EBÛ ŞEKÛR es-SÂLİMÎ - TDV İslâm Ansiklopedisi

EBÛ ŞEKÛR es-SÂLİMÎ

أبو شكور السالمي
EBÛ ŞEKÛR es-SÂLİMÎ
Müellif: YUSUF ŞEVKİ YAVUZ
Web Sitesi: TDV İslâm Ansiklopedisi
Yayımcı: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi
Baskı Tarihi: 2020
Erişim Tarihi: 19.04.2024
Web Adresi:
https://islamansiklopedisi.org.tr/ebu-sekur-es-salimi
YUSUF ŞEVKİ YAVUZ, "EBÛ ŞEKÛR es-SÂLİMÎ", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ebu-sekur-es-salimi (19.04.2024).
Kopyalama metni

Hayatına dair kaynaklarda bilgi yoktur. Kendi eserinde verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre 460’tan (1068) birkaç yıl sonra Semerkant’ta Ebû Bekir Muhammed b. Hamza’dan fıkıh dersleri aldı (et-Temhîd, vr. 159a). Araştırmacılar, kendisinin Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî ve Ebü’l-Muîn en-Nesefî ile aynı dönemde yaşamış Hanefî-Mâtürîdî kelâmcılarından biri olduğunu kabul eder (Madelung, Studies, VII. makale, s. 319). Leysî şeklindeki nisbesini (et-Temhîd, vr. 1b) Kâtib Çelebi yanlışlıkla Keşşî diye kaydeder (, I, 484). Eserinin başında ve çeşitli yerlerinde Mühtedî/Mühtedî-Billâh lakabı geçer. Bu lakap onun sonradan müslüman olduğu veya hidayetten hiç ayrılmadığı şeklinde anlaşılabilir. Mârifet ve tevhidin esaslarına dair et-Temhîd fî beyâni’t-tevḥîd adlı eseriyle tanınan ve Hanefî-Mâtürîdî geleneğine mensup olan Ebû Şekûr’un Ehl-i sünnet mezhebine bağlı olduğunu söylemesi Mâtürîdiyye ekolüne mensup olmadığı anlamına gelmez. Çünkü Ebû Hanîfe geleneğine bağlı âlimlerin itikadî mezhebi hakkında Mâtürîdiyye adının kullanılması geç bir döneme rastlar. Nitekim aynı durum Ebü’l-Muîn en-Nesefî için de söz konusudur. Nesefî Mâtürîdiyye okulunu sistemleştirenlerden biri olmasına ve diğer Sünnî kelâm okuluna mensup olanlardan “mütekellimü ehli’l-hadîs” diye bahsetmesine rağmen benimsediği mezhebin adını Ehl-i sünnet diye zikretmiştir (Tebṣıratü’l-edille, I, 592; II, 571). Beyâzîzâde Ahmed Efendi’nin Ebû Şekûr es-Sâlimî’yi Mâtüridiyye’nin imamları arasında göstermesi bunu teyit eder (İşârâtü’l-merâm, s. 91).

