https://islamansiklopedisi.org.tr/sunnet--hukum
Fıkıh usulünde teklifî hükümler bahsinde dinen yapılması istenen fiiller iki gruba ayrılarak talebin kesin ve bağlayıcı olmadığı durumlar için geniş anlamıyla mendup terimi kullanılır. Buna göre teklifî hüküm terminolojisi içinde sünnet mendubun en önemli bölümünü oluşturur. Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’nin, Ebû Hanîfe’nin cuma günü imam hutbede iken insanların ona doğru yönelmesinin sünnet olduğunu söylediğini nakletmesi, ayrıca namazla ilgili bazı hususlarda sünnet ve “sünnete aykırı olarak” ifadelerine yer vermesi (el-Ḥücce ʿalâ ehli’l-Medîne, I, 287, 315, 345), bu anlamıyla sünnet kelimesinin fıkıh tarihinin erken dönemlerinden itibaren kullanıldığını göstermektedir. Hanefî usulcüleri bu bağlamda sünneti “dinde takip edilen yol” diye tarif edip “Hz. Peygamber ve ashabının yolu” şeklinde açıklamıştır. Abdülazîz el-Buhârî bu tanıma “farz yahut vâcip olmaksızın” kaydını eklemiştir (Keşfü’l-esrâr, II, 552). Alâeddin es-Semerkandî’nin verdiği diğer bir tanıma göre sünnet, Resûlullah’ın sürekli biçimde yaptığı ve herhangi bir özür bulunmadan terketmediği işlerdir (Mîzânü’l-uṣûl, s. 34). Şâfiî usulcüsü Ebû İshak eş-Şîrâzî sünnetin “bağlayıcı olmamakla birlikte uyulması istenen fiil” anlamına vurgu yapar ve bunu tatavvu, mendup, nâfile ve müstehap terimleriyle eş anlamlı kabul eder. “Mesnûn” terimi de bu gruba ilâve edilebilir. Bazı Şâfiî âlimlerinin, sünneti “herhangi bir vakitle kayıtlı olarak yapılan” biçiminde tanımlayıp buna vakit namazlarından önce ve sonra kılınan sünnetleri örnek gösterdiğini bildiren Şîrâzî bu tanımı doğru bulmaz (Şerḥu’l-Lümaʿ, I, 288-289). Sünneti “örnek alınıp uyulması için vazedilen” şeklinde tarif eden Mâlikî usulcüsü Ebü’l-Velîd el-Bâcî, müekked sünnetler hakkında vâcip terimini kullanan bazı Mâlikî âlimlerinin bu sözlerinin mecazi olduğunu söyler (İḥkâmü’l-fuṣûl, s. 173). Kavramsal çerçeveyle ilgili başka tartışmalar bulunmakla birlikte (meselâ bk. Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, I, 337-338; Fahreddin er-Râzî, I, 103-104) fıkıh usulü tarihinde genel kabul gören yaklaşıma göre sünnet vâcip derecesinde olmaksızın dinen yapılması istenen fiildir. Fakat aynı şekilde tanımlanan geniş anlamıyla mendubun kendi içindeki türleri ve derecelendirilmesi hususunda görüş ayrılıkları vardır. Öte yandan bu mânasıyla mendupların bütünü bakımından vâcip hükmünü alabileceği, bunların vâcibin mukaddimesi ya da hatırlatıcısı niteliğinde sayıldığı yönündeki değerlendirmeler sünnet hakkında da geçerlidir (bk. MENDUP). Cuma namazıyla beş vakit farz namazlardan önce veya sonra kılınan sünnet namazlara “sünen-i râtibe / sünen-i revâtib” (belli düzen ve devamlılık içinde kılınan sünnet) denilmektedir. Hanefî usulcüleri bu anlamdaki sünneti talebin bağlayıcı olup olmaması açısından emir veya şer‘î hükmün kısımları içinde (bazıları “meşrûât”, bazıları “azîmet” başlığı altında) ele almıştır. Bu çerçevede Debûsî, Pezdevî ve Şemsüleimme es-Serahsî şer‘î hükümleri farz, vâcip, sünnet ve nâfile şeklinde dört kısma ayırmıştır (Taḳvîmü’l-edille, s. 77; Kenzü’l-vüṣûl, II, 548; el-Uṣûl, I, 110-115). Mütekellimîn metodunu benimseyen usulcülerin bu anlamdaki sünneti genellikle şer‘î hüküm, hüsün-kubuh ve fiiller (ef‘âl) gibi başlıklar altında inceledikleri görülmektedir (meselâ bk. Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, I, 334-335; Gazzâlî, I, 65-66; Seyfeddin el-Âmidî, I, 163-165; İbnü’l-Hâcib, II, 4-5).
