https://islamansiklopedisi.org.tr/ismail-masuki
Aksaray’da doğdu. Bayramî-Melâmî kutbu Pîr Ali (Alâeddin) Aksarâyî’nin oğludur. Asıl adı Kemal olup İsmâil adını sonradan almıştır (babasının ve kendisinin adı hakkında bk. Abdurrahman el-Askerî, hazırlayanın girişi, s. XXI, XXXV, XLVII). Tarikat mensupları arasında aşk yolunda hayatını verdiği için Ma‘şûkī, babası şeyh olduğu için Çelebi Şeyh, halk arasında ise genç ve güzel olduğundan Oğlan Şeyh diye tanınır.
Nevʻîzâde Atâî’nin (ö. 1045/1635) ifadesine göre İsmâil Ma‘şûkī çok genç yaşta İstanbul’a giderek irşad faaliyetine başlamış, camilerdeki vaazları ilgiyle karşılanmış, halkın yanı sıra askerî kesimden de birçok kişi kendisine intisap etmiştir. Şathiyyât türü sözleri halk arasında yayılan İsmâil Ma‘şûkī’ye gösterilen bu ilgi bazı kimseleri rahatsız etmiş, bu kişiler genç şeyhin fitneye sebep olduğunu söyleyerek Sahn-ı Semân müderrisi Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi’ye başvurmuşlar ve kendisinden onun katlinin sağlanmasını rica etmişler, neticede İsmâil Ma‘şûkī İstanbul’a geldikten bir yıl sonra 935’te (1529) Şeyhülislâm Kemalpaşazâde’nin fetvasıyla idam edilmiştir. Doğum tarihinin kaydedildiği tek kaynak olan Atâî onun 914’te (1508-1509) doğduğunu söyler. Bu durumda öldüğünde on dokuz-yirmi yaşlarında olduğu anlaşılmaktadır. Sarı Abdullah Efendi (ö. 1071/1660), Lâ‘lîzâde Abdülbâki (ö. 1159/1746) ve Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin (ö. 1202/1788) de 935 yılında on dokuz yaşında iken öldürüldüğünü kaydetmişlerdir.
Sarı Abdullah Efendi, Kanûnî Sultan Süleyman’ın Irakeyn Seferi’nden dönerken Aksaray’a uğrayıp Pîr Ali’yi ziyaret ettiği sırada kendisine birçok mülk ve mezra bağışlamayı teklif ettiğini, ancak Pîr Ali’nin bu teklifi kabul etmediğini, bunun üzerine padişahın oğlu İsmâil’i İstanbul’a götürmek için izin istediğini, Pîr Ali’nin “Oğlumun ismi İsmâil’dir, hak yoluna kurban olmaktan dönmez” diyerek izin verdiğini ve ardından onu İstanbul’a gönderdiğini söyler. Sarı Abdullah’a göre Pîr Ali bu olaydan altı ay sonra vefat etmiştir. İsmâil Ma‘şûkī bir süre sonra Edirne’ye gitmiş, dönüşünde verdiği vaazlarla halkın büyük ilgisini çekerken bazılarının ona karşı düşmanlığına yol açmış ve Kanûnî kendisine memleketine dönmesini tavsiye etmiş, ancak İsmâil vaazlarına devam etmiştir. Onu suçlayanlar, Sarı Abdullah Efendi’nin ifadesiyle “gerçeğe aykırı fakat iddialarına uygun” bir fetva almışlar ve bu fetva gereği İsmâil Ma‘şûkī katledilmiştir.