Kelâmî Görüşleri. Akıl bir cevher değil keyfiyeti zihin tarafından algılanamayan latif bir şeydir. Hanefî fakihlerinden bu konuda sabit olmuş güvenilir bir rivayet yoktur. Filozof ve kelâmcıların akla dair farklı tanımları bulunmakta ve bunlar içinden çıkılamayan problemler taşımaktadır. Aklın isabetli tanımı şöyle yapılabilir: Akıl kalpte (zihinde) ortaya çıkan, varlıkların bilgisine ilişkin delilleri üretip duyusal alandan hareketle duyu ötesi âlemin varlığını zorunlu bilgilerle kanıtlayan bir araz yahut niteliktir (et-Temhîd, vr. 3a-b). Ehl-i sünnet’e göre aklî kapasite herkeste aynı seviyede değildir. Mu‘tezile kelâmcılarının, sorumluluğun temellendirilmesinde problem teşkil edeceği düşüncesiyle akıllar arasında farklılık bulunmadığını ileri sürmesi isabetsiz bir görüştür. Zira dinî sorumluluğun gerçekleşebilmesi için doğru ile yanlışı, faydalı ile zararlıyı ayırt edebilecek ve farklı seçeneklerden birini tercih etmeyi mümkün kılacak bir aklî kapasitenin varlığı yeterlidir; bundan sonrasında ise beşerî akıllar arasında farklılıklar mevcuttur. Ebû Hanîfe’nin yaratıcıyı bilme konusunda insanın mazereti bulunmadığını söylemesi de bu tür bir aklî kapasitenin her sağlıklı insanda mevcut olduğu kabulüne dayanır (vr. 4a-5a). Aklın en büyük değeri insanın iman etmekle mükellef kılınmasını sağlayan bir unsur teşkil etmiş olmasıdır. Akıl düşünerek Allah’ın varlığına ilişkin bilgiler üretebilir. Bilginin başkasından duyulup elde edildiğini söyleyen Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’nin aksine insan, aklî tefekkür sayesinde evrendeki varlıklardan hareketle Allah’ın varlığına dair bilgiye ulaşabilir. Bununla birlikte insanları imanla yükümlü tutmak için Allah’ın peygamber göndermesi de gerekir, çünkü akıl sorumluluk için tek başına yeterli değildir, ayrıca imanın sınırlarını tesbit edemez. Çocuklar dinî bakımdan ebeveynlerine tâbidir, onlar hakkında ebeveynlerinin inancına göre hüküm verilir; çocukların ebeveynleri mümin ise hükmen mümin, kâfir ise hükmen kâfir kabul edilirler; ancak bu, hukukî işlemlerin uygulanması için söz konusudur. Çocuk yaşta ölenler âhirette azap görmez, zira sorumlu olmadıklarından azaba uğratılmaları ilâhî adaletle bağdaşmaz (vr. 11b-12a). İlham gizli vahiydir, melekler her insana bu mânada ilhamda bulunabilir (vr. 14a).

Hüsün ile kubhun çeşitli mertebeleri vardır, bu konuda geçerli olan tek bir kriter yoktur. Bizzat kendisi iyi olan (hasen li-aynihî) hususlar mevcuttur; Allah’a iman etmek ve ibadette bulunmak gibi. Ayrıca gördüğü iş ve yüklendiği anlam bakımından iyi (hasen li-ma‘nen) olanlar vardır; cami inşa etmek, eziyet veren bir şeyi yoldan kaldırmak gibi. Kötü olan şeylerde de durum aynıdır. Bizzat kendisi kötü olanlar (li-aynihî kabîh) vardır; Allah’ı inkâr etmek, O’na ortak koşmak, zina etmek, hırsızlık yapmak gibi. Aklın, Allah’ı inkâr etmeyi kötü bir fiil olarak nitelemesine rağmen ölüm korkusuyla baskı altında bulunan kişinin o anda Allah’ı inkâr etmesine dinin cevaz vermesi hüsün ile kubhun aklî değil dinî olduğunu gösterir (vr. 14b-16b). Duyuların fonksiyonu nesneleri algılamak ve her yönüyle bilmekten ibaret olup bunlar aklın bir nesneye vâkıf olmasını sağlayan araçlardır. Duyu algısı bir arazdır ve aynı mahiyette iki anda bulunmaz. Nesnelerdeki tabiat da bir arazdır.

İnsan bilgisi zaruri ve istidlâlî kısımlarından oluşur. Şüpheleri yok eden delille sabit olan istidlâlî bilgi ile zaruri bilgi arasında fark yoktur. İstidlâl yoluyla elde edilen kesin bilginin kabul edilmesi ve uygulanması gerekir. Allah’ın varlığını bilmeye dair istidlâlî bilgi O’nun varlığına işaret eden nesneler üzerinde tefekkür sayesinde elde edilir. Vahiy ve peygamberlikle ilgili bilgiler de istidlâlîdir. Bu bilgilere inanmak zaruri olup inkârı dinden çıkmayı gerektirir. Tıpkı dumanı gören kişinin yanan ateşi görmese de onun varlığından, kumaşı gören kişinin onu dokuyanın mevcudiyetinden şüphe etmesinin imkânsız oluşu gibi.

