https://islamansiklopedisi.org.tr/hicr-suresi
Mekke döneminde, Hz. Peygamber’e ve müslümanlara yapılan baskıların şiddetlendiği yıllarda muhtemelen İbrâhîm sûresinin ardından nâzil olmuştur. Kaynaklar, bütün âyetlerinin Mekkî olduğunda ittifak bulunduğunu kaydeder. Ancak Âlûsî, 87. âyetin Medine döneminde nâzil olduğuna dair bir görüşü nakletmektedir (Rûḥu’l-meʿânî, XIV, 2). Âyet sayısı doksan dokuz, fâsılaları ل، م، ن harfleridir. Sûre ismini sekseninci âyette geçen hicr kelimesinden alır. Hz. Sâlih’in peygamber olarak gönderildiği Semûd kavminin yaşadığı bölgenin merkezi olan Hicr şehri, Hicaz’ın kuzey kesiminde Medine-Tebük yolu üzerinde sarp kayalıklardan oluşan bir vadide kurulmuştur (bk. HİCR). Dağ yamaçlarına oydukları muhkem meskenlerde yaşayan bu kavim, gösterdiği mûcizelere rağmen Sâlih peygambere inanmadıkları, uyarılarına aldırmayıp inkârcılıkta direndikleri için helâk edilmişti. İbn Battûta Hicr’e uğradığını, burada Semûd kavminin kızıl kayalara oyulmuş meskenlerini gördüğünü ve içlerinde hâlâ Semûd kavminin iskelet kalıntılarının bulunduğuna şahit olduğunu kaydetmektedir (Seyahatnâme, I, 119; Mevdûdî, II, 581).
Düşman istilâsından ve çeşitli âfetlerden korunmak için kayaları oyarak yaptıkları güvenli meskenler Semûd kavmini helâk olmaktan kurtaramamıştı. Sûrenin sonlarına doğru yer alan bu kıssa, Kur’an’a inanmak istemeyen müşriklere bir uyarı ve ihtar niteliği taşımaktadır. Sûrede Kur’ân-ı Kerîm’in ilâhî koruma altında olduğu, onu tahrif etmeye veya ortadan kaldırmaya yönelik her teşebbüsün boşa çıkacağı açıkça belirtilir. Öte yandan hicr kelimesi “tasarruftan menetmek, engel olmak” gibi mânalara da gelir. Sûrenin muhtevasında ise doğrudan doğruya Kur’an’a yönelik saldırıların ilâhî koruma engeliyle karşılaşacağı bildirilir. Bu bakımdan sûrenin ismiyle muhtevası arasında bir tenâsübün bulunduğu dikkati çeker.
Bundan önceki İbrâhîm sûresi, zalimlerin aşırılıklarının ve peygamberlere karşı yaptıkları baskıların cezasız kalmadığını, Allah’ın peygamberlerine verdiği sözü unutmadığını, onların intikamının alınacağını, herkesin yaptığının karşılığını göreceğini bildiren âyetlerin ardından (14/45-51) bütün bu açıklamaların insanlara, akıllarını başlarına alıp Allah’ın birliğini tanımaları hususunda birer uyarı olduğunu belirten bir âyetle son bulur. Hicr sûresinin ilk bölümünde de aynı konu üzerinde durulur. Bu bakımdan sûre İbrâhîm sûresinin devamı ve açıklaması gibidir.