Çeşitleri ve Hükmü. Tâbiîn fakihlerinden Mekhûl b. Ebû Müslim sünneti işlenmesi doğru yolu izleme (hüdâ), terkedilmesi sapkınlık (dalâlet) olan ve işlenmesi iyi (hasen) olmakla birlikte terkedilmesinde sakınca bulunmayan sünnet şeklinde iki kısma ayırmıştır. Bu ayırımı benimseyerek birincisine “sünnetü’l-hüdâ”, ikincisine “sünnetü’z-zevâid” adını veren Hanefî usulcülerine göre bayram namazları, ezan, kāmet ve cemaatle namaz gibi fiiller birinci tür sünnete örnek teşkil eder. Bazı usulcülerce dinin temel alâmet ve işaretleri niteliğindeki bu sünnetler için vâcip derecesinde ve vâcibe benzer gibi ifadeler kullanılmış (Şemsüleimme es-Serahsî, I, 114; Molla Fenârî, I, 219), bir belde halkının bunları tamamıyla terk hususunda ısrar etmesi halinde onlara karşı kamu otoritesince zor kullanılabileceği belirtilmiştir. İbadetlerle ilgili olmakla birlikte birinci türdeki sünnetler derecesinde olmayan sünnetlerle Hz. Peygamber’in dinî anlam taşımayan beşerî davranışları ikinci kısma girer. Dolayısıyla bu grupta ibadet niteliği taşıyan ve terkedilmesi mekruh sayılan sünnetler yanında işleyenin iyi bir iş yapmış olacağı, fakat terkedenin mekruh işlemiş sayılmayacağı örnekler de vardır. Resûl-i Ekrem’in yiyip içme, giyinme vb. hususlardaki fiillerini ona olan sevgisi ve bağlılığından ötürü taklit eden kişi sevaba hak kazanır; böyle yapmayan ise kötü bir davranışta bulunmadığı gibi dinen kınanma ve azarlanmaya da müstahak olmaz, çünkü bu tür fiiller âdete dayalıdır (Şemsüleimme es-Serahsî, I, 114-115; Sadrüşşerîa, II, 124; Molla Fenârî, I, 219). Hanefîler’ce yapılan bir diğer ayırıma göre, Hz. Peygamber’in devamlı yaptığı ve sırf bağlayıcı olmadığını göstermek için nâdiren terkettiği fiillere sünnet-i müekkede adı verilir. Abdest alırken ağza ve burna su vermek, sabah namazının farzından önce iki rek‘at namaz kılmak gibi. Bu kısma giren sünnetleri yerine getiren sevabı hak eder, terkeden ise cezayı hak etmemekle beraber kınanma veya azarlanmaya müstahak olur. Taat türünden olup Resûlullah’ın bazan yapıp bazan terkettiği fiillere ise sünnet-i gayri müekkede, nâfile ya da müstehap denilir. İkindi ve yatsı namazlarının farzlarından önce kılınan dörder rek‘at namaz, pazartesi ve perşembe günleri tutulan oruç bu türe örnek verilebilir. Bu kısma giren sünnetleri yerine getiren sevabı hak eder; yapmayan ise kınanma veya azarlanmaya müstahak olmaz (Zekiyyüddin Şa‘bân, s. 245-246). Diğer bir ayırıma göre sünnet vâcipte (farz) olduğu gibi aynî ve kifâî şeklinde iki kısma ayrılır. Sünnetü’l-ayn diye nitelenen fiillerin bir kişi veya grup tarafından yerine getirilmesiyle toplumun diğer kesiminden bu sünnete uyma sorumluluğu ortadan kalkmaz. Sünnetler genellikle aynî niteliktedir. Sünnetü’l-kifâye olan bir fiil bir kişi ya da bir grup tarafından yerine getirilirse diğer kişilerin onu yapması istenmez. Meselâ bir beldede bazı kişilerin ezan ve kāmeti okuması bu tür sünnete örnek teşkil eder (Bedreddin ez-Zerkeşî, I, 291-292).
