https://islamansiklopedisi.org.tr/suheyb-b-sinan
Hicretten otuz yıl kadar önce Irak’ın Musul şehri yakınlarında Fırat (veya Dicle) nehri kıyısındaki bir köyde doğdu. Babası Rebîa kabilesinin kollarından Benî Nemir b. Kāsıt’a mensup bir Arap’tır. Asıl adı Umeyre iken sonradan Rumlar tarafından Suheyb diye değiştirilmiş, Hz. Peygamber de ona Yahyâ isminde bir oğlu bulunmadığı halde Ebû Yahyâ künyesini vermiştir. Daha çok Suheyb er-Rûmî (Suheyb-i Rûmî) olarak tanınmaktadır. Onun bu nisbeyle tanınmasının sebebi çok küçük yaşta Bizanslılar’ın bölgeye yaptıkları bir saldırıda esir edilmesi ve Bizans topraklarında büyümesidir. Rum kültürüyle yetişen Suheyb gençlik çağında Kelb kabilesi tüccarlarına köle olarak satıldı ve onlar tarafından Mekke’ye götürüldü. Burada Abdullah b. Cüd‘ân et-Teymî onu satın aldı ve ardından âzat etti. Hür kaldığı halde memleketine dönmeyen Suheyb bundan sonraki hayatını Abdullah b. Cüd‘ân’ın halîfi (müttefiki) olarak Mekke’de sürdürdü. Onun Mekke’ye köle tüccarları tarafından getirilmeyip çok miktarda mal ile Bizans’tan kaçarak geldiği ve Mekke’ye Abdullah b. Cüd‘ân’ın halîfi olarak yerleştiği rivayet edilmekteyse de (İbn Abdülber, II, 728) Medine’ye hicreti sırasında müşriklerin kendisine bütün mal varlığını burada elde ettiğini söylemeleri bunun doğru olmadığını göstermektedir.
Resûl-i Ekrem ile henüz peygamber olmadan önce arkadaşlık kuran Suheyb zaman zaman onunla sohbet ederdi. Gizli davet sürecinde İslâm’dan haberdar olunca Dârülerkam’a giderek İslâmiyet’i kabul etti. O sırada müslümanların sayısı otuz kişinin biraz üzerindeydi. Müslüman olduğunu açıktan söyleyen ilk yedi kişi arasında yer aldığı ve Mekke’de kendisini koruyacak kabilesi ve nüfuzlu çevresi bulunmadığı için müşriklerin saldırılarına mâruz kaldı. Aşırı derecede dövüldü ve çıplak vücuduna demirden zırh giydirilerek güneşin altında bırakıldı. İnançları uğrunda eziyete uğrayan, bundan dolayı hicret eden, sonra savaşıp sabredenleri Allah’ın bağışlayacağını müjdeleyen âyetin (en-Nahl 16/110) Suheyb-i Rûmî, Bilâl-i Habeşî ve Ammâr b. Yâsir hakkında indiği nakledilir (Zehebî, II, 21). Bir defasında Suheyb, Habbâb b. Eret ve Ammâr b. Yâsir gibi korumasız kimselerle Mekke sokaklarında yürürken, “Muhammed’in arkadaşları bunlar mı?” diye kendileriyle alay eden müşriklere hitaben Suheyb bir müslümanın zayıf olması sebebiyle zelil sayılamayacağını, müşrik olan kimsenin de aziz olamayacağını belirtmiş, müşrikler de, “Allah’ın aramızdan seçip lutfuna lâyık gördüğü kimseler bunlar mıymış?” diyerek onları hırpalayıp dövmüşlerdi. En‘âm sûresinin 53. âyetinin bu olay üzerine nâzil olduğu belirtilir (Belâzürî, I, 181). Aynı sûrenin 52. âyeti de müşriklerin Hz. Peygamber’e haber göndererek Suheyb’i ve onun gibi zayıf müslümanları yanından uzaklaştırdığı takdirde kendisiyle görüşebileceklerini söylemeleri üzerine inmiştir (İbn Kesîr, III, 254-255).