Hicr sûresinin birinci bölümünde Kur’ân-ı Kerîm’in her türlü tebdil ve tahriften korunacağı, Hz. Peygamber’e “mecnun” (cin musallat olmuş) diyerek iftira edenlerin bütün çabalarının boşa çıkacağı, daha önceki peygamberlere de benzeri iftiraların yapıldığı, ancak gerçeği inkâr eden o zalimlerin çok kötü âkıbetlere uğradıkları bildirilir; göklerin kapıları kendilerine açılsa da hakikatleri gözleriyle görseler de bu durumu bir büyü sanıp yine de inanmaya yanaşmayacakları haber verilir. Cinlerin ve şeytanların göklerin ötesinden vahiy getirmeye güç yetiremeyeceklerini, bu bölgelerin Allah’ın koruması altında bulunduğunu (âyet 16-17) bildiren âyetlerin ardından Allah’ın tabiat olayları üzerindeki kudret ve hâkimiyetine dikkat çeken âyetler gelir. Hayat verenin de öldürenin de ölümden sonra mahşerde bir araya toplayacak olanın da Allah Teâlâ olduğu vurgulanır (âyet 23-25).
İkinci bölümde insanın (Hz. Âdem) ilk yaratılış olayına yer verilir. Bütün melekler secde emrine uydukları halde İblîs’in bu emre uymayıp isyan ettiği, bu yüzden lânetlendiği bildirilir. Ancak Allah’ın has kullarını azdırmaya gücünün yetmeyeceği, yalnızca günahkârlardan kendisine uyanları baştan çıkarabileceği, onların da esasen cehennemle tehdit edildikleri, cehennemin yedi kapısı olduğu, her grubun ayrı bir kapıdan oraya gireceği belirtilir (âyet 42-44). Günahtan sakınan iyi kimseler ise pınarlarla bahçelerin yer aldığı cennetlere güvenle girecekler, gönüllerinden her türlü kin ve nefret alınıp tertemiz hale getirildiği için birbirleriyle kardeş olarak mutlu yaşayacaklar ve orada ebedî kalacaklardır. Allah’ın gafûr ve rahîm olduğunu, ancak azabının da çok çetin olacağını kulların bilmesi gerektiğini vurgulayan âyetle ikinci bölüm sona erer (âyet 49, 50).
Sûrenin üçüncü bölümü, Hz. İbrâhim’e, ilerlemiş yaşına rağmen bir erkek çocuk sahibi olacağını müjdeleyen meleklerin gelişini ve İbrâhim’in bu müjdeyi hayretle karşılayışını bildiren âyetlerle başlar. Ardından bu meleklerin Lût ile ona inananlar dışında bütün Lût kavmini helâk ettikleri bildirilir. Kur’an’ın başka sûrelerinde de yer yer anlatılan Lût kavminin helâk edilmesi olayı en geniş ve ayrıntılı biçimde bu sûrede yer almaktadır. Hz. Muhammed’in hayatına yemin edilerek (âyet 72) azgınlık ve sapıklık içinde şaşkına dönmüş olmaları yüzünden onların bu helâki hak ettikleri haber verilir. Ayrıca ormanlık bir bölgede (Eyke) yaşayan Şuayb kavminin zalim bir kavim olduğu için helâki hak ettiği bildirilir. Peygamberlerinin tebliğ ettiği ilâhî emirleri dinlemeyen, bununla da kalmayıp onlara haksız yere ezâ ve cefa eden her iki kavmin böylece hak ettiği şekilde cezalandırıldığı, nitekim bu iki olayın kalıntılarının o dönemde işlek ticaret yolları üzerinde bulunduğu anlatılır.
