https://islamansiklopedisi.org.tr/silahdar
Sözlükte “silâh taşıyan” mânasında Farsça bir kelime olan silâh-dâr, Büyük Selçuklu Devleti’nden itibaren bazı Türk-İslâm devletlerinde askerî ve idarî bir görevi ifade etmek için kullanılmıştır. Silâhdarların Osmanlılar’a gelinceye kadar daha çok sultanların silâhlarını taşıma göreviyle sınırlı olan askerî mükellefiyetleri zamanla idarî bir mahiyet alarak büyük önem kazanmıştır. Selçuklular’da devlete ait silâhların ve askerî malzemelerin muhafaza edildiği bir yer olan zerdhâneyi (zırhhâne) kendisine bağlı, pek çoğu Türk asıllı kişilerden oluşan “gulâmân-ı silâhdârân” adındaki özel bir grup vasıtasıyla korumaktan sorumlu tutulan ve silâhî ismiyle de anılan silâhdarlar sarayın dâimî hizmetlileri arasında yer alır. Bu grubun başında olan kişi emîr-i silâh unvanını taşımakta olup merasim zamanlarında tahtın yanında bulunur ve geçitlerde sultanın silâhını taşır. Zamanla önemi daha da artan emîr-i silâhların ordu kumandanlığına kadar yükseldiği olmuştur. Nizâmülmülk’ün Siyâsetnâme’sinde silâhdar sarayın en güvenilir görevlisi diye tanımlanır. Anadolu Selçukluları zamanında devam eden silâhdarlar, söz konusu görevlerine ilâveten bir hassa kuvveti oluşturarak sultanın muhafız gücü haline gelmiştir.
Silâhdarlık kurumu, yine emîr-i silâh adıyla ve benzer görevlerle I. Baybars döneminde Memlükler’de teşkil edilmiş olup zamanla en önemli dokuz görevden biri haline gelmiştir. Emîr-i silâh en yüksek askerî rütbe olan emîr-i mie ve mukaddemü elfler arasından tayin edilirdi. Emrindeki 110-120 civarında, “silâhdâriyye” adı verilen ve memlüklerden oluşan süvarilerle sarayın silâh ve mühimmat deposundan sorumludur ve “zerrâdkâşiyye” denilen hassa birliğinin emîri konumundadır. Bu sebeple zaman zaman ez-zerrâdkeşü’l-kebîr ismiyle de anılır. Silâhdâriyye grubu uşaklar ve teberdarlarla birlikte sultanın muhafazasından da sorumludur. Emîr-i silâh silâhhânenin bütün masraflarıyla buraya giren çıkan şeyleri takip eder, savaşlarda ve merasimlerde sultanın silâhlarını taşır ve dârülakd adı verilen divanda sultanın arkasında oturur. XV. yüzyılda emîr-i silâhın konumu büyük önem kazanmış ve savaşlarda da yer almaya başlamıştır.
Osmanlılar’da silâhdarlığın Yıldırım Bayezid döneminde ortaya çıktığı kabul edilir. Osmanlı uygulamasında silâhdarlık, bir saray kurumu olmanın yanı sıra devlet adamlarının maiyetlerinden bir kısmıyla kapıkulu bölüklerinden birinin adıdır. Silâhdarlık makamında bulunan kişiye silâhdar ağa veya silâhdâr-ı şehriyârî denilir. Padişahların özel hizmetlerine bakan Has Oda mensuplarından biri olan silâhdar ağa, Fâtih Kanunnâmesi’ne göre bu oda ağalarının has odabaşından sonra ikinci büyük idarecisi olarak belirtilmiştir. Padişaha ait bütün silâhların muhafazasıyla yükümlü tutulan silâhdar ağa merasimlere başında kırmızı kadifeli ve zülüflü üsküf, üzerinde hazine malı olan incili ağır bir kaftan, beline çifte paftalı, gayet pahalı som mücevherli kemer ve altın köstekli som murassa‘ ve değerli bıçak takarak at üstünde katılır, hükümdarın seyf-i selîmî adı verilen kılıcını sol omzuna, alaylarda ise sağ omzuna alarak hünkârın sağ gerisinde yürür. Silâhdarın sarayda sarık sarıp kürk giymesine de izin verilmiştir. Silâhdar ağa ayrıca içinde padişahın özel silâh ve teçhizatlarıyla kıymetli eşyalarının muhafaza edildiği, sarayda arzhâne dairesi içinde bulunan ve silâhdar hazinesi adı verilen hazinenin tek sorumlusudur. Bunlardan başka has bahçedeki gezintilerde padişaha refakat etmek, padişahlar ava çıktığında beraber bulunup sofralarını kurmak ve III. Murad zamanından beri yapılması âdet olan mevlid törenlerinde çuhadarla birlikte padişaha buhur ve gül suyu ikram etmek, ramazanın on ikisinde Hırka-i Şerif Dairesi’nde yapılan merasimlerde mukaddes emanetlerin Revan Köşkü’ne taşınmasına nezaret etmek de silâhdar ağaların görevleri arasındadır.