Allah’ın Varlığı ve Sıfatları. Arazların hâdis olması cevherlerin, dolayısıyla âlemin de hâdis olmasını gerektirir, çünkü muhdis olmadan hudûs gerçekleşmez; şu halde hâdis olan âlemin bir muhdisi vardır, o da Allah’tır. O, kadîm ve diri olan bir varlıktır, kıdem ise O’nun sıfatıdır. Evrenin kendi kendine meydana gelmesi mümkün olmadığı için Allah kadîmdir. Allah’ın zâtı cevher, sıfatları da araz değildir, bu sebeple bir yere ve mekâna muhtaç değildir. Allah cinsi bulunan bir varlık olmadığından benzeri ve dengi de yoktur. Bundan dolayı ilâhlık iddiasında bulunan bir insanın bu iddiasının yanlışlığı herkesçe bilinir. Zira insanın tanrı olamayacağı kendi özelliklerinden hareketle anlaşılır (vr. 40a-b). Ehl-i sünnet âlimleri Allah’ın ilim, irade, kudret, hayat, sem‘, basar, kelâm ve tekvin sıfatlarının bulunduğunu kabul etmekle birlikte aslında O’nun sıfatları tek bir sıfattan ibaret olup sayı ile anlatılamaz. Allah’ın sıfatları zâtından ayrı veya zâtıyla aynı olan şeyler değildir, aslında sıfatları “şey” diye nitelemek doğru değildir ve ayrı varlıklar konumunda kadîm olduklarından söz edilemez. Hatta O’nun evreni yaratmadan önce yaratıcı, ibadet edenleri yaratmadan önce mâbud, canlıları yaratmadan önce râzık olmadığını söylemek imanla bağdaşmaz. Tekvin, mükevvinin fiili olup vuku bulduğu anda mükevvinden ayrılır. Allah’ın varlık ve olayları vukuundan önce bilmediğini söylemek ulûhiyyete aykırıdır ve kişinin küfre düşmesine sebebiyet verir. Çünkü Kur’an’da henüz vuku bulmayan olayları Allah’ın önceden haber verdiği bildirilmiştir. İnsanlardan kimin mümin, kimin kâfir olacağını Allah önceden bilir. Bu bilgi kişinin müminken kâfir ve kâfirken mümin olmasını da içerir (vr. 137a-138b). Cenâb-ı Hakk’ın müminlere kâfirlerden farklı ilâve lutfu vardır, bu da onları hidayete erdirip imana sevketmesidir. Ehl-i sünnet’e göre Allah’ın adalet sıfatı şu unsurları içerir: O zerre miktarı zulmetmez, kullarının yaptığı iyilikleri zerre miktarı eksiltmez, günah işlemeyen hiçbir kuluna azap etmez, hiçbir kuluna bir amacı ve hikmeti yokken elem vermez, mâsiyet işleyen kuluna zulmetmez, hiçbir kuluna üstesinden gelemeyeceği sorumluluğu yüklemez (vr. 42a-49b). Allah kullarını imana veya inkâra zorlamaz. İnsanlara ait fiilleri kendilerinin yarattığını veya nesnelerdeki yaratılış özelliklerinin belli sonuçları meydana getirdiğini ileri sürmek Allah’tan müstağni olmak anlamına geldiğinden asla kabul edilemez (vr. 127a).