Pîr Ali Aksarâyî’nin müntesiplerinden Abdurrahman el-Askerî’nin 957 (1550) yılında kaleme aldığı ve bilinen tek nüshası şahsî kütüphanesinde bulunan İsmail E. Erünsal tarafından neşre hazırlanan (bk. Abdurrahman el-Askerî, hazırlayanın girişi, s. XXX) Mir’âtü’l-ışk adlı eserde İsmâil Ma‘şûkī’yi ölüme götüren süreç, Atâî’nin ve Bayramî-Melâmî müelliflerinin verdiği bilgilerden oldukça farklı bir şekilde anlatılmaktadır. Mir’âtü’l-ışk’a göre Pîr Ali Aksarâyî, Aksaray’da irşad faaliyetini sürdürmekte iken asıl adı Kemal olan oğlu İsmâil Kayseri’de ilim tahsil etmekteydi. Pîr Ali 939’da (1532-33) tarikatı yayması için İstanbul’a önce Baba Hasan adlı bir dervişi, ardından Nebî Sûfî’yi ve onun da geri dönmesiyle Dedemzâde Hayreddin’i gönderir. Ancak bir süre sonra aralarında ihtilâf çıkınca bazı dervişler Aksaray’a giderek şeyhlerinden oğlu Kemal’i irşad için kendileriyle birlikte göndermesini isterler. Pîr Ali oğlunun henüz çok genç olduğunu söylese de ısrar ederler. Bunun üzerine Pîr Ali dervişlere Kayseri’ye gitmelerini, hocası Mehmed Abdal izin verirse İsmâil’i İstanbul’a götürebileceklerini bildirir. Mehmed Abdal pek hoş karşılamamakla birlikte dervişlerin onu götürmelerine izin verir.
Abdurrahman el-Askerî, Pîr Ali’nin oğlunu irşada ehil görmediğini ve “Tarikimizde babadan oğula icâzet verme âdeti yoktur” diyerek oğluna irşad izni vermediğini söyler. Ona göre Pîr Ali oğlunu İstanbul’a gönderirken kendisine orada ilim öğrenmesini tavsiye etmiş, aralarında Pîr Ahmed Edirnevî’nin de bulunduğu dört dervişini çağırarak bunların sözlerinden dışarı çıkmamasını istemiş ve onu Pîr Ahmed’e emanet etmiştir. Ancak İsmâil Ma‘şûkī İstanbul’da irşad faaliyetine başlayınca aralarında ihtilâf çıkmış, bunun üzerine Pîr Ahmed Edirne’ye giderek irşad faaliyetine girişmiş, İsmâil Ma‘şûkī de bir süre sonra Edirne’ye gidip Pîr Ahmed’e intisap edenleri kendi tarafına çekmeye çalışmış, fakat başarılı olamamıştır. Gelişmeleri öğrenen Pîr Ali Aksarâyî oğlunu Aksaray’a getirmeleri için bazı dervişlerini İstanbul’a göndermiş, babasının ısrarı üzerine yedi sekiz ay sonra Aksaray’a dönen İsmâil Ma‘şûkī müridlerinin ısrarlı talepleri üzerine tekrar İstanbul’a gitmek istediğinde babası “Pîr Ahmed gelsin, verelim, alsın gitsin, bunda bizim yanımıza sığmaz” diyerek Pîr Ahmed’e haber göndermiştir. Abdurrahman el-Askerî ile birlikte Aksaray’a giden Pîr Ahmed Edirnevî, İsmâil Ma‘şûkī’yi yanına alarak İstanbul’a gitmek üzere yola çıkmış, ancak yolda aralarında yine anlaşmazlık zuhur edince İsmâil Ma‘şûkī Eskişehir’de onlardan ayrılarak İstanbul’a varmıştır. Abdurrahman el-Askerî, o günlerde Kanûnî Sultan Süleyman’ın Korfu seferine çıktığını kaydeder. Bu sefer 7 Zilhicce 943’te (17 Mayıs 1537) başladığına göre 944 (1537) yılı başlarında İstanbul’a gitmiş olmaları gerekir. Abdurrahman el-Askerî, Aksaray’dan ayrılmadan önce babasının İsmâil Ma‘şûkī’ye İstanbul’da vezîriâzamdan icâzet almadan irşad faaliyetine girişmemesini ve kendisine irşad izni verilmezse ilim öğrenmekle meşgul olmasını tavsiye ettiğini, ancak onun bu nasihatleri dinlemediğini söyler. Olayları bu kadar ayrıntılı biçimde anlatan ve Pîr Ali’nin ölüm tarihini (26 Şâban 945 / 17 Ocak 1539) gününe varıncaya kadar kaydeden Abdurrahman el-Askerî, İsmâil Ma‘şûkī’nin İstanbul’a bu ikinci gidişinden sonra meydana gelen ve onu ölüme götüren hadiseler ve ölüm tarihi hakkında bilgi vermez. Ancak onun irşada ehil olmadığını, buna rağmen babasının ve Pîr Ahmed’in nasihatlerine kulak asmayıp irşada yöneldiğini, ayrıca bu tarikatın ileri gelenleri şeriata bağlı oldukları halde Oğlan Şeyh’in bu hassasiyete sahip olmayıp aksine ilhâd yoluna saptığını eserinin farklı yerlerinde anlatıp tekrar tekrar vurguladıktan sonra başına gelenlerin bundan kaynaklandığını ima eder (Mir’âtü’l-ışk, s. 55-57, 194-197, 236-238; ayrıca bk. hazırlayanın girişi, s. XXV-XXVII). Askerî’nin bu eseri yazarken, İsmâil Ma‘şûkī’nin idamından sonra Bayramî-Melamî tarikatı üzerinde oluşan baskıyı hafifletmeyi ve Oğlan Şeyh’in tarikatın yolundan saptığını göstererek bir savunma yapmayı hedeflediği anlaşılmaktadır (a.g.e., hazırlayanın girişi, s. XXXII).
