- 1/2Müellif: MUSTAFA İSMET UZUNBölüme GitArapça “geçip gitmek” anlamındaki cevâz masdarından türemiş bir kelime olan câize (çoğulu cevâiz), genel olarak beğenilen bir işi yapan kimseye, âlim ...
- 2/2Müellif: SALİM ÖĞÜTBölüme GitFIKIH. Yapılan bir iş veya elde edilen bir başarıdan dolayı câize vermek ve almak, faydalı ve hayırlı şeylere özendirdiği için mubah kabul edilmiştir....
https://islamansiklopedisi.org.tr/caize#1
Arapça “geçip gitmek” anlamındaki cevâz masdarından türemiş bir kelime olan câize (çoğulu cevâiz), genel olarak beğenilen bir işi yapan kimseye, âlim ve sanatkârlara yazdırılan veya bunlar tarafından devlet adamlarına takdim edilen eserlere verilen mükâfat, hediye ve ihsan mânalarına gelir. Ancak câize daha çok yazdıkları şiirler karşılığında şairlere verilen her türlü hediyeyi ifade etmek için kullanılmış ve bu sebeple bir edebiyat terimi niteliği kazanmıştır. Arapça, Farsça ve Türkçe’de aynı anlamda sıla, in‘âm, sevâb (Tâhirülmevlevî, s. 28) ve atıyye kelimeleri de kullanılmıştır.
Şiir Câhiliye devrindeki kadar olmasa bile gelişen İslâm medeniyeti içinde yerini ve önemini korumuş, her sınıftan hâmilerce desteklenmiştir. Şairin ve sanatının çeşitli vesilelerle itibar görmesine yol açan bu anlayışın değişik örneklerini ilk devirlerden itibaren görmek mümkündür. Câhiliye devrinin tanınmış asillerinden ve cömert simalarından Herim b. Sinân el-Mürrî, dönemin üç büyük şairinden biri olan Züheyr b. Ebû Sülmâ’ya samimi methiyelerine karşılık her fırsatta ihsanlarda bulunmuştu. Nitekim Hz. Ömer, Herim’in çocuklarının birinden Züheyr’in, babası hakkında söylediği şiirlerden birini okumasını istemiş, dinlediklerini çok beğenip şair hakkında takdirlerini bildirince Herim’in oğlu bu şiirler için şaire câizeler verildiğini söylemişti (Çetin, s. 1-2). Kaynaklar, istemediği halde kendisine verilen câizelerle Züheyr’in müreffeh bir hayat sürdüğünü belirtirler. Câize vermenin İslâm’dan sonraki en meşhur örneği olduğu kadar şairlere câize vermeyi âdeta İslâmî bir gelenek haline getiren bir olay da Züheyr’in şair olan oğlu Kâ‘b’ın Hz. Peygamber’e sunduğu şiir sebebiyle peygamberin kendisine hırkasını (bürde) hediye ederek onu mükâfatlandırmasıdır. Kâ‘b’ın bu şiiri daha sonra “Kasîde-i Bürde” adıyla tanınmıştır. Hz. Peygamber’e na‘t yazan sonraki şairler bu câizeye telmihte bulunarak ondan şefaat dilemişlerdir. Emevî ve Abbâsî halifeleriyle diğer müslüman hükümdarlar da şiir ve eserlerini beğendikleri şairlere pek çok atıyye ve ihsanda bulunmuşlardır.
Câizenin medih maksadıyla yazılan şiirler (kasideler) karşılığında övülenler tarafından verildiği bir gerçektir. Methiyelerin bir karşılık beklenmeden yazılanları olduğu gibi birtakım taleplerin yerine getirilmesine yönelik olanları da vardır. Bunun İslâm tarihindeki en meşhur örneği, Hevâzin Gazvesi’nde esir düşenler arasında bulunan şair Ebû Cervel el-Cüşemî’nin Hz. Peygamber’e okuduğu, bağışlanmalarını isteyen şiiridir. Kasideyi beğenen Resûlullah, “Bana ve Abdülmuttaliboğulları’na ait ne varsa sizindir” deyince muhacir ve ensar da, “Bize ait ne varsa hepsi peygamberindir” diyerek bütün ganimetlerden vazgeçtiler. Kaynaklarda bu şekilde bağışlanan esirlerin 6000 kişi, develerin 24.000, koyunların 40.000 baş olduğu, 4000 ukıyye gümüşün de geri verildiği belirtilmektedir (Kettânî, I, 290-291). Ancak bu kadar büyük bir ikramı câize olarak görmek yerine, Osmanlı şairlerinden Ahmed Paşa’nın Fâtih’ten af dilemek için yazdığı, divan edebiyatında pek çok örneği bulunan “kerem” redifli kasidelerin karşılığında elde edilen af ve ihsanların Hz. Peygamber’in uygulamasındaki bir örneği kabul etmek daha uygun olsa gerektir. Divan şairleri arasında yazdığı şiirlerden dolayı oldukça fazla câize elde edenler arasında adı geçen Fuzûlî, meşhur “Bağdat” kasidesi için günde 9 akçe almış, bir kasidesinden dolayı Nef‘î Vezir Osman Paşa tarafından bir at, bir köle, birçok değerli eşyadan ibaret atıyye ile mükâfatlandırılmış, Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa da şiirlerine câize olmak üzere Nedîm’e çeşitli mücevher ihsan etmiştir.