Nübüvvet. Hikmet Allah’ın insanlara peygamber göndermesini gerektirir; çünkü Allah’ın, kullarını başı boş bırakıp onlara buyruklarını ve doğru yolu bildirmemesi mümkün değildir. Bütün insanların, suç işleyenlerin uyarılıp gerekli şekilde cezalandırılması, iyilik yapanların teşvik edilmesi, yaratana şükredip ibadet edilmesi, bütün inanç ve davranışlara âhirette karşılık verileceği konularında bilgilendirilmesi gerekir. İnsanların görüş ve anlayışları arasındaki farklılığı akıl tam olarak bilemez. Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’nin, peygamberlerin nübüvvetten önce peygamber olmadıklarını ve günah işlemekten korunmadıklarını iddia etmesi isabetli değildir, buna karşılık Allah elçilerinin nübüvvetle görevlendirilmeden önce de peygamber ve mâsum olduklarını ileri süren Mâtürîdîler’in görüşü daha isabetli kabul edilir. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Îsâ’nın henüz çocukken peygamber kılındığı, Resûl-i Ekrem’in yaratılmadan önce de peygamber olduğu bildirilir. Eğer peygamber nübüvvetten önce küçük veya büyük günah işlemekten korunmasaydı fâsıkların da aynı makama yükselmesi gerekirdi. Bununla birlikte peygamberden unutma ve yanılmalar (zelle) sâdır olabilir (vr. 57b-62a, 74a). Peygamberler, Allah’ın kendilerinin elinde yaratacağı mûcize sayesinde bilinir. Sahte peygamberin elinde hârikulâde olayların vuku bulması imkânsızdır.Velîlerden zuhur eden keramet, peygamberin gösterdiği mûcizenin imkânını ortaya koyduğu gibi aynı zamanda onun bir mûcizesi sayılır. Nübüvvetten önce peygamberlerden zuhur eden hârikulâde olaylar da keramet gibi kabul edilebilir, çünkü peygamber nübüvvetten önce velîdir. Eğer keramet mümkün olmasaydı peygamberin elinde nübüvvetten önce de zuhur etmemesi gerekirdi. Velînin velâyeti bilinemeyeceği gibi herhangi bir kişi velîlik iddiasında da bulunamaz. Peygamberlik ölümle sona ermez ve günah işlemek peygamberlikten mahrum kılınmayı gerektirmez (vr. 69a-71a).

Şeriat sahibi olan peygamberler Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed’dir. İdrîs, Allah’ın kitap gönderdiği ilk peygamber olup kendisine indirilen kitap otuz üç sayfadır (vr. 169b). İdrîs peygamberin beş öğrencisi mevcuttu: Ved, Süvâ‘, Yegūs, Yeûk, Nesr (vr. 170a). Ölümlerinden sonra insanlar onların putlarını yaparak zamanla tapmaya başlamış, bu durum Nûh peygamber devrine kadar devam etmiştir. Mu‘tezile âlimlerine göre Âdem peygamber değildir ve şeriat getirmemiştir. Ancak böyle bir iddia kişiyi dinden çıkarır. Çünkü Allah, Âdem’e Cebrâil vasıtasıyla vahyettiği gibi doğrudan hitap etmiş, ona dünyaya inmesini, evlenmesini, kurban kesmesini ve tavaf etmesini emretmiştir (vr. 74a). Allah Âdem’e hükümler öğretmiş, bunların bir kısmını daha sonra neshetmiştir. Suhuf verilen peygamberler kendilerinden öncekilerin şeriatına tâbi olmuştur. Yahudi ve Mecûsîler’in aksine müslümanlar, şeriatların hem kendilerinde hem de içerdikleri bazı hükümlerde Allah tarafından değişiklik yapılabileceği ve fiilen değiştirildiği konusunda ittifak etmiştir (vr. 76a).

İnsanların içinden gelen peygamberler meleklerin resullerinden üstündür, buna mukabil meleklerin resulleri sıradan müminlerden faziletlidir; melekler ise peygamberler dışında kalan müminlerden daha üstündür (vr. 13a-b). Kur’an’daki müteşâbih âyetlerin te’vil edilmesi gerekli değildir, çünkü Hz. Peygamber’den bu konuda herhangi bir bilgi intikal etmemiştir. İbn Abbas’tan nakledildiğine göre Kur’an’da mânasını yalnızca Allah’ın bildiği âyetler müteşâbihat kısmını teşkil eder.

