https://islamansiklopedisi.org.tr/suluk--eskiya
Sözlükte su‘lûk (çoğulu saâlîk) “yoksul” demektir. Kelime “devenin tüy dökmesi” anlamına gelen tesa‘lükten türetilmiştir. Sa‘leke de “insanı malından ayıran ve onu semirmiş zenginler arasında zayıf ve cılız konuma düşüren yoksulluk” demektir. Su‘lûkün terim anlamı, “kendi kabilesinden ayrılan veya diyet bedellerini kabilesine yüklediği cinayetlerinin çokluğu yüzünden ailesi ve aşireti tarafından dışlanan, öldürmeyi, yol kesmeyi, talanı, çapul ve baskını meslek edinen, vahşiler postuna bürünen kimse” şeklindedir. Su‘lûkle eş veya yakın anlamda kullanılan birçok kelime mevcuttur: Zü’bân (kurtlar), huleâ’ (terkedilmişler), şüttâr (kötülük yapmaktan zevk alanlar), füttâk (meşrû nizama baş kaldıranlar), lüsûs (hırsızlar), şüzzâz (marjinaller, dışlanmışlar), ayyârûn (başıboş dolaşanlar) gibi. Câhiliye devrinde ailesi ve aşireti tarafından terkedilen, kabile törelerine uymayan, aşılmaz çöllerde ve sarp dağlarda eşkıyalık yapan, baskınlarla kervan soyarak, yol keserek hayatını sürdüren, daima takip edilen, yakalandıkları takdirde derhal cezalandırılan bir âsi taifesi mevcuttu. Bunların çoğu aynı zamanda birinci sınıf şairdi. Şenferâ, Teebbeta Şerran ve Urve b. Verd bu niteliği taşıyanlardandı. Bu kişiler çoğunlukla dışlanmanın intikamını almak için kabilelerine baskın düzenler, kabile halkı onlardan bir türlü kurtulamazdı. Su‘lûkler genellikle toplumda hor görülen kölelerle hür olan babalarının nesebine almadığı, zenci anneden doğma siyahîlerden meydana gelirdi. Kimi zaman birkaçı birleşerek çete oluştururdu. Toplum bu kişileri aşağıladığı, onları gelenek ve törelere karşı gelmiş kimseler diye kabul ettiği için öldürülmesi gereken (kanları heder edilmiş) kimseler olarak görürdü. Bu durum su‘lûkleri daha çok azdıran sebeplerin başında gelir. Bir kısmı da kabile sultasının kabilenin bir grup bireyine uyguladığı zulüm, hak gasbı gibi yolsuzluklara karşı çıkıp isyan etmiş kimselerdi. Su‘lûkler son derece hızlı koşmaları, hücum, yağma ve baskında şiddet göstermeleri sebebiyle “zü’bân, zü’bânü’l-Arab” (kurtlar) olarak da anılırdı. Ayrıca hızlı koşarak tehlikeden kurtulmaları dolayısıyla bunlara “receliyyûn” adı da verilmiştir. Kendilerinin koşma esnasındaki hızları darbımesel haline gelmiş, “a‘dâ mine’ş-Şenferâ, a‘dâ mine’s-Süleyk” (Şenferâ’dan, Süleyk’ten daha hızlı) denilmiştir. Açlıktan ve öldürülmekten kurtulmak için yegâne dayanakları beden ve bacak güçleriyle silâhları ve çete arkadaşlarıydı. Ebû Hırâş’ın koşuda atları geçtiği (Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, XXI, 571), Teebbeta Şerran’ın gözüne kestirdiği ceylanı koşup yakaladığı (a.g.e., XVIII, 210), kendilerine kurulan tuzaklardan süratleri sayesinde kurtuldukları (a.g.e., XXI, 56 vd.) kaydedilir. Su‘lûkler hızlı koşarak kurtulmayı savaş ve cesarete tercih ettikleri bir tür kahramanlık şeklinde görür, şiirlerinde bu özellikleriyle övünürdü. Bu arada atlı olarak baskın yapanları da vardı. Urve b. Verd, Şenferâ ve Süleyk b. Süleke’nin baskın atları vardı (Tâcü’l-ʿarûs, “krml” md., Ebû Ali el-Kālî, Ẕeylü’l-Emâlî, s. 188; Şenferâ, I, 40). Su‘lûk hareketi Câhiliye devrinde ortaya çıkmış, erken İslâm ve Emevî devirleriyle Abbâsî devrinin ilk zamanlarına kadar uzanmıştır. Benî Hüzeyl ve Benî Fehm gibi bazı kabileler bütün fertleriyle su‘lûk taifesindendi.
