- 1/2Müellif: AHMET ÖNKALBölüme GitSözlükte “terketmek, ayrılmak, ilgisini kesmek” anlamına gelen hecr (hicrân) masdarından isim olan hicret “kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisâne...
- 2/2Müellif: AHMET ÖZELBölüme GitFIKIH. Hicretin tarihî, içtimaî ve iktisadî yönden olduğu gibi dinî, siyasî ve hukukî yönden de birtakım sonuçları olmuştur. Müslümanlar, hicretle bir...
https://islamansiklopedisi.org.tr/hicret#1
Sözlükte “terketmek, ayrılmak, ilgisini kesmek” anlamına gelen hecr (hicrân) masdarından isim olan hicret “kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisânen veya kalben ayrılıp uzaklaşması” demektir; ancak kelime daha çok “bir yerin terkedilerek başka bir yere göç edilmesi” anlamında kullanılır. Terim olarak genelde gayri müslim ülkeden (darülharp) İslâm ülkesine göç etmeyi, özelde ise Hz. Peygamber’in ve Mekkeli müslümanların Medine’ye göçünü ifade eder. Medine’ye göç eden müslümanlara muhâcir, Resûl-i Ekrem’e ve muhâcirlere yardım eden Medineli müslümanlara da ensâr unvanı verilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de hicret kelimesi yer almamakla birlikte yirmi yedi âyette otuz bir defa “hecr” kökünden gelen çeşitli türevlerin geçtiği görülür. Bunlar kullanılışlarına göre “Kur’an’ı terketmek” (el-Furkān 25/30), “bir kişiden veya gruptan ayrılmak” (en-Nisâ 4/34; Meryem 19/46; el-Müzzemmil 73/10), “kötü şeyleri terketmek” (el-Müddessir 74/5) ve terim anlamına uygun olarak “Allah uğrunda başka bir yere göç etmek” (meselâ bk. el-Bakara 2/218; Âl-i İmrân 3/195; en-Nisâ 4/89, 97; et-Tevbe 9/20) anlamlarına gelmektedir. “Hicret eden kimse” anlamında muhâcir ve çoğul olarak muhâcirîn, muhâcirât kelimeleri de Kur’ân-ı Kerîm’de kullanılmakta (meselâ bk. en-Nisâ 4/100; et-Tevbe 9/100, 117; en-Nûr 24/22; el-Mümtehine 60/10) ve bu âyetlerin çoğunda Mekke’den Medine’ye göç eden müslümanlar kastedilmektedir.
Kur’an’da hicret kelimesinin geçmemesi ve Mekke’den Medine’ye göç olayının muhâceret masdarından türeyen kelimelerle anlatılmış olması, Caetani’nin iddiasının aksine (İslâm Tarihi, III, 17-18) hicret tabirinin sonradan, hatta Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra ortaya çıktığına delâlet etmez; çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de olayın kendisinden çok onu gerçekleştirenlerin ve bu amellerinin önemine dikkat çekilmiş, ayrıca bu tabir hadislerde böyle bir şüpheye yer bırakmayacak kadar çok kullanılmıştır (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “hcr” md.; Miftâḥu künûzi’s-sünne, “hicret” md.). Kelime bu hadislerin pek çoğunda Mekke’den Medine’ye göç olayına işaret etmekte, ancak farklı anlamlarda kullanıldığı da görülmektedir. Meselâ bir hadiste, “Muhacir Allah’ın yasakladığı kötülük ve günahları terkeden kimsedir” denilmekte (Buhârî, “Îmân”, 4; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 4, “Vitir”, 11), başka bir hadiste de hicretin “kötü şeyleri terketmek” anlamına geldiği belirtilmektedir (Müsned, IV, 114). Hicretin ahlâk ve zühd ile ilgisine işaret eden âyet ve hadisleri dikkate alan mutasavvıflar bu kavramı hem “haramları terkedip kötülüklerden uzaklaşmak”, hem de “nefsi terbiye etmek maksadıyla yolculuğa çıkmak” veya “kalben ve zihnen halkı terketmek” anlamında kullanmış, seyrüsülûk dedikleri mânevî yolculuğu da bir çeşit hicret saymışlardır (Reşîdüddîn-i Meybüdî, I, 58).
Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’den önceki dönemlerde de peygamberlerin ve onlara inanan insanların kâfirlerce hicret etmeye zorlandıklarından ve bunların inançları uğrunda yurtlarını bırakıp başka yerlere gittiklerinden bahseder. Hz. İbrâhim, kavminin kendisini ateşte yakma teşebbüsünün ardından, “Doğrusu ben rabbimin emrettiği yere hicret ediyorum” demiş (el-Ankebût 29/26) ve önce Filistin’e, ardından Mısır’a göç edip daha sonra da Ken‘ân diyarına yerleşmişti. Hz. İbrâhim’le beraber Filistin’e kadar bu hicrete katılan Hz. Lût, peygamberlik görevini yaparken kâfirlerin azgınlık ve ahlâksızlıkları karşısında Cenâb-ı Hak’tan aldığı emirle bir gece vakti inananlarla birlikte yurdundan çıkmış, arkasına dönüp bakmadan gitmesi istenilen yere gitmişti (Hûd 11/80-81; el-Hicr 15/65). Hz. Şuayb’a kavminin ileri gelen kibirlileri, “Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız; yahut dinimize döneceksiniz” demişler (el-A‘râf 7/88), onu ve müminleri hicrete zorlamışlardı. Hz. Mûsâ, Allah’ın emriyle geceleyin Mısır’dan yola çıkardığı İsrâiloğulları’nı göç ettirmeyi başarmış, peşlerine düşen Firavun ve ordusu ise denizde boğulmuştu (Yûnus 10/90; Tâhâ 20/77-78; eş-Şuarâ 26/52-67). Bu gibi âyetlere dayanarak hicretin bütün peygamberlerin hayatında yer aldığı söylenebilir; kâfirlerden görülen eziyet ve baskılar, hak dini tebliğ imkânının ortadan kalkmış olması onları göç etmek zorunda bırakmıştır. Nitekim İbrâhîm sûresinde Mekkeliler’den öncekilerin, Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin kıssaları anlatılırken kâfirlerin peygamberlerine, “Elbette sizi ya yurdumuzdan çıkaracağız ya da mutlaka dinimize döneceksiniz” dedikleri bildirilerek rablerinin bu peygamberlere, “Zalimleri mutlaka helâk edeceğiz” diye vaadde bulunduğu belirtilir (İbrâhîm 14/9-13). Kitâb-ı Mukaddes’te de Hz. İbrâhim’in ve Lût’un hicretleriyle Hz. Mûsâ’nın İsrâiloğulları’nı Firavun’un zulmünden kurtarışı hikâye edilmektedir (Tekvîn, 12-13; Çıkış, 12/37-38, 14/1-31; Resullerin İşleri, 7/2-4).
Hz. Peygamber ve kendisine inananlar da daha önceki peygamberler ve ümmetlerinin âkıbetine mâruz kaldılar. Mekke müşrikleri Resûl-i Ekrem’e karşı İslâmiyet’i tebliğe başladığı andan itibaren olumsuz bir tavır takındılar. Bu tavır sadece İslâm’ı reddetmekten ibaret kalmadı; Hz. Peygamber alaya alındı, ona inananlara baskı uygulandı ve bu baskılar İslâmiyet’in Mekke’de yayılmaya başlaması üzerine eziyet ve işkenceye dönüştü. Hatta Ammâr b. Yâsir’in babası Yâsir ve annesi Sümeyye işkenceyle öldürüldü. Amcası Ebû Tâlib tarafından himaye edildiğinden kendisi bu tür eziyetlere uğramamakla beraber ashabının başına gelenlere son derece üzülen ve işkenceleri engellemeye de gücü yetmeyen Resûl-i Ekrem, aralarında Hz. Osman ve karısı Hz. Rukıyye (Hz. Peygamber’in kızı), Ca‘fer b. Ebû Tâlib ve hanımı Esmâ bint Umeys, Osman b. Maz‘ûn, Zübeyr b. Avvâm, Hâlid b. Saîd ve karısı Ümeyme bint Hâlid, Abdullah b. Cahş, Abdullah b. Mes‘ûd, Abdurrahman b. Avf, Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Mus‘ab b. Umeyr gibi meşhur kişilerin de bulunduğu bir grup müslümanın Habeşistan’a gitmesine izin verdi. Habeşistan Necâşîsi Ashame’nin semâvî bir dine mensup adaletli bir hükümdar olması ve Arapça bilmesi hicret için Habeşistan’ın seçilmesinde önemli bir sebep teşkil ediyordu. Ayrıca ulaşım kolaylığı ve muhacirlerin malî sıkıntılarını daha rahat şekilde giderebilmeleri imkânı da bu seçimi etkilemişti. On bir erkek ve dört kadından oluşan müslüman kafilesi 615’te Mekke’den Şuaybe Limanı’na, oradan da bir tekneyle Habeşistan’a gitti. Bu hicret, Hz. Peygamber’in henüz tebliğinin ilk yıllarında iken Afrika ile temasa geçmesini sağladı. İlk muhacirlerin iyi karşılanması üzerine ikinci hicret kafilesine yetmişten fazla müslüman katıldı (616). Böylece Habeşistan’a hicret edenlerin sayısı İbn İshak’ın kaydına göre kadın ve çocuklar hariç sekseni aşmakta ve toplam 108 kişiye ulaşmaktadır (es-Sîre, s. 210). Belâzürî’nin düzenlediği listeye göre muhacirlerin sayısı 109’u bulmaktadır (Ensâb, I, 198-223). Habeşistan’a hicret konusuna özel bir yer ayırmış olan İbn İshak (es-Sîre, s. 156-157, 205-210, 238-241) ve İbn Hişâm ile (es-Sîre, I, 322-331) ashabın hayatından bahsederken bu konuya da temas eden İbn Sa‘d (eṭ-Ṭabaḳāt, III, 55-417; IV, 34-214; VIII, 36-301) gibi ilk devir İslâm tarihçileri Habeşistan’a hicret edenlerin isimleriyle ilgili farklı listeler vermektedir (geniş bilgi için bk. Öztürk, tür.yer.). Muhacirlerin sayısının artması üzerine endişeye kapılan Kureyşliler, Ashame en-Necâşî’ye bir heyet gönderip müslümanların iadesini istediler. Tarafları dinleyen Necâşî müşriklerin teklifini reddetti. Müşrikler de netice alamayınca bunun intikamını Mekke’de kalan müslümanlardan aldılar. Artık Mekke’deki müslümanlar çok daha kötü şartlarda var olma mücadelesi veriyorlardı. Bir müddet sonra muhacirlerin otuz üç kişilik bir bölümü, müslümanlara karşı Şi‘bü Ebî Tâlib’de sosyal ve ekonomik boykotun kaldırılması ve Mekkeliler’in müslüman olduğuna dair söylentilerin çıkması üzerine Mekke’ye döndü (620). Müşrikler, Bedir’de uğradıkları bozgunun ardından Ashame en-Necâşî’ye ikinci bir elçilik heyeti gönderdilerse de yine sonuç alamadılar. Habeşistan’da kalan son müslüman kafilesi daha sonra yine kendi arzularıyla ve Necâşî’nin hazırlattığı gemilerle önce Câr Limanı’na geldiler, oradan da Medine’ye hareket ettiler (7/628). Resûl-i Ekrem Hayber’in fethi sırasında huzuruna çıkan muhacirlerin arasında Ca‘fer b. Ebû Tâlib’i görünce çok sevinmişti (İbn Sa‘d, IV, 34-35).
