https://islamansiklopedisi.org.tr/kasit
Sözlükte “yönelmek, azmetmek; orta ve doğru yolu tutmak” gibi anlamlara gelen kasıt (kasd), terim olarak bir kimsenin istek ve iradesinin bir fiile ait sonuca yönelmesini ifade eder ve çok defa niyet, azim, irade, ihtiyar, amd (taammüd), rızâ gibi insanın iç dünyasına ait sübjektif durumu tanımlamaya yönelik kavramlarla belli bir mâna ilişkisi taşır. Niyet ve kasıt ekseriya eş anlamlı olarak kullanılıp birbiriyle açıklanmakla birlikte kastın mücerret yöneliş, niyetin ise bu yönelişin arkasında olan, ona mânevî ve olumlu nitelik kazandıran sâik (bâis) olduğunu söyleyerek kastı niyetten daha kapsamlı görenler de vardır (Ali Muhyiddin el-Karadâğî, I, 199-201). İrade, kişinin muayyen bir hususta karar verme şeklinde gerçekleşen sübjektif eylemini, bir fiili yapmaya yönelmesini, kasıt ise bu fiilin sonucuna yönelişi ifade ettiğinden kasıt iradeye göre daha özel bir anlam taşır. İhtiyar iki şeyden birini diğerine tercih etmeyi ve hukukî işlemin sebebine yönelik iradeyi ifade etmesi yönüyle kasta göre daha şeklî durur ve kasıttan ayrılır. “Bir fiili bilerek ve sonuçlarını isteyerek icra etmek” mânasını taşıyan amd (taammüd) kelimesi kasta göre daha fazla kararlılık taşıyan bir irade ve icrayı ifade eder. Bu gruba giren kelimeler arasında bu tür farklardan söz edilebilirse de (Karâfî, s. 7-13) fıkıh literatüründe özellikle niyet, kasıt ve amd kelimelerinin eş anlamlı olarak kullanıldığı, niyetin ibadetler, amdın ceza hukuku alanında yaygınlık kazanmasına karşılık kastın bunları da kapsayacak şekilde daha geniş bir kullanımının bulunduğu söylenebilir.
Kur’ân-ı Kerîm’de kasd kökünün türevleri sözlük anlamıyla altı yerde (el-Mâide 5/66; et-Tevbe 9/42; en-Nahl 16/9; Lokmân 31/19, 32; Fâtır 35/32), taammüd de terim anlamıyla üç yerde (en-Nisâ 4/93; el-Mâide 5/95; el-Ahzâb 33/5) geçer. Niyet kelimesi Kur’an’da doğrudan geçmemekle birlikte dinî literatürdeki kullanım yönüne delâlet eden çeşitli âyetler vardır. Kişilerin iç dünyası ve davranışların samimiyetle yapılmasının taşıdığı önem sebebiyle niyet, kasıt, ihtiyar, irade, rızâ, taammüd gibi kelimelerin dinî öğretide de sıkça kullanıldığı ve giderek kavramlaşarak bunlarla inanç ve ibadetlerden muâmelât ve ukūbât alanına kadar kişilerin dinî ve hukukî sorumluluklarını çerçeveleyen ve dışa akseden davranışlarını değerlendiren bir doktrinin oluşturulduğu görülür (bk. İHTİYAR; İRADE; NİYET; RIZÂ).
İslâm âlimlerinin tasvirine göre bir fikrin hatıra gelmesi (hâcis) ve sahibini bir süre meşgul etmesi (hâtır), insanın onu yapıp yapmamakta tereddüt etmesi (hadîsü’n-nefs), yapılması yönüne meyletmesi (hemm) safhalarını, o şeyi yapmaya bilinçli olarak karar vermesi demek olan kasıt ve azim safhası takip eder. Bunun için de kasıt, insanın eylemi oluşturan zihnî faaliyetleri arasında fizik âleme en yakın olan halkayı teşkil eder. Günah olan bir fiilin işlenmesi halinde dinî sorumluluğun hangi safhada başlayacağı özellikle kelâmcıları fazlasıyla meşgul etmiş bir konudur. Hukukta ise hüküm ve sorumluluk kastı izleyen eylem safhasında başlar.