Kişinin âhirette kurtuluşa erebilmesi için Hz. Muhammed’in son peygamber olduğuna inanması gerekir. Âhir zamanda nüzûl edecek olan Îsâ’nın peygamberliği de vefatına kadar sürecektir. Bazı Şiîler’in Hz. Ali’nin Resûlullah’ın nübüvvetine ortak olduğunu iddia etmeleri İslâm’dan çıkmaya yol açan bir inanıştır (vr. 103a). Bu konuda Resûlullah’ın Hz. Ali’ye söylediği, “Mûsâ’ya nisbetle Hârûn’un konumu ne ise bana nisbetle senin konumun da odur” anlamındaki söz delil getirilmişse de bunu Ali’nin peygamberliğine delil saymak doğru değildir, çünkü sahih bir hadiste belirtildiğine göre Hz. Muhammed’den sonra peygamber gelmeyecektir. Resûl-i Ekrem’in Mekke’den Kudüs’e kadar olan bedenî yolculuğunu Mu‘tezile de kabul etmiştir. Kesin bir nassa dayanması bakımından bunu inkâr eden kişi kâfir sayılır (vr. 105b-106a).

Kelâm-ı Lafzî - Kelâm-ı Ma‘nevî. Mâtürîdîler’e göre Kur’an, Allah tarafından Hz. Peygamber’e indirilen, sayfalara yazılmış, kulaklarla duyulmuş, lafızlarla okunmuş ve ezberlenmiş olan ilâhî bir kitaptır. Eş‘arîler’e göre ise Kur’an Allah’ın zâtında mevcut, O’ndan ayrılmayan, dolayısıyla münzel olmayan, kulaklarla duyulmayan, ezberlenemeyen ilâhî kelâmdır. Bu meseledeki ihtilâf “kelâm” kavramının tanımıyla ilgilidir. Eş‘arîler kelâmı “Allah’ın zâtında mevcut olup O’ndan ayrılmayan mâna” diye tanımlarken Mâtürîdîler, “telaffuz eden tarafından anlaşılan lafız ve mâna” şeklinde tarif ederler. Kur’ân-ı Kerîm’de Cebrâil’in âyetleri Resûlullah’ın kalbine indirdiğinin beyan edilmesi (eş-Şuarâ 26/193-194) bu görüşü doğrular. Eğer Kur’an Allah kelâmı olmasaydı hiç kimse için bağlayıcı bir delil teşkil etmezdi. Ehl-i sünnet’e göre Kur’an’ın toplanmasına Halife Ebû Bekir zamanında başlanmış, fakat savaşlar yüzünden bu iş tamamlanamamış, Ömer döneminde bir kısmı daha toplanmış, Osman zamanında eksik kalan kısımlar tamamlanıp cem‘ işi bitirilmiştir. Ashap da bu metnin Hz. Peygamber’in kendilerine tebliğ ettiği Kur’an olduğu hususunda icmâ etmiştir. Hz. Ali’nin ise yalnız kendisi için Kur’an’ı cemettiği (mushaf) nakledilir (vr. 81b).

Âhiret Halleri. İnsan ruh ve bedenden oluşur; ancak ruhun Allah’tan bir parça olarak kabul edilmesi mümkün değildir; aksi takdirde kişinin yaptığı bütün kötülüklerin Allah’a ait olması gerekir. Peygamberlere ruh üfleyen Rûhulkudüs’tür. Hayatın sebebi olan ruh yaratılmış olmakla birlikte yok olmaz. Ölümün ardından müttakilerin ruhları illiyyîne (nimet yurdu), inkârcı ve günahkârların ruhları siccîne (azap yurdu) gider, kıyamet kopunca da kişinin diriltilen cesedine iade edilir (vr. 20b-21b). Mu‘tezile kelâmcılarına göre ölümden sonra diriltilecek olan beden dünyadaki beden değil yeni bir bedendir, çünkü dünyadaki beden toprakta çürüyüp yok olmuştur. Ehl-i sünnet’e göre ise âhirette diriltilecek beden dünyadaki bedenin aynıdır, zira Allah yok olan bedenin aynısını yaratabilir. Mu‘tezile kelâmcıları kabirde cesedin ve ruhun azap yahut nimet hissetmesini mümkün görmemiştir, diğer âlimler ise kabir azabı ve nimetinin naslarla sabit olduğunu ve bunun Allah’ın kudreti dahilinde bulunduğunu söyler. Mu‘tezile’ye göre kâfirler ve fâsıklar cehenneme, müminler ise cennete girecektir; cennete veya cehenneme girenler bir daha oradan çıkamayacaktır. Ehl-i sünnet’e göre ise müminler dahil bütün insanlar cehenneme girecek, ancak müminler oradan kurtarılacak, kâfirler ise bırakılacaktır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de herkesin cehenneme gireceği, daha sonra müminlerin kurtarılacağı, zalimlerin ise diz çöktürülmüş durumda orada bırakılacağı belirtilmektedir (Meryem 19/71-72).