Mekke’de müslümanlara ve Hz. Muhammed’i koruyan Hâşimoğulları’na karşı uygulanan üç yıllık boykotun ardından Ebû Tâlib’in ölümü müşriklere fırsat verdi ve Hz. Peygamber’in bizzat kendisi birçok hakarete ve sataşmaya hedef oldu. Böyle bir ortamda İslâm’ı tebliğ edemeyeceğini anlayan Resûl-i Ekrem Tâif’e giderek yeni bir çevrede davasını anlatmayı denediyse de çok sert bir tepkiyle karşılaştı ve Mekke’ye dönmek mecburiyetinde kaldı. Bu sıralarda Mekke yakınlarındaki Akabe mevkiinde tanıştığı bazı Medine (Yesrib) sakinlerinin İslâmiyet’e girmesi üzerine Medine halkının çoğunluğunu oluşturan Hazrec ve Evs kabileleri arasında Müslümanlığın günden güne yayılması ve buna bağlı olarak yapılan Akabe biatları hicret açısından büyük önem taşımaktadır. Özellikle İkinci Akabe Biatı’nda Medineli müslümanlar Hz. Peygamber’i ve dolayısıyla Mekkeli müslümanları şehirlerine davet ederek geldiği takdirde canlarını, mallarını, kendi çocuklarını ve kadınlarını korudukları gibi onu koruyacaklarına, rahat günlerde de sıkıntılı anlarda da ona tâbi olacaklarına and içerek biatta bulundular (bk. AKABE BİATLARI).
Tâifliler ve diğer kabileler Resûl-i Ekrem’i reddederken Medine’den gelenlerin daha ilk görüşmede İslâm’a girmeleri ve her türlü tehlike ve sıkıntıyı göze alarak şehrin kapılarını ona açmalarının, yani Medine’nin hicret yeri oluşunun sebep ve hikmetleri üzerinde durmak gerekir. İslâmiyet’in doğuşu sırasında bu şehirde oturan Evs ve Hazrec kabileleri arasında çok eskilere dayanan şiddetli bir düşmanlık vardı. 120 yıl boyunca birbirleriyle sık sık savaşa tutuşan bu iki kabile arasındaki son çarpışma hicretten beş veya altı yıl önce Buâs denilen yerde cereyan etmiş ve her iki taraftan pek çok kimse ölmüştü. Gerek Buâs gerekse daha önce yapılan savaşlar birçok ocağın sönmesine yol açtığı için Hazrec ve Evs İslâmiyet’i tanıyınca bu yeni din sayesinde aralarındaki düşmanlığın kalkacağını ümit etmiştir. Bundan dolayı Buâs Savaşı’nın Medineliler’in İslâmiyet’e girişinde önemli bir yeri vardır. Nitekim Hz. Âişe’nin, “Buâs, Allah’ın Resûlullah için hazırlamış olduğu bir gündü” dediği nakledilir (Buhârî, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 1, 27). Bundan başka Medine yahudilerinin son peygamberin yakın bir zaman içinde çıkacağını haber vermeleri de halk arasında bir peygamber beklentisi doğurmuştu. Öte yandan, şehrin İslâmiyet’in çevreye kolayca yayılmasına imkân sağlayacak merkezî bir konumda ve müdafaaya elverişli coğrafî bir yapıda olması, ayrıca kervan yollarının üzerinde bulunması da hicretin sebepleri arasında sayılmalıdır.
Medine’ye hicret eden ilk sahâbî Ebû Seleme el-Mahzûmî’dir. Ebû Seleme Akabe biatlarından bir yıl önce (620) tek başına Medine’ye gitmiş, Mekke’den çıkışı engellendiği için onunla birlikte hareket edemeyen hanımı Ümmü Seleme ise yaklaşık bir yıl sonra küçük yaştaki oğlu Seleme ile birlikte hicret etmiştir. Buhârî, Birinci Akabe Biatı’ndan (621) sonra Medine’ye İslâm’ı tebliğ için gönderilen Mus‘ab b. Umeyr ile Abdullah b. Ümmü Mektûm’u ilk muhacirler olarak kabul eder (“Menâḳıbü’l-enṣâr”, 46). İkinci Akabe Biatı’nın ardından (622) Hz. Peygamber’in hicrete izin vermesi üzerine ilk defa Âmir b. Rebîa ve hanımı Leylâ bint Ebû Hasme göç ettiler; onların arkasından da diğer sahâbîler gruplar halinde gitmeye başladılar. Hicret genellikle gizlice yapılmıştır; çünkü Mekkeliler ellerinden geldiğince engel olmaya çalışıyor, hatta yakaladıkları akrabalarını hapsediyorlardı. Yalnız Ömer b. Hattâb’ın, Kâbe’yi tavaf ettikten ve iki rek‘at namaz kıldıktan sonra müşriklere meydan okuyarak alenen yola çıktığı bilinmektedir. Böylece ashabın büyük çoğunluğu kısa sürede Medine’ye göç etti; geride sadece Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir ile aileleri, Hz. Ali ve annesi, ayrıca hicrete güç yetirememiş veya gidişleri engellenmiş belli kişiler kalmıştı. Muhacir sahâbîler Medine’ye vardıklarında, daha sonra ensar diye adlandırılacak olan Medineli müslümanlar tarafından misafir edildiler.
Müslümanların büyük çoğunluğunun Medine’ye yerleşmesi ve İslâmiyet’in orada güçlenmeye başlaması Mekke müşriklerini korkuttu; Hz. Muhammed’in de bir gün oraya giderek ashabıyla birlikte kendilerine karşı bir tehlike oluşturacağından endişe ediyorlardı. Buna karşı bir tedbir almak üzere Dârünnedve’de toplandılar. Görüşecekleri konu son derece önemli olduğundan Ebû Leheb dışında Hâşimoğulları’ndan hiç kimseyi çağırmadıkları gibi güvenmedikleri kimseleri de içeri sokmadılar. Dârünnedve’de uzun müzakerelerden sonra Ebû Cehil’in teklifiyle Hz. Peygamber’i öldürme kararı alındı. Bu kararı sadece bir kişi değil, Kureyş kabilelerinin her birini temsilen görevlendirilecek silâhşorlardan oluşan bir grup yerine getirecek, böylece Hâşimoğulları’nın kan davasına kalkışması önlenecekti. Bazı siyer kitaplarında yer alan, “şeytanın Necid halkından bir ihtiyar kılığında gelerek toplantıya katıldığı ve alınan kararda etkili olduğu” şeklindeki rivayetlere itibar etmemek gerekir.
Görevlendirilen kişiler suikast hazırlıklarına başlarken Resûl-i Ekrem de Cebrâil vasıtasıyla durumdan haberdar oldu ve hicret etmek üzere harekete geçerek hemen Hz. Ebû Bekir’in evine gitti. Birlikte hazırladıkları plan gereğince bir kılavuz buldular. Abdullah b. Uraykıt adındaki bu kılavuz müşrik olmakla beraber güvenilir, mert bir kişiydi. Hz. Ebû Bekir hicret için önceden hazırladığı iki deveyi kılavuza verdi ve üç gün sonra Sevr dağının eteğinde buluşmak üzere onunla sözleşti. Evine giden Hz. Peygamber, ayrıldığı zaman evi kontrol edebilecek müşrikleri yanıltmak ve kendisine emanet bırakılan bazı eşyayı sahiplerine geri vermek üzere Hz. Ali’yi görevlendirdi ve gece yarısı Ebû Bekir’in evine gitti. Daha sonra beraberce yola çıkarak Mekke’nin güneybatısındaki Sevr dağına vardılar ve bir mağaraya gizlendiler. Burada kaldıkları üç gün boyunca Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdullah geceleri gelerek elde ettiği bilgileri onlara aktarmıştır.
