https://islamansiklopedisi.org.tr/cehalet--fikih
Cehâlet veya cehl sözlükte “bilmemek” anlamına gelir. Bu iki kavramın fıkıh terimi olarak kullanılışında ise genellikle şu farklılık göze çarpar: Cehl kişinin inanç, söz veya davranışları konusundaki bilgisizliğini, cehâlet ise kendi dışında kalan durumlara ilişkin bilinmezliği ifade eder. Bir başka ifadeyle cehl insanın, cehâlet varlık ve olayların vasfı olarak kullanılır. Meselâ yeni müslüman olan bir kimsenin, namaz kılarken konuşmanın namazı bozacağını bilmemesi cehl terimiyle, akid sırasında kiralanan evin özelliklerinin kiracı tarafından bilinmemesi cehâlet terimiyle ifade edilir. Bununla birlikte bazan bu iki terimin birbirinin yerine kullanıldığı da görülür. Öte yandan fıkıh eserlerinde yer yer cehl, rızâ ve iradenin bulunmadığını ifade etmek üzere “hata” ve “galat” kavramlarıyla eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Esasen cehl, bilinebilecek bir durum hakkındaki bilgisizlik, hata (galat) ise bir şeyi olduğundan başka türlü bilmek veya yanlış tasavvur etmek anlamındadır (galat ile hata arasındaki fark için bk. HATA). Bunlardan birincisi “el-cehlü’l-basît”, ikincisi “el-cehlü’l-mürekkeb” diye anılır. Buna göre hata cehlin bir türünü oluşturmaktadır.
1. Bilgisizlik (cehl). Fıkıh usulü eserlerinin, İslâm hukukunda sorumluluk ve hakların genel teorisini ele almayı hedeflediği söylenebilecek olan “el-mahkûm fîh” (veya “el-mahkûm bih”) bölümünde sorumluluğun temel ilkeleri açıklanırken öncelikle kişinin ne ile yükümlü olduğunu bilmesi şartı üzerinde durulur. Bu şart, İslâm’da kişinin sorumlu tutulması için yükümlülüğünün kendisine bildirilmiş olması gereğini ifade eden tebliğ ilkesinden kaynaklanır. Peygamber gönderilmedikçe kimseye azap edilmeyeceğini (el-İsrâ 17/15), müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberlerin gönderildiğini (en-Nisâ 4/165) bildiren âyetler ve benzeri naslar bu ilkenin dayanağını oluşturur. Bu konu ile sıkı ilişkisi bulunan, ilâhî bir tebliğ olmaksızın davranışların dinî anlamda “iyi” veya “kötü” olarak nitelendirilmesi için aklın yeterli olup olmadığı meselesinde (hüsün ve kubuh) Ehl-i sünnet âlimleri arasında da görüş ayrılıkları bulunmakla beraber tebliğ olmadan sorumluluğun bulunmayacağı sonucu hemen bütün Ehl-i sünnet âlimlerince kabul edilmiştir. Burada sorumluluğun temel şartı olan “bilme”den maksadın, daima bilfiil bilgi sahibi olma değil bilgiye yahut bilme imkânına sahip bulunma olduğuna dikkat edilmelidir. Mâtürîdî âlimlerinin, ilâhî tebliğ bulunmasa bile mümeyyiz ve ergin bir kişinin kâinatın yaratıcısının varlığına ve birliğine iman etmesi gerektiğine ilişkin görüşü çok defa bu ilkenin bir istisnası olarak zikredilirse de iyi tahlil edildiği takdirde bunun da aynı ilkenin bir uzantısı olarak ortaya konduğu söylenebilir. Zira söz konusu görüşü benimseyenlerin asıl maksadı, diğer dinî yükümlülükleri sırf akıl ile bilmek mümkün değilse de mevcut delillere bakarak kâinatı yaratan tek bir yüce varlığın bulunduğunun akıl yolu ile bilinebileceğini savunmaktan ibarettir.
