- 1/3Müellif: İRFAN YÜCELBölüme GitSözlükte “yüksek sesle haykırmak; ortaya çıkmak, parlamak; sevinmek” anlamlarına gelen hell kökünden türeyen hilâl (çoğulu ehille), ayın kavuşum önces...
- 2/3Müellif: CEMAL KURNAZBölüme GitTÜRK EDEBİYATI. Divan şiirinde hilâlle ilgili zengin mazmunlar teşekkül ettiği gibi hilâl çeşitli teşbihlerin de konusu olmuştur. Bâkî’nin, “Ne hoş ya...
- 3/3Müellif: NEBİ BOZKURTBölüme GitSembol Olarak Hilâl. Ayın evreleri içinde dolunay güzellik ve parlaklık, hilâl ise bunlarla birlikte yenilik, doğum ve taze hayat simgesi kabul edilir...
https://islamansiklopedisi.org.tr/hilal#1
Sözlükte “yüksek sesle haykırmak; ortaya çıkmak, parlamak; sevinmek” anlamlarına gelen hell kökünden türeyen hilâl (çoğulu ehille), ayın kavuşum öncesi ve sonrasında yeryüzünden uçları sivri ince bir yay gibi görünen şeklinin adıdır. Kelime Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde çoğul şekliyle geçer (el-Bakara 2/189). Sözlük anlamına bağlı olarak özellikle kavuşum durumundan sonra ayı ilk defa görenlerin onu haber vermek için sevinçle haykırmaları sebebiyle ayın ilk görülen şekline hilâl denildiği kaydedilmektedir. Nitekim yüksek sesle telbiyede bulunmaya ve hilâl ilk görüldüğünde tekbir almaya ihlâl, yine yüksek sesle kelime-i tevhidi söylemeye tehlîl, yeni doğan çocuğun hayat belirtisi olarak çığlık atmasına istihlâl denir. Her kamerî ayın başında kavuşum durumunun ardından incecik bir kavis şeklinde ilk defa görülen yeni aya bir-üç gecelik iken hilâl denildiği gibi her ayın sonunda kavuşum durumundan önceki son iki gecedeki aya da bu ad verilir. Bunların dışında kalan diğer gecelerde aya kamer, kavuşum esnasında yeryüzünden görülemeyen durumuna da muhak denilir.
Ayın aydınlanmış olan yüzeyinin yeryüzünden görülen kısmı periyodik olarak değişir. Kavuşum ayı denilen yaklaşık 29,53 günlük süre içinde önce ince bir kavis şeklinde görülen parlaklık (ilk hilâl), yavaş yavaş büyüyerek yarım daire (ilk dördün) ve tam daire (dolunay) biçimini aldıktan sonra tekrar küçülüp incelmeye başlar ve nihayet bir iki gün hiç görünmez olur. Ardından parlaklığının tekrar görülmesiyle yeni bir ay başlar. Ayın ilk hilâl, ilk dördün, dolunay, son dördün ve son hilâl gibi değişik şekillerinden her birine “ayın evreleri” denir.
Kur’ân-ı Kerîm’de de işaret edildiği üzere (el-İsrâ 17/12; el-Furkān 25/61; Nûh 71/16), ayın kendisi ışık kaynağı olmayıp yeryüzünden görülen parlaklık güneş ışığının ay yüzeyindeki yansımasından ibarettir. Ayın güneşle olan konumu sebebiyle aydınlanmış olan yüzeyinin dünyaya bakış nisbetine göre bu parlaklık yeryüzünden bazan hilâl, bazan yarım daire veya dolunay şeklinde görülür; bazan da hiç görülmez. Ayın dünya çevresindeki dönüş süresiyle kendi ekseni etrafındaki dönüş süresi birbirine eşit olduğu için yeryüzünden daima aynı yüzeyi gözlenir.
Ayın, dünya çevresinde dönerken güneşle dünya arasında aynı doğrultuda bulunmasına kavuşum (ictimâ) durumu denir. Bu sırada ay güneşle birlikte doğup güneşle birlikte batar ve güneş tarafından aydınlatılan yüzeyi tamamen güneşe, karanlık yüzeyi ise dünyaya dönük olduğu için yeryüzünden görülmez. Ancak ay, her gün bir öncekinden daha geç doğup daha geç battığı için kısa bir süre sonra bu doğrultudan ayrılarak güneşten daha geç batmaya başlar. Böylece güneşle ay arasındaki açı, ayın yüzeyine yansıyan ışığın yeryüzünden görünmesi (rü’yet) için yeterli büyüklüğe ulaşınca ay güneş battıktan sonra batı ufkunda hilâl biçiminde görülmeye başlar. Hilâlin görüldüğü gece önceki aya değil yeni başlayan aya aittir. Çünkü hilâlin batı ufkundaki rü’yetiyle önceki ay biter, yeni ay başlar.
Yeni ayın ilk günlerinde güneş aydan önce doğup battığı ve ayın önünde seyrettiği için ay güneş ışınlarını bize göre alt taraftan alır ve alt yüzeyi aydınlanır. Bu sebeple güneş battıktan sonra batı ufkunda yeni aya ait hilâlin uçları yukarıya (semâya) dönük olur. Ayın son günlerinde ise ay güneşten önce doğduğu ve battığı için sadece güneş doğmadan önce uçları batıya dönük olarak doğu ufkunda gözlenebilir, batı ufkunda ayın son hilâli gözlenemez. Eğer batmadan önce ayın son hilâli batı ufkunda da gözlenebilseydi hilâlin uçlarının aşağıya (ufka) dönük olduğu görülürdü. Çünkü bu esnada güneş ufkun üstünde, aydan daha yüksekte bulunur ve ay üst taraftan aydınlanır.
Ay dünya çevresindeki dönüşünü 29,530589 günde (29 gün 12 saat 44 dakika 2,8 saniyede) tamamlar. Ayın herhangi bir safhasının, meselâ dolunay veya kavuşum durumlarının peş peşe iki defa tekrarı arasındaki zamana eşit olan bu süreye “astronomik ay” (kavuşum ayı, sinodal ay) denir. Buna göre teorik olarak bir kamerî yıl 29,530589 × 12 = 354,367068 gündür. Ancak gün sayısı kesirli olmayacağından kamerî takvimde aylar bazan yirmi dokuz, bazan otuz gün gösterilir. Eskiden ramazan ve bayram gibi dinî günler için değil daha çok ileriye dönük çalışmaların tarihlerini belirlemek için önceden hazırlanan kamerî takvimlerde 354 günden artan ve otuz yılda on bir güne ulaşan (30 × 0,367068 = 11,01204) bu fazlalık belirli bir kurala göre bazı yılların zilhicce ayına eklenirdi (bk. AY).
Eski çağlardan beri güneş ve ayın periyodik düzenli hareketleri zaman ölçüsü ve göstergesi olarak kullanılagelmiştir. Pek çok faydası yanında güneş ve aydan vakitleri bilme ve hesaplama konusunda da faydalanıldığına, “Allah geceyi dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da -vakitleri tayin için- birer hesap ölçüsü kılmıştır” (el-En‘âm 6/96); “Güneşi ışıklı, ayı da parlak kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için aya menziller tayin eden O’dur” (Yûnus 10/5) meâlindeki âyetlerle Kur’ân-ı Kerîm’de de işaret edilmiştir. Ancak ay, periyodik olarak düzenli ve sabit sürelerle aynı evrelerde bulunduğundan vakit tayini için güneşten daha elverişlidir. Gece ve gündüzle gün ve yıl güneşin hareketlerinden kısmen anlaşılabilirse de ay süresi için güneşin hareketlerinde belirli bir işaret veya ölçü bulunmamaktadır. Nitekim güneşin hareketlerine göre tesbit edilen (şemsî) yılda ayların gün sayıları tabii bir mikyasla değil itibarî olarak belirlenmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, ayın gökyüzündeki düzenli hareketinin insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleri olduğu (el-Bakara 2/189), gökler ve yer yaratıldığı zaman onun hareketlerinin on iki ay meydana gelecek şekilde düzenlendiği (et-Tevbe 9/36) bildirilir. Kur’an’ın doğrudan ve dolaylı ifadelerinde, hadislerde ve bu çerçevede oluşan İslâmî gelenekte namaz vakitleri, oruca başlama ve iftar vakti gibi güneşin hareketlerine ve gece-gündüz ayırımına göre belirlenen bazı ibadetler hariç tutulursa ramazan orucu, hac, zekât, fıtır sadakası, kurban ve bayram namazları gibi edâsı yıl içinde belirli vakitlere bağlanmış olan ibadetlerin, yemin, îlâ, iddet gibi şer‘î muamelelerin vakit ve sürelerini tesbitte kamerî ayların esas alındığı görülür. Nitekim Hz. Peygamber, “Yüce Allah hilâlleri insanlar için vakit ölçüleri kıldı. O halde hilâli görünce oruca başlayın, onu tekrar görünce iftar edin” demiştir (Müsned, IV, 23, 321; Dârekutnî, II, 163; Hâkim, I, 585). Kamerî ayların ölçü alındığı bu tür ibadet ve muamelelerin zaman veya sürelerinin isabetle tayin edilebilmesi, kamerî ayların başlangıçlarının doğru olarak belirlenmesine bağlı olduğundan hilâlin görülmesi İslâmî gelenekte öteden beri önemli bir yere sahip olmuştur. Ramazan ve şevval hilâlleri kastedilerek belli başlı hadis kitaplarında yer alan, “Hilâli görünce oruca başlayın; onu tekrar görünce bayram yapın. Eğer hava kapalı ise içinde bulunduğunuz ayı otuz güne tamamlayın” (Buhârî, “Ṣavm”, 11; Müslim, “Ṣıyâm”, 17-20) meâlindeki hadis ve hilâlin görülmesini konu alan benzer hadisler, kamerî ayların bu aylara ait ilk hilâllerin görülmesiyle başladığını, rü’yetin mümkün olmaması durumunda önceki ayın otuz güne tamamlanması suretiyle tesbit edileceğini açıklayarak bir hesaplama kolaylığı getirmiş olmakla birlikte ileri dönemlerde hilâlin görülmesi konusunda oluşacak zengin fıkıh kültürü ve bu konuda ileri sürülebilecek farklı görüşler açısından da önemli bir malzeme teşkil etmiştir.
Hilâl görülünce Resûl-i Ekrem’in belirttiği gibi tekbir aldıktan sonra şu şekilde dua etmek müstehaptır: “Allahım! Şu yeni hilâli bize iman, İslâm, güvenlik, bereket ve esenlik içinde mübarek eyle. Ey hayır ve rüşd hilâli! Senin de bizim de rabbimiz Allah’tır, bize hayır ve uğur getir” (Tirmizî, “Daʿavât”, 51).
Güneş ufkun üstünde iken kuvvetli ışınları hilâlin gündüz görülmesini engeller. Ayın önünün açık olup güneşin bulut arkasında kalması gibi bir durumda bile hilâlin gündüz görülmesi çok zayıf bir ihtimaldir. Bununla birlikte fıkıh literatüründe böyle bir ihtimal veya faraziyeye dayanan bazı tartışmaların yapıldığı bilinmektedir. Bu tartışmalar, gündüz hilâlin görülmesi mümkün olmamakla birlikte toplumda bu yönde bazı iddiaların gündeme gelmesi ihtimalinden dolayı pratik bir çözüm önerisi görünümündedir. Meselâ “yevm-i şek” denilen, önceki ayın son (yani otuzuncu) günü veya yeni ayın ilk günü olması muhtemel bulunan günde eğer hilâl gündüz görülürse, bunun önceki ayın son gecesine mi yoksa yeni ayın ilk gecesine mi ait sayılacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Hz. Ömer, Osman, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Ömer, İbn Mes‘ûd, Saîd b. Müseyyeb, Atâ b. Ebû Rebâh, Câbir b. Zeyd gibi ashap ve tâbiîn âlimleri yanında Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed ile Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelîler’e göre ister zevalden önce ister zevalden sonra görülsün, gündüz görülen hilâl gelecek geceye ait sayılacağından aynı gün güneş batımından sonra görülmüş hilâl hükmünde olur. Çoğunluğu teşkil eden bu fakihler, “Hilâli görünce oruca başlayın, onu görünce iftar edin” (Buhârî, “Ṣavm”, 11; Müslim, “Ṣıyâm”, 7-8) ve, “Hilâli görmedikçe oruç tutmayın, onu görmedikçe iftar edip bayram yapmayın” (Buhârî, “Ṣavm”, 11; Müslim, “Ṣıyâm”, 3) meâlindeki hadisleri ve oruca ancak rü’yeti takip eden günün fecrinde başlanabileceğini dikkate alırlar. Uygulanmakta olan ve delil yönünden kuvvetli sayılan da bu görüştür. Nitekim Hz. Ömer, Bağdat civarında ve Kasrışîrin’in yakınında bulunan Hânikīn’deki askerlerine yazdığı bir mektupta, “Hilâli gündüz görürseniz akşam olmadıkça veya onu önceki akşam gördüklerine dair iki kişi şahitlikte bulunmadıkça iftar etmeyin” demiş (Dârekutnî, II, 168, 169), İmam Mâlik, Hz. Osman’ın şevval hilâli gündüz görüldüğü halde akşam olmadan orucunu açmadığını nakletmiştir (el-Muvaṭṭaʾ, “Ṣıyâm”, 4). Süfyân es-Sevrî, Ebû Yûsuf ve Mâlikîler’den İbn Habîb ile İbn Vehb ise gündüz zevalden sonra görülen hilâlin gelecek geceye, zevalden önce görülen hilâlin ise önceki geceye ait olduğunu söylemişlerdir. Hz. Ali ve Hz. Âişe ile bir rivayette Hz. Ömer’in görüşleri de böyledir. Hz. Ali’den aksi görüş de nakledilmiştir.
Âlimler arasındaki bu ihtilâf, ayın yirmi dokuzuncu günü akşamı (otuzuncu gece) hilâlin görülmemesi halindedir. Eğer hilâl bir akşam önce görülmüşse gündüz görülen hilâlin önceki veya sonraki geceye ait oluşunun hiçbir önemi yoktur; çünkü güneşin batmasından sonra hilâlin görülmesiyle önceki ay çıkmış, yeni ay başlamıştır. Gündüz zevalden sonra görülen hilâlin ertesi güne ait olduğu konusunda görüş ayrılığı bulunmadığı gibi kamerî aylar yirmi dokuz günden eksik olmayacağı için ayın yirmi dokuzuncu günü gündüz görülen hilâlin de ister zevalden önce ister zevalden sonra görülsün gelecek geceye ait sayılacağında ihtilâf yoktur.
İhtilâf-ı Metâli‘. Gece ve gündüz dünyanın her yerinde aynı saatte başlamadığı gibi hilâl de dünyanın her yerinde aynı anda görülmez. Çünkü kamerî aylar için başlangıç sayılan hilâl, kavuşum durumunun ardından güneşin batışından sonra batı ufkunda görülür. Güneş dünyanın her yerinde aynı saatte batmadığı için hilâlin görülebilme zamanı da ilk görüldüğü yerden itibaren batıya doğru ilerleyerek değişir. Hilâlin dünyanın değişik yerlerinde değişik saatlerde görülmesi olayına “ihtilâf-ı metâli‘” denilmektedir.
Hilâlin görülmesiyle kamerî ay başladığına göre belli bir yerdeki görmenin o çevre dışındaki yerler için de geçerli sayılıp sayılmayacağı konusunda ilk dönemlerden itibaren farklı görüşler ileri sürülmüştür. Başta Ebû Hanîfe, Ahmed b. Hanbel ve İmam Mâlik’in önde gelen talebelerinden Leys b. Sa‘d olmak üzere Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî fakihlerinin çoğunluğu ile Ebü’t-Tayyib et-Taberî gibi bazı Şâfiî fakihlerine göre ihtilâf-ı metâlia itibar edilmez. Herhangi bir yerde usulüne uygun şekilde hilâlin görülmesi durumunda ister uzak ister yakın yerlerde bulunsunlar bütün müslümanların buna uyması, buna göre oruca başlaması veya bayram yapması gerekir. Hanefî fakihlerinin çoğunluğuna göre bir yerin halkı, hilâli görerek yirmi dokuz gün oruç tutup bayram yaptıktan sonra başka bir yerde yine hilâl görülerek veya şâban ayı otuz güne tamamlanarak kendilerinden bir gün önce oruca başlandığını ve otuz gün oruç tutulduğunu öğrense eksik kalan bir günü kaza etmesi gerekir. Buna göre Ebû Ömer, İbn Abdülber, İbn Rüşd (Bidâyetü’l-müctehid, I, 125) ve İbn Cüzeyy’in (Ḳavânînü’l-aḥkâmi’ş-şerʿiyye, s. 111) Endülüs ve Hicaz gibi birbirinden çok uzak yerlerde her beldenin kendi rü’yetinin muteber olduğu konusunda icmâ bulunduğuna dair sözleri isabetli değildir. Ancak herhangi bir yerde görülen hilâl ile hilâl görülmeyen yerlerdeki müslümanların da oruca başlamaları veya bayram yapmaları için olayın sadece duyulması yeterli değildir, rü’yetin gerçekleştiği konusunda kesin bilgi gerekir.