Su‘lûklere göre kılıç ve mızrakla mal elde etmek dilenmekten daha onurlu bir harekettir. Baskın ve yağmayla ele geçirilen malı cimrilik yüzünden hakkı ödenmemiş mal olarak gördüklerinden Allah’ın bu hakkın ödenmesinde kendilerini bir sebep kıldığını belirtirlerdi. Özellikle hedefleri olan cimri zenginlere ait malları onlar için fazlalık, kendileri için ihtiyaç kabul ettiklerinden rıza ile verilmediği takdirde sahibini katletmede sakınca görmezlerdi. Yoksul, zayıf ve âciz su‘lûkleri yaptığı baskınlarda elde ettiği mallarla doyurduğu için “su‘lûklerin Urve’si, su‘lûklerin babası” diye anılan Urve b. Verd’in şiirlerinde bu tür düşüncelere sıkça rastlanır. Urve bu düşünceleriyle zenginden alıp fakire veren İngiliz Robin Hood’un kadim örneği veya R. Hood, Urve’nin taklididir. Bunun yanında konuk ağırlamaya da çok önem veren Urve’nin -Hâtim et-Tâî’nin aksine- cömertliğinden hiç söz edilmemesi ve darbımesel haline gelmemesi haksızlık olarak görülmüştür. Kendisi bir şiirinde şöyle der: “Döşeğim konuğun döşeği, evim onun evi / Eğlemez beni ondan hiçbir peçeli âhû güzel // Daha sonra uyuyacağını bildiğimden onunla sohbet ederim / Çünkü sohbet konuk ağırlamanın şanındandır.” Urve b. Verd baskınlarda öldürülmesinden endişe eden eşi Selmâ’ya da, “Ama akraba ve yoksulları doyurmam lâzım” derdi. Su‘lûk örfünde malı olup da vermeyenin katledilmesi suç sayılmaz, bu konuda arkadaşını bile katletmede sakınca görülmezdi. Nitekim Husayn el-Gatafânî ile Cüheyne’den Ahnes b. Kâ‘b konuk olup yemeğini yedikleri adamı öldürerek malını aldıkları gibi yolda Husayn’ın kendisini katledeceğini sezen Ahnes erken davranıp onu öldürmüş ve malını almış, Husayn’ı soran kız kardeşi veya eşine darbımesel haline gelen şu beytiyle cevap vermiştir: “Sormada Husayn’ı her kervana / Halbuki doğru haber Cüheyne’de” (İbn Kuteybe, ʿUyûnü’l-aḫbâr, I, 181 vd.). Su‘lûk taifesi, Câhiliye devrinde daha ziyade Mekke’nin güneyindeki Tihâme yakınında bulunan dağlık Serât bölgesinde, Yemen’de Türbe ve Bîşe ile Sebe bölgesindeki Cevfü Murâd’da, Yesrib ve civarındaki vadilerle Necid’de, ayrıca Mekke’nin güneyindeki Sitâ denilen yerlerde yuvalanmış, özellikle Kâbe’nin kutsiyetiyle korunmak ve eşrafın himayesine girmek amacıyla Mekke civarında çoğalmış, Abdülmuttalib b. Hâşim, Zübeyr b. Abdülmuttalib, Harb b. Ümeyye, Abbas b. Mirdâs gibi eşraf onlara himaye hakkı tanımış, ticaret kervanlarının korunmasında kendilerinden faydalanmıştır. Aynı şekilde Zeydü’l-Hayr Benî Âmir’e, Züheyr b. Cenâb Benî Bekir ve Tağlib’e, Ebû Cündeb el-Hüzelî de Benî Lihyân’a karşı mücadelelerinde su‘lûk taifesinden yararlanmıştır (Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, XXI, 62, 96).