Resûl-i Ekrem’i öldürmekle görevlendirilen Mekkeliler onu evinde bulamayınca hemen aramaya koyulmuşlardı. Ebû Bekir’in evinde yapılan arama ve soruşturmalar da netice vermeyince bütün çevreyi taramaya başladılar ve etrafa haberciler göndererek onların başına ödül koyduklarını ilân ettiler. Bu aramalar sırasında içlerinden bir grup saklandıkları mağaranın yanına kadar gelmişti. Hz. Ebû Bekir duyduğu seslerden endişe ederek, “Ey Allah’ın resulü! Eğilip baksalar bizi görecekler” diyor, Resûl-i Ekrem ise Kur’an’da da işaret edildiği üzere, “Üzülme, elbette Allah bizimledir” cevabıyla onu teskin ediyordu (et-Tevbe 9/40). Allah’ın resulünü koruduğu âşikârdı; çünkü müşrikler mağaranın yanına kadar geldikleri halde içine bakmadan dönüp gittiler. Onların mağaraya bakmadan dönmelerine sebep olarak bir örümceğin mağaranın ağzına ağ ördüğünü ifade eden rivayetler -farklı görüşe sahip olanlar bulunmakla birlikte- pek çok muhaddis tarafından “hasen” olarak değerlendirilmiştir (Müsned, I, 348; İbn Kayyim el-Cevziyye, III, 52; İbn Kesîr, III, 181; İbn Hacer, VII, 236); esasen bu rivayetlerin reddini gerekli kılacak bir sebep de mevcut değildir. Mağarada geçirilen üç günün sonunda Mekkeliler’in kontrolü ve aramaları oldukça tavsamıştı. Sözleşildiği gibi kılavuz Abdullah b. Uraykıt develerle birlikte Sevr’e geldi. Ebû Bekir’in âzatlısı Âmir b. Füheyre de kafileye alındı ve sahil yoluna doğru hareket edildi. Medine’ye salimen ulaşabilmek için işlek ve mûtat yollar yerine farklı bir güzergâh tercih edilmiş ve bazan sarp dağ geçitlerinden, bazan çöllerin arasından geçilmiştir. Buna rağmen zaman zaman takibe uğradılar, sorguya çekildiler ve tehlikeli anlar yaşadılar. Müdlic kabilesine mensup Sürâka b. Mâlik’in takibi ve daha sonra Tâif muhasarasının ardından onun İslâm’a girmesiyle ilgili rivayet meşhurdur (bk. SÜRÂKA b. MÂLİK). Böyle bir tehlike Eslem kabilesinin topraklarına gelindiği zaman da yaşandı. Kabilenin reisi Büreyde b. Husayb bir müfrezeyle kafilenin önünü kesti; ancak kısa bir görüşmenin ardından adamlarıyla beraber müslüman oldu ve mızrağına bağladığı sarığı ile Hz. Peygamber’e sancak açarak arazilerinden çıkıncaya kadar kendisine refakat etti. Bu arada yolculuk esnasında bazı güzel olaylar da yaşandı. Meselâ kafile Kudeyd’de yiyecek bir şeyler almak üzere Ümmü Ma‘bed Âtike bint Hâlid’in bulunduğu çadıra uğradı. Burada Resûl-i Ekrem sürüye katılamayacak kadar zayıf, sütten kesilmiş bir keçiyi besmeleyle sağınca keçi oradakilere yetip artacak kadar süt verdi. Ümmü Ma‘bed’in, daha sonra çadıra dönen kocası Ebû Ma‘bed el-Huzâî’nin isteği üzerine Hz. Peygamber’i tavsif ederken kullandığı ifadeler hilye edebiyatına konu olmuştur (bk. HİLYE; ÜMMÜ MA‘BED).
Medine’deki müslümanlar Hz. Muhammed’in Mekke’den ayrıldığını öğrenmiş, fakat gecikince endişelenmeye başlamışlardı. Bundan dolayı her sabah Mekke yolu üzerindeki Harre mevkiine çıkıp gün yükselinceye kadar bekliyor, hararet artınca ümitlerini keserek evlerine dönüyorlardı. 8 Rebîülevvel (20 Eylül 622) Pazartesi günü de böyle yapmış ve dönmüşlerdi; ancak kısa bir süre sonra üç katlı bir evin damına çıkan bir yahudi kızı, ufukta Medine’ye doğru gelen bir kafile görünce bunların beklenen misafirler olduğunu anladı ve bağırarak durumu ilân etti. Bunun üzerine müslümanlar Resûl-i Ekrem’i karşılamak için Harre’ye koştular. Ashabına kavuşan Hz. Peygamber, Medine’ye bir saatlik mesafede bulunan Kubâ mevkiinde Evs kabilesinin bir kolu olan Amr b. Avfoğulları’ndan Külsûm b. Hidm’in evine inerek bir süre dinlendi. İbn İshak ve İbn Hişâm’a göre Kubâ’daki ikamet dört gün (İbn Hişâm, II, 494), Buhârî’nin naklettiği bir rivayete göre ise on dört gün (“Menâḳıbü’l-enṣâr”, 46) devam etmiştir. Bu hususta daha başka görüşler de mevcut olmakla birlikte verilen molanın fazla uzun sürmediği anlaşılmaktadır (bk. İbn Hacer, VII, 287). Bu süre zarfında Kubâ’da hemen bir mescid yaptıran Hz. Peygamber bir cuma günü buradan ayrıldı ve Medine’ye yöneldi. Rânûnâ vadisine gelince Sâlim b. Avf kabilesine uğrayarak ilk cuma namazını kıldırdı; namazdan sonra da şehre ulaştı. Büyük bir kalabalık tarafından coşkuyla karşılanan Resûl-i Ekrem, kendisini evlerine davet eden kimseleri kırmamak için güzel bir usul buldu ve devesi Kasvâ’nın serbest bırakılmasını isteyerek onun çöktüğü yere en yakın eve ineceğini söyledi. Devenin, daha sonra Mescid-i Nebevî’nin yapıldığı boş bir arsaya çökmesi üzerine de en yakındaki evin sahibi Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin misafiri oldu. Burada yedi ay kadar kaldıktan sonra mescidin bitişiğinde inşa edilen odalarına taşındı.
Kaynaklarda Hz. Peygamber’in Mekke’den çıkışı, Kubâ’ya varışı ve Medine’ye girişi hakkında verilen tarihler oldukça farklıdır. Bunların incelenmesi sonunda, Mekkeliler’in 26 Safer (9 Eylül 622) Perşembe günü suikast kararı aldıkları, durumu öğrenen Resûl-i Ekrem’in o gece şehri terkederek Sevr mağarasına gittiği, 27-28-29 Safer (10-11-12 Eylül 622) Cuma, Cumartesi ve Pazar günlerini mağarada geçirdiği, 1 Rebîülevvel (13 Eylül 622) Pazartesi günü mağaradan yola çıktığı, 8 Rebîülevvel (20 Eylül 622) Pazartesi günü Kubâ’ya indiği ve 12 Rebîülevvel (24 Eylül 622) Cuma günü Medine’ye girdiği anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicretiyle İslâm tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Hadise sadece bir mekân değişikliği boyutunda kalmamış, İslâm’ın daveti, teşrî faaliyeti ve siyaseti açısından bir dönüm noktası olmuştur. Bu sebeple hicretin ve muhacirlerin değer ve şerefinden bahseden pek çok âyet ve hadis vardır. Meselâ bir âyette şöyle denilmektedir: “Öne geçen ilk muhacirler ve ensarla onlara güzellikle tâbi olanlar, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara içinde ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur” (et-Tevbe 9/100). Hz. Peygamber de ensara karşı yaptığı bir konuşmada, “Eğer hicret şerefi olmasaydı ben muhakkak ensardan bir fert olmak isterdim” diyerek (Müsned, II, 315; Müslim, “Zekât”, 139) muhacirliğin şerefinin yerini hiçbir şeyin tutamayacağını belirtmiştir. Bütün müslümanlar da hicrete ve muhacirlere ayrı bir değer atfetmişlerdir. Sahâbeyi tabakalara ayıran İslâm âlimleri ilk sırayı daima muhacirlere vermişlerdir.
Hicretten sonra muhacirlerle ensar arasında tam bir kaynaşma ve dayanışmanın oluştuğu görülmektedir. Bunun sağlanmasında, İslâm’ın esasları ve mensuplarına telkin ettiği kardeşlik anlayışı kadar Hz. Peygamber’in uygulamaya koyduğu “muâhât” ameliyesinin de etkisi büyük olmuştur. Bu uygulama hicretten hemen sonra gerçekleştirilmiş ve Resûl-i Ekrem, ensarla muhacirleri bir araya getirerek her muhacir için ensardan bir kardeş tayin etmişti. 186 ailenin kardeş ilân edildiği bu uygulama sadece şekilde kalmamış, muhacirler ve ensar kan bağından öte bir bağlılıkla birbirlerine bağlanmışlardı. Hatta mirasla ilgili âyetler gelinceye kadar bu kardeşler birbirine vâris dahi oluyorlardı. Siyasî, iktisadî, içtimaî, dinî ve askerî pek çok fayda sağlayan muâhât, İslâm toplumunun yapılanmasındaki rolü bakımından hicrete anlam kazandırmış ve muhacirlerin Medine’deki hayatlarını kolaylaştırmıştır (ayrıca bk. MUÂHÂT).
Siyasî açıdan hicretin büyük bir değişime imkân sağladığı âşikârdır. Mekke’deki müşriklerin baskıları karşısında pek çok eziyet ve işkenceye mâruz kalan müslümanlar hicret sayesinde güç bulmuş ve Hz. Peygamber’in önderliğinde bir devlete kavuşmuşlardır. Medine şehrinin o zamanki adı (Yesrib) “fesat” anlamındaki bir kökten geldiği için hicretten sonra Resûl-i Ekrem tarafından “hoş ve güzel” mânasında Taybe veya Tâbe’ye çevrildi. Bununla birlikte daha çok Medînetü’r-resûl (Medînetü’n-nebî) yahut Medîne-i Münevvere adıyla anılan şehir, müslümanların kurdukları devletin ilk başşehri oldu ve bu konumunu Hz. Osman’ın şehid edildiği tarihe kadar korudu. Ayrıca Resûl-i Ekrem, Hz. İbrâhim’in hareminden (Mekke) sonra bu yeni merkezin de harem olmasını Allah’tan niyaz etmiş, niyazının kabulü üzerine de şehrin doğusundaki Harretüvâkım ve batısındaki Harretülvebere ile güneydeki Âir (Ayr) ve kuzeydeki Küçük Sevr dağları arasında kalan ve yarıçapı yaklaşık 22 km. olan daire şeklindeki alan şehrin harem bölgesi olarak kabul edilmiştir. Resûl-i Ekrem, Mekke’nin fethinden sonra ensara karşı vefa duygusuyla hareket edip Medine’yi bırakmamış ve vefatında Mescid-i Nebevî’deki hücre-i saâdetine defnedilmiştir.