İbn Abbas, İkrime, Sâlim b. Abdullah b. Ömer, Kāsım b. Muhammed b. Ebû Bekir, İshak b. Râhûye gibi bazı sahâbe ve tâbiîn âlimleriyle Şâfiîler’in çoğunluğu, bazı Hanefî ve Mâlikî fakihlerine göre ise herhangi bir yerdeki rü’yete bu bölgeye yakın olan yerlerde itibar edilmesi gerekir. Nitekim Hz. Peygamber, Medine’de hilâl görülmediği halde Medine’ye dışarıdan gelen iki bedevînin bir akşam önce hilâli gördüklerine dair şahadetlerine dayanarak bayram yapılmasını emretmiştir (Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 13). Fakat birbirinden uzak olan yerlerde her beldenin kendi rü’yeti muteberdir. Ancak uzak ve yakın çevrenin tesbiti konusundaki görüşler farklıdır. Şâfiî fakihlerinin bir kısmı sefer mesafesini, bir kısmı metâliin ihtilâfını (her ikisinde birden aynı saatlerde hilâl görülemeyen yerleri), bir kısmı ülkelerin farklı oluşunu, diğer bir kısmı da her taraftan 24 fersah (yaklaşık 138-140 km.) olan mesafeyi uzak, bunlardan daha az mesafeleri ise yakın saymıştır. Hanefîler’den ihtilâf-ı metâlia itibar edilmesi gerektiği görüşünde olanlar da 24 fersahı ölçü almışlar, daha az mesafede rü’yet zamanının değişmeyeceğini söylemişlerdir. Mâlikîler’den İbn Abdülber ve İbn Rüşd gibi, birbirine uzak olan yerlerde her beldenin kendi rü’yetine itibar etmesi gerektiğini kabul edenler ise Bağdat, Basra, Kûfe, Medine ve Yemen gibi beldeler arasındaki mesafeleri yakın, Horasan ve Endülüs gibi gerçekten birbirine uzak yerler arasındaki mesafeleri uzak saymışlardır. Bu konuda aşırı yükseklik farkı, ayrı devletlerin yönetiminde bulunma gibi başka ölçülerden de söz edilmiştir.
İhtilâf-ı metâlia itibar edilmesi gerektiğini savunanlar görüşlerine delil olarak imsak, iftar ve namaz vakitlerinin tesbitinde her yerin kendi fecir, şafak, zeval, tulû‘ ve gurup olaylarının ölçü alınması gibi kamerî ayların başlangıcı için de her beldenin kendi rü’yetinin esas alınması gerektiğini belirtmişlerdir. Nitekim Halife Muâviye ile görüşmek için gittiği Şam’dan ramazan ayının son günlerinde Medine’ye dönen Küreyb’in orada hilâlin cuma gecesi görülüp oruca başlandığını söylemesine karşı İbn Abbas da Medine’de hilâli cumartesi gecesi gördüklerini ve ramazan otuz güne tamamlanıncaya veya hilâli görünceye kadar oruca devam edeceklerini, Şam’daki durumun kendilerini bağlamadığını, Resûlullah’ın böyle emrettiğini söylemiştir (Müslim, “Ṣıyâm”, 28; Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 9). İhtilâf-ı metâlia itibar edilmeyeceği görüşünde olan fakihlerin çoğunluğu ise, “Resûlullah bize böyle emretti” sözünün bu konuda açık olmadığını, “Hilâli görmedikçe oruca başlamayın, onu görmeden bayram etmeyin” (Buhârî, “Ṣavm”, 11) meâlindeki hadisin kastedilmesi ihtimali yanında bunun İbn Abbas’ın kendi ictihadı olabileceğini veya Küreyb’in sözleri haber-i vâhid sayıldığı için kabul edilmemiş olabileceğini belirtmiştir. Ayrıca bu âlimler, “Hilâli görünce oruca başlayın, onu görünce bayram edin” (Buhârî, “Ṣavm”, 11) meâlindeki hadiste oruca başlama ve bayram yapma mutlak şekilde rü’yete bağlanmış olup her belde veya toplumun ayrı ayrı rü’yetlerinin şart kılınmadığını, bu sebeple herhangi bir yerde hilâlin görülmesinin sadece o çevredeki müslümanları değil bütün müslümanları bağlayacağını ifade etmişlerdir.
Tevhid dini olan İslâm’da müslümanların sevinç ve kederlerini paylaşmalarının ve mümkün olan her konuda birliği sağlayıp ayrılıktan sakınmalarının önemi inkâr edilemez. İhtilâf-ı metâlia itibar edilmesi durumunda ise değişik ülke ve bölgelerde aynı gün oruca başlanması veya bayram yapılması mümkün değildir. Bu konuda birliğin sağlanmasına çoğunluğun görüşü daha uygundur. Ancak bu ictihada göre de zaman zaman bazı problemler söz konusu olabilmektedir. Çünkü herhangi bir yerde hilâl görüldüğünde dünyanın her yerinde vakit ve saat aynı değildir. Eğer hilâl ilk defa doğuda görülürse aynı gün içinde batıya doğru hemen her yerde oruca başlanması veya bayram yapılması mümkün ise de rü’yetin batıda bir yerde gerçekleşmesi durumunda doğudaki bazı ülkelerde gün değişmiş ve imsak vakti geçmiş olabilir. Nitekim ihtilâf-ı metâlia itibar edilmeyeceğini belirten fakihler, bu prensibi hiçbir kayda bağlamadıkları halde son yıllarda çeşitli İslâm ülkelerinde konuyla ilgili olarak yapılan ilmî toplantılarda, kamerî ayların ancak rü’yetin sübûtu ile başlayacağı ve rü’yet sabit olduğu esnada imsak vakti geçmiş olan yerlerde o gün artık oruç tutulmayacağı düşüncesiyle bu prensibe, “hilâlin görüldüğü yerin gecesine iştirak eden bölgelerde” kaydının eklendiği görülmektedir. Ancak bu durum, kamerî ayların başlaması için mutlaka hakiki rü’yetin (hilâlin gözle görülmesinin) aranması durumunda vârittir. Hesapla belirlenecek hükmî rü’yete itibar edilmesi halinde hilâlin ne zaman ve nerede görülebileceği önceden bilineceğine göre, “Gündüz zevalden önce görülen hilâl önceki gece görülmüş hükmündedir” diyen ve aralarında İmam Ebû Yûsuf’un da bulunduğu fakihlerin ictihadları dikkate alınarak hilâlin görülebileceği hesapla belirlenen günün bu gibi yerlerde de yeni kamerî ayın ilk günü sayılması ve böylece bütün müslümanların aynı gün oruca başlamaları ve bayram yapmaları bazı nâdir haller dışında mümkün olabilmektedir.
Hilâlin Sübûtu. Kamerî aylar prensip olarak hilâlin görülmesiyle başlar. Bu sebeple ramazan orucunun zamanında eda edilebilmesi için şâban ve ramazan aylarının yirmi dokuzuncu günlerinin akşamı güneşin batışını müteakip batı ufkunda hilâlin araştırılması fukahanın çoğunluğuna göre farz-ı kifâye, Hanbelîler’e göre ise müstehaptır. Eğer hilâl görülürse yeni ay girmiş olur ve ertesi gün oruca başlanır veya bayram yapılır; hilâl görülmezse içinde bulunulan ay otuz güne tamamlanır.
Havanın bulutlu veya sisli olması gibi görüşü engelleyen veya zorlaştıran durumların bulunması halinde, Hanefîler’e göre ramazan hilâlinin sübûtu için âkıl ve bâliğ olmak şartıyla ister kadın ister erkek olsun, ahlâken güven veren (âdil) veya dinî hükümlere açıkça saygısızlığı bilinmeyen (mestûrü’l-hâl) tek bir müslümanın haberi yeterlidir. Bu kişi, hilâli ister kendisi görsün ister başka biri tarafından görüldüğünü haber versin durum değişmez. Bunda şahitlik ehliyeti, şahit sayısı ve şahadet sözü aranmaz. Çünkü şahitlik, insanların hak ve menfaatlerine ait dava konusu olabilen hususlarla ilgilidir. Hilâlin rü’yetinin bununla doğrudan bir ilgisi bulunmadığı gibi herhangi bir ayın girişi, vadeye bağlı bir alacak davası gibi başka bir olaya bağlı durum olmadıkça mahkeme tarafından re’sen hüküm altına alınmaz. Bundan dolayı ramazan hilâlinin sübûtu için haber verenlerde şahitlik nisabı (en az iki erkek veya bir erkek ile iki kadın), şahitlik ehliyeti ve şahadet sözü gerekli olmadığı gibi hâkimin hükmü ve yetkili bir makamın onayı da gerekli değildir. İbadete başlamada ihtiyat esas olduğundan tek kişinin haberi yeterlidir. Nitekim Hz. Peygamber, hilâli gördüğünü söyleyen bir bedevînin müslüman olduğunu sorup öğrendikten sonra, “Bilâl, halka yarın oruca başlamaları gerektiğini ilân et” demiş (Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 14), İbn Ömer’in halkın ve kendisinin hilâli gördüklerini haber vermesi üzerine oruca başlamış, halka da oruca başlamalarını emretmiştir (Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 14).
Ramazan hilâlinin aksine şevval hilâlinin sübûtu ile oruca son verileceği için bununla ilgili beyan haberden çok şahadete benzemektedir. Çünkü oruç sırf Allah hakkı olduğu halde iftar ve bayramda insanların menfaati de söz konusudur. Bu sebeple şevval hilâlinin sübûtu için âdil de olsa tek kişinin haberi yeterli görülmemiş, insanlar arasındaki diğer hak ve menfaatlerle ilgili hususlarda olduğu gibi bunda da şahitlikle ilgili gerekli şartların bulunması aranmış, fakat hâkimin hükmü şart görülmemiştir.
Hava açık ve görüşe engel bir durumun bulunmaması halinde ise Hanefî mezhebinde kuvvetli görüşe (zâhirü’r-rivâye) göre ramazan, şevval ve zilhicce hilâllerinin sübûtu için tek hatta birkaç kişinin hilâli gördüğünü söylemesi yeterli değildir; sözleri kesin bilgi veya en az galip zan ifade edecek sayıda büyük bir kalabalığın hilâli gördüğünü haber vermesi gerekir. Verdikleri haber kesin bilgi veya zann-ı gālib ifade edecek çoğunluğun sayısı konusunda zâhirü’r-rivâyede belirli bir rakam yoktur. Ebû Yûsuf, kasâmeyi esas alıp bunu elli erkek olarak takdir etmiş, İmam Muhammed ise zaman, mekân ve sosyal şartlara göre bunun takdirinin ülü’l-emre (yetkili otoriteye) ait olacağını söylemiştir ki tercih edilen görüş de budur. Bu konuda başka sayı ve ölçüler veren fakihler de vardır. Bir veya birkaç kişinin şahitliğinin yeterli görülmeyişinin gerekçesine gelince, farz-ı kifâye olması sebebiyle dinî bir gayretle pek çok kişi tarafından gözlenmesi gerektiği ve görüşe engel bir durum da bulunmadığı halde sadece bir veya birkaç kişinin hilâli gördüğünü söylemesi ya rü’yette bir hata veya sözde yalan ihtimalini ortaya koyduğu için bu haber kesin bilgi veya galip zan ifade etmez. Çünkü bu kimseler güvenilir ve âdil kişiler de olsa verdikleri haber açıkça görülen durumla (zâhir-i hâl) çelişmektedir. Havanın kapalı olması halinde ise durum farklıdır; çünkü bulutun bir anlık açılıp kapanması esnasında böyle bir olay gerçekleşmiş olabilir. Hilâli gördüğünü söyleyen kalabalığın tevâtür derecesine ulaşması durumunda sözlerinin kabulü için her birinde ayrı ayrı adalet ve İslâmiyet şartı aranmaz.
Hasan b. Ziyâd hocası Ebû Hanîfe’den, hava açık ve berrak iken de iki âdil kişinin (veya bir erkekle iki kadının) şahitliğinin ramazan, şevval ve zilhicce hilâllerinin sübûtu için yeterli sayılacağına dair bir rivayet nakletmiştir. Zeynüddin İbn Nüceym, zâhirü’r-rivâye görüşe aykırı olan bu rivayeti tercih eden bir fakih bulunmadığını, ancak halkın hilâli gözleme konusundaki ilgisizlik ve tembelliğinin giderek artması sonucu topluluk içinden sadece iki âdil kişi tarafından verilen haberin artık zâhir-i hâle aykırı sayılmayacağını, bundan böyle bu rivayetle amel etmenin uygun olacağını söylemiş, başta kardeşi Sirâceddin İbn Nüceym olmak üzere kendisinden sonraki fakihler de onun bu görüşüne katılmıştır. İbn Nüceym ayrıca, zâhirü’r-rivâyeye göre büyük bir kalabalığın şart olmayıp şahitlik nisâbının yeterli sayıldığını ifade eden rivayetler de kaydetmiştir. Bu gelişmeler sonucu mezhepte ramazan, şevval ve zilkadeden başka aylara ait hilâllerin sübûtu için hava ister açık ister kapalı olsun iki âdil kişinin şahitliğinin yeterli olacağı görüşü tercih edilir olmuştur.
Mâlikîler’e göre, ister şahitlik ehliyetini haiz olsun ister olmasın tek kişinin rü’yetiyle kendisi, onun sözüne inananlar veya hilâlin rü’yetiyle bizzat ilgilenmeyenler için hilâl sabit olmuş sayılır. Hava ister açık ister kapalı olsun, şahitlik ehliyetini haiz en az iki kişinin rü’yetiyle de bütün ayların hilâlleri sabit olur. Bu niteliği haiz en az iki kişinin bunlardan naklettiği haber de işitenler için aynı hükümdedir. Hilâlin, verdikleri haber kesin bilgi ifade edecek ve yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayacak sayıda kalabalık bir topluluk tarafından görülmesi durumunda ise görenlerin her birinin şahitlik ehliyetine sahip olması şart değildir. Kalabalık bir topluluk tarafından görülen veya hâkim tarafından sübûtuna hükmedilen hilâlle ilgili haberin kabulü için de bir tek âdil kişinin nakli yeterlidir.
Şâfiî mezhebinde tercih edilen görüşe göre hava ister açık ister kapalı olsun, âdil veya mestûrü’l-hâl tek bir kişinin rü’yetiyle ramazan hilâli sabit olur. Hac, kurban, bayram gibi belirli günlere mahsus ibadetlerin yapıldığı şevval ve zilhicce hilâllerinin sübûtu da aynı hükümdedir. Hilâlin sübûtuyla ilgili haberin kabulü için şahadet sözü ve haber veren kişide şahitlik ehliyeti aranır; kadının, fâsık kişinin ve kölenin şahitliği kabul edilmez. Tek kişinin rü’yetinin kendisi ve kendisini tasdik edenler dışındaki kimseleri de bağlayıcı olması için yetkili makamın (hâkim) hüküm ve ilânı gerekir.
Hanbelîler’e göre ise hava ister açık ister kapalı olsun ramazan hilâlinin sübûtu için bir tek âdil kişinin rü’yeti yeterlidir. Hilâlle ilgili açıklama dinî bir haber niteliğinde olduğundan şahadet sözü ve hâkimin hükmü olmasa bile âdil bir kişiden hilâlin görüldüğünü işiten her mükellefin oruca başlaması gerekir. Mestûrü’l-hâl kişinin ve mümeyyiz de olsa çocuğun haberi kabul edilmez. Ramazan dışındaki diğer aylara ait hilâllerin sübûtu için ise en az iki âdil kişinin şahitliği gerekir.
Ahmed b. Hanbel’den nakledilen ve mezhepte tercih edilen görüşe göre, şâban ayının yirmi dokuzuncu günü akşamı hava açık olup görüşe engel bir durum bulunmadığı halde hilâl görülmezse ertesi gün oruca başlanmaz; şâban ayı otuz güne tamamlanır. Hava kapalı olması veya görüşü engelleyen etkenlerin bulunması durumunda hilâl görülmese bile ertesi gün ramazan orucuna başlamak gerekir. Çünkü bu mezhep âlimlerine göre hilâlin görülmesine engel bir durum bulunduğunda şâbanın otuzuncu günü “yevm-i şek” sayılmaz; hava açık olup da hilâl görülmemiş sayılır. Onlar bu hususta, “Hilâli görmedikçe oruca başlamayın; onu tekrar görmeden iftar etmeyin. Eğer -görüşe engel etkenlerden biri sebebiyle- hilâl görülmezse onu takdir edin” (Buhârî, “Ṣavm”, 11; Müslim, “Ṣıyâm”, 3, 6) meâlindeki hadiste yer alan “onu takdir edin” ifadesini, hadisin râvisi Abdullah b. Ömer’in bu konudaki uygulamasına göre yorumlayarak bu hükme varmışlardır (İbn Kudâme, III, 89). Ahmed b. Hanbel’den nakledilen ikinci görüşe göre ise oruca başlama ve bayram yapma konusunda halkın devlet başkanına (devleti temsil eden yetkili kişi) tâbi olması, yetkili kişi ramazan orucuna başlayınca onların da oruç tutmaları, bayram ilân edince onların da bayram yapmaları gerekir. Muhammed b. Sîrîn ve Hasan-ı Basrî’nin ictihadı da böyledir. Nitekim bir hadiste, “Oruç günü -hilâl görülmediği takdirde- hep birlikte oruca başladığınız gündür, iftar günü de hep birlikte bayram ettiğiniz gündür; kurban bayramı günü ise birlikte kurban kestiğiniz gündür” denilmiştir (Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 5; Tirmizî, “Ṣavm”, 11).