Bu taifenin ortaya çıkmasında coğrafî, siyasî, sosyal ve ekonomik faktörler etkin rol oynamıştır. İnsanların açlıktan ölüm derecesine geldiği, çok kısıtlı besin maddelerinin yetiştiği kurak ve kavurucu çöl hayatı böyle bir grubun doğmasına zemin hazırlayan sebeplerin başında gelir. Siyasal faktör asabiyete ve kan bağına dayanan kabilenin üniter yapısında kendini gösterir. Bireyin kabile mensupları üzerinde kendisini himaye etmeleri, saldırıya uğradığında yardımına gelmeleri gibi hakları vardır. Buna karşılık kabilenin de birey üzerinde kabilenin şerefini korumak, ona leke getirecek şeylerden uzak durmak, kabile töresi ve değerlerine uyup saygı göstermek gibi vazifeleri mevcuttur. Bu hususlara uymayan bireyler dışlanır. Bir grup su‘lûkün “huleâ’” (terkedilmişler) ve “şüzzâz” (dışlanmışlar) diye anılması bundan dolayıdır. Sosyal faktör de kabilenin birleşiminde kendini gösteriyordu. Kabileler aralarında kan bağı olan hürler, başka kabilelerden gelip sığınanlar, Habeşli câriyelerin çocuklarından doğan köleler sınıfı olmak üzere üç gruptan oluşurdu. Gerçekte su‘lûklerin büyük kısmı köle sınıfındandı. Hakları gasbedilen, onurları çiğnenen bu sınıfın güçlüleri haklarını koruma uğruna kabileye ve törelere baş kaldırıyordu. Bunların çoğu siyahî olduğundan kendilerine “gırbân” (kargalar), “ağribetü’l-Arab” (Arap kargaları), “ağribetü’s-saâlîk” (su‘lûk kargaları) denilmiştir. Şenferâ, Teebbeta Şerran, Amr b. Berrâk, Süleyk b. Süleke, Âmir b. Ahnes, Hufâf b. Nüdbe, Hâris b. Şerîd gibi isimler bu taifedendi. Ekonomik faktör ise Câhiliye devrinde kabile hayatının iktâ sistemine dayanmasıyla ilgilidir. Buna göre servet ve arazi efendilerin tekelindeydi. Diğer sınıflara mensup bireylerin çoğu onların hizmetçisi konumunda bir hayat yaşıyordu. Bu yüzden hür kişiler arasında insanın kendi kardeşini sömürmesini kabul etmeyen bir grup ortaya çıkmış, bunlar kendi iradeleriyle, sömürücü güç sahiplerine karşı kabile törelerince horlanıp zayıf görülen kimselere yardım etmiştir. Yoksulları koruyup doyuran Urve b. Verd bunların en meşhurlarından biridir.
İslâm’ın ilk yıllarında uygulanan âdil düzen ve dinin sosyal yaraları tedavi eden engin merhameti sayesinde eşkıya hareketleri ortadan kalktı veya en aza indi. Hz. Peygamber, Tihâme dağında barınan Kinâne, Müzeyne, Hakem, Kārre ve Sûdan eşkıyasını İslâm’a girdikleri takdirde eskiden yağmaladıkları şeylerin kendilerinde kalmak üzere affedeceğini söyledi (İbn Sa‘d, I, 278). Kur’an’da hırsız ve eşkıya ile ilgili “organları çapraz kesme, öldürme veya sürgün etme” şeklinde sert hükümler yer almaktadır (el-Mâide 5/33-34, 38-39). Bundan dolayı Ebû Hırâş, Uhaymir es-Sa‘dî, Cüreybe b. Eşyem gibi birçok eşkıya müslüman oldu. Muâviye’den itibaren, özellikle Emevî yönetimine karşı olduğu bilinen bedevî kabilelere uygulanan ekonomik ve sosyal baskılar karşısında bunlardan sadece ilgililere şikâyet etmekle yetinenler yanında isyan edip dağlara ve çöllere kaçan, baskın, yağma ve çapullarla hayatlarını sürdürenler yeniden ortaya çıktı; özellikle Abdülmelik b. Mervân döneminde zulümlerin artmasına paralel olarak bu tür hareketlerde de artış görüldü. Şairler, valilerin ve zekât âmillerinin