https://islamansiklopedisi.org.tr/suleyman-pasa-sari
Bosna-Hersek kökenli olup Hersek’in Prebol kazasına bağlı Hisarcık (Mileśevo) kasabasında doğdu (Akün, XIX [1980], s. 17). Babasının adı Mürüvvet’tir. Öldüğünde altmış yaşını geçmiş olduğuna göre 1038 (1628-29) yılı civarında doğduğu söylenebilir. XVII. yüzyılın ortalarında saraya alındı, bir süre buradaki Helvacıyân-ı Hâssa Ocağı’nda hizmet etti. O sırada padişah musâhiplerinden dilsiz Tavşan İbrâhim Ağa’nın dikkatini çekti ve bir süre ona kethüdâlık yaptı. 3 Rebîülâhir 1080’de (31 Ağustos 1669) divan çavuşlarının başına getirildi. Bu görevde iken Lehistan’la 18 Ekim 1672’de imzalanan Bucaş Antlaşması’nın akdinde hazır bulundu. 20 Zilkade 1083’te (9 Mart 1673) Sadrazam Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa tarafından sadâret kethüdâlığına tayin edildi ve onun vefatına kadar bu görevde kaldı. Görevi sırasında karşılaştığı Fransız şarkiyatçısı François Pétis de la Croix kendisinden övgüyle bahseder; ayrıca onun Fransız elçisinden Osmanlı-Avusturya barışı için aracılık yapmasını istediği nakledilir (Akün, XIX [1980], s. 21). 5 Ramazan 1087’de (11 Kasım 1676) mîrâhûr-ı evvel oldu. Bu sırada sel baskınına uğrayan Kâbe civarının temizlenmesi ve su yollarının tamiri için 16 Cemâziyelevvel 1092’de (3 Haziran 1681) Mekke’ye gönderildi (Defterdar Sarı Mehmed Paşa, s. 121). Çevresinde “Sarı Mîrâhur” olarak ün yaptı. Döndükten sonra mevcut görevine haseki sultan kethüdâlığı da eklendi. Süleyman Ağa, Avusturya seferine çıkan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’ya Belgrad’da Kâbe anahtarını verdi ve bir samur kürkle ödüllendirildi. Aslında Süleyman Ağa, Merzifonlu’ya karşı olan ekibin içinde yer almıştı. Bunun farkında olan Merzifonlu da birçok telhis yollayarak padişahtan onun katlini istemişti. Bu yüzden Viyana’da uğranılan yenilginin haberi saraya ulaşınca Dârüssaâde Ağası Yûsuf Ağa ile birlikte ellerine makrameler alıp oynadıkları, ayrıca Merzifonlu’nun idamını sağladıkları rivayet edilir. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın katlinden sonra İstanbul’daki mal varlığını tesbit etmekle görevlendirildi. Hemen ardından 9 Safer 1095’te (27 Ocak 1684) vezirlikle rikâb kaymakamlığına getirildi. 2 Rebîülâhir’de (19 Mart) Babadağı muhafazasındaki askere serdar tayin edildi ve cepheye gönderildi (Râşid Mehmed Efendi – Çelebizâde Âsım Efendi, I, 263, 265). Bu görevi esnasında Eflak ve Boğdan voyvodalarının durumuyla yakından ilgilenmek istiyordu. Ancak o sırada Leh kuvvetlerinin hızla yaklaşması üzerine merkezden askerî yardım talep etti. Lehistan Kralı Sobieski kumandasındaki Polonya askerleriyle yapılan savaşlarda Selim Giray idaresindeki Kırım kuvvetlerinin de desteğiyle elde ettiği başarılar yıldızının parlamasına sebep oldu.
O kışı Babadağı’nda geçiren Süleyman Paşa ertesi yıl Lehler’le yapılan savaşta da başarı sağlayınca şöhreti daha da arttı (Kantemir, s. 105). Edirne’ye çağrılarak o sırada rahatsız olan Sadrazam Kara İbrâhim Paşa’ya kaymakam tayin edildi (26 Kasım 1685). Son başarıları sadrazamın kıskançlığına yol açınca onun hedefi haline geldi ve İbrâhim Paşa, Süleyman Paşa’yı ortadan kaldırmanın yollarını aramaya başladı. Ösek Kalesi’nin düşmesi onu Macaristan seraskeri yaptırdıysa da bu haberin yalan olduğu anlaşılınca IV. Mehmed, İbrâhim Paşa’yı azlederek yerine Süleyman Paşa’yı tayin etti (21 Muharrem 1097 / 18 Aralık 1685). Sadrazamlığa tayininde, zor malî şartlara rağmen askere ulûfe verilmesinde gösterdiği başarının da etkili olduğu nakledilir. Bir başka sebep de Dârüssaâde Ağası Yûsuf Ağa’nın padişahı etkilemesi olarak gösterilir.