Astronomik Hesapla Hilâlin Sübûtu. İslâm müctehid ve fakihlerinin büyük çoğunluğu, ilgili hadislere dayanarak kamerî ayların başlangıcının belirlenmesinde hilâli görmenin esas olduğunu, bunun mümkün olmaması durumunda ise içinde bulunulan ayın otuz güne tamamlanması gerektiğini, bu konuda hesaba ve müneccimlerin sözlerine uymanın câiz olmayacağını savunmuştur. Buna karşılık başta tâbiînin büyüklerinden Mutarrif b. Abdullah, İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’nin talebelerinden Muhammed b. Mukātil er-Râzî, İbn Kuteybe, Ebü’l-Abbas İbn Süreyc, Kaffâl, Kādî Abdülcebbâr, İbn Dakīkul‘îd, Takıyyüddin es-Sübkî, Kādî Ebü’t-Tayyib et-Taberî gibi klasik dönem ulemâsı yanında Muhammed Tâhir İbn Âşûr, Cemâleddin el-Kāsımî, Muhammed Bahît, M. Reşîd Rızâ, Tantâvî Cevherî, Mustafa el-Merâgī, Muhammed Ali es-Sâyis, Ahmed Muhammed Şâkir, Kâmil Miras, Mustafa Ahmed ez-Zerkā gibi çağdaş âlimler, hilâlin ilk defa görülebileceği zamanın ve yerin hesapla tayininin mümkün olduğunu, doğruluğundan emin olunduğu takdirde hesapla belirlenen hükmî rü’yete göre kamerî ayların başlangıcının tayin edilebileceğini ifade etmişlerdir.
Kamerî ay başlarının tayininde hilâli gözle görme veya ayı otuz güne tamamlama dışında başka bir yol olmayacağını savunan fukahânın delilleri özetle şunlardır: 1. “Sizden her kim o aya -ramazana- şahit olursa oruç tutsun” (el-Bakara 2/185) âyetinde “aya şahit olma” sözü değişik anlamlara gelebilecek kapalı (mücmel) bir ifadedir. Çünkü âyetteki “şehide” kelimesinin “huzur yani ikamet, gözle görmek veya yakīnen bilmek” şeklinde farklı mânalarda yorumlanması mümkün olduğu gibi âyette geçen ve normalde “iki hilâl arasındaki süre” anlamına gelen “şehr” kelimesinin de bir hadiste olduğu gibi (Müslim, “Ṣıyâm”, 19; Nesâî, “Ṣıyâm”, 9) “hilâl” anlamında kullanılması muhtemeldir. Buna göre âyet, “her kim ramazan ayında müsafir olmayıp mukim olursa” veya “kim ramazan hilâlini görürse” yahut da “her kim ramazanın başladığını yakīnen bilirse” şeklinde farklı mânalara gelebilir (Fahreddin er-Râzî, V, 96-97; Elmalılı, Hak Dini, I, 646-647). Ancak ayın başladığını yakīnen bilme yolu mutlak bırakılmamış, “Hilâli görünce oruca başlayın” veya, “Hilâli görmedikçe oruca başlamayın ve iftar etmeyin” meâlindeki hadislerle tefsir ve takyit edilmiştir. Hadislerdeki bu açıklık karşısında rü’yet dışında bir başka bilgi yolunun seçilmesi mümkün değildir.
2. “Hilâli görünce oruca başlayın, onu tekrar görünce iftar edin; eğer hava kapalı olursa onu takdir edin” (Buhârî, “Ṣavm”, 11; Müslim, “Ṣıyâm”, 3) anlamındaki değişik lafızlarla birbirini teyit eden hadislerde oruca başlama ve bayram yapma hilâlin görülmesine, bu mümkün olmazsa ayın otuz güne tamamlanmasına bağlanmış, hesap bilenlere veya müneccimlere başvurmaktan söz edilmemiştir. Bu hadislerde yer alan, “hava kapalı olursa onu takdir edin” ifadesi “onu hesapla belirleyin” şeklinde anlaşılıp yorumlanmaya uygunsa da bu mücmel ifade diğer birçok hadiste ayın otuza tamamlanması şeklinde tefsir ve takyit edilmiştir (el-Muvaṭṭaʾ, “Ṣıyâm”, 3; Buhârî, “Ṣavm”, 11; Müslim, “Ṣıyâm”, 4, 17-20). Dolayısıyla bu ifadeyi, “Hilâlin rü’yetini hesapla tayin edin” şeklinde yorumlamak mümkün değildir.
3. Herkes hesap bilemeyeceği için ibadet vakitlerinin hesapla tayin edilmesi zorluğa yol açar. İslâm dini kolaylığı emrettiğinden ibadet vakitlerinin tayinini de bilgili bilgisiz herkes tarafından kolaylıkla uygulanabilecek basit esaslara bağlamış, müslümanları karmaşık hesaplar yapmakla mükellef tutmamıştır. Nitekim Hz. Peygamber, “Biz ümmî bir toplumuz. Ne yazı yazarız ne de hesap yaparız” dedikten sonra parmakları ile bir defa yirmi dokuz, bir defa da otuz sayısına işaret edip, “İşte ay şöyle ve şöyledir” buyurarak ayların bazan yirmi dokuz, bazan da otuz gün olduğunu ifade etmiştir (Buhârî, “Ṣavm”, 11; Müslim, “Ṣıyâm”, 15). Burada sözü edilen hesap ay ve yıldızların menzillerinde seyriyle ilgili hesap olup hadis, oruç ve iftar gibi ibadetler için ayların hesapla belirlenmesini nefy ve ilga etmiştir.
4. Hesaba göre kamerî ay yirmi dokuz veya otuz gün olmayıp yaklaşık 29,5 gün sürdüğü için hesaba göre düzenlenmiş olan cetvel ve takvimlerde aylar sırasıyla biri yirmi dokuz, diğeri otuz gün olur. Rü’yete göre ise aylar iki, hatta üç defa peş peşe yirmi dokuz veya otuz gün olabilir. Bu durum hesap ve rü’yete göre belirlenen ay başlarının farklı olduğunu göstermektedir.
5. İlm-i nücûm zan ve tahminden ibarettir. Nitekim hesapla ulaşılan sonuçlar çok defa birbiriyle çelişmekte ve gerçeğe uymamaktadır. Esasen Hz. Peygamber müneccimlere inanmayı ve ilm-i nücûmla meşgul olmayı yasaklamıştır.
6. Namaz vakitleriyle oruçta imsak ve iftar zamanlarının hesapla belirlenmesi câiz görüldüğü halde yıllık ibadetlerle ilgili kamerî ayların başlangıçlarının hesapla tayininin câiz görülmeyişi, birinci grupla ilgili naslarda fecir, zeval, gurup, şafak gibi olayların gerçekleşmesinin yeterli sayılmasına karşılık kamerî ayların başlaması için ayın hilâl halini almasının yeterli görülmeyip hilâlin rü’yetinin esas alınması sebebiyledir. Başka bir ifadeyle namazın vâcip oluş sebebi fecir, zeval, gurup, şafak gibi olayların kendisidir. Bu sebepler herhangi bir şekilde bilinirse namaz hükmü de sabit ve gerekli olur. Orucun vücûb sebebi ise hilâlin kendisi değil rü’yetidir. Rü’yet olmadan şer‘î sebep gerçekleşmez ve hüküm sabit olmaz (Karâfî, II, 199 vd.).
Kamerî ayların başlangıcının rü’yetten başka astronomik hesaplarla da belirlenebileceği görüşünde olan fakih ve âlimlerin ileri sürdükleri belli başlı deliller de özetle şöyledir: 1. Belirli vakitlere bağlı ibadetlerin Kitap ve Sünnet’in tayin ettiği vakitler içinde eda edilmesi gerekli ise de bunlara ait vakitlerin mutlaka belli kural ve metotlara göre belirlenmesi zaruri değildir. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de imsak vaktinin fecir, iftar vaktinin ise gece (güneşin batışı) olduğu beyan edilmiştir (el-Bakara 2/187). Oruç tutacak olan bir kimsenin, fecr-i sâdık ve güneşin batışı olaylarını uygun şartlarda gözleyerek oruca başlaması ve iftar etmesi mümkün olduğu gibi bu olayların hesapla belirlenen zamanlarına yani saate göre imsak ve iftar yapması da mümkündür. Aynı şekilde kamerî ayların girişine esas olan ayın hilâl durumlarının da mutlaka rü’yetle tayinini gerektiren bir sebep yoktur. Çünkü rü’yet de hesap da vaktin tayini için vasıtadır. Önemli olan vaktin doğru şekilde belirlenmesidir. Dinî hükümler “maksatlar” ve “vesileler” olmak üzere iki kısımdır. Ramazan ayında oruç tutmak, şevval girince oruca son verip bayram yapmak, hacda Arafat vakfesini zilhiccenin dokuzuncu günü yapmak gibi hükümler maksat; bunların vakitlerinin tayini için uygulanacak metotlar ise maksada götüren birer vesileden ibarettir.
2. Oruca başlamayı ve oruca son verip bayram yapmayı hilâlin rü’yetine veya ayın otuz güne tamamlanmasına bağlayan hadisler, iddia edildiği gibi ayın hilâl durumlarının hesapla belirlenmesini yasaklamamakta, bu iş için bilgi seviyesi ne olursa olsun her müslüman tarafından kolaylıkla izlenilebilecek yolu göstermektedir. Nitekim, “İnsanlar arasında haccı ilân et; gerek yaya gerek yorgun ve arık develere binmiş olarak sana gelsinler” meâlindeki âyetle (el-Hac 22/27), hac yolculuğunun yaya ve deve ile olmak üzere iki şekilde sınırlanmış olmadığı ve meselâ âyetten otomobil veya uçakla hac yolculuğunun yasak olduğu hükmü çıkarılamayacağı gibi, bu hadislerle de kamerî ayların başlangıcını belirleme usulü sadece rü’yet veya ayı otuza tamamlama ile sınırlanmış değildir. İlgili âyet ve hadislerdeki ifadeler, özellikle o dönemin imkân ve şartlarına göre uygulanabilecek en müsait yolu göstermektedir. Esasen o dönemde, hatta yakın tarihlere kadar ayın hilâl durumlarının hesapla tayini doğru olarak yapılamıyordu. Nitekim Hz. Peygamber de o dönem toplumunun ümmî olduğunu belirtmiştir. Gerçekten İslâm’dan önce Araplar’ın ve İslâm’ın ilk yıllarında müslümanların astronomik hesap yapabilecek bilgilere sahip bulunmayan ümmî bir toplum olduğunda şüphe yoktur. Bu konuda bazı kişilerin bilgileri de doğru sonuçlar çıkarılacak kesin kurallara dayalı ilmî bilgiler olmayıp basit gözlemlere dayalı sathî mâlûmattan ibaretti. Bu sebeple ibadet vakitleri ve hilâlin sübûtu herkes tarafından kolaylıkla uygulanabilecek basit alâmetlere bağlanmıştır. Kamerî ayların başlama ve bitişiyle ilgili hadislerdeki rü’yet emri vücûb için değil irşad içindir. Bu ayların sınırlarının tesbiti hilâlin gözlenmesiyle olabileceği gibi doğru yapılabildiği takdirde hesap yolu ile de olabilir. Fakihlerin çoğunluğunun rü’yette ısrar edip genellikle hesaba karşı olumsuz tavır içinde bulunmasının sebebi, kendi dönemlerindeki hesap bilgisinin bu konu için henüz yeterli olmayışı ve gök cisimlerinin hareketine dayanan bir nevi falcılıkla (ilm-i ahkâm-ı nücûm = astroloji) müsbet ilim olan astronomi (ilm-i nücûm) arasındaki farkın tam anlaşılmamasıdır. Esasen ilk fakihlerin ve muhaddislerin çoğunluğu astronomiyi ya hiç bilmiyor veya çok az tanıyordu. Bu yüzden de ona güvenmiyorlardı. Nitekim hiç ilgisi olmadığı halde, “Kim bir kâhine (veya müneccim) gider de söylediklerini tasdik ederse Muhammed’e indirileni inkâr etmiş olur” (İbn Mâce, “Ṭahâret”, 122; Tirmizî, “Ṭahâret”, 102) meâlindeki hadisi de görüşlerine delil göstermişlerdir (İbn Âbidîn, Tenbîhü’l-ġāfil, I, 245-246). Halbuki yıldız falcılığı demek olan astroloji ile müsbet ilim olan astronominin aynı şekilde değerlendirilmesi mümkün değildir. Klasik dönem fakihlerinin tahminden ibaret sayarak galip zan bile ifade etmeyeceğini söyledikleri hesap ve ilm-i nücûm günümüzün astronomik hesabı ve modern astronomisi değil belki bunlara ait çok sınırlı ve basit bilgilerdi. Günümüzde astronominin elde ettiği sonuçlar ve astronomik hesaplar ise kesindir.
3. Başlangıç ve bitişi için kavuşum olayının esas alındığı astronomik ay (kavuşum ayı) yaklaşık 29,5 gün olduğu için kesirlidir. Dinî hükümlere göre kamerî ayın başlangıcı kavuşum değil hilâlin hakiki veya hükmî rü’yetidir. Başlangıcı için hilâlin esas olduğu kamerî ayın kesirli olması söz konusu değildir. Çünkü ister hakiki rü’yete ister hesapla belirlenen hükmî rü’yete dayansın, her iki durumda da hilâlin sübûtunu takip eden gün ayın ilk günü olacaktır. Ayın kavuşum zamanının hesapla belirlenmesi mümkün olduğu gibi hilâl şeklinde görülebileceği zamanın belirlenmesi de mümkündür ve hesaplar buna göre yapılmaktadır.
4. Allah kâinatı belli bir düzen içinde yaratmıştır. Bir âyette de ifade edildiği üzere güneş, ay ve yıldızlar bu değişmeyen nizam içinde Allah’ın emrine uygun olarak belli bir hesaba göre hareket etmektedir (er-Rahmân 55/5). Bir başka âyette de insanların yılların sayısını ve hesabı bilmeleri için Allah’ın aya menziller takdir ettiği belirtilmiştir (Yûnus 10/5). Şu halde güneş ve ayın doğuş ve batış vakitleri gibi kavuşum, hilâl ve diğer safhalarının da hesapla tayini mümkündür. Gerçekten günümüzde kamerî ayların dinî hükümlere göre giriş ve çıkışına esas olan hilâlin ilk defa nerede ve ne zaman görülebileceği, hiçbir şüpheye imkân bırakmayan saniyelik hesaplarla doğru olarak tesbit edilebilmektedir. Hesapla belirlenenden farklı bir zamanda veya yerde hilâlin görülebilmesi kesinlikle mümkün değildir. Mutlaka rü’yete bağlı kalmayı ve hesabı reddetmeyi gerektiren şartlar ortadan kalktığına göre teknik gelişmelerin ve astronomik hesapların sağladığı imkân ve kolaylıklardan yararlanmamak için bir sebep yoktur. Kaynaklarda aksi nakledilmekle birlikte Ebü’l-Abbas İbn Süreyc, İmam Şâfiî’nin, hilâlin görülebilir durumda ufukta mevcut olduğunu ilm-i nücûm veya ayın menzilleriyle istidlâl edebilen kimselerin buna göre oruç tutmalarının câiz olduğu görüşünü benimsediğini söylemiştir (İbn Rüşd, I, 196). Nitekim Şâfiî fakihlerinden Şemseddin er-Remlî de hesap bilen kişinin kendi hesabıyla amel edebileceğini ve mutemet görüşe göre farz oruç için bunun yeterli olacağını belirtmiştir (Nihâyetü’l-muḥtâc, III, 150). Ayın yirmi dokuz veya otuz gün olacağının hesapla belirlenebileceği görüşünde olan İbn Süreyc, “Hava kapalı ise onu takdir edin” ifadesinin, “Ayın menzilleriyle onu tayin edin” şeklindeki yorumunun, “Onu otuz güne tamamlayın” anlamındaki rivayetlerle çelişmediğini söylemektedir. Ona göre, “Onu takdir edin” ifadesi Cenâb-ı Hakk’ın bu ilimle mümtaz kıldığı kişilere, “Onu otuz güne tamamlayın” sözü ise ayın menzillerini ve hesabı bilmeyen avama hitaptır (Lisânü’l-ʿArab, “ḳdr” md.). Müctehid fakihlerden Takıyyüddin İbn Dakīkul‘îd de bulut, sis vb. bir sebeple görülemeyen hilâlin, görülebilecek şekilde ufukta mevcut olduğu hesapla belirlendiği takdirde şer‘î sebep gerçekleştiği için yeni ayın başlamış sayılacağını, çünkü ayın başlaması için hilâlin mutlaka gözle görülmesinin değil ufukta mevcut bulunmasının şart olduğunu, bu durum kesinlikle bilindiğinde bu bilgiyle amelin vâcip olacağını söylemiştir (İḥkâmü’l-aḥkâm, II, 8). Hilâlin görülebilecek bir konumda ufukta mevcut olduğunun hesapla tesbiti halinde şer‘an ayın başlamış sayılacağını, bu konuda kaleme aldığı risâlesinde (el-ʿAlemü’l-menşûr, s. 26-27) belirten Şâfiî fakihi Takıyyüddin es-Sübkî, hesaba göre hilâlin görülmesinin imkânsız olması durumunda hilâli gördüklerini söyleyenlerin şahitliğinin kabul edilmeyip hata veya yalana hamledilmesi gerektiğini, çünkü hesabın kat‘î, şahitlik ve haberin ise zannî olduğunu, zannın kesin bilgiye tercihi bir yana onunla çelişemeyeceğini, esasen şahitliğin geçerli sayılabilmesi için şahadette bulunulan şeyin hissen, aklen, dinen ve ilmen mümkün olması gerektiğini ve hesabın kesin olarak imkânsızlığını gösterdiği bir konudaki şahitliğin şahadette bulunulan husus imkân dahilinde bulunmadığı için geçerli olamayacağını belirtir (el-Fetâvâ, I, 209-210). Astronomik hesapların doğruluğu ve kesinliğinin, güneş ve ay tutulması olaylarının çok önceden yapılan hesaplara tam bir uygunluk içinde gerçekleşmesiyle sabit olduğunu ve ilgili hadisler gereğince kamerî ayların, güneşin batışından sonra hilâlin yeryüzünden görülebilecek bir konumda batı ufkunda mevcut bulunmasıyla başlayacağını belirten çağdaş âlimlerden Şeyh Muhammed Bahît, ister bizzat görerek ister gördüğünden emin olduğu bir kimseden duyarak ister yetkili otoritenin konuyla ilgili emir ve hükmünü öğrenerek isterse astronomik hesapla bilmek suretiyle olsun, ilim yollarından herhangi biriyle ramazan hilâlinin görülebilecek bir konumda ufukta bulunduğunu bilen kimseye oruca başlamanın vâcip olacağını söyler. Çünkü Kuşeyrî’nin de dediği gibi orucun vücûbunun şer‘î sebebi hilâlin gözle görülmesi değil görülebilecek bir konumda ufukta bulunmasıdır. Görme bu bulunuşu bilme vasıtasıdır. Bu bilgiye başka bir yoldan da ulaşılsa şer‘î sebep gerçekleşmiş olur (İrşâdü ehli’l-mille, s. 258-261). Yine Bahît’e göre rü’yetle ilgili hadislerdeki, “Onu takdir edin” ifadesi, “Sayıyı otuza tamamlayın” anlamında değil, “Düşünüp gereğini tayin edin” anlamındadır. Nitekim deccâlin yeryüzünde ilki bir yıl, ikincisi bir ay, üçüncüsü bir hafta, diğerleri ise normal gün ölçüsünde olmak üzere kırk gün kalacağı beyan edilen “deccâl hadisi”ndeki normal olmayan günlerde namaz vakitlerini “takdir edin” (Müslim, “Fiten”, 110) ifadesi de aynı anlamdadır. Olayların benzerliği dikkate alındığında bu ifadelerin her iki hadiste de “sayıyı tamamlayın” diye yorumlanmasının uygun olmadığı, “vakti takdir ve tayin” anlamında olduğu açıktır (a.g.e., s. 270-271).