Hicretten sonra Hz. Peygamber İslâm devletinin kuruluşunu ilân etmiş ve diplomatik temaslarına hemen başlamıştır. Yahudileri de içine alacak şekilde devletin ilk anayasasının belirlenmesini ve civardaki kabilelerle antlaşmalar yapılmasını bu çerçevede değerlendirmek gerekir (bk. ANAYASA; MEDİNE VESİKASI). Hicretin 6. yılında (628) yapılan Hudeybiye Antlaşması, daha önce müslüman varlığını reddeden Kureyş’in de İslâm devletinin mevcudiyetini kabullenmek mecburiyetinde kaldığını gösterir. Resûl-i Ekrem, devletin teşkilâtlandırılması için gereken bütün çalışmaları en kısa zamanda tamamlamaya çalıştı. Henüz hicretin 1. yılı dolmadan can ve mal güvenliğini sağlamak üzere çevreye silâhlı birliklerin gönderilmesi de bunu göstermektedir. Mekke döneminde kâfirlerin sataşmaları ve fiilî engellemelerine karşı sabır tavsiye edilirken Medine döneminde durum değişmiş ve müslümanlara misillemede bulunma hakkı tanınmıştır. Çok kısa bir sürede güçlenecek ve tarihte yeni oluşumlara sebep teşkil edecek İslâm devletinin temelinde hiç şüphesiz hicret olayı vardır.
Hicret teşrî açısından da büyük önem taşımaktadır. Mekke döneminde nâzil olan âyetlerde tevhid, nübüvvet, âhiret gibi temel inanç konuları işlenip ibadet ve ahlâkla ilgili İslâm esasları konulurken hicretten sonra ferdî ve içtimaî hayatı düzenleyen ahkâmla ilgili âyetler inmiş, ibadet ve muâmelâta dair hükümler konularak müeyyideler getirilmiş ve devletler arası hukuku ilgilendiren kurallar belirlenmiştir. Hicretin, İslâm davetinin seyrinde ve dinin yayılışında da etkili olduğu bilinen bir husustur. Medine döneminde davetin önündeki engeller birer birer kaldırılarak müslümanlara ve Müslümanlığa meyli olan kimselere yapılan baskılar kırılmış, böylece insanlara hür iradeleriyle dinlerini seçme imkânı sağlanmıştır. Hicretten sonra gün geçtikçe kuvvetlenen devlet otoritesi İslâm’a duyulan ilginin artmasını sağlamış, ayrıca kabileler ve aşiretlerle yapılan görüşmeler sonucunda gerçekleşen toplu ihtidâlarla hızlı bir yayılma sürecine girilmiştir. Hicretle müslümanların iktisadî ve ticarî imkânları da genişlemiştir.
Medine döneminin ilk yıllarında İslâmiyet’i kabul eden çevredeki insanların Hz. Peygamber’in yanına hicret etmesi bir zorunluluktu ve imanla ilgili görülüyordu. Kur’an buna uymayanları şiddetle kınar ve onların âkıbetlerinin korkunç olacağını belirtir (en-Nisâ 4/97). Müminlere böyle kimselerle yakın dostluk ilişkilerinin kesilmesi de emredilmiştir: “İman edip de hicret etmeyenler ise hicret edinceye kadar onlarla sizin hiçbir yakın dostluğunuz ve ilişkiniz olamaz” (el-Enfâl 8/72). Resûl-i Ekrem de kendisine iman ve biat etmek üzere gelen kişilerden biat şartı olarak hicret etmelerini istiyordu (Buhârî, “Meġāzî”, 53; Müslim, “Birr”, 6). Medine’ye gelenlerin daha sonra oradan ayrılıp başka bölgelere yerleşmeleri hoş karşılanmıyordu. Hz. Peygamber’in, “Allahım! Ashabımın hicretini kararlı kıl; onları topukları üzerinde tekrar geriye döndürme” diye dua ettiği bilinmektedir (Müslim, “Vaṣıyye”, 5); nitekim hicret ettikten sonra Mekke’ye dönüp orada ölen Sa‘d b. Havle için çok üzülmüştü (Müslim, “Vaṣıyye”, 5). Bu ve benzeri naslar dolayısıyla İslâm âlimleri bu devrede Medine’ye hicretin farz, daha sonra oradan ayrılmanın ise haram olduğu görüşüne varmışlardır. İslâmiyet güç kazanıp, müslümanların bulundukları bölgelerde kendilerine yapılan baskılar ortadan kalktıktan ve dinin esaslarını kolayca öğrenme imkânı doğduktan ve nihayet Mekke fethedildikten sonra hicret bir zorunluluk olmaktan çıkarılmıştır.
Bu derece önem verilmesine bağlı olarak hicretin daha Peygamber döneminde bir takvim ve tarih başlangıcı sayıldığı görülmektedir. Ashabın, Resûl-i Ekrem’in hayatını Mekke ve Medine dönemi diye ikiye ayırması ve bu dönemlere ait yılları birbirini tamamlayacak şekilde değil ayrı ayrı zikretmesi (Buhârî, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 28, 45, “Meġāzî”, 85; Müslim, “Feżâʾil”, 113, 118, 121, 123) bu hususun ilk işaretidir. Ayrıca İbn Şihâb ez-Zührî’den nakledilen bir rivayette, Resûl-i Ekrem’in Medine’ye gelince bir takvim hazırlanmasını istediği ve bunun üzerine hicretin gerçekleştiği rebîülevvel ayının tarih başlangıcı olarak belirlendiği ifade edilse de bu rivayet fazla kabul görmemiştir (İbn Hacer, VII, 268). Hicretin resmen takvim başlangıcı sayılması Hz. Ömer zamanında 17 (638) yılında gerçekleşmiştir (bk. TAKVİM).
BİBLİYOGRAFYA
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “hcr” md.
İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “hcr” md.
Lisânü’l-ʿArab, “hcr” md.
et-Taʿrîfât, “hicret” md.
Wensinck, el-Muʿcem, “hcr” md.
Miftâḥu künûzi’s-sünne, “hicret” md.
M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “hcr” md.
Müsned, I, 348, 409, 430; II, 68, 315; III, 401; IV, 62, 99, 114, 223; V, 270, 363, 375; VI, 465, 466.
Dârimî, “Ṣalât”, 135, “Siyer”, 69.
Buhârî, “Îmân”, 4, “Cihâd”, 1, 27, 194, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 1, 27, 28, 45-48, “Meġāzî”, 53, 85, “Nikâḥ”, 92.
Müslim, “Zekât”, 139, “Vaṣıyye”, 5, 6, “İmâre”, 83-86, “Feżâʾil”, 113, 118, 121, 123, “Birr”, 6.
İbn Mâce, “Keffârât”, 12.
Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 2, 4, “Vitir”, 11.
Nesâî, “Îmân”, 9, “Bîʿat”, 9, 12, 15, “Zînet”, 25.
İbn İshak, es-Sîre, s. 156-157, 205-210, 238-241.
İbn Hişâm, es-Sîre2, I, 321-331; II, 431-507.
İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, I, 217-239; III, 55-417; IV, 34-214; VIII, 36-301.
Belâzürî, Ensâb, I, 198-223, 257-271.
Ya‘kūbî, Târîḫ, II, 37-42.
Taberî, Târîḫ (Ebü’l-Fazl), II, 353-393.
Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb (Meynard), IV, 137-140.
Beyhakī, Delâʾilü’n-nübüvve (nşr. Abdülmu‘tî Kal‘acî), Beyrut 1405/1985, II, 430-521.
Reşîdüddîn-i Meybüdî, Keşfü’l-esrâr ve ʿuddetü’l-ebrâr, Tahran 1344 hş., I, 58.
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 94-110.
Nevevî, Şerḥu Müslim, XI, 79-80; XIII, 6-9.
Zehebî, Târîḫu’l-İslâm: es-sîretü’n-nebeviyye, s. 281-338.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-meʿâd, III, 43-65.
İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 168-210.
İbn Hacer, Fetḥu’l-bârî (Hatîb), VII, 236, 268-312.
Süyûtî, el-Ḫaṣâʾiṣü’l-kübrâ (nşr. M. Halîl Herrâs), Kahire 1386/1967, I, 451-473.
Diyarbekrî, Târîḫu’l-ḫamîs, I, 320-343.
Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, Bulûġu’l-ereb, III, 214-216.
L. Caetani, İslâm Tarihi (trc. Hüseyin Cahid), İstanbul 1924, III, 7-80.
W. Montgomery Watt, Mahomet à la Mecque (trc. F. Dourveil), Paris 1958, s. 180-195.
a.mlf., Mahomet à Médine (trc. S. M. Guillemin – F. Vaudou), Paris 1959, s. 13-14.
Hasan Fethü’l-bâb, ʿAlâ ṭarîḳı’l-hicre, Kahire 1390/1971.
Ahmed Abdülgafûr Attâr, el-Hicre, Mekke 1400/1980.
Abdülhamîd Zûzû, el-Hicre ve devrühâ fi’l-ḥareketi’l-vaṭaniyyeti’l-Cezâʾiriyye beyne’l-ḥarbeyn: 1919-1939, Cezayir 1985.
Mahmûd Ali el-Bablâvî, Târîḫu’l-hicreti’n-nebeviyye ve bedʾü’l-İslâm, Beyrut 1406/1985.
Şevkī Ebû Halîl, el-Hicre ḥades̱ün ġayyere mecra’t-târîḫ, Dımaşk 1406/1986.
Sa‘d el-Mersafî, el-Hicretü’n-nebeviyye ve devrühâ fî binâʾi’l-müctemaʿi’l-İslâmî, Beyrut 1409/1988.
Muhammed b. Muhammed Ebû Şühbe, es-Sîretü’n-nebeviyye fî ḍavʾi’l-Ḳurʾân ve’s-Sünne, Dımaşk 1988, I, 429-498.
Levent Öztürk, Hz. Muhammed’in Habeşistan’la Münasebetleri (yüksek lisans tezi, 1988, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü), tür.yer.
Fethî Gays, el-İslâm ve’l-Ḥabeşe ʿabre’t-târîḫ, Kahire, ts. (Mektebetü’n-nehdati’l-Mısriyye), s. 49.