Son bölümde Hicr ahalisinin peygamberleri inkâr etmesi yüzünden helâk edildiği, onların dağ yamaçlarında kayaları oyarak yaptıkları evlerin kendilerini kurtarmaya yetmediği gerçeğine dikkat çekildikten sonra (âyet 80-84) gökleri ve yeri yaratan Allah’ın her şeyi hakkıyla bildiğini ve beklenen sonucun yakında gerçekleşeceğini bildiren âyetler yer alır. Sık sık tekrarlanan yedi âyetle (Fâtiha sûresi) azametli Kur’an’ı vahiy yoluyla peygamberine gönderen Allah’ın gücünün peygamberini her türlü tehlikeden korumaya da yeteceği yolunda teminat sayılan âyetlerin (âyet 92-95) ardından müşriklerin gerek vahiy gerekse Peygamber hakkında konuşup alay etmelerine aldırmadan tebliğ görevini sürdürmesi gerektiği yolunda Resûl-i Ekrem’e emir ve tavsiyelerde bulunulur. Sûre, “Sen rabbinin şanını yücelterek O’na hamdet ve secde edenlerden ol; yakīn (ölüm) gelinceye kadar rabbine ibadet et” emriyle sona erer. Bundan önceki İbrâhîm sûresi, Allah’ın bir tek olduğunun bilinmesi gerektiğini vurgulayan bir âyetle tamamlanmıştı; bu sûre de yalnızca O’na ibadet edilmesini emreden âyetle sona ermektedir. Hicr sûresi, vahiy ve peygamberlik karşısında toplumların öteden beri nasıl bir tepki ortaya koyduklarını ve Cenâb-ı Hakk’ın peygamberlerini nasıl başarıya ulaştırdığını bildiren ve “elif lâm râ” (الر) diye başlayan beş sûrenin (Yûnus, Hûd, Yûsuf, Ra‘d ve İbrâhîm sûreleri) bir özeti gibidir. Sonuç kısmı da bütün bu sûrelerin nihaî hedefini belirleyen bir emirden ibarettir.
Bazı tefsir kitaplarında (meselâ bk. Zemahşerî, II, 320; Beyzâvî, I, 657) sûrenin fazileti hakkında Übey b. Kâ‘b’dan rivayet edilen, “Hicr sûresini okuyan kimseye muhacirlerin, ensarın ve Hz. Peygamber’le alay eden kişilerin sayısının on katı ecir verilir” meâlindeki hadisin mevzû olduğu kabul edilmektedir (İbnü’l-Cevzî, I, 239-241; Zerkeşî, I, 432; İbn Hacer, IV, 94).
BİBLİYOGRAFYA
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ḥcr” md.
Buhârî, “Tefsîr”, 15/1-5.
Tirmizî, “Tefsîr”, 15/1-5.
Vâhidî, Esbâbü’n-nüzûl (nşr. İsâm b. Abdülmuhsin el-Humeydân), Beyrut 1411/1991, s. 275-277.
Zemahşerî, el-Keşşâf (Beyrut), II, 309-320.
İbnü’l-Cevzî, el-Mevżûʿât (nşr. Abdurrahman M. Osman), Medine 1386/1966, I, 239-241.
Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XIX, 151-216.
Kurtubî, el-Câmiʿ, X, 1-64.
Beyzâvî, Envârü’t-tenzîl ve esrârü’t-teʾvîl, İstanbul 1303, I, 67-657.
İbn Battûta, Seyahatnâme, I, 119.
Zerkeşî, el-Burhân, I, 432.
İbn Hacer, el-Kâfi’ş-şâf fî taḫrîci eḥâdîs̱i’l-Keşşâf (Zemahşerî, el-Keşşâf [Beyrut] içinde), IV, 94.
Süyûtî, el-İtḳān (Bugā), I, 28, 30, 31, 32, 45-46.
a.mlf., Esbâbü’n-nüzûl, Beyrut 1986, s. 116-117.
Âlûsî, Rûḥu’l-meʿânî, XIV, 2-89.
M. Tâhir İbn Âşûr, et-Taḥrîr ve’t-tenvîr, Tunus 1984, XIV, 5-92.
Elmalılı, Hak Dini, IV, 3036-3081.
Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, İstanbul 1980, s. 307-313.
Seyyid Kutub, Fî Ẓilâli’l-Ḳurʾân, Beyrut 1985, IV, 2121-2156.
Abdullah Mahmûd Şehhâte, Ehdâfü külli sûre ve maḳāṣıdühâ fi’l-Ḳurʾâni’l-Kerîm, Kahire 1986, I, 169-187.
Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân (trc. Muhammed Han Kayanî v.dğr.), İstanbul 1996, II, 561-585.
Zuhûr Ahmed Azhar, “el-Ḥicr”, UDMİ, VII, 944-945.