Methiye yazma (kasidecilik) işinin zamanla istismar edildiği bilinmektedir. Birçok şair sırf câize elde etmek amacıyla şiirler yazarak övdükleri kimselerin ihsanına kavuşmak istemişler ve bu işi bir geçim vasıtası telakki etmişlerdir. Türk edebiyatında ramazanın gelişi, ramazan ve kurban bayramları, yeni yıl, sefere çıkma ve seferden dönme, fetihler, düğünler, doğum ve ölümler, tahta çıkma gibi olayların kaside yazıp câize almaya vesile addedildiği görülmektedir. Nitekim Kanûnî Sultan Süleyman devrine ait bir in‘âmat defterinde rastlanan “âdet-i câize-i şuarâ-i mezkûrîn ki der ıyd-i adhâ kasîde dâde-end” kaydı ve benzerlerinden (Erünsal, Osm.Ar., s. 16, nr. 38, s. 17, nr. 43), bu vesilelerle sunulan kasideler karşılığında şairlere câize vermenin Osmanlı sarayında resmî kayıtlara geçecek derecede bir uygulama olduğu anlaşılmaktadır. İn‘âmat defterlerinde, saraydan maaş alan şairler de dahil olmak üzere her sınıftan pek çok sanatkâra, imparatorluğun uzak yakın her bölgesinden padişaha sundukları şiir ve eserleri dolayısıyla çeşitli câizelerin verildiği görülmektedir. Bu defterlerde câize yerine genellikle aynı anlamda in‘am, tasadduk, ıydâne (ıydiyye) kelimeleri kullanılmıştır. Tasadduk, hem mersiye ve tâziye gibi şiirler veya bir eser karşılığında verilen hediyeyi, hem de karşılıksız yapılan ihsanları ifade etmektedir. Câizeler ya para (nakdiyye) olarak veya kumaş, elbise, cübbe şeklinde verilirdi. Nakdî olanların dışında en çok görülen câize şeklinin elbise veya cübbe olmasının, Hz. Peygamber’in Kâ‘b b. Züheyr’e mükâfat olarak hırkasını ihsan etmesinden kaynaklandığı düşünülebilir.
Çeşitli vesilelerle şiir takdim etme ve açıkça bazı taleplerde bulunarak câize koparma gayretleri, bilhassa son asırlarda bu işin âdeta dilencilik seviyesine düştüğünü göstermektedir. “Kıymet-i şi‘ri eden himmet-i şâir gibi pest / Şâirin meskenet-i câize-cûyânesidir” beyti bu hususu anlatır. Hicviyelerde ve nasihat kitaplarında da bu duruma işaret edildiği görülür. Nitekim Sünbülzâde Vehbî, oğlu Lutfî’ye nasihat için yazdığı “Lutfiyye”de bu şairleri, “Sözleri bir çürük akçe etmez / Câize almasa kalkıp gitmez” beytiyle tasvir eder ve bu duruma düşülmemesi gerektiğini belirtir. Aynı şair “sühan” redifli kasidesinde de, “Nice nâ-ehl-i gedâ-tıynet ü sâil-meşreb / Cerri sermâye eder eylese imlâ-yı sühan” diyerek işi bu derecede ayağa düşürenleri yerer.
Eskiden, yazılan eserler karşılığında devlet büyüklerinden alınan bir nevi telif ücreti olarak da kabul edilebilecek olan câize günümüzde bir anlamda şekil değiştirerek müesseseleşmiş, çeşitli sanat ve edebiyat kuruluşlarının jüriler aracılığıyla seçilen yazar ve eserlere verdikleri ödül biçimine dönüşmüştür.