M. Lokmân el-A‘zamî en-Nedvî, Müctemaʿu’l-Medîneti’l-münevvere fî ʿahdi’r-Resûl, Kahire 1989, s. 31-51.
Ahmed Abdülganî en-Necûlî el-Cemel, Hicretü’r-Resûl ve ṣaḥâbetühû fi’l-Ḳurʾân ve’s-Sünne, Mansûre 1989.
Muhammad Khalid Masud, “The Obligation to Migrate: The Doctrine of Hijra in Islamic Law”, Muslim Travellers: Pilgrimage, Migration and the Religious Imagination (ed. D. F. Eickelman – J. Piscatori), London 1990, s. 29-49.
Mehdî Rızkullah Ahmed, es-Sîretü’n-nebeviyye fî ḍavʾi’l-meṣâdiri’l-aṣliyye, Riyad 1412/1992, s. 257-306.
W. Madelung, “Has the Hijra Come to an End?”, REI, LIV (1986), s. 225-237.
P. Crone, “The First-Century Concept of Hiğra”, Arabica, XLI/3, Leiden 1994, s. 352-387.
B. Carra de Vaux, “Hicret”, İA, V/1, s. 476-477.
M. Akif Aydın, “Anayasa”, DİA, III, 153-154.
https://islamansiklopedisi.org.tr/hicret#2-fikih
FIKIH. Hicretin tarihî, içtimaî ve iktisadî yönden olduğu gibi dinî, siyasî ve hukukî yönden de birtakım sonuçları olmuştur. Müslümanlar, hicretle birlikte Mekke müşriklerinin zulüm ve baskısından kurtularak Medine’yi yurt edinince İslâm’a yeni girenlerin de gerek zulüm ve baskıya mâruz kalmadan yaşamaları, gerekse yeni kurulan İslâm toplumuna destek olmaları ve İslâm esaslarını öğrenme imkânına kavuşmaları bakımından onlara katılmaları büyük önem arzediyordu. Bundan dolayı Medine’ye hicret, dinî bir vecîbe olmanın yanında hicret etmeyenlerin ulaşamayacağı bir fazilet de sayılıyordu.
Birçok âyette hicret cihadla birlikte anıldığı gibi (el-Bakara 2/218; el-Enfâl 8/72, 74-75; et-Tevbe 9/20; en-Nahl 16/110) bu âyetlerde ve diğer bazı yerlerde (Âl-i İmrân 3/195; en-Nahl 16/41; el-Hac 22/58) Allah yolunda hicretin önem ve faziletine işaret edilmiş, kişinin hayatını ve inancını korumak için vatanını terkederek başka bir yere göçmesi sebebiyle karşılaşacağı zorluklara katlanması bakımından da İslâm’a bağlılığın göstergesi sayılmıştır. “-Bilhassa o fey- hicret eden fakirlere aittir ki onlar Allah’tan fazlu inâyet ve hoşnutluk beklerler; Allah’a ve Peygamber’ine yardım ederken yurtlarından çıkarılıp mallarından mahrum edilmişlerdir. İşte bunlar sadıkların ta kendileridir. Onlardan önce -Medine’yi- yurt ve iman evi edinmiş olanlar kendilerine hicret edenlere karşı sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendileri yoksulluk içinde olsalar bile onları öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunursa işte muratlarına erenler onlardır” (el-Haşr 59/8-9) meâlindeki âyette bu husus dile getirildiği gibi ashabın faziletiyle ilgili olarak yapılan tasniflerde muhacirler de kendi aralarında ayırıma tâbi tutulmuş, önce hicret edenler sonrakilerden üstün sayılmıştır (Bağdâdî, s. 299-303; Süyûtî, Tedrîbü’r-râvî, s. 407).
Mekke’de ilk müslümanların, Kureyş’in zulüm ve baskısına karşı geleceğe yönelik herhangi bir plan ve stratejileri olmaksızın pasif bir şekilde boyun eğdiklerini düşünmek doğru değildir. O dönemde müslümanlar, intikam için değil bir ideal uğruna verilecek mücadele ve savaşın icap ettirdiği ruhî bir hazırlık devresi geçiriyordu. Ayrıca silâhlı bir direnişin gerektirdiği şartlara da sahip değillerdi. Bunun için savunulabilir bir toprak ve İslâm idealine bağlı etkili bir siyasî otoritenin varlığı şarttı. Nitekim Medine’ye hicretin siyasî açıdan anlamı ve hedefi şu âyetle ifade edilmiştir: “Ve şöyle de: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmemi sağla; çıkacağım yerden de beni doğrulukla çıkar ve tarafından bana hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver” (el-İsrâ 17/80). Katâde b. Diâme, davasının bir kuvvet ve otorite olmadan yürüyemeyeceğini anlayan Resûl-i Ekrem’e, hemen hicretten önce nâzil olan bu âyette kuvvet ve iktidar için dua etmesinin emredildiğini belirtir (İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-meʿâd, II, 55; İbn Kesîr, III, 59). Hz. Peygamber, İslâm’ın evrensel boyutta tebliği ve müslümanların barış ve güven içinde yaşamaları için siyasî hâkimiyetin hayatî önem taşıdığını düşündüğünden İkinci Akabe Biatı’nda Medine üzerinde şahsî otoritesinin kabulünü kesin şekilde istemişti. Hicretle birlikte bu siyasî hedefin ilk adımı atılmış ve daha sonra merhale merhale amaca ulaşılmıştır.
Hicretle ortaya çıkan en önemli durum şüphesiz müslümanların bir yurt edinmiş olmalarıdır. Uğradıkları baskılar yüzünden daha önce Habeşistan’a göç eden müslümanlar bu defa ana yurtlarıyla ilgilerini tamamıyla keserek Medine’ye hicret etmişlerdi. Hicretten önce siyasî bir organizasyona sahip bulunmayan müslümanların siyasî iktidarlarının hâkimiyet ve faaliyet alanı olacak bir yurtları yoktu. Hicretin hemen ardından ise devlet kurma imkânına kavuştukları gibi bu devletin hâkimiyet alanını meydana getiren bir ülkeye de sahip olmuşlardı. Böylece ilk dârülislâm, bazı hadislerde “dârülhicre” veya “dârülmuhâcirîn” diye de anılan (İbn Mâce, “Cihâd”, 38; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 90; Hâkim, III, 4-5) Medine olmuştu (İbn Kayyim, Aḥkâmü ehli’ẕ-ẕimme, I, 5). Mekke döneminde nâzil olan âyetler daha çok dinin inanç esaslarıyla ilgili iken hicretten sonra bağımsız bir devletin kurulmasıyla birlikte gerek Kur’an’da gerekse sünnette müslümanların toplumsal ve milletlerarası alanda ilişkilerini düzenleyen siyasî, hukukî ve iktisadî esaslar vazedilmiştir. Bundan dolayı hicret İslâm teşrii bakımından da önemli bir merhale oluşturmaktadır.
Hicretin bazı önemli hukukî sonuçlarının belirtildiği bir hadiste kaydedildiğine göre Resûlullah, bir seriyyenin veya ordunun başında gönderdiği kumandana kendisi ve beraberindeki müslümanlar hakkında hayrı ve takvâyı tavsiye ederek şöyle derdi: “Müşriklerle karşılaştığınızda onların şu üç husustan birini seçmelerini iste ve bunlardan hangisine icabet ederlerse kabul ederek kendilerinden el çek: Onları İslâm’a davet et; eğer sana icabet ederlerse kabul et ve onları kendi yurtlarından dârülmuhâcirîne göç etmeye çağır. Bunu yaptıkları takdirde muhacirlerin lehine ve aleyhine olan hükümlerin onların da lehine ve aleyhine olacağını bildir. Eğer kendi yurtlarını tercih ederlerse müslüman olan bedevî Araplar’ın (A‘râb) statüsüne girerler ve kendilerine müslümanlara uygulanan hükümler uygulanır. Müslümanlarla birlikte cihad etmezlerse fey ve ganimetten pay alamazlar. Eğer İslâm’a girmeyi reddederlerse onları cizye vermeye davet et, icabet ettikleri takdirde kabul et ve kendilerinden el çek. Eğer bundan da yüz çevirirlerse Allah’a güven ve onlarla savaş” (İbn Mâce, “Cihâd”, 38; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 90; Tirmizî, “Siyer”, 48).
Bu hadisten anlaşıldığı üzere başlangıçta İslâm’a girenlerin kendi yurtlarını terkedip Medine’ye hicret etmeleri farzdı. Çünkü yeni müslüman olanların İslâmiyet’in hükümlerini öğrenmeleri ve İslâm toplumunun çekirdeğini oluşturan ensar ve muhacirlere destek olmaları zaruri idi. Medine’ye hicretin farz oluşu Mekke’nin fethine kadar devam etmiştir. Resûl-i Ekrem’in, “Fetihten sonra hicret yoktur” (aş.bk.) hadisi de bunu göstermektedir (Cessâs, III, 75; Serahsî, X, 6).
İmam Şâfiî’nin belirttiğine göre Medine’ye hicreti takip eden ilk zamanlar hicret farz olmadığı gibi Mekke’de ikamet de haram değildi. Hicretten sonra cihad önce mubah, daha sonra farz kılınınca hicret etmeyenlere karşı uygulanan baskı ve zulüm iyice arttı. Bunun üzerine baskıya mâruz kalanlardan hicrete gücü yetenlerin hicret etmesi farz kılındı. İlk İslâm toplumunun geleceği bakımından taşıdığı önem sebebiyle bu emre uymayanların durumu ve âkıbeti şöyle ifade edilmiştir: “Kendi nefislerine zulmeden kişiler olarak canlarını alacağı kimselere melekler, ‘Ne işte idiniz?’ derler. Onlar, ‘Biz yeryüzünde -dinin emirlerini uygulamaktan- âcizdik’ deyince melekler, ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi, siz de hicret edeydiniz ya’ derler. İşte onların barınakları cehennemdir. O ne kötü bir yerdir!” (en-Nisâ 4/97). Âyetin devamında ise hicrete gücü yetmeyenlerin mazeretinin kabul edileceği belirtilmiştir (en-Nisâ 4/98). Öte yandan hicret, göç etmeye muktedir olanlardan dinleri hususunda baskıya mâruz kalanlar için farz kılınmıştır. Çünkü Resûlullah, Hz. Abbas gibi baskı altında bulunmayan bazı kişilere Mekke’de kalma izni vermiştir (Şâfiî, IV, 84).