BİBLİYOGRAFYA
Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, el-Ḥücce ʿalâ ehli’l-Medîne (nşr. Seyyid Mehdî Hasan el-Kîlânî), Beyrut, ts. (Âlemü’l-kütüb), I, 287, 315, 345.
Debûsî, Taḳvîmü’l-edille fî uṣûli’l-fıḳh (nşr. Halîl Muhyiddin el-Meys), Beyrut 1421/2001, s. 77-79.
Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, el-Muʿtemed (nşr. Halîl el-Meys), Beyrut 1403/1983, I, 334-338.
Bâcî, İḥkâmü’l-fuṣûl fî aḥkâmi’l-uṣûl (nşr. Abdülmecîd Türkî), Beyrut 1407/1986, s. 173.
Ebû İshak eş-Şîrâzî, Şerḥu’l-Lümaʿ (nşr. Ali b. Abdülazîz el-Umeyrînî), Büreyde 1407/1987, I, 288-289.
Pezdevî, Kenzü’l-vüṣûl (Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr içinde, nşr. Muhammed el-Mu‘tasım-Billâh el-Bağdâdî), Beyrut 1417/1997, II, 548.
Şemsüleimme es-Serahsî, el-Uṣûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Beyrut 1393/1973, I, 110-115.
Gazzâlî, el-Müstaṣfâ, I, 65-66.
Alâeddin es-Semerkandî, Mîzânü’l-uṣûl (nşr. M. Zekî Abdülber), Devha 1404/1984, s. 27-28, 34.
Fahreddin er-Râzî, el-Maḥṣûl (nşr. Tâhâ Câbir Feyyâz el-Alvânî), Beyrut 1412/1992, I, 20, 103-104.
Seyfeddin el-Âmidî, el-İḥkâm fî uṣûli’l-aḥkâm (nşr. Seyyid el-Cümeylî), Beyrut 1406/1986, I, 163-165.
İbnü’l-Hâcib, Muḫtaṣarü’l-Müntehâ, Beyrut 1403/1983, II, 4-5.
Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr (nşr. Muhammed el-Mu‘tasım-Billâh el-Bağdâdî), Beyrut 1417/1997, II, 548, 551-552, 563-569.
Sadrüşşerîa, et-Tavżîḥ fî ḥalli ġavâmiżi’t-Tenḳīḥ (Teftâzânî, Şerḥu’t-Telvîḥ içinde), Kahire 1377/1957, II, 124.
Şâtıbî, el-Muvâfaḳāt, IV, 132-133, 151.
Bedreddin ez-Zerkeşî, el-Baḥrü’l-muḥîṭ (nşr. Abdülkādir Abdullah el-Ânî), Küveyt 1413/1992, I, 284, 291-295.
Molla Fenârî, Fuṣûlü’l-bedâyiʿ, İstanbul 1289, I, 219.
Şevkânî, İrşâdü’l-fuḥûl (nşr. Ebû Mus‘ab M. Saîd el-Bedrî), Beyrut 1412/1992, s. 24.
Ali Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, İstanbul 1966, s. 406.
Abdülkerîm Zeydân, el-Vecîz fî uṣûli’l-fıḳh, İstanbul 1979, s. 29-30.
Zekiyyüddin Şa‘bân, İslâm Hukuk İlminin Esasları (trc. İbrahim Kâfi Dönmez), Ankara 2003, s. 244-246.
Muhammed Hamîdullah, “Sünnet”, İA, XI, 243.