Süleyman Paşa’nın yaptığı ilk icraatlardan biri, savaş ve yenilgi suçlusu olarak bir süredir tutuklu bulunan Macar Prensi İmre Tököli’yi serbest bıraktırıp el konulan mal varlığını iade ettirmesi ve Erdel Kralı Mihály Apafiy’yi kontrol altında tutmak için Yanova’ya göndermesidir. F. Pétis de la Croix ona devleti buhrandan kurtaracak tek adam gözüyle bakıyordu. Gerçekten Süleyman Paşa, bir yandan sefer hazırlıklarını sürdürürken bir yandan da yabancı elçilerle dostluk ilişkilerine önem veren icraatlar yapıyor, bu arada maliyeyi güçlendirerek askerin maaşının düzenli verilmesi için çaba gösteriyordu. Sefer hazırlıklarını merkezde sürdürebilmek için Avusturya serdarlığına Sarhoş Ahmed Paşa’yı getirtti, ancak padişahın da katılmasıyla yapılan meşveret toplantısında bizzat kendisinin serdâr-ı ekrem olması kararlaştırıldı. Merkezde güvendiği adamı Şatır Receb Paşa ona vekâlet edecekti. Bir rivayete göre Süleyman Paşa, Dârüssaâde Ağası Yûsuf Ağa vasıtasıyla Sultan Mehmed’den kendisine sınırsız yetki tanıyan ve hayatını garanti eden bir yazı almıştı (Hammer, XII, 196-197).
Serdârıekrem Süleyman Paşa 19 Nisan 1686 tarihinde büyük bir merasimle sancak-ı şerifi ve hırka-i saâdeti teslim alarak Belgrad’a hareket etti. Burada yaptığı bazı askerî düzenlemelerin ardından 50.000 kişilik bir orduyla yola çıktı. O sırada Budin, Duc de Lorraine kumandasındaki 90.000 kişilik Avusturya kuvvetlerince kuşatma altına alınmıştı (Marsigli, s. 233). Budin muhafazasında bulunan Abdi Paşa’dan peş peşe yardım talepleri gelmesine rağmen Süleyman Paşa, “Düşmanın kaleyi alması mümkün değildir” diyerek acele etmiyordu. Onun bu davranışı üzerine korkaklığına telmihen o dönemde, “Seninle etmeziz âheng-i perhâş / Uzaktan merhâbâ ey ayı kardaş” tekerlemesi söylenmiş (Tayyarzâde Atâ Bey, II, 143) ve genellikle Süleyman Paşa, Budin’in elden çıkmasının müsebbibi kabul edilmiştir (Hadîkatü’l-vüzerâ, s. 112). Budin yakınlarındaki Hamzabey menziline ulaşan ordu, Budin’i kurtarmak için 14 Ağustos günü kaleyi kuşatan Avusturyalılar’a hücum etti, fakat yenilip birkaç bin ölü vererek geri çekilmek zorunda kaldı. Süleyman Paşa, kaleye yardımcı kuvvet sokmak için eski serdarlardan Sarhoş Ahmed Paşa kumandasında iki defa serdengeçti sevketmeye çalıştıysa da şiddetle karşılık görmesi yüzünden ilk teşebbüste sadece 800 kadar Tatar serdengeçti içeriye girebildi. Fakat Budin’i kurtarma gayretleri bir sonuç vermedi. 16 Temmuz günü kaledeki cephanelikte bulunan 36.000 kantar barutun ateş alıp patlamasıyla 4000 Osmanlı askeri öldü ve yetmiş sekiz gündür kuşatma altındaki Budin elden çıktı (13 Şevval 1097 / 2 Eylül 1686). Süleyman Paşa bunun üzerine Ösek’e dönmek zorunda kaldı.
