https://islamansiklopedisi.org.tr/abdulkadir-i-meragi
Bugün İran sınırları içinde bulunan Güney Azerbaycan’ın Merâga şehrinde doğdu. Doğum tarihi belli değildir. Araştırıcılar değişik değerlendirmeler yaparak 1350-1360 yılları arasında çeşitli tarihler verirlerse de henüz bunların hiçbiri itimada değer görünmemektedir. Ancak M. Ali Terbiyet’in kaynak göstermeden verdiği 20 Zilkade 754 (17 Aralık 1353) tarihi başka araştırıcılar tarafından da aynen tekrar edilmektedir (bk. Dânişmendân-ı Âẕerbâycân, s. 258). Doğduğu şehre nisbetle Merâgī adıyla tanındı. Kendi ifadesine göre babası, birçok ilimde söz sahibi ve zamanın değerli bir mûsikişinası olan Gıyâseddin (Cemâleddin) Gaybî’dir. Hândmîr, ondan yanlış olarak Safiyyüddin diye bahseder. Diğer ilimlerle birlikte mûsikiyi de bizzat babasından öğrendikten sonra, genç yaşta Merâga’dan ayrılarak Tebriz’e gitti. Burada mûsiki bilgisi ve kabiliyeti ile kısa sürede kendini tanıttı ve Celâyir Hükümdarı Sultan Şeyh Üveys’in (1356-1374) sarayına alındı. Şeyh Üveys’in ölümünden sonra tahta geçen oğlu Sultan Celâleddin Hüseyin (1374-1382) zamanında da sarayda bulundu ve hükümdardan yakın ilgi gördü. Abdülkādir’le ilgili bütün kaynaklarda söz konusu edilen ve kendisinin de anlattığı “nevbet-i müretteb”in bestelenmesi hadisesi bu hükümdar zamanında olmuştur. 29 Şâban 778’de (11 Ocak 1377) bizzat hükümdarın da bulunduğu, devrin tanınmış âlim, mûsikişinas, saz ve söz icracılarının katıldığı mûsiki toplantılarının birinde, beste türlerinin en zoru kabul edilen nevbet-i mürettebin bir tanesinin bir ayda bile zor bestelenebileceğinin ileri sürülmesi üzerine, Abdülkādir günde bir adet nevbet-i müretteb besteleyebileceğini iddia ederek bunda ısrar etti. Bu iddiasını, aynı yılın ramazan ayında her gün birer adet olmak üzere otuz eser besteleyip arefe günü de bunların hepsini birden icra etmekle ispatladı. Bu başarı onun şöhretini arttırmakla kalmamış, kendisine mûsikide günümüze kadar devam eden sarsılmaz bir yer temin etmekte de önemli rol oynamıştır (geniş bilgi için bk. Maḳāṣıdü’l-elḥân, Nuruosmaniye Ktp., nr. 3656, vr. 86a-87a). 1380-1381’de Sultan Hüseyin’in arzusu üzerine yirmi dört zamanlı “darb-ı rebî‘” usulünü tertip etti. Sultan Hüseyin’in vefatından sonra, onun Bağdat’ta bulunan kardeşi Şehzâde Şeyh Ali’ye intisap etti. 1382 yılında Şeyh Ali’nin, kardeşi Ahmed Bahâdır ile yaptığı savaşı kazandığı gün onun isteği ile kırk dokuz zamanlı bir usul meydana getirerek zaferin hâtırası olmak üzere buna “darb-ı fetih” adını verdi. Aynı yıl Şeyh Ali’nin saltanat mücadelesinde yenilmesinden sonra Celâyir hükümdarı olan Sultan Ahmed Bahâdır’ın (1382-1410) himayesine girdi. Kendi ifadesine göre, meclis ve sohbetlerinde bulunduğu yirmi yıl süresince bu hükümdardan çok büyük yakınlık gördü ve yanında parlak bir mûsiki hayatı geçirdi. Bağdat’ta geçen bu günlerde otuz zamanlı “devr-i şâhî” adlı usulü vücuda getirdi. Bazı eserlerde, Hâce Abdülkādir’in o yıllarda Osmanlı Hükümdarı Sultan Bayezid Han’ı Bursa’da ziyaret ettiği kaydediliyorsa da sözü edilen kişinin Osmanlı hükümdarı değil, Sultan Şeyh Üveys’in oğullarından Şehzâde Sultan Bayezid olduğu artık bilinmektedir (bk. Şerḥ-i Kitâbü’l-Edvâr, TSMK, III. Ahmed, nr. 3470, vr. 40b-41b).