Silâhdarlık makamına getirilecek kişi ondan bir derece aşağıda bulunan rikâbdar veya çuhadarlar arasından seçilir. Klasik dönem kanunnâmelerine göre 50 akçe ile müteferrika tayin edilerek saraydan taşra hizmetine çıkar. Terfi etmesi durumunda bölük ağası, çaşnigîrbaşı veya kapıcıbaşı olarak tayin edilir. Silâhdarlık görevine önceleri Enderun ağalarından tayinler yapılırken XVI. yüzyıldan sonra bu uygulamaların dışına çıkılarak kiler kethüdâsı, seferli kethüdâsı, peşkir ağası, hatta berberbaşı gibi Has Oda dışından gelen Enderun mensupları da tayin edilmeye başlanmış ve buradan terfi eden kişiler yeniçeri ağası, beylerbeyi, kaptan-ı deryâ yahut vezir olmuştur. Pek çoğu iyi yetişmiş devlet adamlarından olan silâhdarlardan yirmi kadarının vezîriâzamlığa kadar yükseldiği tesbit edilmektedir.
II. Mustafa döneminde silâhdarlık görevinde bulunan Çorlulu Ali Paşa sadrazam olduktan sonra enderun hizmetini yeni bir nizama sokarken silâhdar ağaların görev ve yetkilerini yeniden düzenlemiştir. Buna göre o zamana kadar Bâbüssaâde ağaları vasıtasıyla padişaha gönderilen hatt-ı hümâyun ve telhislerin bundan böyle silâhdar ağalarla ulaştırılması usulü getirilmiş ve vazifeleri daha çok sarayın harem tarafına ait olan Dârüssaâde mensupları hariç Bâbüssaâde ile birlikte bütün Enderun hizmetlerinin idaresi görevi de uhdelerine verilmiştir. Böylece silâhdarlık Has Oda, hazine, kiler ve seferli koğuşlarının ve zülüflü baltacıların âmiri konumuna yükseltilerek çok daha önemli bir mevki halini almış, silâhdarlar çeşitli görevleri dolayısıyla zamanla saray başmâbeyincisi durumuna gelmiştir. Sabah namazından yatsı namazının sonrasına kadar günün tamamını padişahla birlikte geçiren silâhdarlar yeni uygulamayla birlikte padişahla yapılacak her türlü yazışmayla ilgilenmiştir. Bayramlaşma, cuma selâmlığı ve ulûfe dağıtımı merasiminin teşrifat kaidelerine göre tertip ve icrası, Enderun ağalarının tahsilleri konusu ile Enderun nizam ve kanunlarının uygulanmasına özen göstermek de onun sorumluluklarındandı. Enderun Hazinesi’ndeki parayı ve kıymetli eşyaları gösteren ve defterdar tarafından mühürlenmiş olan iki defteri hazine kethüdâsıyla birlikte muhafaza eden silâhdar ağa bu hazinenin açılışında da hazır bulunurdu. Harc-ı hâssanın bir kısmı doğrudan doğruya onun elinde olup buradan yapılan masrafları kaftancısı vasıtasıyla deftere kaydettirdiği gibi hazine kethüdâsı dairesindeki dolaptan harcanan miktarı da her ay başında görüp tasdik etme yetkisine sahipti.
