Sözlükte “ürküp kaçmak, hoşlanmamak” anlamındaki nefr (nüfûr, nifâr) kökünden türeyen tenâfür “birbirinden nefret etmek, anlaşmazlığa düşmek; âhenksiz/uyumsuz olmak” demektir. Tenâfür bir kelime veya sözde fesahate engel teşkil eden niteliklerden olup kelimede bulunan tenâfüre “tenâfür-i hurûf” denir. Bu da kelimeyi oluşturan harflerin söylenişinin dile ağır, işitilmesinin kulağa nâhoş gelmesidir. Tenâfürün sözde bulunanına “tenâfür-i kelimât” adı verilir. Sözü meydana getiren kelimelerin tek başına söylenişi kolay ve kulağa hoş gelirken söz içinde ardarda okunduklarında söyleniş güçlüğü ortaya çıkar ve sesleri kulağı tırmalar.
Tenâfür-i Hurûf. Halîl b. Ahmed (ö. 175/791), Kitâbü’l-ʿAyn’ın girişinde harflerin nitelikleri bağlamında tenâfür-i hurûfun bazı ilkelerine ilk temas eden âlim olmuştur ve ona göre Arap dili hafiflik esasına göre vazedilmiştir. Bu sebeple söylenişi en hafif harfler olan dudaksıllarla (bâ, fâ, mîm) dil ucu harfleri (râ, lâm, nûn), Arapça kelimelerde en çok yer alan harflerdir. Özellikle dörtlü ve beşli kelimelerdeki telaffuz ağırlığını hafifletmek için bunlardan biri ya da ikisi bulunur, bu da öz Arapça olduklarının göstergesi kabul edilir (I, 51-55). Câhiz bir tür tenâfür-i hurûf için “iktirâf-ı hurûf”, tenâfür-i kelimât için “iktirâf-ı elfâz” terkiplerini ilk defa kullanan eleştirmendir. Câhiz, iktirâf-ı hurûfta öz Arapça kelimelerde “cîm”in
”ض، ط، غ، ق“ ve “zây”ın
”ذ، ض، ظ، ق“ harfleriyle aynı kelimede bulunmadığını belirtir (el-Beyân, I, 69). İbn Cinnî, Arap harflerini söyleniş bakımından hafif ve ağır şeklinde iki kategoride incelemiş,
”ا، ت، س، ل، م، ن، و، ي“ harflerinden meydana gelen ziyade harflerini en hafif, boğaz harflerini (
أ، ح، خ، ع، غ، هـ) en ağır harfler olarak göstermiş, bunların bir kelimede ardarda gelmesini tenâfür-i hurûf sebebi saymıştır. İbn Cinnî, ses uyumu bakımından Arapça kelimeleri üçe ayırmıştır. 1. Mahreci birbirine uzak harflerden oluşan kelimeler en güzel (fasih) kelimelerdir. 2. Muzaaf kelimeler güzellikte ikinci derecededir. 3. Mahreci birbirine yakın harflerden meydana gelen kelimeler fesahatten uzaktır. Arapça kelimelerin çoğu birinci ve ikinci kategoridendir, üçüncü kategoridekilerin kullanılışı azdır ya da reddedilmiştir. Mahreç yakınlığını tenâfür sebebi sayan İbn Cinnî bunun mutlak bir ölçü kabul edilmemesi gerektiğini, bu hususta en güzel kriterin zevkiselim olduğunu söylemiştir (Sırru ṣınâʿati’l-iʿrâb, II, 811-817). Tenâfür-i hurûf konusunda İbn Cinnî’den etkilenen İbn Sinân el-Hafâcî de mahreçleri birbirinden uzak harflerden meydana gelen kelimeleri fasih, yakın harflerden oluşanları fesahat dışı saymış, Arap dilindeki kelimelerin çoğunun birinci kategoride yer aldığını belirtmiş ve bunu şöyle açıklamıştır: Harfler birtakım seslerden ibarettir. Onların uzak veya yakın mahreçlerden çıkardıkları ses kompozisyonu renk ve nağme kompozisyonuna benzer. Farklı renk ve nağmelerin bir araya gelmesiyle güzel bir renk ve ses kompozisyonunun, aynı veya yakın renk ve nağmelerin birleşimiyle hoş olmayan bir kompozisyonun meydana gelmesi gibi harfler de bir araya gelince aynı kompozisyonları teşkil eder. Hafâcî, muhtemelen Kur’an ve hadislerde yakın mahreçli bazı kelimelerin varlığını göz önüne alarak uzun söz içinde fasih olmayan bir kelimenin bulunmasının o kelâmın