Avusturyalılar bir ay içerisinde Şimentorna, Şikloş, Peçuy, Segedin ve Kapoşvar gibi yerleri ele geçirdi (Silâhdar Mehmed Ağa, s. 1045 vd.). Segedin’i kurtarma girişimi başarısız olunca Osmanlı ordusu Varadin’e, oradan da Belgrad’a çekildi. Avusturyalılar o kışı Macaristan’ın diğer yerlerini zaptetme hazırlıkları içinde geçirdi. Süleyman Paşa’nın Belgrad’da ordudaki mahlûlleri tesbit için yoklama yaptırması ve orduyu düzene sokma çalışmaları ıslahatçı yönünü gösterirse de (Ahmed Refik, s. 70-71) sipah ve silâhdar ocaklarındaki bu düzenlemeler askerin tepkisini çekti. Anadolu’dan ve merkezden sevkedilen askerlerin gelmesiyle güçlenen Osmanlı ordusu Belgrad’dan Ösek’e hareket etti. 50.000 civarındaki bu ordu Avusturya kuvvetlerini Valpo Kalesi civarında karşıladı. Aralıksız üç gün süren çatışma sonunda Avusturyalılar yenilip geri çekildi. Ardından yapılan istişarede alınan karara rağmen Süleyman Paşa, Drava nehrini geçerek Mohaç ovasına doğru kaçan Avusturya birliklerini takip ettirdi, fakat Osmanlı gücü Çatalköprü civarında yenilgiye uğradı. Bozgunun ardından ordu hazinesi, bütün cephane, mühimmat ve defterhâne Avusturyalılar’ın eline düştü, Macaristan’da yine birçok kale elden çıktı. Ösek’te askeri toplayan Süleyman Paşa buradan Vılkovar yoluyla Varadin’e hareket etti, bu arada barış arayışlarında bulunduysa da bu girişimleri sonuçsuz kaldı (Zülfikar Paşa’nın Viyana Sefâreti, s. 105-106).
O sırada Eğri müdafilerinden gelen yardım çağrıları üzerine Süleyman Paşa, Eğri’ye erzak göndermek için Diyarbekir Beylerbeyi Câfer Paşa kumandasındaki bazı birlikleri Tuna nehrinin karşı yakasına geçirdi. Atlı birliklerin arasında Serçeşme Yeğen Osman Paşa idaresindeki leventler de vardı. Başlangıçta Eğri’ye gönderileceklerinden haberi olmayan askerler durumu öğrenince güzergâhın tehlikelerle dolu olduğunu öne sürerek bu göreve gitmek istemediler ve sadrazamın da kendileriyle birlikte gelmesi gerektiğini söylediler. Çıkan ayaklanmada, Süleyman Paşa’nın askeri düzene sokma çalışmalarının ve Serçeşme Yeğen Osman Paşa’nın tahriklerinin de etkili olduğu nakledilir (Anonim Osmanlı Tarihi, s. 1). Gerçekten bir süre önce yapılan yoklamalardan duydukları memnuniyetsizliğe bir yılı aşkın zamandır ulûfe alamamaları da eklenince askerler Defterdar Seyyid Mustafa Paşa’nın kendilerine teslim edilmesini istediler. Sipah ve silâhdar zümreleriyle Serçeşme Yeğen Osman Paşa kumandasındaki leventler arasında çıkan ayaklanmaya diğer askerler de katıldı. Süleyman Paşa taleplerinin yerine getirileceğini, Eğri’ye kendisinin de geleceğini söylemesine rağmen askerleri ikna edemedi. Atlılar ve leventler birleşip geri dönmelerini engellemek için kapatılan köprünün kapısını kırarak dönmeyi başardılar, “Bizim kendisiyle şer‘î davamız vardır, sancak-ı şerifi ve mührü isteriz” sözleriyle de Süleyman Paşa’dan şikâyetçi oldular. Bu gelişmeler karşısında Süleyman Paşa çareyi yanına yeniçeri ağası Bekrî Mustafa Paşa, Ordu Kadısı Abdülbâki Ağa, Silâhdar Ağası Süleyman Ağa ile adı geçen defterdarı da alarak bir miktar adamıyla birlikte kaçmakta buldu (Silâhdar Mehmed Ağa, s. 1076 vd.). Serdâr-ı ekremin otağını yağmalayan askerler orduda bulunan Halep Beylerbeyi Siyavuş Paşa’yı serdar ve sadâret kaymakamı ilân ettiler (2 Eylül 1687).