Silâhdar ağaların makamın artan önemine paralel olarak görev çeşitleri de fazlalaştığından maiyetlerindeki hizmetlilerin sayısı arttırılmış ve toplam otuz dördü bulmuştur. Silâhdar ağanın arması kılıçtı. Silâhdarlık görevine tayin edilen kişilere başta acemilik adıyla bir miktar para verilirdi. XVI. yüzyılın başlarında 20 akçe ulûfe alan silâhdarların yevmiyeleri zamanla artmış ve XVII. yüzyıl ortalarında 40 akçeye, XVIII. yüzyılda 60 akçeye çıkmış, daha da artan önemine uygun biçimde XVIII. yüzyıl başlarında 300 akçe ile emekliye sevkedilmişlerdir. Ayrıca kendilerine câme-i hâssa ismiyle senede dört kat elbiselik kumaş verilirdi. Ulûfeleri dışında has gelirleri de vardı.
Silâhdarlık makamı, Silâhdar Giritli Ali Ağa’nın Ekim 1831’de ölümü üzerine 29 Kasım 1831 tarihinde yerine kimse tayin edilmeyerek lağvedilmiş, onun görevi hazine kethüdâsına nakledilmiştir. Ardından silâhdar ağalığın yerine geçmek üzere Enderun nâzırlığı ve bir yıl sonra da mâbeyin müşirliği (1833) ihdas edilmiştir. Saraydaki silâhdar dışında, Osmanlılar’da vezir ve diğer önde gelen ricâlin masraflarını kendilerinin ödeyerek özel hizmetlerinde kullandıkları görevlileri arasında silâhdar da bulunmaktadır. 1707’de vezirlerin kapı halkı ve maiyetlerine sınırlama getirilirken ancak on silâhdar istihdam edilmesi kararlaştırılmıştır. 1831’de silâhdar ağalık lağvedilirken vezirlerin silâhdar namıyla adam istihdamları yasaklanmıştır.
Silâhdar Bölüğü. Osmanlılar’da silâhdar bölüğü adı altında kapıkulu süvarilerinden birini oluşturan bir askerî grup daha vardı. Altı bölük halkından biri olan bu bölüğün teşkili muhtemelen I. Murad zamanına rastlar. Fâtih Sultan Mehmed dönemine kadar silâhdar bölüğü kapıkulu süvarileri arasında başbölük olarak nitelendirilmiştir. Bunlar alaylarda padişahın arkasından yürür, savaş sırasında yine padişahın bulunduğu yeri arka cepheden koruma altına alır, sipahi bölüğünün üzerinde bir konumda olurdu. Ancak Fâtih Sultan Mehmed, sayıları artan sipahi ve bey oğullarından müstakil bir bölük teşkil ederek onlara padişahın sağ tarafında yürüme imtiyazı verince silâhdar bölüğünün sol tarafta yürümesi kanun olmuş, kendilerine sarı bayrak tahsis edilmiştir. Böylece silâhdarlar sipah bölüğünden sonra ikinci dereceye düşmüştür. Kendilerine bayraklarının renginden dolayı sarı bayrak bölüğü adı da verilmiştir.
Kapıkulu süvarileri içinde cemâat-i silâhdârân adıyla resmî belgelerde zikredilen silâhdar ocağı 260 bölüğe ayrılmıştı. Fâtih Sultan Mehmed döneminde sayıları 2000 dolayındaydı. XVI. yüzyılın başlarına ait belgelerde bu sayı 1500 ile 1800 arasında değişir. Yüzyılın ikinci yarısında 2000’i geçmişti. III. Murad’ın cülûsu sırasında 2127, 996’da (1588) 2930, 1597’de 5000, 1609’da ise 7683 kişiden oluşuyordu. IV. Murad zamanında silâhdar bölüğü mevcudu 2500 olarak tesbit edilmişti. 1660’ta 6244 kişiden, 1711’de 6628 neferden müteşekkildi. Fakat az sonra sayı 10.821’e yükselmiştir. II. Mahmud döneminde sayılarının 12.000 olduğu tahmin edilmektedir.