Hz. Peygamber’in, “Ameller niyetlere göredir. Herkes için niyet ettiği şey vardır” meâlindeki hadisi (Buhârî, “Bedʾü’l-vaḥy”, 1; Müslim, “İmâre”, 155), davranışların Allah katındaki gerçek değerini belirten genel bir dinî ilkeyi ifade eder. Bu husus fıkıh kültüründe, “Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir”; “Ukūdda itibar makāsıd ve meâniyedir, elfaz ve mebânîye değildir” kaideleriyle ifade edilir (Mecelle, md. 2, 3). Mubah bir işin Allah rızâsını elde etmek amacıyla yapılması halinde sevap ve ecir kazandıran bir ibadet haline geleceği belirtilir. Nitekim Resûl-i Ekrem de düşmanla savaşta kullanılacak okun imalinin bile cennete girme vesilesi olabileceğini ifade etmiştir (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 24). Aynı şekilde kurban kesiminde, buluntu malın zilyedliğinde olduğu gibi fâilin niyet ve kastına göre bir işin dinî değer hükmü değişebilir. Kocanın sırf eziyet etmek için karısını nikâhı altında tutmasının Kur’an’da haksızlık ve zulüm olarak nitelendirilmesi bu gerekçeye dayanır (el-Bakara 2/231).
Kişilerin iç iradeleriyle dışa akseden davranışları arasında uyumun bulunması samimiyet ve dürüstlük ölçütü olarak dinen büyük önem taşısa da beşerî ilişkilerde hukuk güvenliğinin ve istikrarının korunabilmesi, adaletin sağlanabilmesi için haricen bilinmesi mümkün olmayan kasıt ve niyet yerine bazı objektif kriterlerin benimsenmesi ve hükümlerin onlara dayandırılması gerekir. Muâmelât hukukunda iç iradeden, kişinin niyet ve kastından ziyade onun temsilcisi sayılan söz ve davranışların ölçü alınması ve hükümlerin zâhire göre verilmesi de bu gerekçeye dayanır. Hz. Peygamber, meşhur bir hadisinde kendisine sunulan delillerin zâhirine göre hüküm vereceğini belirtmiş (Buhârî, “Şehâdât”, 27, “Aḥkâm”, 20; Müslim, “Aḳżıye”, 4), bu âdeta muâmelât hukukunun temel ilkelerinden biri olmuştur. Akidlerin icap ve kabul ile kurulması, yargılamada objektif ispat vasıtalarının benimsenmesi de bu ilkenin gereğidir. Burada asıl mesele, kasıt ve davranış arasında çatışma olduğu durumlarda hangisine öncelik verileceği, fâilin niyet ve kastının bilinebileceği durumlarda onun temsilcisi sayılan söz ve davranışların önemini yitirip yitirmeyeceği hususudur. Özetle belirtmek gerekirse başta Zâhirîler olmak üzere Hanefî ve Şâfiî mezhepleri, akidlerde ve hukukî işlemlerde tarafların dışa akseden söz ve davranışlarını esas alırken Hanbelî ve Mâlikî mezhepleri, belli ölçüde böyle bir işlemi yapmaya sevkeden sâiki ve fâilin kastını esas almaya gayret ederler. Vadeli satış, şarap üreticisine üzüm satmak, borçlunun alacaklıya hediye vermesi, ölüm yatağındaki hastanın evlenmesi, boşaması veya mirasçıları lehine borç ikrarı, hülle nikâhı gibi örnekler üzerinde yoğunlaşan bu tartışmada tarafların farklı görüşte olmaları zikredilen iki ilkeden birine öncelik vermeleri sebebiyledir (bu konudaki görüşlerin değerlendirmesi için bk. Abdülkerîm Zeydân, s. 249-270).
Ceza hukukunda kusura dayalı (sübjektif) sorumluluk ilkesi hâkim olup malî nitelikteki bazı cezalarda kusursuz (objektif) sorumluluğa yer verildiği de olur. Bunun için ceza hukukunda fâilin suç teşkil eden eylemi bilerek ve sonucunu isteyerek yapmasını ifade eden kasıt, ağır bir dinî ve uhrevî sorumluluğu mûcip olduğu kadar suç hukukunun da âdeta omurgasını oluşturmaktadır. Meselâ Kur’an’da adam öldürme suçu fâilin öldürme kastı esas alınarak kasten (amden) ve hatâen şeklinde iki gruba ayrılmış ve her biri için farklı müeyyideler öngörülmüş (en-Nisâ 4/92-93), bu ayırım klasik doktrinde de korunmuştur. Buna göre adam öldürme suçunda kasıt (amd) fâilin bilerek ve isteyerek ölümle sonuçlanan bir fiili işlemesi demektir ve suçun