Lâ‘lîzâde, Pîr Ali Aksarâyî’nin oğlu İsmâil’i İstanbul’a gönderdikten altı ay sonra vefat ettiğini ve onun babasının ölümünün ardından irşad faaliyetine başladığını söyler. Nitekim Atâî de babasının İsmâil’in şehid olacağını bildiğini, ancak “Arslan yavrusunu yedirmez, biz hayatımızda onu gözetiriz” dediğini nakleder. Öte yandan Sarı Abdullah Efendi, Abdurrahman el-Askerî’nin, Pîr Ali’nin halifesi olduğunu sürekli olarak vurguladığı Pîr Ahmed Edirnevî ile çocuk yaşlarından itibaren görüştüğünü söyleyerek bu konudaki bilgileri kendisinden aktarır. Buna göre Pîr Ali oğlunu Pîr Ahmed’le İstanbul’a gönderirken orada öldürüleceğini, fakat bunun kendi sağlığında olmayacağını Pîr Ahmed’e söylemiştir.
Atâî ve Bayramî Melâmîliği’ne mensup müellifler İsmâil Ma‘şûkī’nin ölüm tarihini 935 (1528) olarak kaydetmişlerdir. Abdülbaki Gölpınarlı da Pîr Ali’nin ve oğlu İsmâil Ma‘şûkī’nin ölüm yılını 935 olarak tesbit etmiş (Melâmîlik ve Melâmîler, s. 45, 48), ancak daha sonraki bir eserinde Pîr Ali’nin kitâbesini görünce onun vefat tarihinin 945 (1539) olduğunun anlaşıldığını belirtmiş ve oğlunun ölüm tarihini de 945 olarak düzeltmiştir (100 Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler, s. 264). İsmâil Ma‘şûkī ile ilgili şer‘iyye sicili kaydını tesbit eden Mustafa Akdağ da bu sicil kaydında tarih olmamasına rağmen bir önceki kaydın üzerindeki 20 Zilhicce 945 (9 Mayıs 1539) tarihinden hareketle idam olayının 1539 yılında meydana geldiğini söylemiş, ancak daha sonraki çalışmalarda (Ocak, Şeyhülislâm İbn Kemâl Sempozyumu, s. 37; a.mlf., Osm.Ar., sy. 10 [1990], s. 51; Yurdaydın, II, 167) bu tarih yine 935 olarak verilmeye devam etmiştir. İsmail E. Erünsal Mir’âtü’l-ışk’ı tanıttığı makalesinde esas itibariyle bu esere dayanarak 945 (1539) yılının İsmâil Ma‘şûkī’nin ölüm tarihi olduğuna dair görüşü teyit eden yeni deliller ileri sürmüş (“Abdurrahman el-Askerî’s Mir’âtü’l-‘Işk”, s. 107-109), Mir’âtü’l-ışk neşrinin inceleme kısmında (bk. hazırlayanın girişi, s. XLVI-L) ve daha sonraki bir çalışmasında (“Zındıklar ve Mülhidler”, s. 510-513) ise Ma‘şûkī’nin idamının 945 sonu veya büyük bir ihtimalle 946 yılı başlarında (1539) gerçekleştiğine dair ilâve bazı deliller ortaya koymuş ve bu kanaat daha sonraki çalışmalarda da benimsenmiştir (Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler [1998], s. 284; a.g.e. [2016], s. 361-363; Öngören, s. 296; Emecen, s. 347).