5. “Onu takdir edin” ifadesinin “Hesapla tayin edin” şeklinde yorumlanması, maslahat açısından ve özellikle yılın çoğunda havanın kapalı geçtiği, güneşin bile çok az görülebildiği coğrafî bölgeler için uygulamada kolaylık sağlayıcı niteliktedir. Çünkü bu gibi yerlerde yeni ayın hilâlinin görülmesi çok defa mümkün olmadığı gibi önceki ayın hilâli için de aynı durum söz konusu olduğundan içinde bulunulan ayın otuz güne tamamlanması da genellikle mümkün değildir. Öte yandan yeryüzünde kutup bölgelerine yaklaşıldıkça güneşin iki doğuşu veya iki batışı arasındaki süreler altı aya kadar uzamaktadır. Buralarda da insanlar yaşamakta ve aralarında müslümanlar bulunmaktadır. Bu bölgelerde rü’yetle ramazan ve bayram belirlenemeyeceğine, buralarda yaşayan müslümanlara orucun farz olmadığı da söylenemeyeceğine ve ihtilâf-ı metâlia itibarı gerekli gören fukaha açısından başka beldelerdeki rü’yete de uyulamayacağına göre bu yerlerde namaz ve oruç vakitleri gibi ramazan ve bayramların da hesapla tayininde zaruret vardır. Çünkü oruç hilâlin rü’yeti sebebiyle değil Allah’ın emri olduğu için farzdır. Hilâlin rü’yeti de oruç tutulması farz olan ramazan ayının başladığını gösteren bir alâmetten ibarettir. Bir ibadetin vaktini gösteren alâmetin bulunmaması ile ne o ibadet ne de bu ibadetin vakti ortadan kalkar; vaktin başka bir yolla belirlenmesi gerekir.
6. Hilâl görülemediğinde içinde bulunulan ayın otuz gün itibar edilmesi kesin bilgi değil zan ifade eder. Çünkü görülememiş de olsa hilâlin görülebilecek bir konumda ufukta bulunması ihtimali vardır. Hilâlin görülme imkânının hesapla belirlenmesi ise kesin bilgiye dayanmaktadır. Kesin bilgiye ulaşma imkânı varken zanla amel edilemeyeceği, kesin bilginin zanna takdim edilmesi gerektiği ise dinde üzerinde görüş birliği bulunan bir husustur. Bu açıdan bakıldığında, günümüzde astronomik hesapların kesinliği ve astronomi bilenlerin çokluğu sebebiyle hesaba uyulmasını engelleyen sebep ortadan kalktığında hilâlin sübûtu için artık hesabın esas alınmasının vâcip hale geldiği söylenebilir. Bu arada rü’yet hataları yanında, günümüzde sıkça rastlandığı gibi güneşten önce battığı için ufkun altında bulunması sebebiyle görülebilme imkânı olmadığı halde hilâli gördüklerini iddia eden kişilerin yalan şahadetlerine dayanılarak ramazan ve bayram ilânları yapıldığını da belirtmek gerekir. Hilâlin sübûtu için rü’yetin esas olduğunu ısrarla savunan M. Hamdi Yazır da, “Yalan yere şahitlik edebilecek birkaç fâsıkın ihbârına itimat etmektense hesapla amel evlâdır ... Cemm-i gafîrin şahadeti bulunmadığında (verilen haberin kabulü için zâhir-i hâle muhalif olmaması şart olduğu gibi) şahitler hakkında hesâb-ı nücûmîyi muteber tutmak zamanımızın haline muvafık olacaktır” demektedir (Hak Dini, I, 652).
Hilâlin Görülebilme İmkân ve Şartları. Kamerî aylar, ayın kavuşum safhasından sonra hilâl şeklinde yeryüzünden görülmesi veya görülebilecek konumda ufukta mevcut olmasıyla başlar. Bunların birincisine “hakikî rü’yet”, ikincisine “hükmî rü’yet” denir. Ayın kavuşum safhasından sonra ilk hilâlin görülebilmesi veya görülebilecek bir konumda olması için güneşle açısal uzaklığı (ay-arzın merkezi-güneş arasındaki açı) 7°’den küçük olmamalıdır. Fotometrik çalışmalara dayanan modern astronomik araştırmalarda da bu açı 6°-8° olarak tesbit edilmiştir. Ayın dünya etrafındaki bir dönüşü yaklaşık 29,5 gün olduğuna göre, güneşle aralarında 6°-8°’lik açı oluşacak kadar kavuşum noktasından uzaklaşmış olması için kavuşum olayından sonra on-on yedi saat geçmesi gerekir. Buna göre belli bir tarihte kavuşum meselâ saat 14.00’te ise bu saatten on-on yedi saat sonra güneş batan yerlerde hilâl görülmeye başlanacaktır. Ancak ayın güneşle açısal uzaklığının istenilen değere ulaşmış olması rü’yet için tek başına yeterli değildir. Ayrıca güneş battığı esnada ayın ufuk yüksekliğinin de 5°’den küçük olmaması gerekir. Bu iki hususun gerçekleşmesi için de ayın güneşten 25 dakika kadar geç batması şarttır. Aksi halde çok zayıf ve ince olan hilâl parlaklığının, güneş battıktan sonra ufka yansıyan ışınlar sebebiyle (ufukta oluşan şafak aydınlığı içinde) görülmesi mümkün olmamaktadır. Ancak şafak aydınlığı güneş ufuk düzleminden uzaklaştıkça azalır ve etrafında bir görülebilirlik sınırı oluşur. Ay henüz batmadan “görülebilirlik eğrisi” denilen bu sınırın dışında kaldığı takdirde hilâlin görülmesi mümkün olur; ay bu sınırın içinde iken ufkun altına inerse o akşam hilâl görülmez.
Yılın herhangi bir gününde Greenwich saatiyle gece yarısı, ayın güneş tarafından aydınlatılan yüzeyinin ne kadarının görülebileceği (dünyaya dönük olduğu) astronomik kataloglarda (astronomical almanac) -aydınlanan yüzeyin hiç görülemediği kavuşum safhası 0, tamamının görüldüğü dolunay safhası 1 olmak üzere- 0 ile 1 arasında değişen sayılarla gösterilmiştir. Hilâlin gözle görülebilmesi için “aydınlanma yüzdesi” denilen bu sayının en az 0,01 olması, başka bir ifadeyle ayın aydınlanmış yüzeyinin dünyaya dönük kısmının % 1’den daha az olmaması gerekir.
26 Aralık 1341 (1925) tarih ve 698 sayılı kanunun üçüncü maddesiyle Türkiye’de dinî günlerin belirlenmesinde kullanılmak üzere kamerî ayların tesbiti görevi rasathâneye verilmiştir. Bu tarihten 1974 yılına kadar Kandilli Rasathânesi kamerî ayları rasathânenin kurucusu ve ilk müdürü M. Fatin Gökmen’in, Uluğ Bey ekolünün koyduğu kriterlere dayanarak modern astronominin imkânlarından da faydalanmak suretiyle geliştirdiği esaslara göre tesbit etmiştir. Fatin Gökmen, dinî hükümler uyarınca kamerî ayların başlangıcı için hilâlin görülebileceği zamanı esas almış, hesaplarda güneşin batışı sırasında güneş merkeziyle ay merkezi arasındaki ekliptikel boylam farkının derece cinsinden değeriyle (bu‘d-i sivâ) güneş ve ayın batışları arasındaki sürenin açı olarak derece cinsinden değerini (bu‘d-i muaddel) 6° kabul etmiştir. Ancak hilâlin yeryüzünde ilk defa görülebileceği bölgeler aydan aya değiştiğinden, İslâm ülkeleri içinde en batıda bulunması itibariyle hilâlin en son görülebileceği Fas’ta 4300 m. yükseklikte bir tepeyi rasat yeri olarak seçmiş ve hesapları mevhum bir gözlemcinin buradan hilâli görebilme imkân ve şartlarına göre yapmıştır. Fatin Gökmen, hilâlin dünyanın herhangi bir yerinde değil İslâm ülkeleri sınırları içinde görülmesini esas almış, batıya gidildikçe ve deniz seviyesinden yükseldikçe rü’yet imkânları artacağından Atlas dağlarında Merakeş’in güneyindeki en yüksek tepeyi seçmiştir.
Herhangi bir yerde güneş ve ayın batışı o yerin doğusunda bulunan yerlerden daha sonra olduğu için hilâlin doğuda bir yerde görülmesi durumunda aynı gün daha batıdaki bölgelerde de görülmesi mümkün olduğu halde hesaba esas alınan Fas’ta görülemeyeceği gün daha doğuda bulunmaları sebebiyle İslâm ülkelerinden hiçbirinde görülmesi mümkün değildir. Dolayısıyla bu noktaya göre yapılan hesapla bütün İslâm ülkelerinde aynı gün oruca başlanması ve bayram yapılması mümkün olmaktadır. Ancak hilâlin ilk defa daha batıda, meselâ Atlas Okyanusu üzerinde veya Amerika’da görülmesi halinde ise Avrupa, Asya ve Afrika ülkelerinden hiçbirinde aynı gün hilâl görülemeyeceğinden Amerika’daki müslümanlar bir gün önce ramazana veya bayrama girebileceklerdir. Şu halde sabit bir noktaya göre yapılan hesapla bütün dünyada aynı gün ramazan ve bayrama girmek mümkün olmamaktadır.
Bugünkü İslâm Ülkelerinde Kamerî Ayların Tesbiti. Resmî işlemlerinde hicrî-kamerî takvimi uygulayanlar da dahil olmak üzere hemen bütün İslâm ülkelerinde, kavuşumu takip eden gün ayın ilk günü sayılarak önceden hazırlanıp basılmış olan takvimler kullanılmaktadır. Ancak Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Irak gibi bazı ülkelerde ramazan, şevval ve zilhicce aylarına ait hilâllerin gözlenerek usulüne göre mahkeme kararıyla sübûtundan sonra ramazan ve bayram ilânlarının yapıldığı, rü’yetle takvim arasında fark bulunması halinde rü’yetin esas alındığı iddia edilmektedir. Türkiye’de ise kamerî aylar, Kandilli Rasathânesi tarafından 1974 yılına kadar Fatin Gökmen’in belirlediği kriterlere göre tesbit edilmiştir. Ancak hesaplamada hilâlin görülebileceği zaman esas alındığı halde hilâli görerek ramazan ve bayram ilân edildiği söylenen ülkelerle Türkiye arasında devamlı olarak bir fark bulunmuştur. Aslında bu farklılık, sadece Türkiye gibi aybaşları hesapla tesbit edilen ülkelerle rü’yeti esas alan ülkeler arasında değil aybaşlarını rü’yetle tesbit ettikleri söylenen ülkeler arasında da meydana gelmektedir. İhtilâf-ı metâli‘ sebebiyle bazı ülkeler arasında bir günlük rü’yet farkı bulunması normal ise de bazı yıllarda bu süre, ihtilâf-ı metâli‘ veya rü’yet-hesap farkı ile açıklanamayacak boyutlara ulaşmıştır. Nitekim 1978 yılı Ramazan orucuna Libya, Irak ve Küveyt’te 4 Ağustos’ta; Suudi Arabistan, Ürdün, Mısır, Suriye, Lübnan, Tunus ve Cezayir’de 5 Ağustos’ta; Türkiye, Afganistan, İran, Fas, Malezya ve Nijerya’da 6 Ağustos’ta; Pakistan’da ise 7 Ağustos’ta başlanmıştır. İslâm ülkeleri arasında iletişimin artması sonucu bütün açıklığıyla ortaya çıkan bu durum, 1950’li yıllardan itibaren çeşitli siyasî ve ilmî toplantıların gündeminde yer almaya başlamıştır.
Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye ile diğer İslâm ülkeleri arasındaki söz konusu farkın nereden kaynaklandığını tesbit ederek birliği sağlamak amacıyla bilhassa 1970’li yıllardan sonra geniş çaplı bir çalışma başlatmıştır. Bu arada 20-22 Mart 1974 tarihinde, hesaplarda uygulanmakta olan metot ve kriterlerin ayrılıkta etkisinin olup olmadığını ve birliğin sağlanması için nelerin yapılması gerektiğini tartışmak üzere Kandilli Rasathânesi yetkilileriyle bir toplantı yapılmıştır. Toplantıya Diyanet İşleri Başkanlığı ve Kandilli Rasathânesi yetkilileri dışında İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi Bölümü öğretim üyeleri, Harita Genel Müdürlüğü teknik komutanı ve bazı din âlimleri de katılmıştır. Müzakereler sonunda aşağıdaki hususlar karşılıklı mutabakat sağlanarak protokole bağlanmıştır: a) Hesaplar, eskiden olduğu gibi hilâlin gözle görülebileceği zamanın tesbiti esasına dayandırılacaktır. b) İhtilâf-ı metâlia itibar edilmeyecek, yani hilâlin Fas’taki sabit noktadan görülebileceği zaman değil ekvatorun kuzey ve güneyinde ± 50° enlem daireleri arasında, her nerede olursa olsun ilk defa görülebileceği zaman tesbit edilerek aybaşları buna göre belirlenecektir. c) Suudi Arabistan’daki rü’yete göre icra edilen hac menâsikiyle uyum sağlanabilmesi için zilhicce ayının başlangıcının tesbitinde Mekke şehri esas alınacaktır.