Silâhdar bölüklerinin her birinin başında bölükbaşı, serbölük denilen bir zâbit bulunuyordu. Bütün silâhdar bölükleri silâhdar ağasının emri altındaydı. Silâhdar ağası sipahi ağasından sonra geliyor, aynı zamanda rikâb ve üzengi ağalarından sayılıyordu. Kanun gereğince silâhdar bölüğü ağalığına sağ ulûfeciler ağalığından gelinmekteydi. Silâhdar ağası terfi ettiğinde sipah ağası oluyor veya 350.000 akçe ile sancak beyliğine tayin ediliyordu. Ayrıca bölük ağaları nizamına göre yeni tayin olunan ocak ağası geldiği bölükten bir miktar neferi silâhdar bölüğüne getirip kaydedebilirdi. Silâhdar bölüğünde silâhdar kethüdâsı, kethüdâ yeri, baş çavuş ve silâhdar kâtibi gibi görevliler de bulunuyordu. Silâhdar kethüdâsının vekili olan kethüdâ yeri aynı zamanda silâhdar ağasının divan nezdindeki mümessili durumundaydı.
Silâhdar bölüğü mensupları maaşlı statüde olup ulûfeleri hizmet sürelerine göre 6-99 akçe arasında değişirdi. Bölüğe yeni kaydedilen bir serdengeçtiye 6 akçe ulûfe tayin edilirken Galatasaray Acemi Ocağı’ndan çıkanlara 12-13 akçe veriliyordu. Silâhdar Ocağı mensupları ulûfelerini oğullarına ancak silâhdar ağasının muvafakatiyle devredebilirdi. Sipahi ağası ise günlük 120-130 akçe arasında ulûfe alıyordu. Ocağa ait bürokratik muâmelât defterdarlığa bağlı silâhdar kaleminden görülüyordu. Silâhdar bölük kâtibi aynı zamanda bu kalemin âmiri durumundaydı. XVIII. yüzyıla ait bilgilere göre eşkinci veya emekli olmuş silâhdarların esâme denilen ulûfe cüzdanları bu kaleme kayıtlıydı, bölüğün mevcut isim cetvelleri de burada hazırlanırdı. Ulûfelerinin tediyesi, esâmelerin süvari mukabelesi kaleminde gözden geçirilip tasdik edilmesiyle gerçekleşiyordu.
Padişahın yanında bir hassa bölüğü durumunda olan silâhdarların başlıca görevleri alaylarda ve cuma selâmlıklarında padişahın solunda yürümek, savaş sırasında ana merkezde saltanat sancağının sol tarafında yer almak, yürüyüşlerde yahut padişahın iştirak ettiği seferlerde onun geçeceği yolları açmak, köprüler yaptırmak ve tuğların dikilmesi için yolun iki tarafına sancak tepesi denilen tümsekler hazırlatmaktı. Bu tümsekler sefere serdar olarak sadrazamın katılması durumunda sadece yolun sol tarafına yapılırdı. Savaş düzeni ve yol hizmetleri dışında sefer sırasında padişahın veya sadrazamın tuğlarını taşımak, merasimlerde padişahın yedek atlarını götürmek ve padişah camiye gittiğinde fakirlere sadaka dağıtmak gibi işleri de ifa ediyordu. Tuğları taşıyanlar tuğcu veya tuğkeşân / tuğcıyân-ı hâssa adıyla anılıyordu. Sayıları yirmi üç kadar olup başlarında tuğcubaşı bulunuyordu. Padişahın yedek atlarını götürenlere yedekçi, âmirlerine yedekçibaşı deniyordu. Bunların sayısı otuzdu. Padişah adına sadaka dağıtanlara buçukçu adı veriliyordu. Söz konusu hizmetler dışında XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kapıkulu süvarileri Edirne ve Bursa’dan başlayarak imparatorluğun her tarafına dağılıp vergi tahsili, beytülmâl eminliği, mübâyaat ve kitâbet gibi çeşitli hizmetler yapmaya başlayınca silâhdarlar bölüğü mensupları da cizye eminliğine, ağnâm, haraç gibi vergilerin tahsiline memur edilmiştir (BA, KK, nr. 67).