Muhacirler, Allah için yurtlarını terkederek Medine’yi vatan edinen çeşitli kabilelere mensup kimselerdi. Çoğunun ne toprağı ne de hayvanı vardı; Hz. Peygamber onlara feyden infakta bulunuyordu. Çölde yaşayan bedevî müslümanlar ise feyden pay alamıyordu. Bedevîlerden savaşa katılanlar ganimetten paylarını alıp giderlerdi. Diğer taraftan muhacirler cihad ve umumi seferberlik ilânı halinde savaşa katılmakla mükelleftiler. Bunların yeterli olması durumunda bedevî müslümanların savaşa katılma zorunluluğu ortadan kalkardı (Ebû Ubeyd, s. 272; Hattâbî, III, 83; Sindî, Ḥâşiyetü İbn Mâce, II, 103).
İmam Şâfiî, hicret etmeyenlerden muhtaç olanlara zekât verilebileceği görüşündedir. Ona göre zekât feyden payı olmayanlara, fey ise askerlere aittir. Fey ehline zekât, zekât ehline de fey verilmez. Zekât ehli hicret etmeyenler ve savaşmayanlardır. Resûlullah zamanında zekât ehli “A‘râb”, fey ehli ise “muhâcirîn” diye adlandırılmıştı (Mâverdî, s. 127-128; Nevevî, XIII, 38). Ebû Hanîfe’ye ve Mâlik’e göre ise zekâtla fey aynıdır, biri diğerinin yerine harcanabilir (Nevevî, XIII, 38; Şevkânî, VII, 262).
Hicretten sonra ensarla muhacirler arasında kardeşlik bağı (muâhât) kurulmuş ve bunlar birbirlerine mirasçı kılınmıştı. Buna karşılık hicret eden bir müslümanla, dârülharpte İslâm’a girmiş ve henüz hicret etmemiş olan akrabası arasında ilgili âyet gereğince (el-Enfâl 8/72) mirasçılık cereyan etmezdi. Hicret eden müslümanın dârülharpte müste’men olarak bulunması da bunun için yeterli değildi. Zira miras velâyete dayanır, velâyet kopukken tevarüs cereyan etmez. Ancak bu hüküm Mekke’nin fethine kadar devam etmiştir. Çünkü Mekke’nin fethiyle hicretin hükmü, “Fetihten sonra hicret yoktur” hadisiyle neshedildiği gibi, “Hısımlar Allah’ın kitabında birbirine daha yakındır” (el-Enfâl 8/75) âyetiyle de müslümanlar arasında tevarüsün hicrete değil akrabalık bağına dayandığı belirtilmiş ve önceki hüküm neshedilmiştir (Ebû Ubeyd, s. 275; Cessâs, II, 241-243; III, 74-76).
İbn Abbas, Resûlullah’ın Mekke’nin fethedildiği gün, “Fetihten sonra hicret yoktur, ancak cihad ve niyet kalmıştır; cihada çağrıldığınızda icabet edin” dediğini nakleder (Dârimî, “Siyer”, 69; Tirmizî, “Siyer”, 33). Buna göre, Mekke’nin fethinden sonra Medine’ye hicretin fazileti artık kalmamakla birlikte cihad ve amellerde hayra niyet etmek gibi birtakım davranışlarda bulunmak hicretin faziletiyle eşdeğerde sayılmıştır (Sindî, Ḥâşiyetü’n-Nesâʾî, VII, 146). Bunların yanında Allah rızâsı için ilim tahsil etmek ve dininden dolayı baskıya uğradığı yerden göç etmek gibi hususlar da bu hicretin değerine eş fiillerdir. Fetihle dârülislâm olan Mekke’den hicretin artık son bulmasına karşılık dârülharpten dârülislâma hicret kıyamete kadar devam edecektir (Süyûtî, Şerḥu’n-Nesâʾî, VII, 147; Mübârekfûrî, V, 215).
Bu hususla ilgili başka bir rivayete göre Ya‘lâ b. Ümeyye, babası Ümeyye’yi fetih zamanında Resûlullah’a getirerek, “Ey Allah’ın resulü! Hicret üzere babama biatta bulun” deyince Hz. Peygamber, “Onunla cihad üzere biatta bulunurum, hicret artık sona erdi” karşılığını vermiştir (Nesâî, “Bîʿat”, 9). Bu hadis, dârülislâm olması sebebiyle artık Mekke’den hicretin gerekli olmadığına işaret ettiği gibi başka bir yerden Medine’ye hicrete gerek kalmadığını da belirtmektedir. Çünkü İslâmiyet birçok yerde ve özellikle Medine’de hâkim duruma gelmişti. Dârülharpten dârülislâma hicretin devamlı bir vecîbe olarak kalmasının amacı ise dârülharpte inançları sebebiyle baskıya mâruz kalan müslümanların dârülislâma gelerek kurtulmaları, dinlerinin gereğini yerine getirebilecekleri bir ortama kavuşmaları ve dârülislâmdaki müslümanlara destek olmalarıdır (İbn Kudâme, X, 513; Mübârekfûrî, V, 215).
Mekke’nin fethiyle hicretin son bulduğunu belirten bu hadisler yanında hicretin kıyamete kadar devam edeceğini bildiren hadisler de vardır. Muâviye, Resûl-i Ekrem’in, “Tövbe sona ermedikçe hicret sona ermez, güneş batıdan doğuncaya kadar da tövbe son bulmaz” dediğini nakleder (Dârimî, “Siyer”, 70; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-meʿâd, II, 70). Diğer bir hadiste de, “Kâfirlerle savaş devam ettikçe hicret sona ermez” denilmektedir (Nesâî, “Bîʿat”, 15). Bu hadislerdeki hicretle, yabancı bir ülkede müslüman olan kimsenin İslâm ülkesine hicretinin kastedildiği belirtilmiş ve bu yorumla, hicretin sona erdiğine dair rivayetler ile devam edeceğine dair rivayetler arasında bir uygunluk sağlanmıştır (Sindî, Ḥâşiyetü’n-Nesâʾî, VII, 147).
Kur’ân-ı Kerîm’de hicretle ilgili hükümleri ve Hz. Peygamber’in uygulamasını göz önüne alan müslüman hukukçular kendi zamanlarındaki milletlerarası şartlar çerçevesinde, gayri müslim bir toplum içinde İslâmiyet’i kabul eden kimselerin veya düşman istilâsına uğrayan İslâm ülkesindeki müslümanların hicret açısından durumlarını tartışmıştır. “Muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzaklaşan ve onları terkeden kimsedir” (Buhârî, “Îmân”, 4, “Riḳāḳ”, 26; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 2) meâlindeki hadisten de anlaşılacağı gibi hicret genel anlamda dinin yasakladığı şeyleri terketmeyi ifade etmekle birlikte hukukçular hicreti özel olarak “bir yerden başka bir yere göç etme” anlamında kullanmışlardır. Buna göre hicret iki türlü olmuştur. a) Korku ülkesinden (dârülhavf) emniyet ülkesine (dârülemn) hicret. Habeşistan hicretiyle Mekke’den Medine’ye hicretin ilk dönemi gibi. b) Dârülharpten dârülislâma hicret. Resûl-i Ekrem’in Medine’ye iyice yerleşmesi ve gücü yeten müslümanların hicret etmelerinden sonraki devreyi kapsar. O dönemde hicret Medine’ye göç etmeye münhasırdı. Mekke fethinden sonra bu sınırlama kaldırılmış ve hicret genelde gücü yeten müslümanların dârulharpten göçmeleri şeklinde anlaşılmıştır (Mübârekfûrî, V, 248). Bu tür hicretin ise kıyamete kadar devam edeceği konusunda icmâ vardır. Buna göre dârülharpte inançlarını açıkça söyleyemeyenlerin ve farzları yerine getiremeyenlerin hicrete güçleri yetiyorsa dârülislâma hicret etmeleri farz, dârülharpte kalmaları haramdır. “İman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar sizin onlara hiçbir şeyle velâyetiniz yoktur” (el-Enfâl 8/72) meâlindeki âyetle, bulundukları ülkede dinin esaslarını yerine getiremedikleri halde hicret etmeyenleri kınayan Nisâ sûresinin 97-98. âyetleri (yk.bk.) buna delâlet eder. Ayrıca farzların yerine getirilmesi gücü yetenlere farz olduğu gibi farzın ancak kendisiyle tamamlanabileceği şey de farzdır. Buna göre hicret etmedikçe farzları yerine getirmek mümkün değilse hicret farz olur.
İslâmiyet yalnız bir inanç sistemi değil aynı zamanda bir hayat tarzı ve bir dünya görüşü olduğundan müslümanların İslâmî hüküm ve vecîbelerin rahatlıkla yerine getirilebildiği bir ortamda güvenlik içinde yaşamaları büyük önem taşımaktadır. Yukarıda zikredilen âyetler yanında Hz. Peygamber’in, “Müşrikler arasında ikamet eden müslümandan berîyim” (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 105; Tirmizî, “Siyer”, 42) hadisi de müslümanların baskılara mâruz kaldıkları takdirde gayri müslimlerle beraber yaşamalarının yasaklandığını ve hicretin gerekliliğini anlatmaktadır (Cessâs, II, 242; İbn Kudâme, X, 513; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-meʿâd, II, 70). Semüre b. Cündeb’in Resûl-i Ekrem’den naklettiği şu hadis de bunu teyit etmektedir: “Müşriklerle beraber oturmayın, onlara karışmayın; kim onlarla birlikte oturur veya onlara karışırsa onlar gibidir (Tirmizî, “Siyer”, 42).