Kandilli Rasathânesi, 1975 yılından itibaren kamerî ayları tesbit için yaptığı hesaplarda, bu yeni kriterlere göre tesbit edilen günlerden önce hiçbir ülkede rü’yetle ramazan ve bayram ilânı mümkün olmayan bu protokol esaslarını uyguladı. Fakat bu kriterlere göre tesbit edilen tarihlerden de bir hatta iki gün önce rü’yet iddiası ile ramazan ve bayram ilânları devam etti. Aksi düşünülemeyecek kesinlikteki bu hesaplara aykırı uygulamaların aslı araştırıldığında, rü’yete göre hareket ettikleri söylenen ülkelerin bir kısmında ramazan ve bayram ilânlarının rü’yete göre değil, Greenwich veya Paris rasathânelerinin hazırladığı astronomik kataloglarda gösterilen kavuşum günü veya kavuşumu takip eden gün ayın ilk günü sayılarak hazırlanmış olan takvimlere göre yapıldığı ve muhtemelen hilâli gördüğünü sanan veya gerçek dışı beyandan çekinmeyen bazı kişilerin şahitliğine itibar edildiği anlaşılmıştır. Nitekim bu ülkelerde çok defa rü’yet ilânının yapıldığı günlerde ayın güneşten de önce battığı, hatta kavuşum saatinden bile önce hilâlin görüldüğü açıklamasının yapıldığına sıkça rastlanmaktadır. Örnek olarak 30 Ocak 1995 Pazartesi akşamı, Suudi Arabistan’da ülkenin en kuzeyinde Ar‘ar’da ay güneşten 21 dakika, güneyde Ebûarîş’te 23 dakika, doğuda Dahran’da 22 dakika, Mekke’de 21 dakika daha önce batmış olduğu halde hilâlin sabit olduğu açıklanarak 31 Ocak Salı günü oruca başlanmıştır.
Açıklanması gereken bir husus da hilâlin büyükçe görülmesi veya ufkun üzerinde kalış süresinin uzun oluşu gerekçe gösterilerek bu hilâlin iki veya üç gecelik olduğunun ileri sürülmesidir. Ay her gün bir önceki günden daha geç doğar ve daha geç batar. Ancak birbirini takip eden günler arasındaki gecikme süreleri sabit değildir. Mevsimlere ve ayın güneş ve dünya ile konumunda meydana gelen değişmelere göre bu süre yarım saat kadar olabileceği gibi bir saatten daha uzun da olabilir. İşte ay hilâl safhasında iken söz konusu gecikme süresine bağlı olarak güneş battıktan sonra çok kısa müddetle (3-5 dakika) veya bir saatten daha fazla süreyle ufkun üzerinde kalabilmektedir. Bundan dolayı ilk defa görülen hilâlin ufkun üzerinde bir saat, hatta daha fazla kalması veya biraz büyükçe görülmesi onun iki gecelik sayılmasını gerektirmez. Bu husus astronomik açıdan böyle olduğu gibi dinî hükümler açısından da böyledir. Nitekim hilâlin büyükçe görülmesi konusunda İslâm âlimleri, “Hilâlin büyüklüğüne veya küçüklüğüne itibar edilmez; hilâl ancak görüldüğü geceye ait sayılır” (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, I, 99; Kurtubî, II, 344) demişlerdir. Hz. Ömer’in de, “Hilâl bazı kere diğer zamanlarda görülenden daha büyük olur; onu güneş battıktan sonra gördüğünüzde ister büyük ister küçük olsun görüldüğü geceye ait sayılır” dediği rivayet edilmiştir (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, I, 99). Buna benzer bir rivayet İbn Abbas’tan da nakledilmektedir (Müslim, “Ṣıyâm”, 29-30).
Birliği Sağlama Konusundaki Çalışmalar. İslâm dini birlik içinde olmayı, özellikle dinî konularda ayrılığa düşmemeyi öğütlediğine göre (Âl-i İmrân 3/103; el-En‘âm 6/159; el-Enbiyâ 21/92; el-Mü’minûn 23/52; er-Rûm 30/32), müslümanların ayrı günlerde oruca başlayıp ayrı günlerde bayram yapmaları dinin özüyle bağdaşmayan bir durumdur. Bu husus, sağlıklı iletişimin bulunmadığı dönemlerde yeterince dikkat çekmemişse de İslâm ülkeleri arasındaki ilişkilerin gelişmesi, iletişimin hız kazanması ve özellikle değişik ülkelerden müslümanların başka bir ülkede bulundukları zaman ayrı ayrı günlerde oruca başlamaları veya bayram yapmaları sonucu üzerinde önemle durulması ve mutlaka çözüme kavuşturulması gereken bir problem olarak görülmüş, basında, ilmî ve siyasî toplantılarda gündem konusu olmuştur.
Mecmau’l-buhûsi’l-İslâmiyye’nin Kasım 1966’da Kahire’de yapılan üçüncü dönem toplantısında konu geniş şekilde tartışılmış; toplantı sonunda kamerî ayların başlangıcının belirlenmesinde rü’yetin asıl olduğu, ancak hatalı olan rü’yete itibar edilemeyeceği ve kesin astronomik hesaplarla çelişen rü’yetin de yanlış sayılacağı, rü’yet gerçekleşmediği ve içinde bulunulan ay otuz güne tamamlanamadığı takdirde hesaba itibar edilebileceği, herhangi bir yerde sabit olan rü’yete aynı geceye iştirak eden diğer yerlerde de uyulması gerektiği gibi hususlar karara bağlanmış; ayrıca akademi üyelerinden Muhammed Ali es-Sâyis konuyu aydınlatıcı bir araştırma yazısı hazırlamakla görevlendirilmiştir (yazı için bk. Mecelletü Mecmaʿi’l-fıḳhi’l-İslâmî, III/2, s. 925-969).
21-27 Nisan 1969’da Kuala Lumpur’da toplanan konferansta konu her yönüyle tartışıldıktan sonra alınan kararda, “hesaba göre rü’yet mümkün olduğu halde herhangi bir engel sebebiyle hilâl görülemezse astronomik hesapla amelin câiz olacağı” ifade edilmiş; ayrıca İslâm ülkeleri arasında birliğin temini maksadıyla hilâlin görülebilirlik durumu esas alınarak müşterek kamerî takvim hazırlanması tavsiye edilmiştir. Hesaplamaya açık şekilde ilk defa cevaz verilen bu konferanstan sonra Cezayir’de de Hey’et-i İftâ’nın fetvasıyla 1972’de kamerî aybaşlarının hesapla tesbitine başlanmıştır. Tunus’ta bu uygulamaya daha önce 18 Şubat 1960’ta geçilmişti.
26 Şubat - 3 Mart 1973 tarihleri arasında Küveyt’te gerçekleştirilen Din İşleri ve Evkaf Bakanları Konferansı’nda alınan kararda, “Kesin hesaba aykırı olan rü’yetle amel edilmez” ifadesi yer almış, ayrıca bütün İslâm ülkelerinde uygulanmak üzere ortak takvim hazırlanması kararlaştırılmıştır. Bunun sonucunda Küveyt, Katar, Mısır, Cezayir, Tunus temsilcilerinden oluşan takvim komisyonu 27-28 Nisan 1974’te toplanarak hazırlanan ilk ortak takvimi onaylamıştır. Ancak bu toplantılarda ihtilâfı giderici kesin sonuçlara ulaşılamamış, daha sonra Cezayir’de yapılması planlanan toplantı da gerçekleşmemiştir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın girişimiyle 27-30 Kasım 1978’de İstanbul’da Rü’yet-i Hilâl Konferansı düzenlenmiştir. On dokuz İslâm ülkesi ve üç İslâm merkezinden din âlimi ve astronomi bilgini delegelerin katıldığı konferans çalışmaları “Din Komisyonu” ve “Astronomi Komisyonu” olmak üzere iki komisyon halinde, daha önce yapılmış olan Kuala Lumpur ve Küveyt Din İşleri ve Evkaf bakanları konferanslarında elde edilen sonuçları tamamlayıcı ve geliştirici istikamette sürdürülmüştür. Gerek konferansa katılan ülke ve temsilcilerinin sayısı, gerekse konuya kesin çözüm sağlayan sonuçları bakımından daha önce bu konuda yapılmış olan çalışmaların en başarılısı olarak değerlendirilen konferansın son oturumunda oy birliğiyle alınan kararların probleme çözüm sağlayan maddeleri şunlardır: 1. İster çıplak gözle ister modern ilmin rasat metotlarıyla olsun aslolan hilâlin rü’yetidir. 2. Astronomların hesapla tesbit ettikleri kamerî aybaşlarına dinen itibar edilebilmesi için onların bu tesbitlerini hilâlin güneş battıktan sonra ve görüşü engelleyen bir durumun da bulunmaması halinde gözle görülebilecek şekilde ufukta fiilen mevcut olması esasına dayandırmaları gerekir ki bu rü’yete “hükmî rü’yet” denir. 3. Hilâlin görülebilmesi için iki temel şartın gerçekleşmesi zorunludur. a) Kavuşumdan sonra ay ile güneşin açısal uzaklığı 8°’den az olmamalıdır. b) Güneşin batış anında ayın ufuktan yüksekliğinin açısal değeri 5°’den az olmamalıdır. Sadece bu esasa göre normal durumlarda hilâlin çıplak gözle görülebilmesi mümkündür. 4. Hilâlin rü’yeti için belli bir yer şart değildir. Yeryüzünün herhangi bir bölgesinde hilâlin rü’yeti mümkün olursa buna dayanılarak ayın başladığına hükmedilebilir. 5. Din ve astronomi bilginleriyle rasathâne yetkililerince her kamerî yıl için 2, 3 ve 4. maddelerde zikredilen kriterlere dayalı bir takvim hazırlanmalıdır. Takvim komisyonu, müşterek takvim taslağını kabul etmek üzere periyodik olarak her yıl toplanacak ve ilk toplantı Mart 1979’da İstanbul’da yapılacaktır. 6. Takvim komisyonu şu ülkelerin temsilcilerinden oluşacaktır: Bengladeş, Cezayir, Endonezya, Irak, Katar, Küveyt, Mısır, Suudi Arabistan, Tunus, Türkiye. 7. Bu komisyon ramazan, şevval ve zilhicce ayları için hilâlin görülebileceği bölgeleri gösteren haritalar hazırlayacaktır. Böylece durum uygun olduğu takdirde bizzat hilâli gözleyerek rü’yeti gerçekleştirmek ve hesabın doğruluğu konusunda ikna olmak isteyen herkese kolaylık sağlanacaktır. Ayrıca bu haritalar, isteyen her devletin yetkili kılacağı uzman ve güvenilir bir heyete rasat yaptırmasına yardımcı olacaktır.
Bütün müslümanlar arasında nazarî olarak birliği sağlayacak mahiyetteki bu kararlarla fıkhî gelenek ve bilgilerin sınırları zorlanmadan mesele çözüme kavuşturulmuştur. Ancak İslâm ülkelerinin çoğunluğu bu esaslara uyduğu halde bazı ülkeler, delegeleri konferansta bunları tasvip ettiği halde kararlara uymamışlardır. Bu yüzden konferanstan sonra da arzulanan birlik tam anlamıyla gerçekleşmemiş ve konu gündemden düşmemiştir. Nitekim 31 Ekim - 2 Kasım 1985’te Dakar’da (Senegal) yapılan İslâm Ülkeleri Enformasyon ve Kültür İşleri Dâimî Komitesi ve 11-14 Kasım 1985’te Cidde’de gerçekleştirilen İslâm Ekonomi, Kültür ve Sosyal İşler Komisyonu toplantılarında bazı delegeler, hükmî rü’yete göre hazırlanan takvimlerin dinî konularda geçerli olmayacağını ileri sürmüşlerdir. Fakat bu toplantılarda daha önceki çalışmalarda alınan kararlara aykırı olmayan ve yeni bir hüküm de getirmeyen kararlar alınmıştır.
22-28 Aralık 1985’te Cidde’de yapılan Mecmau’l-fıkhi’l-İslâmî’nin ikinci dönem toplantısında konu tekrar gündeme getirilmişse de gerekli hazırlık çalışmaları yapılmak üzere müzakere bir sonraki toplantıya ertelenmiştir. Nihayet aynı kuruluşun 11-16 Ekim 1986’da Amman’da yapılan üçüncü dönem toplantısında konu bütün boyutlarıyla tartışılmış, uzun müzakerelerden sonra İstanbul Rü’yet-i Hilâl Konferansı kararlarına paralel olan şu iki karar alınmıştır: 1. Hadislerde yer alan, oruca başlama ve bayram yapma konusundaki emirlerin muhatabı bütün müslümanlar olduğu için rü’yet bir yerde sabit olunca bütün müslümanların buna uyması gerekir; ihtilâf-ı metâlia itibar edilmez. 2. Rü’yetin esas alınması gerekir; ancak hadislere ve kesin ilmî sonuçlara uygun olan astronomik hesap ve rasat çalışmalarından da faydalanılabilir.
Türkiye, İstanbul Rü’yet-i Hilâl Konferansı kararlarını titizlikle uygulamış, diğer İslâm ülkelerinde de uygulanması için gayret göstermiştir. Kararın 5. maddesi uyarınca takvim komisyonu 1989’a kadar periyodik olarak toplanmış, hazırlanan ortak takvim taslağını inceleyerek kabul etmiştir. Ancak 1989’dan itibaren komisyonun devamına gerek görülmemiş, Diyanet İşleri Başkanlığı’nca hazırlanıp Kandilli Rasathânesi tarafından onaylanan cetvel ve rü’yet haritalarının İslâm ülkelerine gönderilmesiyle yetinilmiştir.
Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nca ramazan, şevval ve zilhicce hilâlleri için hükmî rü’yetle yetinilmemekte, ayrıca hilâl gözetlemesi de yapılmaktadır. Bu çalışma, takvim ve hesaplardan şüphe edildiği için değil bunların doğruluğunun kanıtlanması için gerçekleştirilmektedir. 1970’li yıllardan başlayarak sürdürülen bu çalışmalara 1987’den itibaren bütün il müftülükleri de dahil edilmiştir. Bu amaçla bütün illere ramazan, şevval ve zilhicce aylarının beş gün öncesinden başlamak üzere her il için ayrı ayrı hesaplanan güneş ve ayın doğuş-batış saatleri, güneşin batış noktasına göre ayın yüksekliği ve semt açısı ile (azimut) hilâlin görülebilirlik durumlarını gösteren cetveller gönderilmekte ve yapılacak gözlem sonuçlarıyla cetvellerdeki bilgilerin karşılaştırılması istenmektedir. Gerek merkez gerekse müftülüklerce sürdürülen gözlemlerde şimdiye kadar hesaplara uymayan hiçbir sonuçla karşılaşılmamış, bütün gözlem sonuçları hesapları teyit etmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
Cevherî, eṣ-Ṣıḥâḥ, “şhd”, “ḳdr”, “hll” md.leri.
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “reʾy”, “şhd”, “şhr”, “ḳmr”, “hll” md.leri.
Lisânü’l-ʿArab, “reʾy”, “şhd”, “şhr”, “ḳdr”, “ḳmr”, “hll” md.leri.
Ahmed b. Muhammed el-Feyyûmî, el-Miṣbâḥu’l-münîr, “ḳdr”, “ḳmr”, “hll” md.leri.
Fîrûzâbâdî, el-Ḳāmûsü’l-muḥîṭ, “reʾy”, “şhd”, “ḳdr”, “ḳmr”, “hll” md.leri.
Wensinck, el-Muʿcem, “ramażân”, “ṣavm”, “hilâl” md.leri.
M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḳmr”, “hll” md.leri.
Miftâḥu künûzi’s-sünne, “ramażân”, “ṣavm” md.leri.
el-Muvaṭṭaʾ, “Ṣıyâm”, 1-4.
Müsned, I, 28, 44, 162, 221, 226, 258, 306, 327, 344, 367, 371, 406; II, 5, 13, 63, 145, 259, 263, 271, 281, 287, 415, 422, 430, 438, 454, 456, 469, 497, 516; III, 279, 329, 431; IV, 23, 223, 314, 321, 377; V, 42, 57, 58, 329, 362; VI, 149, 311.
Dârimî, “Ṣavm”, 1-5.
Buhârî, “Ṣavm”, 5, 11-14.
Müslim, “Ṣıyâm”, 3-20, 28-30, “Fiten”, 110.
İbn Mâce, “Ṣıyâm”, 6-8, “Ṭahâret”, 122.
Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 4-9, 13-14.
Tirmizî, “Ṣavm”, 2, 4-5, 7, 9, 11, “Daʿavât”, 51, “Ṭahâret”, 102.
Nesâî, “Ṣıyâm”, 7-13, 17, 37.
Şâfiî, el-Üm, II, 80-81.
Sahnûn, el-Müdevvene, Kahire, ts. (Matbaatü’s-saâde), I, 193-195.
Tahâvî, Muḫtaṣarü’ṭ-Ṭaḥâvî (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Kahire 1370, s. 53, 55-56.
Cessâs, Aḥkâmü’l-Ḳurʾân (Kamhâvî), I, 249-258.
Cezîrî, el-Meẕâhibü’l-erbaʿa (Kahire), I, 547-552.
Dârekutnî, es-Sünen (nşr. Abdullah Hâşim Yemânî), Kahire 1386/1966, II, 156-164, 167-171.
Hâkim, el-Müstedrek (Atâ), I, 584-587.
Mâverdî, el-Ḥâvi’l-kebîr (nşr. Ali M. Muavvaz – Âdil Ahmed Abdülmevcûd), Beyrut 1414/1994, III, 407-413.
İbn Hazm, el-Muḥallâ, V, 235-240.
Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ, Haydarâbâd 1352, IV, 204-206, 211-213.
Bâcî, el-Münteḳā, Kahire 1332, II, 35-40.
Şîrâzî, el-Müheẕẕeb (nşr. Vehbe ez-Zühaylî), Dımaşk 1412/1992, II, 592-597.