Mekke’de çileli bir hayat yaşamasına rağmen Suheyb en son hicret edenlerden biri oldu. Kaynaklarda, Resûl-i Ekrem’in hicret için yola çıkmadan önce Hz. Ebû Bekir’e yanlarına Suheyb’i de almasını söylediği, ancak yolculuk aceleye geldiği için bunun mümkün olmadığı, durumu sabahleyin öğrenen Suheyb’in yol hazırlığını tamamlayarak Hz. Ali ile birlikte yola çıktığı ve Resûlullah’la Kubâ’da buluştuğu belirtilmektedir (Ebû Nuaym, I, 152). Mekke’den ayrılacağı sırada müşrikler yolunu keserek Mekke’ye gelirken hiçbir şeyi bulunmadığını, sahip olduğu serveti burada kazandığını söyleyerek Mekke’den bir şey çıkarmasına izin vermediler. O da bütün mal varlığını bırakarak hicret etti. Bunu duyan Hz. Peygamber üç defa, “Suheyb kârlı bir alışveriş yapmıştır” dedi (İbn Sa‘d, III, 228). “Bazı kimseler de Allah’ın rızasını kazanmak için canını bile verir” âyeti (el-Bakara 2/207) bu olay üzerine inmiştir (İbn Kesîr, I, 360-361). Suheyb, Kubâ’ya vardığında bekâr olan diğer sahâbîlerle birlikte Sa‘d b. Hayseme’nin evinde kaldı. Resûlullah onu ensardan Hâris b. Sımme ile kardeş ilân etti. Bir müddet Suffe’de kalan Suheyb’e Resûl-i Ekrem daha sonra ev verdi. Bedir, Uhud ve Hendek başta olmak üzere bütün savaşlara katıldı. Medine’de bulunduğu ve sefere çıktığı zamanlarda hep Resûlullah’ın yanında oldu. Hz. Ebû Bekir ve Ömer dönemlerinde onlardan itibar gördü. Hz. Ömer onun sözüne değer verir, kendisine güvenirdi. Saldırıya uğrayıp yaralandığı ve üzüntüsünden dolayı yüksek sesle ağladığı sırada kendisini Suheyb teskin etmişti. Hz. Ömer, vefat etmeden önce devlet işlerini yürütmek ve mescidde namaz kıldırmak için onu vekil bıraktı; vefat edince cenaze namazını Suheyb kıldırdı. Üç gün süren halife seçimi ve yeni halifeye biat sürecinde mescidde imamlık görevini ifa etti. Hz. Osman devrinde ortaya çıkan ve Hz. Ali döneminde devam eden fitne olaylarında tarafsız kalmaya ve yatıştırıcı bir rol üstlenmeye çalıştı. Suheyb, Şevval 38’de (Mart 659) Medine’de vefat etti, cenaze namazını Sa‘d b. Ebû Vakkās kıldırdı ve Cennetü’l-bakī‘a defnedildi. Geç dönemde kaleme alınan bazı eserlerle günümüzde yazılan bazı kitaplarda Suheyb’in 49 (669) yılında gerçekleşen İstanbul seferine katıldığı, dönüşte Çorum’a uğradığı, burada hastalanarak vefat ettiği, Çorum yakınında Hıdırlık diye bilinen yere defnedildiği, bugün burada cami ve ziyaret edilen türbesinin bulunduğu belirtilmekteyse de (değerlendirmeler için bk. Erkoç, s. 33-49), Medine’de öldüğünün kesin olarak bilinmesi ziyaret edilen bu yerin sadece bir makam olabileceğini göstermektedir.