İsmâil Ma‘şûkī’nin ölüm tarihinin bilinmesi, hakkındaki idam fetvasının kimin tarafından verildiğinin tesbiti açısından önemlidir. Atâî “935 senesinde müftî-i asr Kemalpaşazâde Efendi fetvası ile fitnesi izâle ve kârı şemşîr-i şerîata havâle olundu” derken Melâmî kaynakları bu konu üzerinde durmamışlardır. Ebüssuûd Efendi’nin, “üstâdım fâzıl-ı Rûm İbn Kemâl merhûm fetvâsıyla katlolunan İsmâil ...” şeklindeki ifadesi de (Lâ‘lîzâde Abdülbâki, s. 39-40) idam fetvasının Kemalpaşazâde tarafından verildiğini teyit eder niteliktedir. Ancak bu olay 1539’da gerçekleştiyse fetvanın bu tarihten beş yıl önce vefat eden İbn Kemal’e ait olması mümkün değildir. Bu durumda Ma‘şûkī’nin idam fetvasının, 21 Şubat 1539’da şeyhülislâm olan ve tasavvuf karşıtı görüşleriyle bilinen Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi’ye ait olması gerekir. Nitekim Ebüssuûd Efendi’nin Gazanfer Dede meselesine dair mektubundan (Atâî, s. 88) İsmâil Ma‘şûkī’nin muhakeme edildiği, kendisinin de mahkeme heyetinin bir üyesi olduğu anlaşılmaktadır.
Söz konusu fetvanın metni günümüze ulaşmadığından İsmâil Ma‘şûkī’nin idamının hangi gerekçelere dayandırıldığı belli değildir. Onun düşünceleri ve inançları, vaazlarında neler söylediği konusunda kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. Atâî halk arasında şathiyeleriyle tanındığını, bazı kimselerin ilhâdına hükmederek idamını benimsediğini, bazılarının da keramet sahibi yüce bir kişi olduğunu söyleyerek sözlerini te’vil yoluna gittiğini bildirir ve “İşin doğrusunu Allah bilir” der. Sarı Abdullah Efendi ve Lâ‘lîzâde Abdülbâki de onun vaaz kürsüsünde şathiyyât türü sözler söylediğinden dolayı suçlandığını kaydederler. Abdurrahman el-Askerî ise babasının ve Pîr Ahmed Edirnevî’nin nasihatlerine kulak asmayıp ehil olmadığı ve irşad izni bulunmadığı halde şeyhlik yapmaya kalkıştığı ve kendi başına bir yol icat ettiği için bu âkıbete uğradığını söylemekle yetinir. Abdülbaki Gölpınarlı müridlerini “Allahım, Allahım!” diye zikrettirdiği ve bu kelimenin farklı iki anlama gelmesinin onu idama götüren sebeplerden olduğu şeklindeki bir rivayeti nakleder.
İsmâil Ma‘şûkī’nin fikirlerini tesbite çalışan Ahmet Yaşar Ocak onun sûfîlerce icra edilen raks ve devranın helâl olduğunu ve ibadet sayıldığını ileri sürdüğünü, İbn Kemal’in Risâle fî taḥḳīḳi’l-ḥaḳ ve ibṭâli’r-reʾyi’ṣ-ṣûfiyye fi’r-raḳṣ ve’d-deverân adlı eserini bu görüşleri reddetmek amacıyla kaleme aldığını, Ebüssuûd Efendi’nin raks ve devran konusundaki fetvasının (Düzdağ, s. 85-86) muhatabının İsmâil Ma‘şûkī olduğunu söyler (Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler [1998], s. 284-285; a.g.e. [2016], s. 364-365). Halbuki adı geçen risâle ve fetvada bir grup sûfî söz konusu edilmekte ve İsmâil Ma‘şûkī’nin adı geçmemektedir. Ayrıca İsmâil Ma‘şûkī, geleneğinde raks ve devrana yer vermeyen bir tarikata mensup olduğundan vaazlarında bu görüşleri savunduğu yolundaki tahmin ihtiyatla karşılanmalıdır.