Serahsî, el-Mebsûṭ, III, 64, 139-140.
Zemahşerî, el-Keşşâf (Beyrut), I, 227-228, 234-235.
Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Aḥkâmü’l-Ḳurʾân, I, 82-85, 98-100.
Kâsânî, Bedâʾiʿ, II, 80-82.
Mergīnânî, el-Hidâye (İbnü’l-Hümâm, Fetḥu’l-ḳadîr [Bulak] içinde), II, 52-53, 58-61.
İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, Kahire, ts. (Dârü’l-fikr), I, 125, 196-201.
Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, V, 96-98, 130-136.
İbn Kudâme, el-Muġnî (Herrâs), III, 87-90.
Şehâbeddin el-Karâfî, el-Furûḳ, Tunus 1302, II, 199-204.
Kurtubî, el-Câmiʿ, II, 293-296, 341-347.
İbn Dakīkul‘îd, İḥkâmü’l-aḥkâm (nşr. Ahmed M. Şâkir), Beyrut 1407/1987, II, 8-10.
Nevevî, Şerḥu Müslim, VII, 189-190.
a.mlf., el-Mecmûʿ (nşr. Muhammed Necîb el-Mutîî), Beyrut 1415/1995, VI, 275-295.
Zeylaî, Tebyînü’l-ḥaḳāʾiḳ, Bulak 1313, I, 316-322.
İbn Cüzey, Ḳavânînü’l-aḥkâmi’ş-şerʿiyye (nşr. Abdurrahman Hasan Mahmûd), Kahire 1405-1406/1985, s. 110-111.
Takıyyüddin es-Sübkî, el-ʿAlemü’l-menşûr fî is̱bâti’ş-şühûr, Kahire 1329, s. 1-56.
a.mlf., el-Fetâvâ, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), I, 209-210.
Merdâvî, el-İnṣâf (nşr. M. Hâmid el-Fıkī), Beyrut 1378, III, 269-280.
İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, Beyrut 1385/1986, I, 379-380, 398-400.
İbn Kudâme el-Makdisî, eş-Şerḥu’l-kebîr (nşr. M. Reşîd Rızâ), Kahire 1346, III, 1-3.
İbn Hacer, Fetḥu’l-bârî (Hatîb), IV, 143-152.
Aynî, ʿUmdetü’l-ḳārî, İstanbul 1308, V, 182-185, 190-195.
a.mlf., el-Binâye, Beyrut 1411/1990, III, 612-632.
İbnü’l-Hümâm, Fetḥu’l-ḳadîr (Bulak), II, 52-54.
Tecrid Tercemesi, VI, 252-253, 255, 258-262.
Süyûtî, Tenvîrü’l-ḥavâlik, Kahire 1348, I, 211-212.
İbn Nüceym, el-Baḥrü’r-râʾiḳ, II, 283-291.
İbn Hacer el-Heytemî, Tuḥfetü’l-muḥtâc, Kahire 1315, III, 371-385.
Şirbînî, Muġni’l-muḥtâc, II, 139-145.
Ebüssuûd Efendi, İrşâdü’l-ʿaḳli’s-selîm, Kahire, ts., I, 199-200, 203; III, 164-165; V, 159-160; VII, 176.
Remlî, Nihâyetü’l-muḥtâc, Beyrut 1404/1984, III, 149-157.
el-Fetâva’l-Hindiyye, I, 197-199.
Zürkānî, Şerḥu’z-Zürḳānî ʿale’l-Muvaṭṭaʾ, Beyrut 1411/1990, II, 204-209.
Emîr es-San‘ânî, el-ʿUdde ʿalâ şerḥi’l-ʿUmde (nşr. Abdülmu‘tî Emîn Kal‘acî), Kahire 1410/1990, III, 281-288.
İbrâhim Hakkı Erzurûmî, Mârifetnâme, İstanbul 1330, s. 54, 75-78, 103.
Şevkânî, Neylü’l-evṭâr, Kahire 1380/1961, IV, 197-207.
a.mlf., es-Seylü’l-cerrâr (nşr. Mahmûd İbrâhim Zâyed), Beyrut 1405/1985, II, 111-115.
İbn Âbidîn, Reddü’l-muḥtâr, II, 90-96.
a.mlf., Tenbîhü’l-ġāfil ve’l-vesnân ʿalâ aḥkâmi hilâli ramażân (Mecmûʿatü’r-resâʾil içinde), İstanbul 1325, I, 231-253.
Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Riyâzü’l-Muhtâr, Bulak 1303, s. 342-363.
Mercânî, Nâẓûretü’l-ḥaḳ fî farżiyyeti’l-ʿişâʾ ve in lem yeġibi’ş-şafaḳ, Kazan 1287/1870, s. 43-48.
Azîmâbâdî, ʿAvnü’l-maʿbûd, VI, 433-456.Mübârekfûrî, Tuḥfetü’l-aḥveẕî, Beyrut 1410/1990, III, 299-312.
Muhammed Bahît, İrşâdü ehli’l-mille ilâ is̱bâti’l-ehille, Kahire 1329.
Tantâvî Cevherî, Risâletü’l-hilâl, Kahire 1333/1915.
Elmalılı, Hak Dini, I, 646-652, 681-684.
a.mlf., “Rü’yet-i Hilâl Meselesi”, SR, XXII/561-564 (1339), s. 115-117, 132-134.
a.mlf., “İsbât-ı Şehre Dair Nusûs”, a.e., XXII/565-566 (1339), s. 148-150.
Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-Menâr, II, 149-151.
a.mlf., “İs̱bâtü şehri ramażân ve baḥs̱ü’l-ʿamel fîhi ve fî ġayrihî bi’l-ḥisâb”, el-Aṣâle, III/21, Cezayir 1394/1974, s. 63-67.
Merâgī, Tefsîr, Kahire 1389/1970, II, 73-74, 83-84.
Abdülvehhâb el-Merâkeşî, el-ʿAẕbü’z-zülâl fî mebâḥis̱i rüʾyeti’l-hilâl, Katar 1397/1977.
Seyyid Sâbık, Fıḳhü’s-sünne, Beyrut 1398/1977, I, 435-437.
Ali Bayram – M. Sadi Çöğenli, Aylar ve Rü’yet-i Hilâl, Erzurum 1978.
Ramazan ve Bayramların Tesbitinde Benimsenecek Müşterek Metod Konferansı 27.11.1978 İstanbul-Türkiye, Ankara, ts. (Diyanet İşleri Başkanlığı), s. 1-40.
Yakup Çiçek, Sahur Vakti ve Rü’yet-i Hilâl Mes’elesi, İstanbul 1983, s. 71-115.
Zühaylî, el-Fıḳhü’l-İslâmî, II, 597-610.
Mohammad Ilyas, New Moon’s Visibility and International Islamic Calendar for the Asia-Pasific Region, Kuala Lumpur 1414/1994.
a.mlf., “New Moon’s Visibility 2: Lunar Date Line Calculations, Sighting and Calendar”, IC, LVII/2 (1983), s. 87-112.
Ahmed Hamdi (Akseki), “Savm ve Fıtırda Telefon ve Telgrafla Amel”, SR, XII/295 (1330), s. 154-155.
Mehmed Fatîn (Gökmen), “Rü’yet-i Hilâl Meselesi”, a.e., XXII/555-560 (1339), s. 69-72, 84-87, 101-102.
Muhammed Ebü’l-Ulâ el-Bennâ, “Aḥkâmü iḫtilâfi’l-meṭâliʿ”, ME, XXVI/4 (1954), s. 232-234.
a.mlf., “Evḍâʿu’l-hilâl ve ḥudûdü rüʾyetih”, a.e., XXVIII/9 (1957), s. 838-841.
Kâmil Miras, “Ramazan Hilâli”, SR, IX/218 (1956), s. 276-277.
Osman Keskioğlu, “İsmail Gelenbevî ve Subût-ı Hilâl Meselesi”, AÜİFD, XIII (1965), s. 21-30.
“Reʾyü lecneti’l-iftâ fi’l-ʿamel bi’l-ḥisâbi’l-felekî li-taʿyîni mevâḳīti’l-ʿibâdât”, el-Aṣâle, III/21, Cezayir 1394/1974, s. 11-21.
Muhammed Tâhir b. Aşûr, “İʿtibârâtü’t-taḳvîm fî şübûti şehri’ṣ-ṣavm ve bi’l-ḥisâbâti’l-felekî fî duḫûli’ş-şehri’l-ḳamerî”, a.e., III/21 (1394/1974), s. 23-27.
Celâl Yıldırım, “Ramazan Hilâli”, Diyanet Dergisi, XIV/4, Ankara 1975, s. 232-238.
M. Saim Yeprem, “Dinî Bayramların Tesbiti Üzerine”, a.e., XVII/5 (1978), s. 300-311.
a.mlf., “Rü’yet-i Hilâl Konferansının Ardından: Neydi, Ne Oldu?”, Nesil, III/3, İstanbul 1978, s. 3-16.
Ali Hasan el-Bulâtî, “Müşkiletü’l-hilâl eleyse lehâ min ḥal”, ME, LI/3 (1979), s. 639-657.
Ahmet Baltacı, “Rü’yet-i Hilâl Münakaşaları”, Diyanet Dergisi, XVIII/1, Ankara 1979, s. 25-43.
Kemal Güran, “İslâm Ülkeleri Arasında Ramazan, Bayram Günü Birliğinin Sağlanması”, Nesil, IV/37-38, İstanbul 1979, s. 98-100.
Ali Şafak, “Ramazan Hilâli ve Kutuplara Yakın Yerlerde Namaz Vakti Meseleleri Üzerine Bir Araştırma”, İslâm Medeniyeti, V/4, İstanbul 1982, s. 3-28.
Ali Toksarı, “Nisab Açısından Rivâyet-Şehâdet Farkı”, EÜ İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 1, Kayseri 1983, s. 231-248.
Mahmut Kaleli, “Kim Haklı, Müslüman Ülkeler Neden Farklı Günlerde Bayram Yapıyor?”, İlim ve Sanat, I/2, Ankara 1985, s. 63-69.
A. Nihat Eskioğlu, “Hilalin Tesbiti Rü’yetle mi, Hesapla mı Olmalı?”, a.e., II/7 (1986), s. 29-32.
Muhammed Ali et-Teshîrî, “Bidâyetü’ş-şühûri’l-ʿArabiyye”, Mecelletü Mecmaʿi’l-fıḳhi’l-İslâmî, II/2, Cidde 1407/1986, s. 841-856.
Muhammed el-Muhtâr es-Selâmî, “Tevḥîdü bidâyâti’ş-şühûri’l-ʿArabiyye”, a.e., II/2, s. 857-874.
Muhammed Abdüllatîf Sâlih el-Ferfûr, “Risâletü bulġati’l-meṭâliʿ fî beyâni’l-ḥisâb ve’l-meṭâliʿ”, a.e., II/2, s. 875-905.
Hârûn Halîl Cîlî, “Bidâyetü’ş-şühûri’l-ʿArabiyye”, a.e., II/2, s. 907-926.
Mustafa Ahmed ez-Zerkā, “Ḥavle iʿtimâdi’l-ḥisâbi’l-felekî li-taḥdîdi bidâyeti’ş-şühûri’l-ḳameriyye hel yecûz şerʿan ev lâyecûz”, a.e., II/2, s. 927-936.
Abdullah b. Zeyd Âlü Mahmûd, “İctimâʿu ehli’l-İslâm ʿalâ ʿîdin vâḥidin külle ʿâm ve beyânü emri’l-hilâli ve mâ yeterattebü ʿaleyhi mine’l-aḥkâm”, a.e., II/2, s. 939-965.
Bekir b. Abdullah Ebû Zeyd, “Ḥükmü is̱bâti evveli’ş-şehri’l-ḳamerî ve tevḥîdi’r-rüʾye”, a.e., III/2, Mekke 1408/1987, s. 817-841.
Mustafa Kemâl et-Târzî, “Tevḥîdü bidâyeti’ş-şühûri’l-ḳameriyye”, a.e., III/2, s. 845-873.
Muhammed Ali es-Sâyis, “Tevḥîdü bidâyeti’ş-şühûri’l-ḳameriyye”, a.e., III/2, s. 925-969.
Sâlih b. Muhammed, “el-Aḥkâmü’l-müteʿalliḳa bi’l-hilâl”, Mecelletü’l-buḥûs̱i’l-İslâmiyye, sy. 27, Riyad 1988-89, s. 91-118.
Mâcid Ebû Rahye, “İs̱bâtü’l-ehille”, Mecelletü’ş-şerîʿa ve’d-dirâsâti’l-İslâmiyye, VI/13, Küveyt 1989, s. 375-419.
Ahmed Muhammed Şâkir, “Dînî Günlerin Tesbitinde Hesaba Güvenilebilir mi?” (trc. Rahmi Yaran), Diyanet Dergisi, XXVIII/2, Ankara 1992, s. 3-13.
C. Schoy, “Ay”, İA, II, 38-40.
J. Schacht, “Hilāl”, EI2 (İng.), III, 379-381.
D. A. King, “al-Maṭāliʿ”, a.e., VI, 792-794.
a.mlf., “Ruʾyat al-Hilāl”, a.e., VIII, 649-650.
C. Schoy – [Nüzhet Gökdoğan], “Ay”, Küçük Türk-İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1980, 3. fas., s. 237-240.
Muammer Dizer, “Ay”, DİA, IV, 183-188.
https://islamansiklopedisi.org.tr/hilal#2-turk-edebiyati
TÜRK EDEBİYATI. Divan şiirinde hilâlle ilgili zengin mazmunlar teşekkül ettiği gibi hilâl çeşitli teşbihlerin de konusu olmuştur. Bâkî’nin, “Ne hoş yaraştı sipihre kevâkib içre hilâl / Takındı pâyine gûyâ ki cevherî halhal” beytiyle başlayan kasidesinin uzun nesîb bölümü hemen tamamen hilâlin görünmesiyle ilgili söz oyunlarından ibarettir. Ayrıca harflerle hilâl arasında edebî ve tasavvufî yönden münasebetler kurularak bazı yorumlar yapılmıştır. Harflerin hilâlle münasebeti daha çok imlâ yönündendir. Meselâ Allah kelimesi (الله) hilâl (هلال) ve lâle (لاله) kelimeleriyle aynı harfleri ihtiva eder. Lafza-i celâl elifle başladığı ve elif hilâle benzediği için eski şiirde hilâlin Allah’ı telmih ettiği kabul edilmiştir. Âşık aşk yükü ve ıstırabıyla, ihtiyar da ömür ve kahır yüküyle iki büklüm olup dâl (د) harfine dönmüş ve bu haliyle hilâle benzetilmiştir. Dâl kelimesi aynı zamanda “delâlet eden, delil olan” mânasına gelir. Gökyüzü sayfasında Hakk’ın varlığına delâleten yazılmış dâl harfiyle kastedilen de yeni aydır. Yay çekilirken okçunun boynu eğilir, dâle benzer; hilâl de felek yayını çeke çeke dâle dönmüştür. Sevgilinin kaşı ile hilâl arasındaki çok yaygın benzetme âşığın dertten belinin bükülmesi imajıyla beraber kullanılmıştır: “Yine bir kaşı hilâlin sitemi çerh gibi / Kaddimi kıldı kemer tâkatimi eyledi tâk” (Bâkî). Kaş-hilâl-yay ilişkisi içinde kaşlar ve hilâl râ (ر) harfine benzetilir. Hz. Peygamber’in, eline kalem almadığı halde felek levhasına iki râ (رر) harfi yazdığı söylenerek inşikāku’l-kamer mûcizesine telmih yapılır. Receb ayının ilk harfi olan “râ”nın hilâle benzemesiyle üç ayların başladığına da işaret edilmiştir. Hilâlin doğması ve görünmesi, gökyüzü kâtibinin gökyüzü levhasına güneşin altın suyu ile bir lâm (ل) harfi yazması şeklinde düşünülmüştür. Lâm harfi de “dâl” gibi beli bükük âşığı veya ihtiyarı temsil eder. Ebced hesabına göre lâm harfi otuz sayısına tekabül ettiği için “lâm”a benzetilen hilâl de otuz sayısını, yani otuz günlük zaman dilimi olan ayı sembolize etmiş olmaktadır. Nûn (ن) harfi de şekil bakımından yeni aya benzetilir; noktası ise yıldızdır. Diğerlerinde olduğu gibi bazan bu harfin de kâtibi güneştir. Hilâl ters yazılmış nûn da olabilir. Bâkî’nin, “Ya nûndur görünür âhirinde şa‘bânın / Ya râdır ol ramazan evveline olmuş dâl” beyti bunu anlatır. Diğer taraftan hilâlin görünmesiyle başlayan ay başlarında sevgilinin kaşlarına benzeyen hilâli görünce âşığın derdi artar. Yine hilâl-kaş ilişkisinde çatık veya eğri kaşa benzetilen hilâl ile “çatık kaş”, “kaş eğmek” sözleri Hakk’ın celâl ve kahhâr isimlerine delâlet eder. Hilâl aynı zamanda işlemeli gök seccadesine secde eden bir mümindir.