Bu arada isyancı liderler merkeze bir mahzar gönderip durumu ayrıntılarıyla padişaha bildirdiler. Burada özetle, Süleyman Paşa’nın kendilerine vaad ettiği erzak ve terakkilerin hiçbirini tam olarak vermediği, Belgrad’da yaptırdığı yoklamalarda yanlışlık ve usulsüzlüklerde bulunduğu, Varadin’de Eğri müdafilerine yardıma gidecek askerleri yağmur altında çadırsız bıraktığı gibi şikâyetler yer alıyordu. Ayrıca ordugâhı terkettiği için şer‘an yargılanma da talep ettiler. Siyavuş Paşa’yı sadâret kaymakamı yaptıklarını bildirdiler ve mührün münasip kişiye verilmesini istediler (Defterdar Sarı Mehmed Paşa, s. 235-239). Öte yandan Süleyman Paşa, Tuna’daki bir savaş gemisiyle Belgrad üzerinden Rusçuk’a, oradan da İstanbul’a gitti (15 Eylül 1687). Bir süre Davutpaşa’daki çiftliğinde kaldıktan sonra kıyafet değiştirerek Sadâret Kaymakamı Receb Paşa ile görüştü. Ardından Kuruçeşme’deki yalısı civarında bulunan yahudi asıllı dostu Salamon’un evinde saklandı. D. Kantemir eserinde bu hususta farklı bir rivayet nakleder ve Süleyman Paşa’nın yirmi yedi gün Manolaki adlı Rum’un evinde gizlendiğini yazar (Osmanlı İmparatorluğunun, s. 146). Bu arada sadâret mührünü ve sancak-ı şerifi elden padişaha göndermişti.
İsyancılardan Dârüssaâde Ağası Yûsuf Ağa’ya gönderilen mektuplarda ise Süleyman Paşa’nın katledilmesi isteniyordu. Padişah huzurunda yapılan toplantıda Rikâb Kaymakamı Receb Paşa mühre talip oldu ve mutlaka âsilerin hakkından geleceğini söyledi. Ancak ayaklanma halindeki orduyu yatıştırmak için Süleyman Paşa’yı azleden IV. Mehmed (19 Eylül 1687), Belgrad’da kalmaları şartıyla mührü Siyavuş Paşa’ya gönderdi ve onu sadrazam tayin etti (Defterdar Sarı Mehmed Paşa, s. 241-243). Birkaç hafta gizlenen Süleyman Paşa 8 Ekim’de bir Rum kadınla konuşurken yakalandı. Birkaç gün Kapıarası’nda tutulduktan sonra 7 Zilhicce 1098’de (14 Ekim 1687) Çavuşbaşı Haseki İbrâhim Ağa tarafından boğduruldu ve kesik başı Filibe’deki isyancı askerlere gönderildi. Kendi yaptırdığı cami kitâbesinin, “Cennet-i adne varıp anda Süleyman oldu” şeklindeki son mısraın ölüm yılına düşürülen tarihi verdiği nakledilir (Konyalı, I, 278; Haskan, I, 344).
Sadrazamlığı bir yıl dokuz ay iki gün süren Süleyman Paşa’nın vücudu, mîrâhurluğu zamanında Üsküdar’da Ahmediye’den Doğancılar’a çıkan yokuşun sol yanında inşa ettirdiği caminin mihrabı önüne defnedildi (Ayvansarâyî, II, 229). Onun burada ayrıca bir sıbyan mektebiyle çeşme de yaptırdığı bilinmektedir. Şair Nâbî’nin, “Dediler iç bu Süleyman çeşmesinden nûş bâd” mısraından anlaşıldığına göre (Dîvan, s. 84-85; Akün, XIX [1980], s. 55) Süleyman Paşa bu yapılarını 1088’de (1677) inşa ettirmiştir. Ayvansarâyî ise 1092 (1681) yılını verir (Mecmûa-i Tevârih, s. 62). Ayak ucunda kızı Fatma Hanım’ın kabri vardır. Sicill-i Osmânî’de bir de oğlundan söz edilir. Camisi günümüze ulaşmışsa da mektebi ve çeşmesi mevcut değildir. Hadîkatü’l-cevâmi‘de adına bir de mahallenin bulunduğu kaydı yer alır (II, 230). Camisi civarında 10 dönüm arsa üzerindeki saray görünümlü konağı Cumhuriyet’in ilk yıllarında çıkan Ahmediye yangınında kül olmuştur.