fesahatine zarar vermeyeceğini, yine uzun söz içinde Arapça sayılmayan bir kelimenin varlığının onun Arapça bir söz sayılmasına engel oluşturmaması örneğiyle açıklamıştır (Sırrü’l-feṣâḥa, s. 64-65). Fahreddin er-Râzî de tenâfürün sebebini mahreçlerin yakınlığına bağlamış (Nihâyetü’l-îcâz, s. 123), ayrıca kelimenin güzelliği için harf sayısının orta düzeyde, hareke sayısının itidal üzere olmasını önemli kabul etmiş, iki harfli kelimelerin sesinin az tatlı, üç harflilerin en tatlı olduğunu, bunlarda ses dizisinin başlangıcı, ortası ve sonu bulunduğundan dilde akışı daha kolay sağladığını söylemiştir. Bununla birlikte Râzî, fesahat ve belâgatı bu tür lafzî ve fonetik olgulara indirgeyen lafızcı ekol taraftarlarını eleştirmiş; istiare, kinaye, teşbih, fasıl-vasıl, nazım-telif gibi anlama bağlı konuların ihmal edilmesini doğru bulmamıştır (a.g.e., s. 124-126). Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, Arap dilindeki kelimelerin çoğunun uzak mahreçli harflerden meydana geldiğini, bu konuda en güzel kriterin aklıselim ve kulak olduğunu, tınısı kulağa hoş gelen ve zevke uygun düşen kelimelerin fasih, aksinin gayri fasih sayıldığını belirtmiştir (el-Mes̱elü’s-sâʾir, I, 143, 258-262). Halîl b. Ahmed ve Ziyâeddin İbnü’l-Esîr’in görüşleri doğrultusunda fikir beyan eden Yahyâ b. Hamza el-Alevî de tenâfürde son kriter olarak zevkiselimi kabul etmiş
”فَسَيَكْفِيكَهُمُ“ ve
”لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ“ gibi Kur’an ifadelerini (el-Bakara 2/137; en-Nûr 24/55) uzunluğuna rağmen hafif sayarken İmruülkays’ın
”مُسْتَشْزِرَاتٌ“ kelimesini sakil bulmuştur (eṭ-Ṭırâzü’l-müteżammin, I, 104-120).
Çağdaş belâgat yazarlarından Abdülfettâh Besyûnî kelimenin hafif veya sakil kabul edilmesinde harflerinin mahreç ve sıfatlarıyla dizilişin etkisinin inkâr edilemeyeceğini, ancak bu konuda nihaî hakemin zevkiselim olduğunu vurguladıktan sonra bağlam teorisi denebilecek şu görüşü ileri sürmüştür: Telaffuzu güç ve ağır kelime her zaman sakil olmayabilir. Eğer söz konusu sıklet anlamı daha iyi biçimde yansıtıyor, bağlam ve anlama uygun bir nitelik taşıyorsa o takdirde fesahat dışı değil bizzat fesahat ve belâgatın kendisi demektir. Kadim belâgatçılar, İmruülkays’ın beytinde geçen “müsteşzirât” kelimesini sert tâ ile cehr sıfatlı zâ arasında yumuşak tınılı “şîn”in bulunması ve kelimenin uzun olması sebebiyle fesahat dışı saymıştır. Ancak kelimenin bağlamı dikkate alındığında sakil değil fasih olduğu ortaya çıkar. Çünkü sevgilisinin gür saçlarını tasvir ettiği bu dizesinde şair, özel bir çabayla başın üstüne kaldırılmış saçları “müsteşzirât” kelimesinin söylenişiyle en iyi biçimde nitelendirmiştir. Bunun yerine eş anlamlısı olan
”مُرْتَفِعَاتٌ“ kelimesi kullanılsaydı lafız-anlam uyumu ortadan kalkar, fesahat ve belâgattan söz edilemezdi. Aslında bu tür bağlam örnekleri Kur’ân-ı Kerîm’de çokça yer almaktadır. 9 (630) yılında düzenlenen Tebük Seferi’ne katılmak istemeyen imanı zayıf kimselerin durumunu
”اثَّاقَلْتُمْ“ (yere mıhlanıp kaldınız, et-Tevbe 9/38) kelimesi, ağır görünmesine rağmen fonetik niteliğiyle bağlama en uygun ifade olduğu için bizâtihi fesahattir. Hûd sûresindeki (11/28)
”أَنُلْزِمُكُمُوهَا“ …
”فَعُمِّيَتْ“ ifadeleri de böyledir (ʿİlmü’l-meʿânî, I, 13-16). Bir kimseyi cehennem ateşinden çekip çıkarmanın güçlüğünü fonetik nitelikle de desteklediği için