Osmanlı savaş sisteminde XVII. yüzyıldan itibaren başlayan dönüşüm kapıkullarını da etkilemiş, nizamları bozulmaya başlamış, alınan tedbirlere rağmen eski düzen sağlanamamıştır. XVIII. yüzyılda silâhdarların da içinde bulunduğu kapıkulu süvarileri giderek başka işlerle ve ticaretle uğraşmaya başlamış, boş yere ulûfe alan gruplar haline gelmiştir. Yeniçeri Ocağı’nın ilgasından sonra Kapıkulu ocakları da kapatılmış, esâmeleri imha edilmiş, ancak sadrazam huzurunda kendilerini gösterip isbât-ı vücûd edenlere gümrükten maaş tahsis edilmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
BA, Ali Emîrî, III. Ahmed, nr. 18396.
BA, Cevdet-Askerî, nr. 2186, 12171, 22333.
TSMA, nr. E. 5475.
Nizâmülmülk, Siyasetnâme (nşr. Ch. Schefer), Paris 1891, s. 94-95, 109.
İbn Bîbî, el-Evâmirü’l-ʿAlâʾiyye, s. 216.
Kalkaşendî, Ṣubḥu’l-aʿşâ, V, 462.
Fâtih Sultan Mehmed, Kānûnnâme-i Âl-i Osman (nşr. Abdülkadir Özcan), İstanbul 2003, s. 15-16.
İdrîs-i Bitlisî, Heşt Bihişt, Nuruosmaniye Ktp., nr. 3209, vr. 462a.
Lutfi Paşa, Âsafnâme, İstanbul 1326, s. 17.
Selânikî, Târih (İpşirli), s. 272, 465.
Koçi Bey, Risâle (Danışman), s. 43, 61, 113.
Hezârfen Hüseyin Efendi, Telhîsü’l-beyân fî Kavânîn-i Âl-i Osmân (haz. Sevim İlgürel), Ankara 1998, tür.yer.
Râşid, Târih, III, 238.
D’Ohsson, Tableau général, VII, 266, 368.
Hızır İlyas, Târîh-i Enderûn, İstanbul 1276, s. 41, 97, 132-133, 139-140, 142-143, 345.
Atâ Bey, Târih, I, 161-162, 201, 209, 253, 284.
Marsigli, Osmanlı İmparatorluğunun Askeri Vaziyeti, s. 97-100.
Uzunçarşılı, Medhal, s. 336-337.
a.mlf., Saray Teşkilâtı, s. 340-348.
a.mlf., Kapukulu Ocakları, II, 210, 214.
A. N. Poliak, “The Influence of Chingiz-K̲h̲ān’s Yāsa upon the General Organization of the Mamlūk State”, BSOAS, X/4 (1942), s. 862-876.
İsmail Baykal, “Silahdar-ı Şehriyarî ve Darüssaade Ağası Tayinleri Hakkında Hatt-ı Hümayunlar”, TV, II/7 (1943), s. 338-341.
David Ayalon, “Studies on the Structure of the Mamlūk Army-I”, BSOAS, XV/2 (1953), s. 203-228.
İsmet Parmaksızoğlu, “Silâhdâr”, TA, XXIX, 28-29.
Şerafettin Turan, “Silâhdâr”, İA, X, 640-641.
Pakalın, III, 221-225.
Shai Har-El, “Silāḥdār”, EI2 (İng.), IX, 609-610.