zulmünü yetkililere bildiren ve zulümlerinden yakınan şiirler nazmetti. Şair Ukaybe el-Esedî, Muâviye’ye hitaben yazdığı “Dâliyye”sinde, “Yediniz topraklarımızı, cascavlak bıraktınız / Bir bak şimdi, var mı oralarda ayakta kalan veya hasat edilecek bir şey” dizeleriyle bu zulmü dile getirdi (Ebû Ubeyd el-Bekrî, I, 149). Ünlü şair Râî en-Nümeyrî, zekât âmillerinin kabilelere uyguladığı baskıları “Lâmiyye”sinde Abdülmelik b. Mervân’a (Dîvân, s. 213 vd.) ve “Dâliyye”sinde Abdullah b. Zübeyr’e (a.g.e., s. 54) şikâyet etti. Şair Abdullah es-Selûlî, İbnü’z-Zübeyr için yazdığı uzun “Lâmiyye”sinde onun Kûfe Valisi Âmir b. Mes‘ûd ile diğer Irak valilerinin zulüm ve ihanetlerini saydı (Belâzürî, Ensâb, V, 191). Burada, “Ey Zübeyroğlu, ey emîrü’l-mü’minîn! Ulaşmadı mı / Sana ne yaptı valilerin âmillerle // Sattılar tüccara taâm-ı arzı ve paylaştılar / Bencilce emvâl-i harâcı ganimet paylaşır gibi” beyitleriyle yapılan yolsuzluğu anlattı. Yine İbnü’z-Zübeyr döneminde Ebû Hürre Amr b. Dubey‘a er-Rekāşî, “Bâiyye”sinde kendisi gibi köle olanlara revâ görülen zulümden yakındı (a.g.e., V, 188), hatta uygulanan âdil yönetim sayesinde isyan hareketlerinin azaldığı Ömer b. Abdülazîz döneminde bile valilerin ve zekât âmillerinin zulmünden, hıyanetinden şikâyette bulundu. Şair Kâ‘b b. Ma‘dân el-Eşkarî, “Bâiyye”sinde hain zekât toplayıcılarının cezalandırılmasını talep etmektedir (Câhiz, III, 358). Su‘lûk taifesi Hz. Peygamber’in vefatından sonra çıkan fitneler ve irtidad hareketlerini bastırmada (Abdülkādir el-Bağdâdî, II, 156-161), Cemel Vak‘ası’nda ve Bizans’a karşı yapılan seferlerde paralı asker olarak kullanıldı. Emevîler döneminde sayıları artan su‘lûkler bazı bölgeleri kontrol altına aldı. Ebü’n-Neşnâş en-Nehşelî ve çetesi Dımaşk-Hicaz yolunda, Semherî el-Uklî ve Mâlik b. Reyb çeteleri Hicaz yollarında, Tahmân b. Amr Yemâme’de, Şezzâz ed-Dabbî Basra civarında, Mukātil b. Rebâh Cezîre’de Tağlib’e karşı çapul faaliyetinde bulunuyordu. Bunlarla baş edemeyen devlet, ailelerine ve aşiretlerine haydutları teslim etmeleri konusunda baskı uyguluyordu. İbrâhim b. Hânî, Müslim b. Kays, Ya‘lâ el-Ezdî, Ubeyd b. Eyyûb, Mes‘ûd b. Hareşe ve Kattâl el-Kilâbî aileleri veya aşiretleri tarafından devlete teslim edilmiş su‘lûklerdendir.
Abbâsîler’in ilk dönemlerinde de devam eden su‘lûk hareketi mensupları fityân (gençler), şüttâr (kötülük yapmaktan zevk alanlar), ayyârûn (başıboş dolaşanlar), mükeddûn (dilenciler) ve zevâkīl (âsiler) gibi adlarla anılıyordu. Özellikle Azerbaycan’ın doğusunda ve Kazvin yakınındaki Cibâl bölgesiyle buranın başşehri Sîser’i kontrollerinde bulunduran su‘lûkler yardımcı güç ve paralı asker olarak kullanıldı. Emîn ile Me’mûn arasındaki taht kavgasında Emîn’in kumandanı Ali b. Îsâ da bunlardan faydalandı (Taberî, III, 798), Bâbek el-Hürremî isyanını bastırmak için su‘lûkler nizamî güçlere katıldı (Yezid Muhammed el-Ezdî, s. 386). Su‘lûklerin Sîser’i yakıp yıkması üzerine Hâkān el-Hâdim kumandasında 1000 kişilik bir ordu gönderildiği gibi Mehdî zamanında, burada sürüler ve çobanlarla askerlerin barınacağı muhkem bir şehir kurmak üzere kalabalık bir ordu sevkedildi (Belâzürî, Fütûḥu’l-büldân, s. 330-331).