Osmanlı Teşkilâtında Câize. Câize tabiri Osmanlı idarî ve malî teşkilâtında, özellikle yüksek makamlara tayin edilen kişiler tarafından verilmesi mûtat olan aynî ve nakdî çeşitli hediyeler (gelirler) için kullanılmıştır. Nitekim başta padişah ve sadrazam olmak üzere tayinin yapılmasında yetkili olanlara ve maiyetlerindeki memurlara rütbelerine uygun olarak hediyeler (câize/pîşkeş) verilmesi yerleşmiş bir usuldü. Padişahlara verilen câizeye “tuğ-ı hümâyun câizesi” denilirdi. Sadrazam dahil pek çok devlet adamının, Tanzimat’a kadar aylık belirli bir maaş yerine has, zeâmet vb. isimlerle alınan yıllık gelirler yanında (Uğur, s. 246) böyle bir gelirden de faydalanması, o günün şartlarına göre bir ihtiyaç ve belki de bir zaruretti. XVI. yüzyılda Vezir Damad İbrâhim Paşa’nın “harc ve havâyicine lâzım olan mühimmat masrafı için bir miktar câize elde etmek maksadıyla” bir kişiyi Eflak voyvodalığına tayin ettiğini Selânikî tabii bir hareket olarak bildirmektedir. Başlangıcından itibaren uygulandığı her dönemde çeşitli mahzurların ortaya çıkması, XVII ve XVIII. yüzyıllarda rüşvet dedikodularına sebebiyet vermesi, hatta son devirlerde rüşvete dönüşmesi dolayısıyla zaman zaman uygulamadan kaldırılmakla birlikte uzun müddet geçerli olmuş bu usulün bir ara hazineye gelir sağlamak üzere kullanıldığı da görülmektedir. Nitekim 1109’da (1697-98) sadrazamlara Mısır eyaletinden verilen 50 kese câize hazineye gelir kaydedilmiştir (Karamursal, s. 192).
Uygulanmaya başlandığı tarih kesin olarak tesbit edilemeyen ve XVI. yüzyılda artık bir kanun haline gelen bu usule göre, bir kişinin herhangi bir şekilde divanda görevlendirilmesinde (menâsıb-ı dîvâniyye) kendisinden, eyalet tevcihlerinde ise valilerden, tayin edildikleri vilâyetin vâridâtına göre kanunen bir miktar câize alınarak sadrazama ve maiyetine verilirdi. Pîşkeş olarak adlandırılan bu meblağ bazan tayinden önce de verilmekle birlikte tayinden sonra verilmesi usulü daha yaygındı. Ancak câizenin zamanla âdeta tayinin yapılması için önceden verilen bir rüşvet haline geldiği ve rüşvetle eş anlamlı olarak kullanıldığı görülmektedir (Koçi Bey, s. 21). Hatta bazan câize peşin alındığı halde tayinin gerçekleşmediği de olurdu. Selânikî’nin bildirdiğine göre önceden câizesi alınıp Mısır’da Circe beyliğine tayini emredilen Hüseyin Paşa’nın buraya gitmesi mümkün olmamış, görevi Lahsâ beylerbeyiliğine çevrilmiştir.
En çok câizesi olan yerlerden biri Mısır valiliği idi. Bu husustaki pek çok örnek arasında, Osman Paşa’nın (ö. 1686) Mısır valiliği için 900 kese altın ödediği kaynaklarda belirtilmektedir (Mumcu, s. 91).
XVIII. yüzyılda vali tayinlerinden 10.000 kuruş olarak alınan câizenin defterdar ve yeniçeri ağası tayinlerinden yirmişer bin, gümrük emini tayininden 30.000 kuruş olarak alındığı bilinmektedir. Vezirlerden ise tayin edildikleri hizmete göre çeşitli miktarlarda olmak üzere “tuğ câizesi” ve “mansıp câizesi” adıyla iki türlü vergi alınırdı.
Tayinlerden başka yüksek dereceli memurların, bulundukları yerde bırakıldıklarında yani senelik ibkalarda sadrazamla sadâret kethüdâsına kürk ve kumaş hediye ettikleri gibi nakdî câizeler gönderdikleri de bilinmektedir. Tayinlerin yıllık olarak yapılmasının veya her yıl yenilenmesinin sebepleri arasında, devlet erkânının bu yolla gelir elde etmesinin de tesiri olduğu belirtilmektedir. XVII ve XVIII. yüzyıllarda bir yerin cizyesini mâlikâne olarak alan kişinin bu sebeple verdiği câizeye “cizye câizesi” denilmektedir (Cezar, s. 106, 346).