İslâm toplumunun dışında yaşayan bir müslüman yalnızlık hissine kapılır; bu ise aşağılık duygusu doğurarak gitgide gayri müslimlere tâbi olmaya yol açar. Halbuki İslâm dini müslümanın kendini güçlü, onurlu ve üstün olarak görmesini, Allah’ın hükümranlığından başka herhangi bir hâkimiyeti kabul etmemesini ister. Bundan dolayı dinin gereklerini yerine getirmenin mümkün olmadığı bir yerde ikamet etmek haram kılınmıştır. Ancak dârülharpte olup da dinin emirlerini yerine getiremeyenler hicrete imkân bulamadıkları takdirde bu hükümden istisna edilmişlerdir. Dârülharpte dinin emirlerini serbestçe yerine getirme hususunda baskıya mâruz kalmayanların dârülislâma hicret etmeleri ise farz değil müstehaptır. Bunlara yine de hicretin tavsiye edilmesi, müslümanların ilke olarak İslâm toplumu içinde yaşamasının içtimaî ve siyasî yönden gerekli görülmesi ve yabancı bir toplumda kendi inançlarını paylaşmayanlarla birlikte yaşamanın muhtemel olumsuzlukları sebebiyledir. Özellikle Endülüs’te yaşanan tarihî tecrübenin etkisiyle Mâlikî âlimleri genel olarak küfrün hâkimiyeti altında yaşamanın hiçbir zaman câiz olmadığını, mutlaka hicret edilmesi gerektiğini söylerler. Ancak bazı âlimler kâfirlerin hidayetine vesile olmak amacıyla dârülharpte kalmayı meşrû görmüşlerdir (Venşerîsî, II, 133).
Dârülharpte dinin emirlerini yerine getirmeye gücü yeten müslümanların hicret etmesinin farz olmadığına dair bir delil de Hz. Peygamber’in, amcası Abbas’a Mekke’de ikamet izni vermiş olmasıdır. Benî Adî kabilesinin yoksullarını ve yetimlerini barındıran Nuaym b. Abdullah hicret etmek istediğinde kavmi ondan, dininin icaplarını yerine getirmede serbest olacağını söyleyip kalmasını istedi. Nuaym bir müddet sonra hicret ettiğinde Resûl-i Ekrem ona şöyle dedi: “Kavminin sana karşı davranışı benim kavmimin bana davranışından daha iyi oldu. Zira kavmim beni yurdumdan çıkardı ve beni öldürmek istedi; senin kavmin ise seni korudu ve sana eziyete engel oldu.” Nuaym buna şu cevabı verdi: “Ey Allah’ın resulü! Senin kavmin seni Allah’a itaate ve düşmanlarıyla cihada sevketti; benim kavmim ise beni hicretten ve Allah’a itaatten alıkoydu” (İbn Kudâme, X, 515).
Şâfiî âlimlerinin belirttiğine göre dârülharpte dinini açıkça yaşayabilen bir müslümanın orada İslâm’ın yayılacağını umuyorsa kalması hicret etmesinden daha faziletlidir. Hatta dârülharpte dinin gereklerini serbestçe yerine getirmesi yanında hicretiyle de müslümanlara yardımcı olması söz konusu değilse ikameti farzdır. Çünkü Şâfiî fakihlerine göre dârülharpte müslüman kendini korumaya ve müstakil olarak yaşamaya muktedir olduğu takdirde onun bulunduğu yer dârülislâm sayılır; orayı terketmesi halinde o yer dârülharbe dönüşeceğinden terki câiz olmaz (İbn Hacer el-Heytemî, IX, 269; Remlî, VIII, 82).
Bazı Hanbelî âlimleri, dârülharpten ayrı olarak kötü âdetlerin hâkim olduğu beldelerle âsilerin elinde bulunan yerlerden hicret etmenin gerekli olduğunu belirtirler (Haccâvî, II, 7). İmam Mâlik de haramların yaygın olduğu bölgelerde ve Selef’e küfredilen yerlerde ikameti haram saymıştır (İbn Rüşd, el-Beyân ve’t-taḥṣîl, IV, 171; XVIII, 335-336; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, I, 484).
Şâfiî ve Hanbelî fakihleri, dârülharpte müslüman olup henüz dârülislâma hicret etmemiş bulunan bir müslümanın hukuken can ve mal güvenliğine sahip olduğu görüşündedir. Onlara göre bu müslümanın canına ve malına tecavüz etmek kısas ve tazmini gerektirir. O yerin fethedilmesi durumunda da malına ve mülküne ganimet hükmü uygulanmaz. Hanefîler’e göre ise hicret etmeyen müslümanın canı ve malı diyâneten dokunulmaz olsa bile hukuken koruma altında değildir. Öldürülmesi durumunda yalnız kefârete hükmedileceği gibi o yerin İslâm hâkimiyeti altına girmesi halinde elinde bulunan menkul malları dışındaki emlâkine ganimet hükmü uygulanır. Mâlikî âlimlerinin bir kısmı ilk görüşü, bir kısmı da ikinci görüşü savunmuştur; üçüncü bir grup ise can ve mal arasında ayırım yaparak ilkinin imanla, ikincisinin İslâm ülkesine hicretle dokunulmazlık kazanabileceğini belirtmiştir (Venşerisî, II, 127-131).
Ukbe b. Amr’ın naklettiğine göre Hz. Peygamber şöyle demiştir: “Bir cemaate Allah’ın kitabını en iyi okuyanlar imamlık eder; bunlar kıraatte eşitseler sünneti en iyi bilenleri, sünnette eşit olurlarsa hicrette önde gelenleri imam olur” (Şevkânî, III, 178). Ahmed b. Hanbel’e göre namazda imâmette kıraat ve fıkıh bilgisinde eşit olunması halinde yaşlılığa değil dârülharpten dârülislâma hicrette önceliğe itibar edilir. Zira hicret bir ibadettir, onu önce yapan kimse namazı kıldırmaya daha lâyık olur (İbn Kudâme, II, 19). Hanefî ve Şâfiî âlimlerinin çoğunluğu, hicretin Mekke fethiyle sona erdiğini gerekçe göstererek kıraat yeteneği ve fıkhî bilgiden sonra takvâ ve fazileti göz önüne almıştır. Çünkü hicret bir anlamıyla günahlardan uzaklaşıp takvâya erişmektir (Zeylaî, I, 134). Ancak Şevkânî, imâmette önceliği gerektiren bu hicretin Hz. Peygamber devrine has olmadığını, kıyamete kadar hükmü bâki sayılan genel anlamda hicret olduğunu belirtir (Neylü’l-evṭâr, III, 179).
Hicret kavramı, klasik dönem cihad ve ülke kavramları çerçevesinde kazandığı dinî-siyasî anlamıyla, bütün Ortaçağ boyunca İslâm hâkimiyetinin zayıfladığı yerlerde ve dönemlerde olduğu gibi İslâm dünyasının Batı karşısında gerilemeye başladığı son birkaç yüzyıl boyunca da birçok dinî-siyasî hareketin mahallî ve milletlerarası güçlere karşı verdiği mücadelede önemli rol oynamıştır. Hindistan’da Ahmed Şehîd’in, Nijerya’da Osman b. Fûdi, Futa Toro’da el-Hâc Ömer Tâl, Cezayir’de Emîr Abdülkādir el-Cezâirî, Sudan’da Muhammed Ahmed el-Mehdî’nin, Libya’da I. Dünya Savaşı sırasında Senûsiyye tarikatı ve Hindistan’da Hilâfet Hareketi’nin (1920), sömürge güçlerine veya İslâm’a muhalif hareketlere karşı mücadelelerini meşrû göstermek için cihadla birlikte bu kavrama atıfta bulunduğu görülmektedir. Osmanlı Devleti’nin kaybettiği topraklardan ve özellikle 1860-1914 yılları arasında Kafkasya ve Balkanlar’dan Anadolu’ya yönelen müslüman göçleri de hicret kavramıyla ifade edilmiş ve göç işlerini düzenlemekle görevli teşkilâtlara İdâre-i Umûmiyye-i Muhâcirîn Komisyonu veya Muhâcirîn-i İslâmiyye Komisyon-ı Âlîsi gibi adlar verilmiştir.
XX. yüzyıl ortalarında Mevdûdî ve Seyyid Kutub gibi dinî liderler ve düşünürler hicreti, müslüman ulus-devletlerin seküler, kapitalist ve modernist politikalarıyla özdeşleştirdikleri yeni Câhiliye’den uzak durma şeklinde ideolojik bir anlamda kullandılar. Mısır’da Şükrî Mustafa’nın kurduğu, muhalifleri tarafından daha çok Cemâatü’t-tekfîr ve’l-hicre adıyla anılan Cemâat-ı Müslimîn mensupları, bu Câhiliye kavramını daha da genişleterek Cemal Abdünnâsır ve Enver Sedat yönetimindeki Mısır toplumunu İslâm dışı saydılar ve ondan uzak durmanın gerektiğini ileri sürerek Mansûre’de toplumdan kopuk bir grup oluşturdular.
İslâm tarihinin ilk dönemlerinde hicret kavramı çerçevesinde daha çok gayri müslim bir ülkede müslüman olan kimsenin İslâm ülkesine göç etmesi ele alınırken İslâm hâkimiyetinin zayıflamaya başlaması üzerine ve özellikle XII. yüzyıldan itibaren doğuda Moğollar’ın, batıda hıristiyan devletlerin eline geçen İslâm topraklarındaki müslümanların durumu da tartışılır olmuş, bu ülkelerden hicret edilip edilmeyeceği veya hangi şartlarda hicret edilmesi gerektiği konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Ancak gerek Osmanlı Devleti’nin çökmesi üzerine gerek sömürgecilik döneminden sonra oluşan yeni devletler içinde kalan müslüman azınlıklarla bağımsızlığa kavuşamayan müslüman toplulukların varlığı yanında, İslâm toprakları üzerinde birçoğu laik veya Batı tesirinde bir düzeni uygulayan ulus-devletlerin meydana geldiği günümüzde farklı bir durum ortaya çıkmıştır. Artık müslümanlar, diledikleri zaman bu ülkelerden herhangi birine yerleşme ve hatta seyahat etme imkânına sahip olmadıkları gibi, gayri müslim bir ülkedeki müslüman azınlıklar veya İslâmiyet’i yeni kabul eden bir kişi istediği bir müslüman ülkesine serbestçe hicret edememektedir. Ayrıca bu ulus-devletlerin birçoğunda hâkim olan siyasî ve hukukî yapı sebebiyle müslümanlar kendi ülkelerinde bile İslâm’a uygun şekilde yaşama konusunda ciddi zorluklarla karşı karşıya gelmişlerdir. Modern iletişim araçlarıyla küçülen, Batı’nın kültürel, ekonomik ve askerî hâkimiyeti altında bulunan günümüz dünyasında bütün müslümanlar bir anlamda gayri müslimlerin hâkimiyeti altındaki bir toplum manzarası çizmektedir.