Su‘lûk taifesine ait şiirlerin çoğu günümüze intikal etmemiştir. Bunların bir kısmının vaktiyle mevcut divanları da kaybolmuş olup sadece birkaçının divanı günümüze ulaşmıştır. Ancak Yûsuf Huleyf, Ahmed Emîn, Abdülazîz Bedevî, Yûsuf Şükrî Ferhat, Abdülmü’min Mellûhî, Abdülazîz el-Halefî, Abduh Bedevî, M. R. Mürüvve, Hasan İsmail Abdülganî, Hüseyin Atvan, Abdülhalîm Hifnî, Fazl b. Ammâr, M. Nebîl Tureyfî gibi çağdaş yazarlar tarafından edebiyat ve biyografi eserlerinden yapılan derlemelerle bunlara ait divan ve şiir koleksiyonları hazırlanmıştır (bk. bibl.). Şiirleri zamanımıza ulaşan su‘lûk şairleri arasında ilk sıralarda Şenferâ, Urve b. Verd, Kattâl el-Kilâbî, Merrâr b. Saîd, Mâlik b. Reyb, Bekir b. Nettâh, Ubeydullah b. Hür bulunurken Tahmân b. Amr, Ubeydullah b. Eyyûb, Ebü’t-Tahmân el-Kaynî, Cahder b. Muâviye ikinci sırada, Uhaymir es-Sa‘dî, Ca‘fer b. Ulbe, Hatîm el-Mihrezî, Semherî el-Uklî, Fedâle b. Şerîk üçüncü sırada yer alır. Câhiliye devrindeki su‘lûkler şiirlerinde hayatta çektikleri yoksulluk ve açlıktan, bunlara sabır ve onurla karşı koymaktan, kişisel erdem ve cömertliklerinden söz eder. Bu hususlar Şenferâ, Teebbeta Şerran ve Urve b. Verd ile Hüzeyl kabilesi su‘lûk şairlerinde ana temayı oluşturur. Bunlar şiirlerinde çöl hayatını, çöl hayvanları ve bitkilerini, çöl topografyası ile yer adlarını, çöl arkadaşlarıyla baskın hayatını, baskın silâhlarını, sessiz gecelerle yıldızlara dair tasvir öğelerini sıkça işlemiştir. Genellikle kısa kıtalar halinde olan Emevî su‘lûk şiirinde çölü tehlikeli yaratıklarla dolu ürkütücü bir yer olarak tasvir edenler bulunduğu gibi uçsuz bucaksız hürriyet diyarı olarak tasvir edenler de vardır. Nitekim Kattâl el-Kilâbî kaçtığı Amâye dağını bağrına her kaçağın sığındığı bir ana olarak niteler. Yine onların şiirlerinde hapis hayatı ve işkence şekilleri, vatan özlemi, yönetim güçlerine ve işkencelere boyun eğmemekle ilgili temalar ele alınmıştır.
Su‘lûk taifesinin hayatında görülen ayırt edici nitelikler arasında sürekli korku, telâş ve tedirginlik, kabileye değil kendine güvenme, toplumdan çok bireysel nitelikleri önemseme, tehlikelere cesaretle atılma, geceleyin yolculuk yapma, zirvelere tırmanma gibi hususlar sayılır. Garip kelimelerle dolu olan şiirlerinde bunların izleri ve su‘lûk hayatı ile bu hayatta egemen olan yağma ve baskınların, zenginlere baş kaldırmanın, çalma ve yağmanın mubahlığı ile yoksullara yardım etme gibi konular anlatılmıştır. Klasik kasidenin üç bölümlü ana çizgisinden büsbütün ayrılmış olan bu şiirlerde genellikle, nesîb adı verilen duygusal gazel bölümüyle deve tasvirleri bulunmaz. Bazı şiirlerde geleneksel nesîb bölümü yerine macera hayatı çevresinde eşiyle söyleşi temasına yer verilir; Câhiliye devrinin hissiyatına uygun olarak kadının ruhî ve ahlâkî güzelliklerinden çok fizikî güzelliği tasvir edilir. Su‘lûk taifesinin değerini ve özelliklerini dile getiren en iyi şiir Şenferâ’nın “Lâmiyyetü’l-ʿArab” adlı meşhur kasidesidir.