Fakihler, dinî hükümlerden haberdar olmama halinde bunlarla yükümlü olunmayacağı ilkesinin uygulamasında kural olarak dârülislâmda bulunmayı bilgi karînesi, dârülharpte bulunmayı da bilgisizlik karînesi olarak kabul etmişlerdir. Buna göre dârülharpte müslüman olup da dinî hükümler konusunda bilgisi bulunmayan kişi, ilâhî emirleri yerine getirme ve yasaklardan kaçınma sorumluluğu açısından mâzur sayılmıştır. Ancak fakihler, bu durumdaki kişiden dinî vecîbeleri edâ (zamanında yerine getirme) yükümlülüğünün mü sâkıt olduğu, yoksa bu yükümlülüğün temelden mi kalkmış olduğu, yine bu durumun dinî yasaklara uymayan kişi bakımından sadece cezayı düşüren bir sebep mi, yoksa suçun oluşmasını engelleyen (suç niteliğini ortadan kaldıran) bir gerekçe mi sayılacağı hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir. Çoğunluğa göre kişinin bu konudaki bilgisizliği, yapma ve yapmama yükümlülüğünü tamamıyla kaldıran bir mazerettir. İmam Züfer gibi bazı fakihlere göre ise yükümlülük ortadan kalkmaz. Kişi namaz ve benzeri vecîbeleri zamanında yerine getirmemekten ötürü mâzur sayılırsa da bu mazereti ortadan kalkınca ibadetlerini kazâ etmesi gerekir. Yine bunun gibi işlediği yasak fiil suç olmaktan çıkmaz, fakat bu mazereti cezayı düşüren bir sebep olarak kabul edilir.
Dârülislâmda bulunan kişi bakımından, namaz kılmanın farz ve namuslu kadınlara iftira etmenin haram olması gibi dinin kesin hükümlerini bilmeme başlı başına günah sayıldığı için, böyle bir kişinin bu tür hükümleri bilmemesi mazeret olarak kabul edilmemiştir. Aksi halde günahtan aklanma gerekçesi olarak başka bir günaha dayanılmış olur. Bu hususu vurgulamak üzere Zerkeşî, bilgisizliğin mazeret sayılmasının bir kolaylık hükmü olduğunu, yoksa bizâtihi cehle bağlanan bir sonuç olmadığını belirtir ve İmam Şâfiî’nin şöyle dediğini nakleder: “Eğer cahil cehlinden ötürü mâzur sayılsaydı bilgisizlik ilimden üstün tutulmuş olurdu” (el-Mens̱ûr fi’l-ḳavâʿid, II, 16-17). Öte yandan Şehâbeddin el-Karâfî, dinî vecîbelerin nasıl yerine getirileceğine (meselâ namazın ifa şekline) ilişkin bilgileri edinmeyi ihmal etmenin bir çeşit mâsiyet olduğuna, dolayısıyla bu çerçevedeki temel bilgileri öğrenmemiş olmanın da mazeret sayılamayacağına işaret eder. Karâfî burada “nisyan” ile “cehl”in birbiriyle karıştırılmaması gerektiğine de dikkat çeker (Envârü’l-burûḳ, II, 148-149). İslâm ülkesinde yaşayan kişi için çoğunluğun bilgisi dışında kalamayacak dinî hükümleri bilmemenin mazeret sayılamayacağı kural olmakla birlikte bunun bazı istisnaları tesbit edilmiştir. İslâm ülkesi vatandaşı olmayan bir gayri müslimin (harbî) İslâm ülkesine girdikten sonra ihtida etmesi, fakat henüz üzerinden fazla zaman geçmemiş veya İslâm ülkesinde bulunsa bile yerleşim merkezlerinin çok uzağında kalıp oralarda yetişmiş olması gibi sebeplerle dinî hükümleri bilmeme konusunda fiilî imkânsızlık bulunması meşrû bir mazeret sayılmıştır. Bazı yazarların belirttiği gibi (meselâ Abdülkādir Ûdeh, I, 431) bunlar da esasen birer istisna değil “bilme imkânı bulunmadıkça sorumlu tutmama” ilkesinin bir gereği sayılmalıdır. Kesin delillerle sabit olmayan ve geniş kitleler arasında yaygın olarak bilinmeyen hükümler hakkındaki bilgisizlik ise hemen bütün âlimlerce dârülislâmda bulunanlar bakımından da mazeret olarak kabul edilmiştir.