Hilâl (mâh-ı nev) gökyüzünün kulağı, ağzı veya dudağıdır: “Âteş-i âhım Hayâlî yakmaya çarhı deyü / Encüm ile mâh-ı nev oldu felekte göz kulak” (Hayâlî Bey). Bazan da hayretle açılmış bir ağza benzetilir. Nitekim şaşırmayı veya takdiri ifade eden “ağzı açık kalmak”, “parmağını ısırmak”, “hayret parmağı” deyimlerinde ağız ve parmak hilâli ifade eder. Hayâlî Bey’in, “Berk-ı âhım âsümâna şöyle hayret verdi kim / Dişledi dendân-ı pervîn mâh-ı nev barmağını” beyti bu anlayışı aksettirir. Hilâl gökyüzünün parmağını oynatmasıdır. Altın bağışlayan güneş zenginine karşı hilâl el açan bir yoksuldur. Beş hilâl ile beş parmağa işaret edilir. Sevgilinin parmağından kesilen tırnak da hilâl gibidir. Şeyh Galib’in, “Ay yenisi gökte ne ülker satar / Değmeyicek kestiği tırnağını” beyti bunu anlatır. Bulutlar arasında kalan hilâl ise sevgilinin pamuk içinde saklanan tırnağıdır. Güzelin ufuk misali yakasından görünen göğsü ve beli de hilâle benzetilmiştir.
Gökyüzü ve gök cisimleriyle hayvan veya hayvanla ilgili unsurlar arasında çeşitli tasavvur ve tahayyülleri görmek mümkündür. Bunlardan göklerin dönmesiyle at arasında ilgi kurularak hilâl gümüş veya altın bir eyere, üzengiye (rikâb) ve nala, yıldızlar da nal çivisine benzetilir. Eski bir gelenek olarak düşmanı şaşırtmak için bazan atın ayağına nal ters çakılırdı. Hilâlin ters çakılmış nala teşbihi bundan dolayıdır. Rengârenk görünmesi, beş vakitte ötmesiyle horoz-zaman ilişkisi içerisinde gökyüzü horoza benzetilmekte, hilâl de bu horozun ibiği veya kuyruğu olmaktadır. Hilâl, iki ucu kanada benzetilerek gökte uçan beyaz bir güvercin şeklinde tasavvur edilir. Güvercinler haberleşmede kullanıldığından hilâl de her ayın başlangıcını haber veren bir güvercin gibidir. Gökyüzü kumru olarak düşünüldüğünde hilâl gagasına, hâle de boynundaki siyah halkaya benzetilir. Bu halka aynı zamanda kulluğa, âşıklığa ve esarete işarettir.
Hilâl, gökyüzü denizinin ufuk sahillerinde görünen bir gümüş balığıdır. Kazâ ve kader oklarının atıldığı bir yay veya okçuların parmaklarına taktıkları kemikten yapılmış bir çeşit yüzük olan zihgirdir. Gökyüzüne asılmış kılıç veya hançerdir: Bâkî’nin, “Heman bu hançer-i zerrin-gılâf-ı pâşâdır / Ki tâk-ı arşa asıldı bu şeb hilâl-misâl” beytiyle Fuzûlî’nin, “Adû-yı câhının kat‘-ı hayâtıyçün çeker her ay / Gılâf-ı lâciverdîden hilâl-i âsmân hançer” beyti bunu ifade eder. Hançer veya kılıç benzetmesiyle gök çarkı hilâli bileyip keskinleştirirken çıkan kıvılcımlar da yıldızları teşkil eder.
Hilâl, gök sofrasının veya Tanrı sofrasının dilimlenmiş ekmeğidir. Ramazanın başlamasını, orucun bitmesini, yiyip içmeye ve eğlenceye başlanılmasını telmihen hilâlin en çok benzetildiği unsurlardan biri de kadehtir. Hilâl kadeh olunca şafak şaraba, yıldızlar mezeye, devamlı döndüğü için felek de sâkîye benzetilir. Cer kâsesi denilen dilenci keşkülü, çaydanlık demliğine benzeyen eski tip çocuk emziği ve kürdan yeni aya teşbih edilirken dolunay da nurdan bir tabağa, gümüşten bir kâseye, iki kefeli bir teraziye veya ölçeğe benzetilir.
Nakil vasıtaları bakımından en çok hilâl-gemi veya kayık münasebetleri kullanılmaktadır: “Mâh-ı nevden Dicle’de gösterdi zevraklar misâl / Kim görüptür kim ola bir âsümânda bin hilâl” (Fuzûlî). Gökyüzü engin bir deniz, ufuklar sahil, hilâl de bu sahillerde dolanan veya kan deryasına benzeyen şafak vakitlerinde bu deryaya batan bir gemidir. “Kara” kelimesi “arazi” ve “siyah” mânasınadır. Kara görününce geminin karaya, sahile süratle yaklaşması gibi hilâl gemisi de ufka yönelir veya hilâl dümenini kıran yeni ay ecel teknesi, ölüm gemisi yani tabut olarak da tahayyül edilir.
İnşâî unsurlar bakımından hilâl mehçeye (alem), kapı halkasına, yıldız mücevherlerini koruyan gökyüzü hazinesinin gümüşten kilidine ve anahtarına, gök sarayının kemerine, gök deryası üzerinde bir köprüye, yıldız tanelerini ihtiva eden bir tuzağa ve beşiğe benzetilmiştir.
Türk folklorunda da hilâlle ilgili çeşitli inanışlar mevcuttur. Hilâlin ilk günü gebe kalan kadının çocuğu güzel olur. Hilâlin ağzı yukarıda görünürse ucuzluğa, ucu yukarıda olursa o yıl kışın şiddetli geçeceğine, sırt üstü olursa zelzeleye ve belâya işaret sayılması bunlardandır (ayrıca bk. AY).
Halk edebiyatında hilâl divan şiirinde olduğu kadar zengin mazmun ve teşbihlerle kullanılmamıştır. Karacaoğlan’ın, “Çeşit çeşit bağlamışsın başını / Uydurmuşsun zülfe hilâl kaşını” mısralarında olduğu gibi sadece sevgilinin kaşının benzetildiği teşbih veya istiâre olarak değişik motiflerle tekrarı oldukça yaygındır. Cumhuriyet döneminde halk edebiyatı şekil ve motiflerinden faydalanılarak yazılmış bazı şiirlerde de hilâle bu anlamıyla yer verilmiştir: “Gel ey hilâl kaşlım dizim üstüne / Ay bir yandan sen bir yandan sar beni” (Sabahattin Ali).
Tanzimat’tan sonra değişen ve toplum meselelerine açılan yeni Türk edebiyatında hilâl, divan şiirindeki mazmunların hemen hiçbiriyle ifade edilmemiştir. Şinâsi’nin, “Vaktâ ki felek şekl-i hilâlin kamer eyler / Gün geçtiğini ömr-i beşerden haber eyler” beytinde olduğu gibi zamanın geçişinin sembolü olan hilâl, bunun dışında pek az örnekte de tabiattaki gerçek varlığıyla ortaya çıkar ve çok defa şairin bulunduğu ruh haliyle özdeşleşir. Recâizâde Mahmud Ekrem’in “Hilâl-i Seher”, Tevfik Fikret’in “Ufuk ve Hilâl”, Ahmed Hâşim’in “Hilâl-i Semen” adlı şiirleri bu çeşit kullanımın birkaç örneğidir. Buna karşılık bayraktaki hilâl dolayısıyla daha zengin çağrışımlara açıldığı görülen ifadelere rastlanır. Çerkezşeyhizâde Halil Hâlid’in Hilâl ve Salîb Münâzaası (Kahire 1325) adlı kitabında olduğu gibi fikrî eserlerde Hıristiyanlığın sembolü olan salibe karşılık hilâl İslâm’ı temsil eder. Nâmık Kemal’in “Hilâl-i Osmânî” manzumesiyle Yahya Sâim’in (Ozanoğlu) Hilâlin Gölgesinde: Çanakkale-Kutü’l-Emâre Zafer Destanı adlı şiir kitabı bu semboller etrafında kaleme alınmıştır. Mehmed Âkif’in şiirleri arasında Âsım’da, “Bir hilâl uğruna yâ Rab ne güneşler batıyor”; “İstiklâl Marşı”nda, “Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl” ve “Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl” mısraları, bayrak dolayısıyla hilâlin dinî ve millî bir sembol olarak ifadesinin en hamâsî-lirik örneklerini teşkil eder. Ahmet Cemil Akıncı’nın Hilâllerin Gölgesinde (İstanbul 1967), Sevinç Çokum’un Hilâl Görününce (İstanbul 1988) adlı romanlarında aynı sembol tema olarak işlenmiştir.
Hilâl aynı zamanda, kemik ve şimşir gibi sert ağaçtan yapılmış, kulak ve diş temizliğinde kullanılan bir ucu sivri, diğer ucu kaşık gibi enli bir aletin adıdır. Bu alet Sâbit’in, “Kimsenin kurcalama aybını mânend-i hilâl / Belki setretmede hem-hâsıyyet-i misvâk ol” beytiyle edebiyata da girmiştir. Mahalle mekteplerinde çocukların harfleri göstermede, hecelemede veya satır takibinde kullandıkları, bir iplikle kitabın arasında bağlı duran gümüş veya tunçtan yapılmış alete de hilâl denir. Bâkî’nin, “Sarındı meh yine bir hûb Yûsufî destâr / Sokundu farkına bir tâne ince sîm hilâl” beyti buna işarettir. Bu incelikte bir borudan akan su miktarına da hilâl denilmiştir. Konak veya hamamlara verilen suyun bedelinin tesbitinde hilâle bağlı olarak şu ölçü birimleri kullanılmıştır: 2 hilâl = 1 çuvaldız, 2 çuvaldız = 1 ikili, 4 çuvaldız = 1 masura, 2 masura = 1 kamış, 4 masura = 1 lüle, 3 lüle = 1 salma (Pakalın, ilgili maddeler; ayrıca bk. S‘). Hilâle benzeyen bir çeşit kadeh ise “hilâlî” olarak adlandırılmaktaydı.
BİBLİYOGRAFYA
Mehmed Çavuşoğlu, Necâti Bey Dîvânı’nın Tahlili, İstanbul 1971, s. 242-245.
Harun Tolasa, Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası, Ankara 1973, s. 445-449.
Ahmet Talât Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı (haz. Cemâl Kurnaz), Ankara 1992, s. 205.
İskender Pala, Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, Ankara 1995, s. 5, 57-59, 252.
Cemâl Kurnaz, Hayâlî Bey Dîvânı’nın Tahlili, İstanbul 1996, s. 475.
Pakalın, I, 830.
“Hilâl”, TDEA, V, 233.
https://islamansiklopedisi.org.tr/hilal#3-sembol-olarak-hilal
Sembol Olarak Hilâl. Ayın evreleri içinde dolunay güzellik ve parlaklık, hilâl ise bunlarla birlikte yenilik, doğum ve taze hayat simgesi kabul edilir. Ay tarihte pek çok toplum tarafından tanrı sayılmış ve ayla ilgili birçok mit oluşturulmuştur. Türk mitolojisinde de bu türün örnekleri oldukça fazladır. Bunların bir bölümü Türkler’in ve Moğollar’ın menşei veya ilk yaratılışla ilgilidir. Kırk günlük iken konuşmuş, yakışıklı ve çok kuvvetli efsanevî bir kahraman olan Oğuz Han’ın ışıkla gelen “altun kazılık kız” ile evliliğinden Gün, Ay ve Yıldız doğmuştur. Bu mit Sumer kozmogonisiyle büyük bir benzerlik arzeder (Türker-Küyel, s. 521). Memlükler devrinde Mısır’da yaşamış Türk asıllı Aybeg ed-Devâdârî’nin Türkler’in menşeiyle ilgili olarak anlattığı yaratılış destanına göre insanlığın veya Türkler’in ceddi Ay-Atam’dır (Ögel, I, 485).
Uygur Türkleri Mani ve Buda dinlerini benimsedikten sonra “Kök Tengri”ye “Ay Tengri” demeye başlamışlardır; bunun Hârizmşahlar döneminde devam ettiği görülmektedir (a.g.e., II, 202-203). Bazı kağanlar için “ay tanrıda kut bulmuş” ifadesi kullanılırdı (Kafesoğlu, s. 125-126; Caferoğlu, sy. 1, s. 112-114). Emel Esin’e göre Türkler’in milâttan en az bin yıl önceki atalarınca dahi ayyıldız hükümdarın ve parlaklığın simgesi sayılıyordu; daha sonraki Türk toplumlarında da bu gelenek sürdü. Göktürk boylarından bazılarının damgaları hilâl şeklindeydi ve Uygur tuğları ile Karahanlı bayrağının hilâl alemleri vardı; Karahanlılar’ın sikkelerinde de hilâl motifi bulunmaktaydı (Esin, I, 313 vd.).
Sumerler’in Sâmîler’de Sin’e tekabül eden ay tanrıları Nanna’nın sembolü hilâldi. Mezopotamya’da bulunan tarihî kalıntılar içinde özellikle mühürlerde ve sınır taşları üzerinde hilâle çok sık rastlanmaktadır. Ortadoğu’da değişik adlarla Mısır, Roma ve Yunan medeniyetlerinde görülen gök cisimlerine tapınma geleneğinde ay tanrısı/tanrıçası da hilâl şeklinde tasvir edilirdi (Gray, s. 98-99).
Eski Ortadoğu’da hilâl sadece Mezopotamya’da değil çok geniş bir alanda sembol olarak kullanılmıştır. Mısır’da Thot ay tanrısı, İsis ay tanrıçası idi ve başlarında hilâlle kuşatılmış kurs bulunan bir başlıkla tasvir edilirlerdi. İran’da da hilâl sembolünün önemli bir yeri vardı. Düalist Zerdüştî tasavvuruna göre tanrı Hürmüz’ün iki gözünden biri ay, diğeri güneşti. I ve II. Darius (Dara) gibi bazı Ahamenî hükümdarlarına ve hânedanlarına ait paralarda hükümdar tasvirlerinde tacın üzerinde bir hilâl yer almaktadır (A Survey of Persian Art, VII, 126, 127). Sâsânî paralarının çoğunda da hilâl bulunmaktadır ve bunların bir kısmı yıldızlıdır (a.g.e., VII, 251-252).
Mezopotamyalılar, eski Hintliler ve Amerika kıtası yerlilerinden Mayalar ayın evrelerini takvim ve tarih belirlemede kullanmışlardır; Eski Ahid ve Kur’an’a göre de ay için menziller yaratılmasının hikmeti budur. Mezmurlarda ayın tarih belirlemedeki önemine işaret edilir (104/19). Yahudiler için ayın ilk günüyle bedir günü bayramdı. Bununla birlikte yahudiler hilâli bir sembol olarak kullanmamışlardır.
Kur’an’da, “Sana hilâllerden sorarlar. De ki: Onlar insanlar için vakit ölçüleridir ...” (el-Bakara 2/189) buyurulur. Ayrıca yılların sayısı ve hesabının bilinmesi için aya menziller tayin edildiği (Yûnus 10/5), onun eğri hurma dalı haline gelinceye kadar inceldiği ve bir yörüngede döndüğü (Yâsîn 36/39-40) belirtilir. Hadislerde hilâl daha çok oruç ve hac zamanının tesbitiyle ilgili olarak geçmektedir (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “hilâl” md.). Hilâl Allah’ın varlığının ve kudretinin delillerinden biri sayılır. Birçok âyette ayın insanların hizmetine sunulduğu belirtilir, ayrıca birkaç yerde onun üzerine yemin edilir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḳmr” md.; ayrıca bk. AY). Geçmiş kültürlerde farklı bir anlam taşısa da âyet ve hadislerde anlatılan özellikleri sebebiyle hilâlin müslümanlar tarafından mutluluk, sevinç ve dirilişin sembolü olarak kullanılmasında bir sakınca görülmemiş olmalıdır. İbn Hacer el-Askalânî’nin İbn Yûnus’tan naklettiği rivayete göre Hz. Peygamber, kabilesinin elçisi sıfatıyla Medine’ye gelen Sa‘d b. Mâlik b. Ubeysır el-Ezdî’ye kavmine götürmesi için üzerinde hilâl bulunan siyah bir bayrak vermiştir (el-İṣâbe, II, 32). Ayyıldız motifinin Hz. Meryem ve Îsâ’yı sembolize ettiği, önceleri İskenderiye’nin, daha sonra da İstanbul’un sembolü olduğu ve Türkler’le müslümanlara Bizans’tan geçtiği ileri sürülmüşse de Abdülhay el-Kettânî yukarıda zikredilen rivayetin bu son iddiayı geçersiz kıldığını belirtmektedir (et-Terâtîbü’l-idâriyye, II, 80). Emevîler’in ayyıldız motifli Sâsânî paralarını kullanmalarında bunun bir payı olsa gerektir.
