https://islamansiklopedisi.org.tr/nasrabadi-ibrahim-b-muhammed
Nîşâbur’un Nasrâbâd mahallesinde doğdu. Şeyhülcibâl diye tanınan Kirmanşahlı sûfî İbrâhim b. Şeybân’dan hadis, fıkıh, tarih ve tasavvuf ilimlerini tahsil etti. Genç yaştan itibaren hadis ilmine özel bir ilgi duydu. Hadis toplamak için Horasan şehirlerinin yanı sıra İran, Irak, Suriye ve Mısır’ı dolaştı. Fakih ve muhaddis Ebû Bekir el-Ebherî ile muhtemelen, on beş yıl kaldığı Bağdat’ta görüştü. Rivayetlerinin çoğu, kendisinden bütün musanneflerini dinlemek için uzun müddet beraber bulunduğu hocalarından İbn Ebû Hâtim’e dayanır. Sülemî ve Hatîb el-Bağdâdî tarafından sika olarak nitelenen Nasrâbâdî’den Hâkim en-Nîsâbûrî, Ebû Abdurrahman Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî, Ebû Hâzim el-Abdûyî, Ebü’l-Alâ Muhammed b. Ali el-Vâsıtî, Ebû Ali ed-Dekkāk ile birlikte bir topluluk hadis rivayet etmiştir.
Nasrâbâdî Ebû Bekir eş-Şiblî’ye mürid olduktan sonra muhtemelen şeyhiyle birlikte Nîşâbur’dan ayrıldı. Memleketine yirmi yılı aşkın bir süre sonra 340’ta (952) döndüğüne göre Şiblî’ye 320 (932) yılından önce intisap etmiş olmalıdır. Ebû Ali er-Rûzbârî, Ebû Muhammed el-Mürtaiş gibi sûfîlerle sohbet eden Nasrâbâdî, Mekke’de Ebû Osman el-Mağribî ile görüştü. Ebû Abdurrahman Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî ve Ebû Ali ed-Dekkāk onun ileri gelen müridlerindendir.
Hallâc-ı Mansûr’un takipçilerinden olan Nasrâbâdî uzun bir ayrılıktan sonra döndüğü Nîşâbur’da görüşlerini herkese açık olmayan sohbet meclislerinde yaymaya başladı. Nebî ve sıddîkların ardından en büyük muvahhid olarak nitelediği Hallâc’ın ruh konusundaki görüşlerini savunması sebebiyle hakarete uğradı, dövüldü ve hapsedildi. Ruhun yaratılmadığını iddia ettiği şeklindeki suçlamaya, “Hayır! Ben sadece ‘ruh yaratılmıştır’ ifadesini kullanmıyorum, ‘ruh rabbimin emrindendir’ (el-İsrâ 17/85) diyerek Allah’ın dediğini söylüyorum” şeklinde cevap verdiyse de eleştirilmekten kurtulamadı. Onun, kelâmcı ve fakih Ebû İshak el-İsferâyînî’nin Nîşâbur Camii’nde ruhun yaratıldığına dair yaptığı vaazdan etkilenerek bu görüşünden döndüğü kaydedilmektedir (Bedrân, II, 251). Nasrâbâdî’nin hıristiyan mezarlarını ziyaret ederek etrafında tavaf yapması da eleştiri konusu olmuştur. Bu davranışının Kâbe’yi küçümsediği anlamına geldiğini söyleyenlere böyle bir niyeti olmadığını, ikisini de Allah’ın yarattığını, ancak Kâbe’deki faziletin diğerinde bulunmadığını belirtmiş, böyle bir davranışın Allah’ın yaratığı olduğu için köpeğe ikramda bulunan kimsenin davranışına benzediğini söylemiştir. Ferîdüddin Attâr, onun aşk ve muhabbet galebesiyle beline zünnar bağlayıp Mecûsîler’in âteşkedelerini tavaf ettiğini kaydeder (Tezkiretü’l-evliya, s. 785).
Kırk defa hac yaptığı belirtilen Nasrâbâdî hayatının sonlarına doğru Mekke’ye yerleşip kendisini tamamen ibadete verdi. Bu yolculuğu sırasında ona refakat eden müridi Sülemî, seyahatin şeyhin hayatının sonuna doğru gerçekleştiğini belirttiği halde tarihini yanlışlıkla 336 (948) olarak kaydetmiştir. Diğer müellifler ise bu seyahatin 365 (976) ya da 366 (977) yılında gerçekleştiğini belirtir. Nasrâbâdî 367 yılı Zilhiccesinde (Temmuz 978) Mekke’de vefat etti ve Fudayl b. İyâz’ın yanına gömüldü. Ferîdüddin Attâr ve Abdurrahman-ı Câmî, diğer müelliflerin aksine şeyhin ölüm tarihini 372 (982-83) olarak zikretmektedir. Oğlu Ebû İbrâhim İsmâil kendisi gibi sûfî ve muhaddistir.