Cehlin mazeret sayılması hallerinde dikkat edilmesi gereken bir husus, davranışa bağlanan hukukî sonucu bilmemenin değil davranışın yasak olduğunu bilmemenin özür kabul edilişidir. Buna göre bir kimse, meselâ zina ve içki içme fiillerinin haram kılındığını bilmekle beraber bu fiillerin cezası olduğunu bilmese kendisine ceza uygulanır, çünkü o davranıştan kaçınmakla yükümlü olduğunu bilmektedir (Süyûtî, s. 201). Bazı âlimler, Allah hakları ile ilgili hükümlerde cehlin mazeret sayılmasına temas ederken yasaklanan ve emredilen davranışlar arasında bir ayırım yaparak bunun sadece yasaklar konusunda özür kabul edilebileceğini savunmuşlardır. Kul haklarının söz konusu olduğu durumlarda ise cehlin mazeret sayılmasının hukuk güvenliğini sarsacağı gerçeğine genellikle işaret edilmektedir. Fakat bilmemenin özür olarak kabulünü sırf Allah hakları ile sınırlı tutmanın doğru olmayacağını ifade eden hukukçular da vardır (Mv.F, XVI, 201, 202).
Cehlin sorumluluğa etkisi konusundaki temel yaklaşımlar yukarıda özetlendiği şekilde olmakla birlikte detaylar incelendiği takdirde bu yaklaşımlarda fakihlerin kendi dönemlerindeki şartların belirleyici bir rol oynadığı ve birçok somut olayda farklı değerlendirmeler yapıldığı dikkat çekmektedir. Bir yandan haddi gerektiren suçlarda şüphenin cezayı düşürmesi ilkesinin uygulanması, öte yandan cehlin daima geçerli bir mazeret sayılması halinde hukuk güvenliği açısından önemli sakıncaların ortaya çıkabileceği düşüncesinin, konu ile ilgili değerlendirme farklılıklarının doğmasına vesile teşkil ettiği gözlenmektedir. Fıkıh tarihi boyunca özellikle ta‘zîr cezaları ile ilgili uygulama ne olursa olsun, İslâm hukuk felsefesinde sorumluluk ile kanunu bilme (veya bilme konumunda olma) arasında böylesine sıkı bir ilişkinin kurulması hukuk devleti anlayışının, ayrıca suç ve cezada kanunîlik ilkesinin benimsenmesi açısından büyük bir önem taşıdığı şüphesizdir.
Cehle bağlanan fıkhî sonuçlar, kelâmcıların metodunu esas alan eserlerde “sorumlulukta bilgi şartı” konusu işlenirken ele alınmakla beraber fukaha metoduna göre kaleme alınan eserlerde ağırlıklı olarak “ehliyet ârızaları” başlığı altında incelenmiştir. Hanefî âlimlerinin öncülüğü ile fıkıh usulü eserlerinde önemli bir yer tutan ehliyet teorisine göre ehliyet ârızaları semavî ve müktesep olmak üzere iki kısma ayrılır. Birincisi insanların iradesi dışında oluşur, ikincisi ise onların iradesine bağlı sebepleri ifade eder ki bu ikinci grup içinde cehl de yer almıştır. Ancak bu çerçevede söz konusu edilen durumların tamamı ehliyeti ortadan kaldırıcı veya daraltıcı özellikte değildir. Abdülazîz el-Buhârî’nin belirttiği gibi bazı ârızalar ehliyeti etkilememekle beraber ilgili kişiler bakımından bazı hükümlerde değişiklikler meydana getirdiklerinden bu teori içinde yer almışlardır (Keşfü’l-esrâr, IV, 262). “Allah sizi analarınızın karnından hiçbir şey bilmez halde çıkarmıştır” (en-Nahl 16/78) meâlindeki âyette de ifade edildiği üzere cehl sonradan oluşan bir özellik olmamakla birlikte insanın gerçek hüviyetini aşan ve küçüklük hali gibi bazan bulunup bazan bulunmayan olumsuz bir durum olduğu için “ârıza” olarak nitelendirilmiş ve kişinin kendi çabası ile bilgi sahibi olup bu olumsuz özelliği giderme imkânına sahip bulunması sebebiyle müktesep ârızalar arasında sayılmıştır (a.g.e., IV, 263, 330).