Süleyman Paşa gerek çağdaşı gerekse daha sonraki yerli tarihçiler tarafından hilekâr, sinsi, fitneci, zalim, yalancı gibi olumsuz sıfatlarla nitelenmiş, yabancı tarihçiler ise olumlu yönlerinden ve başarılarından da söz etmiştir. Yakışıklılığı ve tutumlu yönü ise ittifakla vurgulanmıştır. Çağdaşı bir kaynakta telâşlı biri olarak tanıtılır ve sadârete lâyık görülmez. Kendisini çok yakından tanıdığı anlaşılan meçhul bir gözlemci onu Bosna diliyle konuşmaya eğilimli, çok zengin, vaktinin çoğunu mektup kenarı yazmakla geçiren, kâtibinin yazdığı mektubu kötü yazısıyla derkenar eden, işleri ehliyle konuşmadan yürüten bir yönetici olarak anlatır (Anonim Osmanlı Tarihi, s. 1).
BİBLİYOGRAFYA
Abdurrahman Abdi Paşa, Vekāyi‘nâme (haz. Fahri Ç. Derin), İstanbul 2008, s. 329, 407, 451.
Zülfikar Paşa’nın Viyana Sefâreti ve Esâreti (haz. Mustafa Güler), s. 105-106.
Anonim Osmanlı Tarihi: 1099-1116/1688-1704 (haz. Abdülkadir Özcan), Ankara 2000, s. 1.
Nâbî, Dîvan, İstanbul 1292, s. 84-85.
Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekayiât (haz. Abdülkadir Özcan), Ankara 1995, s. 35, 78, 121, 171, 172, 173, 176, 199, 211, 214, 216-218, 222-223, 226-242, 245-249, 256.
Hadîkatü’l-vüzerâ, s. 111-112.
Silâhdar Mehmed Ağa, Zeyl-i Fezleke (haz. Nazire Karaçay Türkal, doktora tezi, 2012), MÜ Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, s. 788, 922-927, 980 vd., 1000, 1022, 1023, 1032, 1035, 1045-1049, 1070-1075, 1076-1078, 1079-1081, 1089-1090, 1191, 1459.
D. Kantemir, Osmanlı İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküş Tarihi (trc. Özdemir Çobanoğlu), Ankara 1980, s. 81, 85, 98, 105, 106, 107-108, 110-113, 132, 145, 146, 152, 386, 392, 393.
Marsigli, Osmanlı İmparatorluğunun Askeri Vaziyeti, s. 233, 234.
Şeyhî, Vekāyiu’l-fuzalâ, III, 596, 605, 631.
Râşid Mehmed Efendi – Çelebizâde Âsım Efendi, Târîh-i Râşid ve Zeyli (haz. Abdülkadir Özcan v.dğr.), İstanbul 2013, I, bk. İndeks.
Îsâzâde Târihi (haz. Ziya Yılmazer), İstanbul 1996, s. 153, 171, 181, 187, 188, 193, 194, 197, 198, 199-202, 204, 215, 229.
Ayvansarâyî, Hadîkatü’l-cevâmi‘, II, 229-230.
a.mlf., Mecmûa-i Tevârih (haz. Fahri Ç. Derin – Vahid Çabuk), İstanbul 1985, s. 62.
Hammer, HEO, XII, 159 vd., 193-197, 203-207, 210-214, 228-257.
J. W. Zinkeisen, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (trc. Nilüfer Epçeli), İstanbul 2011, V, 86, 88, 100.
Tayyarzâde Atâ Bey, Târîh, İstanbul 1292, II, 142-144.
N. Jorga, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (trc. Nilüfer Epçeli), İstanbul 2005, IV, 176, 179-180, 187-191, 193, 195-196, 198.
Sicill-i Osmânî, III, 69.
Ahmed Refik [Altınay], Felâket Seneleri: 1094-1110, İstanbul 1332, s. 65-74.
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, III/1, bk. İndeks; III/2, s. 425-426.
Konyalı, Üsküdar Tarihi, I, 277-280; II, 106, 249.
Mehmet Nermi Haskan, Yüzyıllar Boyunca Üsküdar, İstanbul 2001, I, 343-346.
Ömer Faruk Akün, “Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve Mîrâhur Sarı Süleyman Ağa Mücâdelesi ile İlgili Bir Konuşma Zabtı”, TM, XIX (1980), s. 7-64.