BİBLİYOGRAFYA
Şenferâ, Dîvân (nşr. Abdülazîz el-Meymenî, eṭ-Ṭarâʾifü’l-edebiyye içinde), Kahire 1937, I, 40.
Kattâl el-Kilâbî, Dîvân (nşr. İhsan Abbas), Bağdad 1961, s. 29, 33, 39, 41, 45, 51, 55, 68, 73, 75-76, 85, 184, 195.
Râî en-Nümeyrî, Dîvân (nşr. R. Weipert), Beyrut 1401/1980, s. 54, 213 vd.
Hâtim et-Tâî, Dîvân (nşr. Âdil Süleyman Cemâl), Kahire 1411/1990, s. 203, 226-227.
Tahmân el-Kilâbî, Dîvân (nşr. M. Cebbâr el-Muaybid), Bağdad 1968, s. 19-27, 35-40, 54, 59-62.
Cerîr b. Atıyye, Dîvân (nşr. Muhammed es-Sâvî), Kahire 1935, s. 90, 126.
Urve b. Verd, Dîvân (nşr. Emîn Meydân), Küveyt 1992, s. 48, 51-52, 62-64, 67-70, 83, 89.
İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, I, 278.
Cumahî, Fuḥûlü’ş-şuʿarâʾ, I, 250-251.
Ebû Temmâm, el-Ḥamâse (nşr. G. W. Freytag), Bonn 1828, s. 30-33, 42, 156-157, 239, 325-327, 769.
a.mlf., Ḥamâsetü’ṣ-ṣuġrâ: el-Vaḥşiyyât (nşr. Abdülazîz el-Meymenî), Kahire 1963, s. 34, 36-44, 50, 93, 143.
Mus‘ab b. Abdullah ez-Zübeyrî, Nesebü Ḳureyş (nşr. E. Lévi-Provençal), Kahire 1953, s. 177-178.
Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1961, III, 358.
Belâzürî, Fütûḥu’l-büldân (nşr. M. J. de Goeje), Leiden 1866, s. 330-331.
a.mlf., Ensâb, V, 188, 191, 290, 293.
Buhtürî, el-Ḥamâse (nşr. L. Cheikho), Beyrut 1910, s. 127-128.
İbn Kuteybe, ʿUyûnü’l-aḫbâr, Kahire 1963, I, 175, 178, 181-183, 237.
a.mlf., eş-Şiʿr ve’ş-şuʿarâʾ (nşr. M. J. de Goeje – Th. Nöldeke), Leiden 1904, s. 293, 438, 448.
İbn Habîb, Kitâbü Men nüsibe ilâ ümmihî mine’ş-şuʿarâʾ (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn, Nevâdirü’l-maḫṭûṭât içinde), Kahire 1392/1972, I, 86-87, 89, 91.
a.mlf., Esmâʾü’l-muġtâlîn (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1393/1973, II, 215-217, 220, 226-229, 231-232, 240-243, 247-248, 250-255, 268.
Taberî, Târîḫ (de Goeje), II, 135, 178, 305, 388, 463, 771; III, 66, 798, 843-846, 1677-1678.
Yezîd Muhammed el-Ezdî, Târîḫu’l-Mevṣıl (nşr. Ali Habâbe), Kahire 1387/1967, s. 34, 279, 345, 349, 386.
Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb (nşr. Ch. Pellat), Beyrut 1966, I, 26-83.
Ebû Ali el-Kālî, el-Emâlî, Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), I, 48, 281-282; II, 119.
a.mlf., Ẕeylü’l-Emâlî, Kahire, ts. (Dârü’l-kütübi’l-Mısriyye), s. 188.
Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, el-Eġānî, II, 352; VI, 44; VIII, 51-52, 158; XI, 371; XIII, 3; XVIII, 210; XIX, 107, 163; XXI, 19-25, 56 vd., 62, 96, 571; XXII, 49, 52, 56-57.