Osmanlı sosyal, din ve düşünce tarihinde önemli bir olay olan İsmâil Ma‘şûkī’nin idamına dair mahkeme sicili İstanbul Şer‘iyye Sicilleri Arşivi’nde, Evkāf-ı Hümâyun müfettişliği mahkemesine ait 4/2 numaralı defterin 35. sayfasında bulunmaktadır. Mustafa Akdağ tarafından tesbit edilip bir özeti verilen (Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, II, 64-65), metni Ahmet Yaşar Ocak tarafından yayımlanan belgede (Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler [1998], s. 354-356; a.g.e. [2016], s. 440-442) kimlikleri hakkında bilgi verilmeyen sekiz şahidin İsmâil Ma‘şûkī’yi suçlayan ifadeleri yer almaktadır. Bu ifadelerde Ma‘şûkī’nin insanın kadim olduğunu, insanın insan olduktan sonra kendisine hiçbir şeyin haram olmayacağını, kendisinin kutup babasının mehdî olduğunu, şeriatın haram dediği şeylerin helâl olduğunu söylediği; Hz. Mûsâ için “küstah”, şarap için “aşk kamışıdır, cezbe-i ilâhîdir” ifadelerini kullandığı ve ayrıca şu ifadeleri kullandığı kaydedilmektedir: “Yemek içmek, yatmak, uyumak hepsi ibadettir”; “Oruç, zekât ve hac insanlara cürüm için gelmiştir”; “Mümin olana yılda iki bayram namazı kâfidir ve bu iki namazda secde yerinde beni görün”; “Zina ve livâta aşkın lezzetidir”; “Her kişi Tanrı’dır, her sûretten görünen O’dur, görünen Tanrı’ya tapmak gerekir”; “Ruh bir bedenden çıkar, bir başkasında yolculuk eder”; “Kabir azabı yoktur”. Bu belgede ileri sürülen iddialara İsmâil Ma‘şûkī’nin cevap verip vermediği, verdiyse ne dediği bilinmemektedir. Kaynaklarda da vaazları sırasında şathiyyât türü bazı sözler söylediği belirtilmekle birlikte bunların ne olduğu bildirilmemektedir. Söz konusu mahkeme tutanağındaki iddialar yanında Ebüssuûd Efendi’nin, Oğlan Şeyh’in zulmen katledildiğini söyleyenlerin onun mezhebinden iseler katledilmeleri gerektiğine dair fetvasıyla (Düzdağ, s. 196) Gazanfer Dede’ye dair mektubu (Atâî, s. 88) ve Hamza Bâlî hakkındaki fetvasında (Lâ‘lîzâde Abdülbâki, s. 39-40) Ma‘şûkī’nin katlinin hakkındaki zendeka ve ilhâd hükmüne bina edildiğine dair açık ifadesi de onun mülhidlik suçlamasıyla idam edildiğini göstermektedir. Bu belgede yer alan, özellikle zina ve livata gibi fiileri hoş görerek ahlâkî değerleri ve kurumları yıktığına yönelik ithamların ise İsmâil Ma‘şûkī aleyhinde kamuoyu oluşturma amacıyla ortaya atılmış olabileceğine dikkat çekilmiştir (Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler [1998], s. 289; a.g.e. [2016], s. 369).
On iki müridiyle birlikte Atmeydanı’nda (Sultanahmet Meydanı) boynu vurularak idam edilen İsmâil Ma‘şûkī’nin denize atılan başı ve bedeni Rumelihisarı sahilinde bugünkü Bebek semti yakınlarında Kayalar denilen yerde kıyıya vurmuş, gördüğü bir rüya üzerine oraya giden bir müridi tarafından bulunarak defnedilmiştir. Burası daha sonra bir mezarlık haline gelmiş ve bir cami yapılmıştır. Ma‘şûkī’nin kabri Kayalar adı verilen bu caminin hazîresindedir. Müridlerinden Irâkīzâde Hasan Efendi, İsmâil Ma‘şûkī’nin boynunun vurulduğu yerin üst tarafına bir mescid yaptırmış (959/1552), iki kardeşiyle birlikte buraya defnedildiği için Üçler Mescidi denilen bu mescid zamanla harap olmuştur. Sultanahmet Meydanı’nda güneydeki dikilitaşın karşısındaki bu yer günümüzde bir iş yerinin mutfak bölümünün içinde kalmıştır.