1779 yılında sadrazamdan başkasına tevcîhat dolayısıyla câize verilmemesi emredilmiştir (Uzunçarşılı, s. 157). Vezirlerin yaptığı tayinlerden câize alma usulü 1828’de kaldırılmışsa da bir süre sonra yeniden konmuş, alınan para Mukātaat Hazinesi’ne gelir kaydedilmiştir (a.g.e., s. 202). Sultan Abdülmecid zamanında ise sadrazamlara maaş bağlanarak câize alma usulü kesin olarak kaldırılmıştır.
Câizenin bir makama tayin için peşin olarak alınan bir rüşvet haline dönüşmesi, vak‘anüvis tarihlerinde, siyâsetnâmelerde vb. klasik kaynaklarda şikâyet konusu olduğu gibi (Selânikî, II, 479) yeni yayınlarda da umumiyetle bu şekilde telakki edilmektedir (Mumcu, s. 86). Ancak câize meselesini her yönüyle ele alan müstakil çalışmalar yapılmadıkça konunun bütünüyle aydınlığa kavuşması ve kesin hükümler verilmesi mümkün değildir.
BİBLİYOGRAFYA
Dihhudâ, Luġatnâme, “câʾize”, “ṣıla” md.leri.
Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügatı, İstanbul 1973, s. 28-29.
Selânikî, Târih (İpşirli), I, 200, 239; II, 479, ayrıca bk. İndeks.
Koçi Bey, Risâle (Aksüt), s. 21.
Ziya Karamursal, Osmanlı Malî Tarihi Hakkında Tetkikler (Ankara 1940), Ankara 1989, s. 192.
Uzunçarşılı, Merkez-Bahriye, s. 157, 164, 165, 199, 202.
Nihat Özön, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü, İstanbul 1954, s. 43-45.
Nihad M. Çetin, Eski Arap Şiiri, İstanbul 1973, s. 1-2.
Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Rüşvet (Özellikle Adlî Rüşvet), İstanbul 1985, s. 86, 90-91.
Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, İstanbul 1986, s. 106, 346, ayrıca bk. İndeks.
Cemâl Kurnaz, Halk ve Divan Şiirinin Müşterekleri Üzerine Denemeler, Ankara 1990, s. 49-50.
Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), I, 286-291.
Ahmet Uğur, “Âsaf-nâme-i Vezir Lütfi Paşa”, AÜİFD, IV (1980), s. 246.
İsmail E. Erünsal, “Türk Edebiyatı Tarihi’nin Arşiv Kaynakları I: II. Bâyezid Devrine Ait Bir İn‘âmât Defteri”, TED, sy. 10-11 (1981), s. 303-342.
a.mlf., “Türk Edebiyatı Tarihinin Arşiv Kaynakları II: Kanunî Sultan Süleyman Devrine Ait Bir İn’âmât Defteri”, Osm.Ar., sy. 4 (1984), s. 1-17.
Mehmed Çavuşoğlu, “Divan Şiiri”, TDl., Türk şiiri özel sayısı II: Divan şiiri, sy. 415-417 (1986), s. 10.
Pakalın, I, 254-255.
https://islamansiklopedisi.org.tr/caize#2-fikih
FIKIH. Yapılan bir iş veya elde edilen bir başarıdan dolayı câize vermek ve almak, faydalı ve hayırlı şeylere özendirdiği için mubah kabul edilmiştir. Gayri meşrû olmaması şartıyla câizenin dinî veya dünyevî bir iş karşılığında verilmesi bu hükmü değiştirmez. Ancak fıkıh kaynaklarında câize ele alınırken konuya iki açıdan bakıldığı görülmektedir.
1. Hanefî âlimleri, servetlerinin çoğunu meşrû olmayan yollardan elde eden kimselerle mallarını bu şekilde elde etmeleri ihtimali kuvvetli olan zâlim devlet adamlarından câize almayı meşrû görmemişlerdir. Böyle olduğu bilinmeyen devlet adamlarından veya diğer kimselerden Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre câize alınmasında bir mahzur yoktur. Şâfiîler’e göre servetinin çoğu haram olduğu bilinen kimseden, doğrudan haram maldan vermemesi şartıyla sadaka, hediye ve benzeri şeyler almak haram olmamakla birlikte mekruhtur. Ahmed b. Hanbel de devlet adamlarından câize almayı mekruh görmüş ve yakınlarını bundan menetmiştir. Ona göre böylelerinin mallarına genellikle haram karışır ve onlardan alınacak herhangi bir şey, Hz. Peygamber’in sakındırdığı “şüpheli şeyler” (bk. Buhârî, “Îmân”, 39, “Büyûʿ”, 2; Müslim, “Müsâḳāt”, 107-108) grubuna girer. Ayrıca devlet adamlarından câize almak, minnet altında kalma ve dolayısıyla onların hak ve hukuka uymayan icraatlarını tasvip etme veya gerçeği dile getirmeme sonucunu doğurabilir. Özellikle davranışları örnek olarak kabul edilen ilim ve fazilet sahibi kimselerin bu tür hareketlerden kaçınması gerekli görülmüştür. Nitekim Huzeyfe b. Yemân, Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Muâz b. Cebel, Ebû Hüreyre ve Abdullah b. Ömer gibi sahâbîler devlet adamlarından herhangi bir şey kabul etmemişlerdir. Ancak Ahmed b. Hanbel câizeyi haram kabul etmemiş ve sultandan câize almanın sadaka almaya tercih edileceğini söylemiştir (İbn Kudâme, VI, 443-444). Çünkü sadaka insanların mânevî kiri sayılmış, Hz. Peygamber kendisini sadakadan uzak tuttuğu gibi ailesini de sakındırmıştır.