Hilâl motifinin bir sembol olarak VII. yüzyıldan itibaren İslâm dünyasında kullanıldığı görülmektedir. Emevîler döneminde Bîşâpûr’da basılan paralar Muâviye, Haccâc ve daha sonra Taberistan Valisi Ömer b. Alâ tarafından kompozisyonları değiştirilmeden ayyıldızlar arasına besmele, kelime-i tevhid veya bazı âyetler eklenerek yeniden darbedildi (Tözen, I, 3, lv. 1-36). Abbâsîler döneminde kendini bağımsız sayan devletler tarafından kesilen sikkeler arasında da hilâl motifi taşıyanlar vardı. Bunlardan X ve XI. yüzyıllara ait Karahanlı sikkelerinde bulunan hilâl motifi içine “lillâh”, “adl”, “ilig” (hükümdar) gibi bazı ibareler yazılmıştı (Esin, I, 355-356). Musul Zengî Hükümdarı Nâsırüddin Mahmud’un bakır dirhemlerinin bir yüzünde hilâl ortasında taç giymiş hükümdar kompozisyonu bulunmaktaydı (Treasures of Islam, s. 529). Daha sonra Büyük Selçuklular, Hârizmşahlar ve Anadolu Selçukluları’nca benimsendiği anlaşılan hilâl İlhanlı paralarında da yer almıştır. Mîrhând, Gazneli Hükümdarı Sebük Tegin’in hilâli ordusunda bir sembol olarak kullandığını belirtmektedir (Ravżatü’ṣ-ṣafâ, IV, 26). XI. yüzyılda Kutsal Roma-Cermen İmparatoru IV. Heinrich ile Papa VII. Gregorius arasında çıkan anlaşmazlıkta papanın krala karşı 1082’de gönderdiği orduda, göğüslerinde altından yapılmış hilâller taşıyan Sicilyalı müslüman askerler de vardı (Yakup Artin Paşa, I/3, s. 39). Fâtımîler’den kalan hilâl biçimi kolyelerle Haçlı seferlerini konu alan minyatürlerdeki müslümanların kalkanlarında görülen aynı tarz motifler bu bilgiyi doğrulamaktadır. II. Baudouin’in Haçlılar’a bağışladığı ve Dâviyye (Templier, Templar) şövalyelerinin kiliseye çevirdikleri Kubbetü’s-sahre’nin kubbesine altın bir haç yerleştirilmiş (İA, VI, 945), Selâhaddîn-i Eyyûbî Kudüs’ü Haçlılar’dan geri aldığı zaman (583/1187) bu haçı indirip yerine uçları birbirine yakın hilâl şeklinde bir alem koydurmuştu (a.g.e., VI, 960). Bu olaydan çok önce Alparslan 1064’te Ani’yi fethedince camiye çevrilen katedralin kubbesindeki büyük haç indirilip (Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi, s. 121) yerine daha sonra Ahlat’tan getirilen büyük bir hilâl konulmuş (Vardabet, I, 195), ancak Gürcüler’in 1124’te şehri geri alması üzerine alem yine haça çevrilmiştir (Turan, s. 6-7).
Anadolu’daki Türk-İslâm mimarisinde hilâlin karmaşık kompozisyonlar içinde yer aldığı görülür. Meselâ Divriği Ulucamii’ndeki çift başlı kartal kabartmasının iki yanında ve kuyruk başlangıcında olmak üzere üç hilâl bulunmaktadır. Konya İnce Minareli Medrese’de taçkapının iki tarafına simetrik biçimde yerleştirilen bitki (muhtemelen hayat ağacı) motifinin sap kısımlarına bir halkanın perspektif görünümü şeklinde birer hilâl resmedilmiştir. Erzurum Çifte Minareli Medrese’de de simetrik ejderha, hayat ağacı ve üstte çift başlı kartal kompozisyonunda bitki motifinin sap kısmını halka şeklinde bir hilâl sarmakta, iki yanda yer alan motiflerin alt kısımlarına yerleştirilenlerle bu sayı üçe tamamlanmaktadır. Hilâl şeklindeki bina alemleri en çok Osmanlılar döneminde kullanılmıştır. Bu da bütün İslâm ve Türk-İslâm devletlerinin kültürel mirasçısı olan ve çok geniş bir alana yayılan Osmanlı Devleti’nin hilâl sembolünü cihanşümul hale getirmesiyle açıklanabilir.
XIV. yüzyılın ortalarında yapılan resimli dünya haritasında Kuzey Afrika bölgesinde tek hilâlli, buna karşılık Orta ve Güney Asya ile Uzakdoğu’da üç hilâlli bayrakların yaygın olması dikkat çekmekte, XV. yüzyılda Francesco de Cesanis’in yaptığı Adriyatik çevresiyle ilgili bir haritada ise tek hilâlli bayrakların yanı sıra çift hilâlli bayraklar da görülmektedir (XIV-XVIII Yüzyıl Portolan ve Deniz Haritaları, s. 42-43). Giorgio Sideri diye anılan Callapoda da Candia’ya ait 1561 tarihli Avrupa ve Kuzey Afrika haritasında, Osmanlılar’ın hâkim olduğu bölgeler kırmızı zemin üstüne sarı veya sarı zemin üstüne siyah birer hilâl ve aynı renklerde köşelere yerleştirilmiş birer puan (Osmanlı sancaklarında bulunan yuvarlak köşe kitâbelerinin stilize edilmiş şekli) motifli bayraklarla gösterilmiştir (a.g.e., s. 84-85). Daha önce Endülüs müslümanlarının ve Memlükler’in sancaklarında da yer alan hilâl Osmanlı sancaklarında zülfikarla birlikte temel motifti. Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan (Envanter nr. 1/824) Yavuz Sultan Selim dönemine ait bir sancakta ortadaki zülfikar motifinin iki yanına ilk ikisi içinde fetih âyeti, diğerleri içinde aynalı yazı tarzında kelime-i tevhid yazılmış olan altı hilâl yer almaktadır. Zülfikarın kabzası ucuna bir, sancağın uç kısmındaki üçgen parçayı ayıran banda ise on adet hilâl motifi yerleştirilmiştir. Büyük hilâllerin ilk ikisi ortasında “yâ Muhammed” ibaresi, diğerlerinde çok şualı yıldızlar yer alır. Küçük hilâller içindeki yıldızlar ise altı şualıdır.
1683 Viyana bozgunu sırasında orada terkedilen sancaklar, içinde kelime-i tevhid yazılı büyük boy hilâl ve Süleyman mührü motifleriyle süslü olup çok şualı yıldızların şuaları arasına da ayrıca hilâller yerleştirilmiştir (Żygulski, s. 37-50, rs. 9). İstanbul Deniz Müzesi’nde yer alan (Envanter nr. 682) 14 m. uzunluğunda, 5 m. eninde ve 56,5 kg. ağırlığındaki sancakta da benzer tarzda çok sayıda hilâl motifi vardır. Sancak III. Mustafa için Bağdat’ta dokunmuştu (Atasoy, s. 42-43). Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan II. Süleyman ve Sultan İbrâhim gibi bazı padişahlara ait merasim kaftanlarında ve bunların kullandığı bazı sırmalı eşyada iç içe büyük boy hilâllerle küçük çintemani desenleri yer almaktadır (Envanter nr. 13/486, 13/514, 13/1891, 31/48, 31/71). Aynı müzede XVI. yüzyıla ait ahşap tahtta da siyah zemin üzerine kakma fildişi çintemani motifleri işlenmiştir (Envanter nr. 2/2879).
Haçlı seferlerinden ve Osmanlılar’la ilişkilerinden sonra Doğu hayranlığının Batı kültüründe açık bir şekilde görülen yansımaları içinde hilâl motifi de yer almaktadır. 1509-1513 yıllarına ait bir grup Fransız dokuması üzerindeki tasvirler bunlardandır. Altı duvar örtüsünden oluşan ve “Lady with the Unicorn” adıyla tanınan dokumalarda beş duyu anlatılır. Kırmızı zemin üzerinde lâcivert kuşaklara üçer beyaz hilâl motifi yerleştirilmiş olan ve halen Paris’te Cluny Museum’da muhafaza edilen dokumalarda bayrak direkleri de hilâllerle süslenmiştir (Clark, lv. 8; Mitchell, s. 218, lv. 5). XVI. yüzyıl ortalarında Batı’da yapılan Kanûnî Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan gravürlerinde de hilâl motifine çokça yer verilmiştir. Bunlardan birinde padişahın resminin yanına üç hilâlli bir arma yerleştirilmiştir. Hürrem Sultan’ın giydiği elbise de hilâl motifleriyle süslüdür (Ward, s. 17, 51). Bir diğerinde padişah cuma namazına giderken elinde hilâl alemli bir âsa taşır (a.g.e., s. 50). Bir başka minyatürde ise Süleymaniye Camii’nin göründüğü bir kapının önünde ayakta duran padişahın arkasındaki kapıda başı hilâllerle süslü bir fil tasvir edilmiştir. Sancakta ve kapı üzerinde de hilâl bulunur (a.g.e., s. 48).
III. Selim ordu ve donanmada yıldızlı hilâli amblem olarak kullandı; onun mühr-i hümâyununun üst kısmında hilâl ve altı köşeli yıldız yer almaktadır (Kütükoğlu, s. 86; Özdemir, s. 77, 79). II. Mahmud döneminde beratlarda bile ayyıldız motifi kullanılmıştır. Nitekim böyle bir beratta tuğranın üzerinde arma ve onun üzerinde de en üstte birbirine dönük iki hilâl arasında on dört köşeli bir yıldız bulunmaktadır. Ayrıca armanın her iki yanında ve tepesinde birer ayyıldız mevcuttur (Özdemir, s. 82). 1835’te Osmanlı elçisi olarak Paris’e gönderilen Mustafa Reşid Paşa’nın mühründe hilâl içinde beş şualı yıldız görülmektedir (Kütükoğlu, s. 90).
Günümüzde hıristiyan dünyasının Kızılhaç’ına mukabil kurulan Kızılay (Hilâliahmer), içki ve uyuşturucularla mücadele etme amacını güden Yeşilay (Hilâl-i Ahdar) gibi müesseselerin sembolü olarak kullanılan hilâl bazan tek, bazan da bir veya birkaç yıldızla birlikte Azerbaycan, Cezayir, Kamerun, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Malezya, Moritanya, Pakistan, Singapur, Tunus, Türkmenistan gibi İslâm ülkelerinin bayrak motiflerini meydana getirmektedir.
Hilâl XI. yüzyıldan itibaren Doğu’da ve Batı’da Hıristiyanlığın sembolü olan haça karşı İslâmiyet’in sembolü olarak kullanılmış ve bu durum özellikle İstanbul’un fethinden sonra giderek yaygınlaşmıştır (Yakup Artin Paşa, I/3, s. 39, 49). Hilâlin ibadet takvimindeki rolü, Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde Allah’ın âyetlerinden biri şeklinde gösterilmesi ve ona yemin edilmesi, ayrıca Hz. Peygamber’in Sa‘d b. Mâlik b. Ubeysır el-Ezdî’ye üzerinde hilâl bulunan bir sancak vermesi sebebiyle müslümanlar tarafından İslâm’ın sembolü kabul edildiği söylenebilir.
BİBLİYOGRAFYA
Wensinck, el-Muʿcem, “hilâl” md.
M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḳmr” md.
Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 686-687.
Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162) (nşr. ve trc. H. D. Andreasyan), Ankara 1987, s. 121.
İbn Hacer, el-İṣâbe, II, 32.
Âşıkpaşazâde, Târih, s. 6.
Mîrhând, Ravżatü’ṣ-ṣafâʾ, Bombay 1272/1855, IV, 26.
H. Lesêtre, “Lune”, DB, IV/1 s. 421-422.
Mez, el-Ḥaḍâretü’l-İslâmiyye, I, 238.
A. Parrot, Sumer, München 1962, s. 226-227, 319.
S. Lloyd, The Art of the Ancient Near East, New York 1963, s. 232, 233.
B. L. Goff, Symbols of Prehistoric Mesopotamia, New Haven 1963, s. 101-107, ayrıca bk. rs. 415, 442, 556, 687, 714, 721, 724.
J. Gray, Near Eastern Mythology, Leiden 1965, s. 98-99.
P. Hamlyn, Art Treasures of the World, London 1965, s. 17, 34, 125.
K. Clark, Civilisation, New York 1969, s. 61, lv. 8.
Emel Esin, “Kün-Ay (Ay-Yıldız Motifinin Proto-Türk Devirden Hakanlılara Kadar İkonografisi)”, TTK Bildiriler, VII (1972), I, 313 vd., 355-356.
Necati Dolunay, İstanbul Arkeoloji Müzeleri, İstanbul 1973, s. 36-37.
İbrahim Tözen, Arab Sasani Paraları, İstanbul 1975, I, 3, lv. 1-36.
A Survey of Persian Art (ed. A. U. Pope – P. Eckerman), Tahran 1977, VII, 32-46, 58, 73, 123-127, 203-254.
J. Mitchell, History and Culture, London 1979, s. 218, lv. 5.
Yılmaz Önge, “Anadolu’nun Bazı İslâmî Yapılarındaki Alemler Hakkında”, I. Milletlerarası Türkoloji Kongresi (İstanbul, 15-20 Ekim 1973): Tebliğler, İstanbul 1979, III, 814 vd.
Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1980, s. 6-7.
XIV-XVIII Yüzyıl Portolan ve Deniz Haritaları, İstanbul, ts. (İtalyan Kültür Merkezi), s. 42-43, 84-85, 86-87, 104-105, 108-109, 124-125.
M. Fuad Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri (nşr. Orhan F. Köprülü), İstanbul 1981, s. 9, 155-162.
D. Robinson, Concordance to the Good News Bible, Westlea 1983, s. 785.
İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, İstanbul 1984, s. 125-126.
Mübahat Türker-Küyel, “Kut, Fârâbî ve İbn Sînâ’daki Al-‘Akl Al-Fa‘âl İçin Bir Temel Oluşturabilir mi?”, İbn Sînâ: Doğumunun Bininci Yılı Armağanı (der. Aydın Sayılı), Ankara 1984, s. 494, 508, 521-522.
Treasures of Islam (ed. T. Falk), Singapore 1985, s. 529.
Fevzi Kurtoğlu, Türk Bayrağı ve Ay Yıldız, Ankara 1987, s. 23-127.
J. M. Rogers – R. M. Ward, Suleyman the Magnificent, London 1988, s. 17, 48-51, 183.
S. N. Kramer, Tarih Sumer’de Başlar (trc. Muazzez İlmiye Çığ), Ankara 1990, s. 296.
R. W. Ferrier, The Art of Persia, Ahmedabad 1990, s. 74, 79, 196-197.
Zdzisław Żygulski, Ottoman Art in the Service of the Empire, New York 1992, s. 37-50, rs. 9.
Nurhan Atasoy, Splendors of the Ottoman Sultans (trc. Tülay Artan), [Memphis] 1992, s. 40, 42-43, 56-59, 166-167, 236.
Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), II, 80.
Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Ankara 1993, I, 483-487; II, 202-204.
Ali Ebû Assâf, Fünûnu memâliki’l-ḳadîme fî Sûriye, Dımaşk 1993, s. 171-172, rs. 160, 163-165.
Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlı Belgelerinin Dili: Diplomatik, İstanbul 1994, s. 26, 86, 90.
T. P. Higuera, Objetos e Imagenes de Al-Andalus, Madrid 1994, s. 73-78.
Suzan Alalu v.dğr., Yahudilikte Kavram ve Değerler, İstanbul 1996, s. 200-201.
Kemal Özdemir, Osmanlı Arması, İstanbul 1997, s. 77, 79, 82.
Ali, “Sancağımız ve Ay-Yıldız Nakşı”, TOEM, VIII/46 (1333), s. 193-208; VIII/47 (1333), s. 257-265; VIII/48 (1334), s. 376-390.
W. Ridgway, “Türk Hilâlinin Aslı” (trc. Halil Hâlid), DİFM, sy. 2 (1926), s. 158-182.
Yâkub Artin Paşa, “Türk Hilâlinin Aslı” (trc. Halil Hâlid), a.e., sy. 3 (1926), s. 36-51.
Ahmed Caferoğlu, “Tukyu ve Uygurlarda Han Unvanları”, THİTM, sy. 1 (1931), s. 112-114.
Riza Nour, “L’histoire du croissant”, Türk Bilik Revüsü: Revue de Turcologie, I/3, İskenderiye 1933, s. 232 vd.
Vardan, Türk Fütûhâtı Tarihi: 889-1269 (trc. H. D. Andreasyan, Tarih Semineri Dergisi, I/2 içinde), İstanbul 1937, s. 195.
A. Sakisian, “Le croissant comme emblème national et religiuex en Turquie”, Syria, XXII, Paris 1941, s. 66-80.
Semavi Eyice, “Ay-Yıldız’ın Tarihi Hakkında”, TED, sy. 13 (1987), s. 36 vd.
Sargon Erdem, “Alemin Tarihçesi ve Monçuk, Hilâl, Boynuz Alemlerin Menşeleri Üzerine”, STAD, sy. 3 (1988), s. 108-117.
G. de Genouillac, “Croissant”, Gr.E, XIII, 463.
“Hilâl”, ABr., XI, 46.
“Alem”, SA, I, 39-44.
“Ay”, a.e., I, 133.
“Hilâl”, a.e., II, 727.
J. Walker, “Kubbet-üs-Sahra”, İA, VI, 945.
F. Buhl, “Kudüs”, a.e., VI, 960.
B. Carra de Vaux, “Sâbiîler”, a.e., X, 9-10.
R. Ettinghausen, “Hilāl”, EI2 (İng.), III, 381-385.
Aaron Rothkoff, “New Moon”, EJd., XII, 1040.