İsmâil Ma‘şûkī’nin Süleymaniye Kütüphanesi Hâlet Efendi bölümündeki bir mecmuada (nr. 800) yer alan beş gazeliyle on iki beyitlik mesnevi tarzında bir manzumesi Abdülbaki Gölpınarlı tarafından yayımlanmıştır (Melâmîlik ve Melâmîler, s. 51-54). Yahya Kemal, “Seyrindeyiz atıldığı sâhilsiz enginin / Atmeydanı’nda ölmüş enelhak şehîdinin” mısralarıyla İsmâil Ma‘şûkī’nin hâtırasını yâdetmiştir.
Tarikat silsilesi Pîr Ali Aksarâyî, Bünyâmin Ayâşî, Ömer Dede Sikkînî vasıtasıyla Hacı Bayrâm-ı Velî’ye ulaşan İsmâil Ma‘şûkī’den sonra Bayramî Melâmîliği Hayrabolulu Sârbân Ahmed tarafından sürdürülmüştür.
BİBLİYOGRAFYA
İstanbul Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, Evkāf-ı Hümâyun Müfettişliği, nr. 4/2, s. 35.
Abdurrahman el-Askerî, XV-XVI. Asır Bayrâmî-Melâmîliği’nin Kaynaklarından Abdurrahman el-Askerî’nin Mir’âtü’l-Işk’ı (haz. İsmail E. Erünsal), Ankara 2003, s. 109, 112-113; ayrıca bk. hazırlayanın girişi, s. XV-LXXXV.
Atâî, Zeyl-i Şekāik, s. 88, 89.
Olanlar Şeyhi İbrâhim Efendi, Divan, İÜ Ktp., TY, nr. 333, s. 28.
Sarı Abdullah Efendi, Semerâtü’l-fuâd, İstanbul 1288, s. 248-251.
Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 465.
Lâ‘lîzâde Abdülbâki, Sergüzeşt, İstanbul, ts., s. 27-30, 39-40.
Ayvansarâyî, Hadîkatü’l-cevâmi‘, I, 124-125; II, 35.
Müstakimzâde, Risâle-i Melâmiyye-i Şettâriyye, İÜ Ktp., İbnülemin, nr. 3357, vr. 11a-12a.
Hüseyin Vassâf, Sefîne, II, 281-282.
Tomar-Melâmîlik, s. 52.
Abdülbaki [Gölpınarlı], Melâmîlik ve Melâmîler, İstanbul 1931, s. 45, 48-54.
a.mlf., 100 Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler, İstanbul 1969, s. 264.
Yahya Kemal Beyatlı, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul 1969, s. 113.
Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, İstanbul 1974, II, 64-66, 466.
M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislâm Ebussuud Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, İstanbul 1983, s. 85-86, 196.
Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15-17. Yüzyıllar), İstanbul 1998, s. 274-290, 354-356; 7. bs., 2016, s. 353-369, 440-442.
a.mlf., “İbn Kemâl’ın Yaşadığı XV ve XVI. Asırlar Türkiyesi’nde İlim ve Fikir Hayatı”, Şeyhülislâm İbn Kemâl Sempozyumu (haz. S. Hayri Bolay v.dğr.), Ankara 1986, s. 37.
a.mlf., “Kanûnî Sultan Süleyman Devrinde Osmanlı Resmî Düşüncesine Karşı Bir Tepki Hareketi: Oğlan Şeyh İsmail-i Mâşûkî”, Osm.Ar., sy. 10 (1990), s. 49-58.
Reşat Öngören, Osmanlılar’da Tasavvuf, İstanbul 2000, s. 286-298.
Feridun M. Emecen, Kanuni Sultan Süleyman ve Zamanı, Ankara 2022, s. 347.
Hüseyin Gazi Yurdaydın, “Düşünce ve Bilim Tarihi”, Türkiye Tarihi, İstanbul 1988, II, 166-168.
İsmail E. Erünsal, “Abdurrahman el-Askerî’s Mir’âtü’l-‘Işk: A New Source for the Melâmî Movement in the Ottoman Empire during the 15th and 16th Centuries”, WZKM, sy. 83 (1993), s. 95-115.
a.mlf., “Zındıklar ve Mülhidler XV-XVI. Asır Osmanlı Zendeka ve İlhad Tarihine Bir Katkı”, Osmanlı Kültür Tarihinin Bilinmeyenleri: Şahıslardan Eserlere, Kurumlardan Kimliklere, İstanbul 2019, s. 510-513.