Hanefî fıkıh usulü eserlerinin ilk örneklerinde (meselâ bk. Pezdevî, IV, 330-350) cehl dörde ayrılmış ve günümüze kadar kaleme alınan İslâm hukuku ile ilgili eserlerde genellikle bu ayırım esas alınmıştır. Bu dört neviden ilk ikisi, Allah’ı ve sıfatlarının inkâr meselelerinin hükümlerine göre tasavvur edilmiş olup mazeret sayılamayacak cehl türünden kabul edilmiştir; ancak âlimlerin birçoğu ikinci türü, yani ilâhî sıfatlar hakkında daha toleranslı düşünülmesi gerektiğini savunmuştur (meselâ bk. Zerkeşî, II, 13). Üçüncü nevide, hakkında kesin delil bulunmayan (ictihada açık) meselelerde yanlış bilgi sahibi olma durumları ile şüphenin cezayı düşürmesi ilkesinin uygulanabileceği durumlara temas edilmiştir. Dördüncüsünde ise İslâm ülkesi dışında müslüman olup İslâmî hükümleri henüz öğrenmemiş bulunan kişi (harbî) ve kendisine vekâlet verildiğinden haberdar olmayan vekil gibi sorumluluk ve yetkilerine ilişkin bilgi henüz kendisine ulaşmamış kişilerin durumları incelenmiştir. Bu son iki nevi arasındaki ortak noktayı, mazeret sayılabilecek cehl olma özelliği teşkil etmektedir. Son iki türden sayılan cehl çerçevesinde, bir sözün hukukî anlamını bilmeden onu telaffuz etme, bir meşrubatı şarap olduğunu bilmeden içme, suçsuz olduğunu bilmeden bir kimseyi dava etme veya mahkûmiyetine karar verme, savaş sırasında karşısındaki kişiyi düşman sanarak öldürme, başkasına ait olduğunu bilmeden bir mala zarar verme, kıblenin ne yönde bulunduğunu, iki sudan hangisinin pis olduğunu bilememe gibi bir hükmün maddî olaylara uygulanmasına, yahut hukukî sonuç bağlanan fiillere yön veren maddî olaylara ilişkin bilgisizliğin söz konusu olduğu pek çok meseleye temas edilmiştir. Fakat bu gibi örnekler incelendiğinde, esasen sırf bilgisizlikten değil doğrunun hilâfına bir zan taşımaktan (cehl-i mürekkeb) veya iki durumun birbiriyle karıştırılmasından yahut kasıt ve iradenin bulunmayışından söz etmenin, dolayısıyla bunları hata, galat, rızâ, kasıt, taksir ve iştibâh gibi kavramlarla açıklamanın daha uygun olacağı anlaşılmaktadır (bk. HATA; ŞÜPHE).
2. Bilinmezlik (cehâlet). İslâm hukukunda hukukî işlemlerle, bilhassa iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde hukukî işlem konusunun biliniyor (mâlum) olması ve belirlenmiş (muayyen) bulunması esası üzerinde önemle durulmuştur. Özellikle Nisâ sûresinin 29. âyeti, belirsizlik ve bilinmezlik özelliği taşıyan satım türlerini yasaklayan hadislerle çekişmeleri en az düzeye indirme ilkesi, fakihleri bu konuda hassasiyet göstermeye yöneltmiştir.