”زُحْزِحَ“ (Âl-i İmrân 3/185), her şeyi kasıp kavurarak Âd kavmini helâk eden rüzgârın eylemine en uygun niteleme olduğu için
”صَرْصَرْ“ kelimeleri fesahat ve belâgat örnekleridir. Bütün dillerde gelişme ağırdan hafife doğru bir seyir izler, ağır sesler ölür veya değişim ve dönüşüme uğrar. Arap dilinde ağır seslerle kelimelerde görülen fonetik güçlükler idgam, ibdâl, i‘lâl, kalb, hazif, teshîl, imâle gibi kurallarla hafifletilmiştir.
Tenâfür-i Kelimât. Eleştirmen ve şair Halef el-Ahmer (ö. 180/796 [?]) şiir eleştirisi bağlamında tenâfür-i kelimâta belki de ilk değinen edip olmuştur. Halef, bir beytinde dizeyi meydana getiren kelimeler arasındaki fonetik uyuşmazlığı üvey evlâtlar arasındaki anlaşmazlık örneğiyle açıklar:
”فبعض قريض القوم أولاد علة / يكد لسان الناطق المتحفظ“ (Bazı şairlerin kıta ve dizeleri üvey evlâtlar gibidir; okumak isteyen ve ezberlemeye çalışan kimsenin dilini yorar; Câhiz, el-Beyân, I, 67). Çölden Basra’ya gelip çocuklara fasih dil öğreticiliği yapan, Ebû Ubeyde et-Teymî, Asmaî ve İbn Sellâm el-Cumahî gibi dilcilerin faydalandığı bedevîlerden Ebü’l-Beyda Es‘ad b. Ebû İsmet er-Riyâhî bir beytinde buna paralel bir yaklaşım ortaya koymuştur (a.g.e., a.y.);
”وشعر كبعر الكبش فرّق بينه / لسان دعيّ في القريض دخيل“ (Nice şiir var ki koç dışkısı gibi tane tanedir, onu parça parça kılmıştır şiirde üvey evlât ve yanaşma konumundaki şairin dili). Kötü şiirin nitelikleri bağlamında bu beyti nakleden Câhiz en iyi şiirin kelimeleri birbiriyle kaynaşmış, mahreçleri kolay, tek kalıba dökülmüş gibi beyitlerinin cüzleri tek lafız, her lafzı tek harfmiş gibi, dilde yağ gibi kayan şiir olduğunu belirtmiş ve tenâfür-i kelimât hususunda en ağır beyitlerden şu dizeleri ilk defa o nakletmiştir:
”وقبر حرب بمكان قفر / وليس قرب قبر حرب قبر“ (Harb’in kabri ıssız bir yerdedir; Harb’in kabrinin yanında hiçbir kabir yoktur). Bu beytin Ebû Süfyân’ın babası Harb b. Ümeyye hakkında söylendiği ve cin şiirlerinden sayıldığı kaydedilir. Âhenksizlik sebebiyle daha zor olan beyitler okunabildiği halde yukarıdaki beytin dil sürçmesi yüzünden ardarda üç defa söylenemediği belirtilir (Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 65; Kitâbü’l-Ḥayevân, VI, 207-208). Abdülkāhir el-Cürcânî, Câhiz’in fikirlerini aktardıktan sonra fesahati lafızların uyumuna ve harflerin fonetik âhengine indirgemenin, bu suretle fesahati belâgatın kapsamından çıkarmanın isabetli görünmediğini, lafzî uyumların belâgatta bir dereceye kadar yeri bulunmakla birlikte belâgatın ve Kur’an’ın i‘câzının bunlardan ibaret olmadığını söyler. Ona göre asıl i‘câz ve belâgat delâlet açıklığı, işaret doğruluğu, tertip güzelliği, teşbih, tafsil, îcâz, fasıl-vasıl, hazif, tekit, takdim-tehir gibi semantik özelliklerle ortaya çıkar (Delâʾilü’l-iʿcâz, s. 57-62). Fahreddin er-Râzî, Hatîb el-Kazvînî, Bahâeddin es-Sübkî, Teftâzânî, İbn Ya‘kūb el-Mağribî ve Abdülfettâh Besyûnî gibi belâgat yazarları da benzer örneklere temas etmiştir. Ebû Temmâm’ın şu beyti tenâfür-i kelimât için yaygın örneklerden sayılmıştır:
”كريم متى أمدحه أمدحه والورى معي / وإذا ما لمته لمته وحدي“ (Öyle asil ve civanmert bir yiğit ki onu ne zaman översem överim kâinat da benimle birlikte, ne zaman yerersem yererim tek başına kalmış vaziyette, Dîvân, II, 116).