Vâizlik, zâhidlik ve sûfîliğinin yanı sıra tarih bilgisine özellikle vurgu yapılan Nasrâbâdî’ye göre Hak’tan gelen bir cezbe insan ve cin topluluğunun ibadetinden daha üstündür. “Sana Hak’tan bir şey göründüğünde ne cennete ne de cehenneme aldır, fakat o hal geçince Hakk’ın yüce kıldığını sen de yüce kıl” diyen Nasrâbâdî’nin galebe ve vecd halindeyken bu tür davranışlarda bulunmuş olmakla birlikte genellikle şeriat çizgisinden sapmamaya çalıştığı görülmektedir. Nitekim tasavvufun aslını Kitap ve Sünnet’e sarılmak, hevâ ve bid‘attan el çekmek, pîrlere saygılı olmak, halkın hatalarını hoş görmek, dost ve arkadaşlarla iyi geçinmek, güzel ahlâklı olmak, evrâda devam etmek, ruhsatlara yanaşmamak ve te’vil yapmamak şeklinde tanımlamış, bu çerçevede şeriata uymayan ya da şüpheli olan şeylerden kaçınmanın gerekliliği üzerinde durmuştur. Ona göre Hakk’a yakın olmak farzları eda etmekle, mârifet sünnete uymakla, muhabbet nâfilelere devam etmekle kazanılabilir. Nasrâbâdî velâyetin son merhalesini nübüvvetin başlangıcı olarak nitelemiş, Hz. Peygamber’in mârifete dair konulardan söz etmemesinin onun kemalinden kaynaklandığını söylemiş, bir şeyde kemale erenin o şeyden az söz ettiğini belirtmiştir. Sülemî ve Attâr, onun topladığı hadisleri kaydettiği bir kitabından bahsetmekteyse de eser günümüze ulaşmamıştır. Kaynaklarda sadece birkaç beyit şiiri kaydedilmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
Sülemî, Ṭabaḳāt, s. 484-488.
Halîfe en-Nîsâbûrî, Telḫîṣ-i Târîḫ-i Nîşâbûr (nşr. Behmen Kerîmî), Tahran, ts. (Kitâbhâne-i İbn-i Sînâ), s. 161.
Hatîb, Târîḫu Baġdâd, VI, 169-170.
Kuşeyrî, er-Risâle, I, 193-194.
Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb (Uludağ), s. 263-264.
Sem‘ânî, el-Ensâb (Bârûdî), V, 492-493.
Bedrân, Tehẕîbü Târîḫi Dımaşḳ, II, 249-253.
İbnü’l-Cevzî, el-Muntaẓam, VIII, 412.
Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü’l-evliya (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1991, s. 785-792.
İbnü’l-Esîr, el-Lübâb, III, 310-311.
Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mirʾâtü’z-zamân (nşr. Cenân Celîl Muhammed), Bağdad 1990, s. 197-198.
Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, XVI, 263-267.
a.mlf., el-ʿİber, II, 125.
a.mlf., Târîḫu’l-İslâm: sene 351-380, s. 367-371.
İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlik, VIII, 81-83.
Safedî, el-Vâfî, VI, 117-118.
Yâfiî, Mirʾâtü’l-cenân, II, 387-388.
Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Cîze 1419/1998, XIV, 819-820.
Fâsî, el-ʿİḳdü’s̱-s̱emîn, III, 237-239.
İbn Tağrîberdî, en-Nücûmü’z-zâhire, IV, 129.
Zekeriyyâ el-Ensârî, Netâʾicü’l-efkâri’l-ḳudsiyye, Beyrut 1420/2000, I, 22-25.
Şa‘rânî, eṭ-Ṭabaḳāt, I, 105.
İbnü’l-İmâd, Şeẕerât, IV, 356-358.
Sezgin, GAS, I, 663.
Ömer Abdüsselâm Tedmürî, Mevsûʿatü ʿulemâʾi’l-müslimîn fî târîḫi Lübnân el-İslâmî: Ricâlü’l-ḥadîs̱ ve’l-ʿulûmi’l-insâniyye, Beyrut 1984, I, 252-255.
Meryem Sâdıkī, “Ebü’l-Ḳāsım Naṣrâbâdî”, DMBİ, VI, 181-182.