Tekfir. İman kalben inanıp bunu dille ifade etmektir. Küfür “nimete teşekkür etmemek” anlamına geldiğinden onun bazı naslarda bu şekilde te’vil edilmesi mümkündür; buna göre ilâhî buyruklara itaat etmeyenler kâfir sayılmaz (vr. 87a-88b). İnsanlardan alınan mîsâk aklî olmayıp bedenlere yöneliktir. Günah işleyenlerin imanı ölüm anı gelince gayb âlemini müşahede esnasında yok olabilir. Oyun oynamayı, raksetmeyi, şarkı ve şiir söylemeyi mubah gören kâfir değil fâsık olur, zira bunların haram oluşu haber-i vâhidle sabittir. Ancak nasla veya nassın delâletiyle, mütevâtir haberle ya da icmâ-ı ümmetle sabit olan her yasak kesinlikle haram olup bunların işlenmesi kişinin daha önceki dinî konumunu ortadan kaldırır, bunu inkâr eden de kâfir olur. Haber ve kıyasın delil olmadığını söyleyen kimse de küfre düşer. Bir hüküm kıyasla veya ümmetin üzerinde ittifak ettiği bir haber-i vâhidle sabit olmuşsa bunu inkâr eden icmâı inkâr etmiş sayıldığından kâfir olur (vr. 134b-135a). Dünyada işlenen suçlar için uygulanan cezalar, ayrıca hastalıklar suçun günahını temizler.

Hilâfet. Müslümanların devlet başkanı seçmeleri dinî bir yükümlülüktür. Nitekim Hz. Peygamber’in vefatından sonra ashap ilk iş olarak bu meseleyi ele almıştır. Ebû Bekir’in halife olması gerektiğini Hz. Ali de söylemiş ve Resûl-i Ekrem’in Ebû Bekir’i namaz kıldırmak gibi bir işle görevlendirmesini, onun dünya işlerini yürütmek için de halife seçilmesine bir delil kabul etmiştir. Ali’nin Ebû Bekir’i halife olarak benimsediğini, onun emrinde savaşlara katılıp ganimetten pay alması ve kendisine ayrılan câriyeyi kabul etmiş olması bu hususu kanıtlar, bu sebeple aksini iddia eden Şiî görüşü geçersiz sayılır (vr. 143b-144b). Dinde müctehid mertebesine yükselen âlimlerin yaptıkları ictihada diğer müslümanların uyması gerekir. Ümmetin icmâı da bağlayıcı bir delil teşkil eder. Çünkü Kur’an’da ümmetin şahitliği delil kabul edilmiş, Hz. Peygamber de ümmetin sapıklık üzere icmâ etmeyeceğini söylemiştir. Ayrıca mûcizelerin kanıtlanması da ümmetin icmâına dayanır.

