https://islamansiklopedisi.org.tr/nasut
Hallâc-ı Mansûr insanın beşerî (maddî) yönünü Süryânîce nâsût, ilâhî (mânevî) yönünü de lâhût kelimeleriyle ifade etmiş, bu iki terim daha sonra çeşitli sûfîler tarafından kullanılmıştır. Hallâc’a göre insan Allah’ın ezelde kendisinden çıkardığı bir sûrettir, Allah gizli olan güzelliğini ve sırrını onda izhar etmiştir. Bu sûretin nâsût ve lâhût olmak üzere iki tabiat ve âlemden oluştuğunu ve iki âlemin ayırt edilemeyecek şekilde birbiriyle mezcedildiğini söyleyen Hallâc, “Allah Âdem’i kendi sûretinde yaratmıştır” hadisini (Buhârî, “İstiʾẕân”, 1; Müslim, “Birr”, 115; “Cennet”, 28) bu çerçevede yorumlamıştır (Kitâbü’ṭ-Ṭavâsîn, s. 130; Baklî, s. 398, 432).
Hallâc’ın, “Tenzih ederim o zâtı ki nâsûtu, parlak lâhûtun yüce sırrını açığa çıkarmış, sonra da halka açıkça yiyen, içen sûretinde görünmüştür” beytinde (Kitâbü’ṭ-Ṭavâsîn, s. 130) dile getirdiği bu görüş vahdet-i şühûd, hulûl, bazılarınca ittihad / vahdet-i vücûd anlayışı bağlamında da yorumlanmıştır (Abdülkādir Mahmûd, s. 358-363). Afîfî’ye göre Hallâc, “Ben Hakk’ın sûretiyim” sözüyle kendisinin O’nun şehâdet âlemindeki mazharı olduğunu, lâhûtî ve nâsûtî iki ayrı tabiata sahip bulunduğunu ve nâsûtun lâhûtta fenâya erdiğini anlatmak istemiştir (Taʿlîḳātü’l-Fuṣûṣi’l-ḥikem, s. 26, 180).
Bazı sûfîler “Allah onları sever, onlar da O’nu sever” meâlindeki âyete (el-Mâide 5/54) işaret ederek, “Allah’ın kulunu sevmesi nâsûtiyet kalıbında lâhûtiyeti bâkī kılması, kulun Allah’ı sevmesi ise lâhûtiyetin bekāsında nâsûtiyeti fâni kılmasıdır” demişlerdir (Ma‘sûm Ali Şah, I, 171). Rûzbihân-ı Baklî, Meşrebü’l-ervâḥ’ta tasavvufî makamları anlatırken lâhûtiyet ve nâsûtiyeti mukarrebînin makamları arasında zikretmiş, lâhûtiyeti “aynü’l-cem‘” makamı karşılığında kullanmıştır.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî lâhût ve nâsût kelimelerini bir hakikatin iki veçhesi olarak yorumlar. Ona göre Allah’ın bir veçhesi Hak (bâtın), diğer veçhesi halktır (zâhir). Bu ayırım lâhût-nâsût sözleriyle de ifade edilebilir (Fuṣûṣ, s. 138). Bazan mecaz olarak şeriata ve dinin zâhirî hükümlerine nâsût denir. Hazarât-ı hams mertebelerini dörde indirip lâhût, ceberût, melekût, nâsût şeklinde sıralayanlar da vardır. Buna göre lâhût ahadiyyet, nâsût şehâdet mertebesine tekabül etmektedir. Nâsût ve lâhût kelimelerinin aslının Süryânîce olduğuna dikkat çekerek Hallâc’ın, Hz. Îsâ’nın lâhûtî ve nâsûtî olmak üzere iki tabiatı bulunduğuna inanan monofizitlerin etkisinde kaldığı da ileri sürülmüştür (Abdülkādir Mahmûd, s. 358-363).
BİBLİYOGRAFYA
Buhârî, “İstiʾẕân”, 1.
Müslim, “Birr”, 115, “Cennet”, 28.
Hallâc-ı Mansûr, Kitâbü’ṭ-Ṭavâsîn (nşr. L. Massignon), Paris 1913, s. 130.
Baklî, Şerḥ-i Şaṭḥiyyât, s. 398, 399, 432, 711.
a.mlf., Meşrebü’l-ervâḥ (nşr. Nazif M. Hoca), İstanbul 1974, s. 186.
İbnü’l-Arabî, Fuṣûṣ (Afîfî), s. 138.
Ma‘sûm Ali Şah, Ṭarâʾiḳ, I, 171.
Ebü’l-Alâ Afîfî, Taʿlîḳātü’l-Fuṣûṣi’l-ḥikem (İbnü’l-Arabî, Fuṣûṣ [Afîfî] içinde), s. 26, 36, 180, 370.
a.mlf., et-Taṣavvuf: es̱-S̱evretü’r-rûḥiyye fi’l-İslâm, Kahire 1969, s. 130-139.
Abdülkādir Mahmûd, el-Felsefetü’ṣ-ṣûfiyye fi’l-İslâm, Kahire 1967, s. 358-363.
R. A. Nicholson, Fi’t-Taṣavvufi’l-İslâmî ve târîḫih (trc. Abdurrahman Bedevî), Kahire 1969, s. 130-139.
Cevâd Nûrbahş, Ferheng-i Nûrbaḫş, London 1363 hş., IV, 111, 116-117.