1386’da Timur’un Azerbaycan’ı zaptetmesi üzerine Ahmed Bahâdır ile beraber Bağdat’a gitti. Bölgedeki siyasî mücadeleler sebebiyle giderek ağırlaşan hayat şartları ve hâmisi Ahmed Bahâdır’ın Mısır’a gitmek zorunda kalması, Merâgī’yi Mâverâünnehir’e geçmek mecburiyetinde bıraktı. 1398’de Timur tarafından verilen bir nişan ile Semerkant’a gönderildi. Timur’un veliahdı Gıyâseddin Muhammed Mirza’nın nedimi oldu. Onun arzusu üzerine 200 zamanlı “devr-i mieteyn” usulünü tertip etti. Bu devrede şehzadelerin saraylarında hürmet gördü ve şehrin ileri gelen kişileri arasında yer aldı; Câmiʿu’l-elḥân’ı da burada yazdı (1405). Timur’un ölümünden sonra tahta geçen torunu Sultan Halîl’in (1405-1409) himayesine girdi. “Devr-i kumriyye” adlı sekiz zamanlı usulü bu hükümdarın isteği üzerine yaptı.
Sultan Halîl’in iktidar mücadelesinde kardeşi Şâhruh’a yenilmesinden sonra, zamanın ilim ve sanat merkezi haline gelmiş olan başşehir Herat’a geçti. Maḳāṣıdü’l-elḥân’ı 1418’de burada yazdı. Sultan Şâhruh (1405-1447) ve oğlu Baysungur Mirza’ya Câmiʿu’l-elḥân ve Maḳāṣıdü’l-elḥân’dan ithaflı nüshalar takdim etti. Herat’ta özellikle Baysungur Mirza’dan yakın ilgi gördü. Fakat onun genç yaşta ölümü (20 Aralık 1433) ile bir müddet hâmisiz kaldı. Daha sonra Şâhruh’a intisap ederek sarayındaki meclislere katıldı. Herat Sarayı’nda geçirdiği günlerde sultanın adaletinin bir ifadesi olarak “devr-i adl” adını verdiği yirmi sekiz zamanlı yeni bir usul tertip etti.
Maḳāṣıdü’l-elḥân’ın bir kısım nüshalarının Osmanlı Hükümdarı Sultan II. Murad Han’a (1421-1451) ithaf edilmiş olması, öteden beri bazı araştırmacılarda Abdülkādir’in Osmanlı ülkesine gittiği kanaatini uyandırmışsa da eserlerinde bu konuya hiç yer verilmemiştir. Ayrıca zamanın gelişen siyasî olayları, iki bölge arasında böyle bir ziyaretin mümkün olamayacağını gösterdiğinden, başka deliller bulununcaya kadar onun Anadolu’ya geldiğini kabul etmek zordur. Ömrünün son yıllarında, iç ayaklanmalar sebebiyle Şâhruh’un devamlı sefere çıkmasından dolayı beklediği ilgiyi göremedi. İlerlemiş yaşından doğan hassasiyetin de tesiriyle, hükümdara hitaben bir “arzuhal” hazırladı. Ancak bunu sunamadan, Herat’ta çıkan bir veba salgınında, yaklaşık seksen iki yaşında vefat etti ve orada defnedildi.
Merâgī, zamanının bütün makamlarına vukufu, birkaç yeni usul tertip edecek ve bütün formlarda olağan üstü besteler yapabilecek derecede kabiliyeti, pek çok mûsiki aleti, özellikle ud çalmaktaki mahareti ile dikkati çekmiş ender sanatkârlardan biri olduğu için nazariyeci, besteci ve icracı olarak haklı bir şöhret kazanmıştır. Bu bakımdan Türk mûsiki tarihinin önde gelen birkaç simasından biridir. Ressam, aklâm-ı sittede hattat, aynı zamanda Arapça, Farsça, Türkçe şiirleri olan bir şairdir. Türkçe şiirlerinden on kadarı günümüze intikal etmiştir. Ayrıca kıraat ilminde söz sahibi bir hâfız ve Abdülkādir-i Gûyende diye tanınmış güzel sesli bir hânende idi. Sâz-ı kâsât-ı çînî, sâz-ı elvâh, sâz-ı murassa‘-ı gayibî (kānûn-ı mezkûr-ı gāyibî) adlı çalgıları icat etmesi, eski birkaç sazı geliştirerek yeniden mûsiki âlemine kazandırması, şöhretini arttıran diğer özellikleri arasında yer almaktadır.