BİBLİYOGRAFYA Halîl b. Ahmed, Kitâbü’l-ʿAyn (nşr. Mehdî el-Mahzûmî – İbrâhim es-Sâmerrâî), Beyrut 1408/1988, I, 51-55; Ebû Temmâm, Dîvân (nşr. M. Abduh Azzâm), Kahire 1951, II, 116, 256, 307; Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 62-69; a.mlf., Kitâbü’l-Ḥayevân, VI, 207-208; İbn Cinnî, Sırru ṣınâʿati’l-iʿrâb (nşr. Hasan Hindâvî), Dımaşk 1405/1985, II, 811-817; İbn Reşîḳ el-Kayrevânî, el-ʿUmde (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1353/1934, I, 228, 231-232; Abdülkāhir el-Cürcânî, Delâʾilü’l-iʿcâz (nşr. Mahmûd M. Şâkir), Kahire 1404/1984, s. 57-62; İbn Sinân el-Hafâcî, Sırrü’l-feṣâḥa, Beyrut 1402/1982, s. 64-65; Fahreddin er-Râzî, Nihâyetü’l-îcâz fî dirâyeti iʿcâz (nşr. Bekrî Ş. Emîn), Beyrut 1985, s. 123-126; Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, el-Mes̱elü’s-sâʾir (nşr. Ahmed el-Havfî – Bedevî Tabâne), Riyad 1403/1983, I, 143, 258-262; Şürûḥu’t-Telḫîṣ, Kahire 1937, I, 76-83, 99-101; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâḥ, Kahire, ts., s. 2, 25; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, eṭ-Ṭırâzü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa, Beyrut 1402/1982, I, 104-120; Teftâzânî, el-Muṭavvel, İstanbul 1300, s. 16, 20; İsâmüddin el-İsferâyînî, el-Aṭvel, İstanbul 1284, I, 18, 23; Abdürrahîm el-Abbâsî, Meʿâhidü’t-tenṣîṣ (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Beyrut 1367/1947, I, 35-37; Mecdî Vehbe – Kâmil el-Mühendis, Muʿcemü’l-muṣṭalaḥâti’l-ʿArabiyye fi’l-luġa ve’l-edeb, Beyrut 1979, s. 69; Bedevî Tabâne, Muʿcemü’l-belâġati’l-ʿArabiyye, Riyad 1402/1982, II, 862-863; Besyûnî Abdülfettâh Besyûnî, ʿİlmü’l-meʿânî, Kahire 1408/1987, I, 13-16, 21-22; Ebü’l-Kāsım Râdfer, Ferheng-i Belâġ-i Edebî, Tahran 1368 hş., I, 418-419; Ahmed Matlûb, Muʿcemü’l-muṣṭalaḥâti’l-belâġıyye ve teṭavvürühâ, Beyrut 1996, s. 422; İbrâhim Enîs, el-Eṣvâtü’l-luġaviyye, Kahire, ts. (Mektebetü nehdati Mısr), tür.yer.
Bu bölüm ilk olarak 2011 senesinde İstanbul'da basılan TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 40. cildinde,
439-441 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.