Akdin konusu ile (muâvaza akidlerinde her iki edimi ifade etmek üzere “el-ma‘kūd aleyh”) ilgili belirsizlik için garar, bilinmezlik için ise cehâlet terimleri kullanılır. Ancak Karâfî’nin işaret ettiği gibi âlimler bu iki kavramı birbirinin yerine de kullanmışlardır. Bundan dolayı cehâlet ve garar kavramlarının akde etkisi konusu genellikle karma bir biçimde incelenmekte ve bu arada cehâlet kavramı için aşırı, orta ve az (fahişe, mutavassıta ve yesîre) şeklinde üçlü bir derecelendirme yapılmaktadır. Bunlardan birincisi, taraflar arasında çekişmeye yol açması kuvvetle muhtemel olan durumları kapsar ki İslâm hukukçuları bunların akdin sıhhatine engel olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Çekişmeye yol açmayacağı kuvvetle muhtemel olan durumlar üçüncü gruba girer ve bunlar yine ittifakla kabul edildiği üzere akdin sıhhatine engel değildir. İkincisi ise birinci veya üçüncü gruba katılması hususunda ihtilâf edilen durumları içerir. Cehâletin (ve gararın) akdin sıhhatine engel sayılması durumlarına İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre tek dereceli bir geçersizlik müeyyidesi bağlanır ve eş anlamlı olmak üzere hepsi hakkında bâtıl veya fâsid terimleri kullanılır. Hanefîler, akdin özünü etkileyen (rükün ve in‘ikad şartlarına ilişkin) sakatlıklara butlân, akdin özünü etkilemeyen (sıhhat şartlarına ilişkin) sakatlıklara ise fesad müeyyidesi uygulamışlardır. Bu ayırımın en önemli sonuçlarından biri, fâsid akidlerde fesada hükmettiren özelliğin ortadan kalkması ile akdin geçerli hale gelmesi, bâtıl akidlerde ise hiçbir şekilde akde sıhhat kazandırılamamasıdır. Bununla birlikte Hanefîler dışındaki bazı mezheplerde de bir kısım akidler için bâtıl-fâsid ayırımı yapılmıştır (Mahmesânî, II, 14). Ayrıca başta Mâlikîler olmak üzere bazı İslâm hukukçuları, gararın ivazsız akidlerin (ukūdü’t-teberruât) sıhhatini etkilemeyeceğini belirtmişlerdir (bk. Sıddîk M. Emîn ed-Darîr, s. 521 vd.).
Mecelle’de hukukî tasarrufun geçerliliği için mâlum olma (meçhul olmama) şartının arandığı belli başlı hususlar şunlardır: Satımda satım konusu mal (alıcı bakımından, md. 200, 213, 364), satım bedeli (md. 237, 238, 364), vade ve taksit durumu (md. 246, 248); kirada kiralanan (md. 449, 451), kira bedeli (md. 450); kefalette (kefalet konusu mal değil şahıs ise) kefil olunan (md. 630); havalede havale edilen miktar (md. 688); âriyette âriyet konusu (md. 811); bağışlamada bağışlanan mal (md. 858); ortaklıkta kârın ortaklar arasında ne şekilde bölüşüleceği (md. 1336, 1411, 1434, 1435, 1444); vekâlette (özel vekâlet ise) vekâlet konusu (md. 1459, 1468); sulhta (kabz ve teslimi gerektiriyorsa) sulh konusu ve sulh bedeli (md. 1547); ibrâda ibrâ edilen (md. 1567); şüf‘ada şüf‘a bedeli (md. 1025); ikrarda lehine ikrarda bulunulan (md. 1578); davada davalı (md. 1617) ve dava konusu (md. 1619).
Karâfî, garar ve cehâlet özelliği taşıyan akidlere dair hadislerde yer alan yasakların kul hakkı da içermekle beraber Allah hakları çerçevesindeki hükümlerden olduğunu, zira Allah’ın bunları kulun malını zayi olmaktan korumak için yasakladığını belirttikten sonra, “Kul razı olsa da bu konudaki hakkını iskat edemez” der (Envârü’l-burûḳ, I, 141). Bugünün hukuk diliyle ifade edilecek olursa bu yasak hükümleri İslâm hukukunda kamu düzeninden sayılmaktadır; fertler aksini kararlaştırmak suretiyle bunları bertaraf edemezler.