2. Câizeye vesile olan hususlar, ilim ve sanat alanında elde edilmiş başarılar veya takdir ve teşvike değer üstün hizmet gibi meşrû şeyler türünden olmalıdır. Bundan başka binicilik, atıcılık, koşu ve yüzme gibi sportif faaliyetlerle ilgili yarışmalar fakihler tarafından meşrû kabul edilmiştir. Sağlık açısından zararlı olan, israfa sebebiyet veren, tabiatın tahribine yol açan, hayvanlara işkence yapan, din ve ahlâk kurallarına aykırı olan yarışmalar ve bunlar için konulan ödüller meşrû sayılmamıştır (bk. MÜSABAKA).
Öte yandan câizenin meşrû sayılabilmesi için cins ve miktarının belirlenmesi, İslâm’da mal olarak kabul edilen bir nesne olması, devlet başkanı veya yetkili kıldığı kimse yahut yarışan taraflardan yalnızca biri tarafından konmuş olması da gerekli kabul edilmiştir. Yarışan taraflardan her birinin bir bedel koyması ve kazanan tarafın onu alması kumar sayılacağından câiz görülmemiştir. Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre iki yarışmacının karşılıklı ödül koyarak yaptıkları müsabakaya üçüncü bir yarışmacının ödül koymaksızın katılması halinde kumar niteliği ortadan kalkacağından ödülün alınması meşrûdur. Mâlikî mezhebinde ise böyle bir durumda da müsabakanın kumara dönüşme ihtimali mevcut olduğundan söz konusu câizeyi almak haram sayılmıştır.
BİBLİYOGRAFYA
Müsned, II, 256, 358, 425, 505; III, 402; IV, 267, 269-271, 275.
Dârimî, “Büyûʿ”, 1, “Cihâd”, 35.
Buhârî, “Ṣalât”, 41, “Cihâd”, 57-58, “İʿtiṣâm”, 16, “Îmân”, 39, “Büyûʿ”, 2.
Müslim, “İmâre”, 95, “Müsâḳāt”, 107-108, “Zekât”, 161-168.
İbn Mâce, “Cihâd”, 44, “Fiten”, 14.
Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 60, “Büyûʿ”, 3, “İmâre”, 20.
Tirmizî, “Büyûʿ”, 1, “Cihâd”, 22.
Nesâî, “Ḫayl”, 12, 14, “Zekât”, 95.
Şâfiî, el-Üm, IV, 148.
İbn Hazm, el-Muḥallâ, VII, 354.
Kâsânî, Bedâʾiʿ, VI, 206.
İbn Kudâme, el-Muġnî, VI, 443-444; VIII, 654-655.
Nevevî, el-Mecmûʿ, XV, 128-129.
Sâlih el-Ezherî, Cevâhirü’l-iklîl, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), I, 271.
İbn Hacer el-Heytemî, Tuḥfetü’l-muḥtâc bi-şerḥi’l-Minhâc, [baskı yeri ve tarihi yok], IX, 389.
Şirbînî, Muġni’l-muḥtâc, IV, 305, 311-314.
Buhûtî, Keşşâfü’l-ḳınâʿ, IV, 48-49.
a.mlf., Şerḥu Müntehe’l-irâdât, Beyrut, ts., II, 384.
Kalyûbî, Ḥâşiye ʿalâ Şerḥi’l-Minḥâc, [baskı yeri ve tarihi yok], IV, 262.
el-Fetâva’l-Hindiyye, V, 342.
Şevkânî, Neylü’l-evṭâr, VIII, 8794.
İbn Âbidîn, Reddü’l-muḥtâr, V, 258.
Mv.F, XV, 76-81.