Ebû Ubeyd el-Bekrî, Simṭü’l-leʾâlî fî şerḥi Emâli’l-Ḳālî (nşr. Abdülazîz el-Meymenî), Kahire 1354, I, 149, 196; II, 928.
Abdülkādir el-Bağdâdî, Ḫizânetü’l-edeb, II, 156-161.
H. Lammens, Le berceau de l’Islam, Roma 1914, s. 159-160.
Ahmed Emîn, eṣ-Ṣaʿleke, Kahire 1952, tür.yer.
R. Blachère, Histoire de la littérature Arabe, Paris 1952-64, I, 66, 132; II, 267, 285, 287, 409-412.
Cl. Cahen, Mouvements populaires, Leiden 1959, VI, 35-36, 47.
Cevâd Ali, el-Mufaṣṣal, IX, 66, 560, 601-654.
Abdülazîz el-Halefî, Üdebâʾü’s-sücûn, Beyrut 1963.
Sezgin, GAS, II, 133-145.
Abduh Bedevî, eş-Şuʿarâʾü’s-sûd, Kahire 1973, s. 40-48.
C. E. Bosworth, The Medieval Islamic Underworld, Leiden 1976, s. 34-46, ayrıca bk. İndeks.
Yûsuf Halîf, eş-Şuʿarâʾü’ṣ-Ṣaʿâlîk fi’l-ʿaṣri’l-Câhilî, Kahire 1986, s. 47, 138-139, 143-144, ayrıca bk. tür.yer.
R. B. Serjeant, The Cambridge History of Arabic Literature, Cambridge 1987, I, 31, 65, 395.
Abdülhalîm Hifnî, Şiʿrü’ṣ-Ṣaʿâlîk, Kahire 1987, s. 334-350, ayrıca bk. tür.yer.
Hüseyin Atvân, eş-Şuʿarâʾü’ṣ-Ṣaʿâlîk fi’l-ʿaṣri’l-İslâmî, Beyrut 1987, tür.yer.
a.mlf., eş-Şuʿarâʾü’ṣ-Ṣaʿâlîk fi’l-ʿaṣri’l-ʿAbbâsiyyi’l-evvel, Beyrut 1988, tür.yer.
İbrâhim Neccâr, Mecmaʿu’ẕ-ẕâkire, Tunus 1987, I, 47, 51-55, 66-68.
M. Rızâ Mürüvve, eṣ-Ṣaʿâlîk fi’l-ʿaṣri’l-Câhilî, Beyrut 1990, tür.yer.
Hasan İsmâil Abdülganî, Ẓâhiretü’l-küdye, Kahire 1991, s. 28-32.
B. Lewis, The Crows of the Arabs, Illinois 1992, s. 247-257.
A. Jones, Early Arabic Poetry, Oxford 1992, I, 127-247.
S. P. Stetkevych, The Mute Immortals Speak, Ithaca 1993, s. 57-157.
Abdülmün‘im el-Mellûhî, Eşʿârü’l-lüṣûṣ ve aḫbâruhüm, Beyrut 1413/1993, I-III, tür.yer.
M. Nebîl Tureyfî, Dîvânü’l-lüṣûṣ, Beyrut 2004, I-II, tür.yer.
Fazl b. Ammâr el-Amârî, eṣ-Ṣaʿâlîk, Riyad 2012, tür.yer.
Abdülkādir Feyyâz, “eṣ-Ṣaʿleke ʿinde ʿArabi’l-Câhiliyye”, el-Maʿrife, XXXI, Riyad 1992, s. 65-82.
Kadri Yıldırım, “Câhiliye Dönemi Arap Edebiyatında Su‘lûk Şairler Hareketi”, Dicle Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, III/1, Diyarbakır 2001, s. 177-206.
“eş-Şiʿr: Şiʿru’ṣ-ṣaʿâlîk”, el-Mevsûʿatü’l-ʿArabiyyetü’l-ʿâlemiyye, Riyad 1419/1999, XIV, 149.
Ali Ebû Zeyd, “eṣ-Ṣaʿâlîk”, el-Mevsûʿatü’l-ʿArabiyye, Dımaşk 2005, XII, 133-134.