Merâgī’nin pek çok eser bestelediği ve kendinden sonra gelen bestekârlara ışık tuttuğu muhakkaktır. Nitekim yazma güfte mecmualarında, bestesinin Hâce Abdülkādir’e ait olduğu belirtilen birçok güfteye rastlanmaktadır. Bu bestelerden sadece otuz kadarının notası günümüze ulaşabilmiştir. Ancak, aradan geçen yüzyıllar içinde ağızdan ağıza nakil sırasındaki muhtemel değişmelerden dolayı bu eserlerin bütünüyle ona aidiyeti kesinlik kazanmamıştır. Bestelerinin notalarını ihtiva ettiğini bildirdiği Kenzü’l-elhân adlı eseri yakın zamana kadar bulunamamıştı. Ancak Murat Bardakçı, son araştırmasında Tahran’da (Melik Ktp., nr. 6317/2) aynı isimde bir eserle karşılaştığını, fakat yeterince tetkik imkânı verilmediği için muhtevası hakkında fikir sahibi olamadığını ve eserin gerçekten Kenzü’l-elḥân olup olmadığı konusunda kanaat edinemediğini bildirmektedir (bk. Maragalı Abdülkadir, s. 148-149).
Abdülkādir-i Merâgī’nin eserlerinde bulunan mahdut bilgiler, çağın kaynaklarında görülen müphem ifadeler, Şerâfeddin Ali Yezdî, Devletşâh-ı Semerkandî, Muînüddin Muhammed İsfizârî, Gıyâseddin Muhammed Hândmîr gibi sonraki müelliflere ait eserlerde rastlanan yetersiz bilgiler, hakkında incelemeler yapmış olan M. Ali Terbiyet, R. Yektâ, H. G. Farmer gibi bazı araştırıcıları birtakım tutarsız yakıştırmalar ve yersiz yorumlara sevketmiştir. Bu yanlışlıkların düzeltilmesiyle onun hayatı ve sanatı hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak, yeni kaynakların bulunması ile mümkün olacaktır.
Eserleri. Hepsi mûsiki ile ilgili olan eserleri şu şekilde sıralanabilir:
1. Câmiʿu’l-elḥân. Mûsiki nazariyatı ile ilgili olarak bir mukaddime, on iki bab ve bir hâtimeden meydana gelen eser 1405’te kaleme alınmıştır. Müellif nüshalarından biri Nuruosmaniye Kütüphanesi’ndedir (nr. 3644). Eser, Takī Bîniş tarafından neşredilmiştir (Tahran 1366 hş./1987).
2. Maḳāṣıdü’l-elḥân. 1418’de Herat’ta yazılmış olan bu eser de bir mukaddime, on iki bab ve bir hâtimeden meydana gelmiş bir nazariyat kitabıdır. Çeşitli nüshaları vardır. 1434’te istinsah edilen bir nüshası, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde (Revan Köşkü, nr. 1726) bulunmaktadır. Bu eser de Takī Bîniş tarafından yayımlanmıştır (Tahran 1344 hş./1966).
3. Kenzü’l-elḥân. Ebced notası ile yazılmış, kendi bestelerini de ihtiva eden bir eserdir. Ancak bugüne kadar hiçbir nüshası elde edilememiştir.
4. Risâle-i Fevâʾid-i ʿAşere. Her biri ikişer fasıllık “fâide” adını verdiği on kısımdan müteşekkil bir nazariyat kitabı olup müellif nüshası Nuruosmaniye Kütüphanesi’ndedir (nr. 3651/2).
5. Şerḥ-i Kitâbü’l-Edvâr. Safiyyüddin Abdülmü’min el-Urmevî’nin Kitâbü’l-Edvâr adlı mûsiki nazariyatı ile ilgili kitabına yazdığı şerhtir. Müellif nüshası Nuruosmaniye Kütüphanesi’ndedir (nr. 3651/1).
6. Zübdetü’l-edvâr. İlk defa Rauf Yekta Bey’in bir makalesinde (bk. “Eski Türk Mûsikisine Dair Tarihî Tetebbûlar I: ‘Kök’ler”, MTM, I/3, s. 460) adından bahsettiği bu eserin, Fethullah-ı Şirvânî’nin müellif hattından 6 Şevval 845 tarihinde kopya ettiği nüshaya dayalı kıymetli bir yazması, Tahran’da Sipehsâlâr Kütüphanesi’ndedir (nr. 565). Ayrıca, Tahran’daki Melik Kütüphanesi ve Millî Kütüphane’de birer nüshası mevcuttur.