Hadislerde ve fıkıh literatüründe yer alan bilinmezlik ve belirsizlik durumlarına ilişkin yasaklar, daha çok garar kavramı etrafında yoğunlaştığı için, kapsamcı ve akde etkisi genel hatlarıyla yukarıda gösterilen cehâletin daha açık bir biçimde ortaya konabilmesi, anılan somut durumların gözden geçirilmesini ve garar kavramının tahlilini gerekli kılmaktadır (bk. GARAR).
Cehl ve cehâlet terimlerinin temelindeki ilkelerle ilişkisi olmakla beraber, yöneltilmesi gerekli olan ve olmayan irade beyanları, kamuya yapılan icaplar, ödül vaadi, lehtarları belirli olmayan vakıf ve vasiyet tasarrufları gibi konuların asıl çerçevesini irade beyanı ve hukukî tasarruf kavramlarının oluşturduğunu da belirtmek gerekir.
BİBLİYOGRAFYA
et-Taʿrîfât, “chl” md.
Şâfiî, er-Risâle, s. 357-359, 366.
Bâkıllânî, el-İnṣâf fîmâ yecibü iʿtiḳādüh ve lâ yecûzü’l-cehlü bih (nşr. İmâdüddin Ahmed Haydar), Beyrut 1407/1986.
Ebü’l-Velîd Bâcî, Risâle fi’l-ḥudûd (Revista, II/1-2 içinde), Madrid 1954, s. 6-7.
Pezdevî, Kenzü’l-vüṣûl, IV, 330-350.
Gazzâlî, el-Müstaṣfâ, I, 86.
Karâfî, Envârü’l-burûḳ fî envâʾi’l-furûḳ, Kahire 1347 → Beyrut, ts., I, 141; II, 148-149; III, 265-266; IV, 12-13.
Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, IV, 262, 263, 330.
Zerkeşî, el-Mens̱ûr fi’l-ḳavâʿid (nşr. Fâik Ahmed Mahmûd), Küveyt 1402/1982, II, 12 vd.
Süyûtî, el-Eşbâh ve’n-neẓâʾir, Kahire 1378/1959, s. 199 vd.
Mecelle, md. 200, 213, 237, 238, 246, 248, 364, 449, 450, 451, 630, 688, 811, 858, 1025, 1336, 1441, 1434, 1435, 1444, 1459, 1468, 1547, 1567, 1578, 1617, 1619.
Subhî el-Mahmesânî, en-Naẓariyyetü’l-ʿâmme li’l-mûcebât ve’l-ʿuḳūd fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, Beyrut 1948, II, 13-14, 70-71, 164 vd.
İbn Âbidînzâde, Ḳurretü ʿuyûni’l-aḫyâr (İbn Âbidîn, Reddü’l-muḥtâr [Kahire] içinde), VII, 297 vd.
Sıddîk M. Emîn ed-Darîr, el-Ġarar ve es̱eruhû fi’l-ʿuḳūd fi’l-fıḳhi’l-İslâmî: Dirâse muḳārene, Kahire 1386/1967.
Muhammed Ebû Zehre, el-Cerîme, Kahire 1976, s. 461-474.
Muhammed Selîm el-Avvâ, Fî Uṣûli’n-niẓâmi’l-cinâʾiyyi’l-İslâmî, Kahire 1983, s. 58-60, 95 vd.
Muhammed Bahrülulûm, ʿUyûbü’l-irâde fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, Beyrut 1404/1984, s. 656.
Abdülkādir Ûdeh, et-Teşrîʿu’l-cinâʾiyyü’l-İslâmî, Beyrut 1405/1985, I, 430 vd.
Mv.F, IX, 5-273 (özellikle 15 vd., 52 vd., 98 vd., 143 vd.); XVI, 167-178, 197-207.
Mv.Fİ, XVI, 228 vd.
Hayreddin Karaman, “Akid”, DİA, II, 253-254.
Ali Bardakoğlu, “Bey‘”, a.e., VI, 14-16.