mânevî unsurunu teşkil eder. Mâlik ve Leys b. Sa‘d’ın önceden planlanan cinayetlerde kısasın uygulanma şartlarını hafifletmesi bir tarafa, doktrinde suçu önceden planlama anlamıyla taammüd ve fiilin sonucunu o anda istemiş olma anlamıyla kasıt ayırımı genelde yapılmaz. Öte yandan kasıt kişinin iç dünyasıyla alâkalı bir durum olduğu ve tesbitinde zorluklar bulunduğu, hukukî hükümlerin ise objektif verilere dayanması gerektiği için fakihler kişinin kasıt ve niyetini göstermeye elverişli objektif bir ölçüt geliştirmeye çalışmışlar, bunun için de fâilin kullandığı aletin öldürücü olmasını onun öldürme kastını taşıdığının delili saymışlardır. İslâm hukukçularının çoğunluğunun görüşü bu olmakla birlikte öldürücü aletin tanım ve örneklendirmesi mezheplere, hatta fakihlerin kişisel bilgi birikim ve takdirine göre değişiklik gösterir. Mâlikî fakihleri, muâmelât alanında olduğu gibi genelde sübjektif metodu benimseyerek aletin öldürücü olmasını değil fâilin öldürme kastı taşımasını ölçü almışlardır (bk. KATİL). Adam öldürme suçunda kasıt ile hata arasına üçüncü bir kategori olarak ilâve edilen kasıt benzeri (şibh-i amd) öldürme ise fâilin ölümle sonuçlanan fiili bilerek işlediği ancak ölüm sonucunu istemediği durumları modern hukuktaki ifadesiyle kastı aşan müessir fiille adam öldürme suçunu ifade eder ve kasta göre daha alt bir ceza gerektirir (bk. DİYET; KISAS). Tesebbüb yoluyla işlenen suçlarda ve verilen zararlarda fâilin kastı tazmin sorumluluğu açısından o fiilin mübâşereten işlenmesi hükmündedir (Mecelle, md. 92-93).
Ceza hukukunda kastî suçtan söz edebilmek için fâilin hukuken suç sayılan hareketi önceden tasavvur etmiş, onun suç olduğunu bilmiş ve onu yapmayı istemiş olması şartları arandığından bunların bulunması halinde kasıt geçerli, akıl hastası, gayri mümeyyiz küçük, tam ikrah altındaki şahıs gibi iradeleri hukuken yok sayılan kimselerin kastı ise geçersiz sayılır. Bu ayırım suç için öngörülen cezanın uygulanmasını doğrudan etkiler. Klasik fıkıh literatüründe çeşitli suç türlerine ait fer‘î meseleler üzerinde geliştirilen görüşler, suç işleme kastının günümüz hukukundaki adlandırmalara uygun biçimde bazı tasniflere tâbi tutulmasına, suçun oluşmasının değişik safhalarında kastın ölçütü ve sonuçları konusunda teoriler üretmeye imkân veren bir zenginlik taşır (Ahmed Fethî Behnesî, IV, 235-247; Dalgın, sy. 10 [1998], s. 225-247).
BİBLİYOGRAFYA
Meḳāyîsü’l-luġa, “ḳaṣd” md.
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ḳaṣd” md.
Buhârî, “Bedʾü’l-vaḥy”, 1, “Şehâdât”, 27, “Aḥkâm”, 20.
Müslim, “İmâre”, 155, “Aḳżıye”, 4.
Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 24.
Karâfî, el-Ümniyye fî idrâki’n-niyye, Beyrut 1404/1984.
Mecelle, md. 2, 3, 92-93.
Bilmen, Kamus2, III, 11-12, 33-331.
Mustafa Ahmed ez-Zerkā, el-Medḫalü’l-fıḳhiyyü’l-ʿâm, Dımaşk 1387/1968, II, 617-618, 742-746.
M. Ebû Zehre, el-Cerîme, Kahire 1974, tür.yer.
a.mlf., el-ʿUḳūbe, Kahire 1974, tür.yer.
Abdülkerîm Zeydân, Mecmûʿa Buḥûs̱ fıḳhiyye, Bağdad 1396/1976, s. 249-270.
Ali Şafak, Mezheplerarası Mukayeseli İslâm Ceza Hukuku, Erzurum 1977, tür.yer.
Sâlih b. Gānim es-Sedlân, en-Niyye ve es̱eruhâ fi’l-aḥkâmi’ş-şerʿiyye, Riyad 1404/1984, tür.yer.
Ali Muhyiddin el-Karadâğî, Mebdeʾü’r-rıżâ fi’l-ʿuḳūd, Beyrut 1406/1985, I, 199-201.
Ahmed Fethî Behnesî, el-Mevsûʿatü’l-cinâʾiyye fi’l-fıḳhi’l-İslâmî, Beyrut 1412/1991, IV, 235-247.
Salih Akdemir, “İslâm Hukuku ve Mukayeseli Hukukta Kasdın Aşılması Meselesi Üzerine Bir Tedkîk”, İslâmî Araştırmalar, I/2, Ankara 1986, s. 22-27.
Nihat Dalgın, “Cezai Sorumlulukta Kasıt”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 10, Samsun 1998, s. 207-247.
“ʿAmd”, Mv.F, XXX, 307-311.