Bu eserlerden ilk ikisi Batı Türkistan’da, diğerleri Azerbaycan’da Celâyirli ülkesinde iken Farsça kaleme alınmıştır. Eserlerin, muhteva bakımından gittikçe olgunlaşmak üzere, birbirinin aynı olduğu söylenebilir. Nitekim Câmiʿu’l-elḥân ve Maḳāṣıdü’l-elḥân’ın muhtevaları mukayese edildiğinde bu husus açıkça ortaya çıkmaktadır. Abdülkādir-i Merâgī’nin Kitâbü’l-Edvâr adlı Türkçe bir eserinden de (Leiden University Library, Or. 1175) bahsedilmektedir (bk. İA, I, 84).
Merâgī’nin Abdülkādirzâde diye tanınan, üç oğlundan en küçüğü olan Abdülaziz, yazdığı Neḳāvetü’l-edvâr adlı mûsiki eserini Fâtih Sultan Mehmed’e ithaf etmiş ve İstanbul’a gelerek saraya alınmıştır. Abdülaziz’in Abdülkādirzâde Derviş Ûdî lakabıyla tanınan oğlu Mahmud da Sultan II. Bayezid zamanında Osmanlı ülkesinde yaşamış ve mûsikiye dair Maḳāṣıdü’l-edvâr adlı bir eser yazmıştır.
BİBLİYOGRAFYA
Abdülkādir-i Merâgī, Câmiʿu’l-elḥân, Nuruosmaniye Ktp., nr. 3544, vr. 48b-50a, 54b-55a, 118a.
a.mlf., Maḳāṣıdü’l-elḥân, Nuruosmaniye Ktp., nr. 3656, vr. 1b-2a, 3a, 86a-87a, 102b-103a.
a.mlf., Risâle-i Fevâʾid-i ʿAşere, Nuruosmaniye Ktp., 3651/II, vr. 91a-92b, 96b-98b, 105b, 107b-108a.
a.mlf., Şerḥ-i Kitâbü’l-Edvâr, TSMK, III. Ahmed, nr. 3470, vr. 40b-41b.
Devletşah, Tezkire (trc. Necati Lugal), Ankara 1963-67, I, 348; II, 12, 94.
Hândmîr, Ḥabîbü’s-siyer, Tahran 1362 hş., III, 578, 582; IV, 13-14.
Hammer (Atâ Bey), III, 27.
Müneccimbaşı, Sahâifü’l-ahbâr, III, 57.
M. Ali Terbiyet, Dânişmendân-ı Âẕerbâycân, Tahran 1314 hş., s. 258-264.
Rauf Yektâ, Esâtîz-i Elhân: II, Hâce Abdülkādir-i Merâgī, İstanbul 1318.
a.mlf., “Eski Türk Mûsikîsine Dair Tarihî Tetebbûlar I: Kökler”, MTM, I/3 (1331), s. 457-463.
Zebîhullah Safâ, Târîḫ-i Edebiyyât der Îrân, Tahran 1346 hş., IV, 108-109.
Muhammed Takī Dânişpejûh, Fihrist-i Mikrofilmhâ-yi Kitâbḫâne-i Merkezî ve Merkez-i Esnâd-ı Dânişgâh-i Tahrân, Tahran 1363 hş., s. 166.
Takī Bîniş, Câmiʿu’l-elḥân, Tahran 1366 hş.
Sarton, Introduction, III/2, s. 1570-1571.
Murat Bardakçı, Maragalı Abdülkadir, İstanbul 1986.
Henry George Farmer, “ʿAbdalqādir Ibn Ġaibī on Instruments of Music”, Oriens, XV, Leiden 1962, s. 242-248.
a.mlf., “Abdülkadir”, İA, I, 83-85.
a.mlf., “ʿAbd al-Ḳādir b. G̲h̲aybī”, EI2 (İng.), I, 66-67.
M. Kemal Özergin, “Hâce Abdülkâdir Marâgî’nin Manzum bir Arzıhâli”, Kemal Çığ’a Armağan, İstanbul 1984, s. 131-156.
Ehad Arpad, “Abdülkadir Merâgî”, Küçük Türk-İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1974, 1. fas., s. 25-26.