II, 301, 302; III, 230-253, 329, 332, 343, 448, 464.
İsnevî, Ṭabaḳātü’ş-Şâfiʿiyye, I, 46-47, 56-57.
Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Ṭabaḳātü’l-fuḳahâʾi’ş-Şâfiʿiyyîn (nşr. M. Zeynühüm M. Azeb – Ahmed Ömer Hâşim), Kahire 1413/1993, I, 247-248, 285.
Bedreddin ez-Zerkeşî, el-Baḥrü’l-muḥîṭ, Kahire 1414/1994, IV, 47, 492; V, 108, 156; VI, 31, 507; VII, 349; VIII, 74, 106-107.
İbn Kādî Şühbe, Ṭabaḳātü’ş-Şâfiʿiyye, I, 109-110.
Ali b. Süleyman el-Merdâvî, et-Taḥbîr şerḥu’t-Taḥrîr fî uṣûli’l-fıḳh (nşr. Abdurrahman el-Cibrîn v.dğr.), Riyad 1421/2000, III, 1471, 1476; IV, 1788; VI, 2686.
Keşfü’ẓ-ẓunûn, II, 1395, 1674.
Şevkânî, İrşâdü’l-fuḥûl (nşr. Ebû Mus‘ab M. Saîd el-Bedrî), Beyrut 1412/1992, s. 74, 91, 270, 294.
Hediyyetü’l-ʿârifîn, I, 269.
Mevsûʿatü aḳvâli’d-Dâreḳuṭnî fî ricâli’l-ḥadîs̱ ve ʿilelih, Beyrut 2001, I, 196.
Abdullah Muhammed el-Habeşî, Câmiʿu’ş-şürûḥ ve’l-ḥavâşî, Ebûzabî 1425/2004, III, 1671.