Suheyb b. Sinân fazilet, takvâ ve güzel ahlâk sahibi olmasının yanında cömert, hoşgörülü ve şakacı bir insandı. Hicret sırasında geçirdiği bir rahatsızlık sebebiyle gözlerinden biri ağrımaya başlamış ve bu ağrıyla Kubâ’ya Hz. Peygamber’in yanına gelmişti. Burada kendisiyle birlikte aralarında Resûl-i Ekrem, Ebû Bekir ve Ömer gibi sahâbîlerin de bulunduğu bir topluluğa hurma ikram edilmiş, çok aç olan Suheyb hurmaları iştahla yemeye başlayınca Resûlullah ona, “Gözün ağrıyor ama hurmaları yiyorsun” demiş, Suheyb de, “Yâ Resûlellah! Ben ağrımayan gözümü kullanıyorum” diyerek onu güldürmüştü (İbn Sa‘d, III, 228-229). Bizans topraklarından gelip müslüman olanların öncüsü kabul edilen Suheyb (Taberânî, VIII, 29) hata etme endişesi ve rivayetteki titizliği sebebiyle hadis nakletmemiştir. Hadis rivayet etmesini isteyenlere Hz. Peygamber’in savaşları konusunda, gördüğü ve yaşadığı olaylar hakkında bilgi verebileceğini, ancak Resûlullah’ın sözü olarak bir şey nakletmeyeceğini söylemiştir (İbn Sa‘d, III, 229). Bununla birlikte kendisinden Abdullah b. Ömer ve Câbir b. Abdullah gibi sahâbîlerle Saîd b. Müseyyeb, Abdurrahman b. Ebû Leylâ ve Kâ‘b el-Ahbâr gibi tâbiîler bir kısmı mükerrer otuz hadis rivayet etmiştir (İbn Hazm, s. 103). Bunlardan üçü Ṣaḥîḥ-i Müslim’de yer almış, Kütüb-i Sitte’ye dahil olan sünen sahipleri de onun hadislerine eserlerinde yer vermiştir (Yahyâ b. Ebû Bekir el-Âmirî, s. 138). Hz. Peygamber’in eşi Ümmü Seleme’nin kız kardeşi Reyta bint Ebû Ümeyye ile evlendiği bilinen Suheyb’in Habîb, Hamza, Sa‘d, Sâlih, Sayfî, Abbâd, Osman ve Muhammed adlarında oğulları olmuş, bunlar da kendisinden rivayette bulunmuştur.
BİBLİYOGRAFYA
Müsned, IV, 332-333; VI, 15-18.
İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, III, 226-230.
İbn Kuteybe, el-Maʿârif (Ukkâşe), s. 264-265.
Belâzürî, Ensâb, I, 180-184.
Taberânî, el-Muʿcemü’l-kebîr (nşr. Hamdî Abdülmecîd es-Selefî), Beyrut 1405/1985, VIII, 28-46.
Ebû Nuaym, Ḥilye, I, 151-156.
İbn Hazm, Esmâʾü’ṣ-ṣaḥâbeti’r-ruvât (nşr. Seyyid Kesrevî Hasan), Beyrut 1412/1992, s. 103.
İbn Abdülber, el-İstîʿâb (Bicâvî), II, 726-733.
İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ġābe, Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), II, 418-421.
Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, II, 17-26.
İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, I, 360-361; III, 254-255.
İbn Hacer, el-İṣâbe (Bicâvî), III, 449-452.
a.mlf., Tehẕîbü’t-Tehẕîb, Beyrut 1404/1984, IV, 385.
Yahyâ b. Ebû Bekir el-Âmirî, er-Riyâżü’l-müsteṭâbe (nşr. Ömer ed-Dîrâvî Ebû Hacle – M. Abdülkādir Atâ), Beyrut 1409/1988, s. 136-138.
Şevkânî, Derrü’s-seḥâbe (nşr. Hüseyin b. Abdullah el-Amrî), Dımaşk 1404/1984, s. 372-373, 630.
Ethem Erkoç, Suheyb-i Rûmî: Hayatı ve Rivayet Ettiği Hadisler, Çorum 2002, s. 33-49.
Sadık Kılıç, “Suheyb er-Rûmî el-Bedrî”, Diyanet Dergisi, XX/4, Ankara 1984, s. 30-40.
Ömer Sabuncu, “Suheyb er-Rûmî, Hayatı, Kişiliği ve Faaliyetleri”, İSTEM: İslâm, San’at, Tarih, Edebiyat ve Mûsikî Dergisi, IV/7, Konya 2006, s. 159-173.