Bu durumda hicret, karşılaşılan güçlükler sebebiyle bir yerden diğerine göç etme yerine Allah’ın emirlerine uyma ve yasaklarından kaçınma şeklinde mânevî boyutuyla önem kazanmakta, gayri müslim bir ülkede bulunan müslüman azınlıklar yerine göre bağımsızlıklarını elde etmeye veya kendi dinî ve kültürel kimliklerini koruyarak güven ve barış içinde yaşayacakları şartları oluşturmaya, müslüman ülkelerde bulunanlar da İslâm’ı yaşama konusunda karşılaştıkları zorlukları aşmaya çalışmak sorumluluğu taşımaktadırlar. Hicretin esasen maddî boyutuyla da zorluklar karşısında pasif bir kaçış değil İslâm’ı öğrenmek ve yaşamak için yeni imkânlar aramaya, yeni şartların oluşmasına zemin hazırlamaya yönelik etkin bir çaba olması onu her iki boyutu bakımından cihad kavramıyla bütünleştirmektedir.
Çalışma, öğrenim ve eğitim amacıyla ve kendi istekleriyle İslâm ülkelerinden Batı ülkelerine göç eden müslümanların durumu geçmişte benzeri olmayan, dolayısıyla fukaha arasında tartışılmayan yeni bir gelişmedir. Bunun meşrulaştırılması konusunda bazı araştırmacılar Habeşistan’a hicret modeline atıfta bulunurken bazıları da gerek İslâm’ı tebliğ etmenin, gerekse müslüman toplumların kalkınması için modern bilim ve teknolojinin öğrenilmesinin önemi sebebiyle bu ülkelere gitmenin yalnız mubah değil aynı zamanda gerekli olduğunu ileri sürmektedir. Buna ayrıca ticarî ilişkilerin geliştirilmesi, iş ve çalışma imkânlarının aranması gibi hususlar da eklenmekte ve gayri müslim ülkelere göçün genel olarak ihtiyaç ve zaruret prensiplerinden hareketle meşrû sayıldığı görülmektedir. Ayrıca gayri müslim ülkelerden İslâm ülkesine hicretin gerekçesi, müslümanın can ve mal güvenliğiyle dinin temel hükümlerini serbestçe yerine getirme imkânının bulunmaması olduğundan geçmiş dönemlerin aksine milletlerarası ilişkilerde barışın hâkim olduğu günümüzde ve özellikle demokratik Batı ülkelerinde dini tebliğ ve yaşama konusunda şartların birçok müslüman ülkeden daha uygun olduğuna da dikkat çekilmektedir. Ancak Batı demokrasilerinde dinî hürriyetten genellikle ibadet özgürlüğünün anlaşılması, buna karşılık İslâm’ın sosyal hayatın her alanında prensipler koyması sebebiyle bu ülkelerdeki müslümanların kendi gerçek dinî ve kültürel kimlikleriyle yaşama imkânları, içinde bulundukları gayri müslim toplumun müsamahasıyla sınırlı kalmaktadır. Çoğulculuğun ve çok kültürlü bir toplum yapısının tarihî tecrübesine sahip olmayan Batı dünyası, müslüman azınlıkların kendi kimliklerini koruyarak yaşamaları konusunda hazırlıksız göründüğü gibi demokrasiye ve serbest düşünceye rağmen Batı kültürünün tekelci yapısının müslümanları asimileden vazgeçip geçmeyeceği, onların bu ülkelerde daha etkin duruma gelmelerinin ne gibi sonuçlar doğuracağı merak konusudur. Bununla birlikte milletlerarası ilişkilerde insan haklarıyla ilgili telakkilerin ön plana çıktığı, global ve dinamik bir rekabetin hâkim olduğu zamanımızda müslüman azınlıkların birçok yerde sistemi zorlamasının sonucunda yeni şartlar oluşmakta, fevkalâde durumlar dışında müslüman bir ülkeye hicret yerine müslümanların bulundukları yerlerde güçlenmesine yönelik politikalar önem kazanmaktadır.
BİBLİYOGRAFYA
Dârimî, “Siyer”, 69-70.
Buhârî, “Îmân”, 4, “Riḳāḳ”, 26.
İbn Mâce, “Cihâd”, 38.
Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 2, 90, 105.
Tirmizî, “Siyer”, 33, 42, 48.
Nesâî, “Bîʿat”, 9, 15.
Şâfiî, el-Üm, IV, 84.
Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Kahire 1975, s. 272, 275.
Cessâs, Aḥkâmü’l-Ḳurʾân, II, 241-243; III, 74-76.
Hattâbî, Meʿâlimü’s-Sünen (nşr. İzzet Ubeyd ed-De‘‘âs – Âdil es-Seyyid), Humus 1389/1969-70, III, 83.
Hâkim, el-Müstedrek, III, 4-5.
Bağdâdî, Uṣûlü’d-dîn, s. 299-303.
Mâverdî, el-Aḥkâmü’s-sulṭâniyye, Kahire 1966, s. 127-128.
Serahsî, el-Mebsûṭ, X, 6-7.
Şîrâzî, el-Müheẕẕeb, II, 227.
İbn Rüşd, el-Muḳaddimâtü’l-mümehhidât, Kahire 1325, II, 611-613.
a.mlf., el-Beyân ve’t-taḥṣîl (nşr. Muhammed el-Haccî), Beyrut 1404-1406/1984-1986, II, 212, 582-583; IV, 163, 171; XVIII, 335-336.
Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Aḥkâmü’l-Ḳurʾân, I, 414-415, 476-477, 484-487.
İbn Kudâme, el-Muġnî, II, 19; X, 513-515.
Nevevî, Şerḥu Müslim, XIII, 8, 38.
Zeylaî, Tebyînü’l-ḥaḳāʾiḳ, Bulak 1313, I, 134.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-meʿâd, Kahire 1950, II, 55, 70.
a.mlf., Aḥkâmü ehli’ẕ-ẕimme (nşr. Subhî es-Sâlih), Dımaşk 1381/1961, I, 5.
İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, Kahire, ts., III, 59.
Süyûtî, Şerḥu’n-Nesâʾî, Kahire 1930, VII, 147.
a.mlf., Tedrîbü’r-râvî, s. 407.
Venşerîsî, el-Miʿyârü’l-muʿrib, Beyrut 1981, II, 119-135, 137-141, 440.
Haccâvî, el-İḳnâʿ, Kahire 1351, II, 7.
İbn Hacer el-Heytemî, Tuḥfetü’l-muḥtâc, Kahire 1315, IX, 269.
Remlî, Nihâyetü’l-muḥtâc, Kahire 1386/1967, VIII, 82.
Sindî, Ḥâşiyetü İbn Mâce, Kahire 1313, II, 103.
a.mlf., Ḥâşiyetü’n-Nesâʾî, Kahire 1930, VII, 146-147.
Şevkânî, Neylü’l-evṭâr, III, 178-179; VII, 262.
Mübârekfûrî, Tuḥfetü’l-aḥveẕî, Kahire 1383/1963, V, 215, 229, 248.
R. Peters, Islam and Colonialism: The Doctrine of Jihad in Modern History, The Hague 1979, s. 41-42, 48, 57-62, 66, 88, 152.
Ahmed Abdülgafûr Attâr, el-Hicre, Mekke 1400/1980.
Mahmood Ahmad Ghazi, The Spirit of Hijrah and its Revival in Modern Times, Islamabad 1401.
Muhammad Samiullah, Muslims in Alien Society, Lahore 1982, tür.yer.
Zakaria Bashier, Hijra: Story and Significance, Leicester 1403/1983.
Şevkī Ebû Halîl, el-Hicre ḥades̱ün ġayyere mecra’t-târîḫ, Dımaşk 1406/1986.
Muhammad Khalil Masud, “The Obligation to Migrate: The Doctrine of Hijra in Islamic Law”, Muslim Travellers: Pilgrimage, Migration and the Religious Imagination (ed. D. F. Eickelman – J. Piscatori), London 1990, s. 29-49.
Kemal H. Karpat, “The Hijra from Russia and the Balkans: The Process of Self-Definition in the Late Ottoman State”, a.e., s. 131-152.
Ahmet Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı: Dârulislâm - Dârulharb, İstanbul 1991, s. 284-302.
a.mlf., “Hicretin Fıkhî Yönü”, Diyanet Dergisi, XIX/3, Ankara 1983, s. 29-37.
Ahmed Fuâd Seyyid, Târîḫu’d-daʿveti’l-İslâmiyye, Kahire 1414/1994, s. 29-52.
Muhammed Hayr Heykel, el-Cihâd ve’l-ḳıtâl fi’s-siyâseti’ş-şerʿiyye, Beyrut 1414/1994, I, 661, 669-671, 674-676, 686-692.
Abdülmüteâl es-Saîdî, “el-Hicretü’n-Nebeviyye ve’l-ḥükmü’l-ecnebî”, Risâletü’l-İslâm, XI/1, Kahire 1959, s. 99-106.
Zaferü’l-İslâm Han, “el-Hicre: Maʿnâhâ ve ṣılatühâ bi’l-ʿaṣri’l-ḥadîs̱”, el-Baʿs̱ü’l-İslâmî, XXXI/9, Leknev 1987, s. 32-38.
Bernard Lewis, “Legal and Historical Reflections on the Position of Muslim Populations under Non-Muslim Rule”, JIMMA, XIII/1 (1992), s. 1-16.
Imtiyaz Yusuf, “Hijrah”, The Oxford Encyclopedia of the Modern Islamic World, New York 1995, II, 111-112.