Ebû Şekûr es-Sâlimî, farklı ve ilginç rivayetlere yer verdiği eserinde rüyasında Hz. Peygamber’i gördüğünü söylemiş, hatta bu sırada ondan aldığını ileri sürdüğü bir hadisi de nakletmiştir (vr. 136b). Ona göre Allah’ın gönderdiği dini Ehl-i sünnet mezhebi temsil eder. Ehl-i sünnet’ten ayrılan veya başka bir mezhebi benimseyen kimse doğru yoldan çıkar, dolayısıyla cehennem ehlinden olur. “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır” meâlindeki âyet de (Âl-i İmrân 3/105) bunu teyit eder. Bu konuda, “Allah’ın yardımı cemaatle birliktedir”; “Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez”; “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır, bunların biri dışında kalan fırka mensuplarının hepsi cehennemliktir, bu fırka da Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’tir” anlamındaki hadisler de ayrı bir delil teşkil eder (vr. 154b). Ehl-i sünnet mezhebi ashap, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn çoğunluğunun benimsediği bir yoldur. Bunları da Ebû Hanîfe ve öğrencileriyle Şâfiî ve öğrencileri temsil eder. Ebû Hanîfe, Ehl-i sünnet mezhebini şöyle tanıtmıştır: “Ehl-i sünnet Nâsıbe ile Râfıza, Cebriyye ile Kaderiyye, Müşebbihe ile Muattıla arasında bulunan ve denge esasına dayanan mutedil bir mezheptir.” Yine Ebû Hanîfe kendini ashabın, hatta peygamberlerin tâbi olduğunu söylediği “Mürcie-i merhûme” mezhebine nisbet etmiş, buna karşılık günahın iman sahibine zarar vermediğini iddia eden Mürcie grubunun ise lânetlenmesi gerektiğini belirtmiştir (vr. 165a). Bid‘at haram olduğundan bid‘at ehline lânet etmek câizdir, hadis rivayetlerinde de bu konuya dikkat çekilmiştir. Kur’an’la sabit olmuş hususlara aykırı düşen bid‘atları benimseyenler tekfir edilir, ancak haber-i vâhid yahut kıyas yoluyla belirlenen inançlara muhalefet edenler tekfir edilmez (vr. 158a). Gerçeğin ortaya çıkması için bid‘at ehliyle münazara etmek câizdir. Hz. Ali hakkındaki inançları yüzünden Râfizîler’in kâfir olduğuna işaret eden âyet ve hadisler mevcuttur. Mütekâşşifenin (Mâverâünnehir bölgesinde bazı âlimlerce mutasavvıfeye verilen isim) aksine Hüseyin b. Ali hilâfet talebinde haklıdır, dolayısıyla mazlum olarak öldürülmüştür. Abbâsî halifeleri meşrû olup icraatları dine uygundur.

Ebû Şekûr es-Sâlimî’nin, eserinde sık sık atıflarda bulunduğu Ebû Hanîfe’nin ilmî geleneğine bağlı bir kelâmcı olduğunu söylemek mümkündür. Onun muhalif mezhep mensuplarını tekfir etmesi dikkat çekici bir özelliktir. Wilferd Madelung tarafından Mâtürîdî okuluna mensup kelâmcılar arasında gösterilmesine rağmen Ebû Şekûr’un Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’ye herhangi bir atıfta bulunmaması düşündürücüdür. Onun günümüze ulaşan tek eseri olan et-Temhîd fî beyâni’t-tevḥîd on bir bölüm halinde ele alınabilir. Birinci bölümde akıl ve buna dair meselelere yer verilmiş, ikinci bölümde duyular ve bunlara konu olan varlık alanı incelenmiş, üçüncü bölümde Allah’ın varlığı ve birliği, dördüncü bölümde ilâhî sıfatlar meselesi tartışılmıştır. Beşinci bölüm isim-müsemmâ bahsine dairdir. Altıncı bölümde nübüvvet ve Hz. Peygamber’in nübüvvetiyle ilgili meseleler konu edilmiş, yedinci bölümde bilgi-iman ilişkisi ve imana dair konular irdelenmiştir. Sekizinci bölüm imanın şartları, dokuzuncu bölüm şeriatlar ve din, onuncu bölüm hilâfet ve emirlik konuları hakkındadır. On birinci bölümde Ehl-i sünnet ve ehl-i bid‘at ile diğer dinlere dair kısa bilgiler verilmiştir. Daha önce Hindistan’da basılan (Delhi 1309) et-Temhîd üzerine doktora tezi hazırlayan Ömür Türkmen eserin metnini tahkik ederek burada mevcut kelâmî görüşleri Ebû Hanîfe’nin görüşleriyle karşılaştırmış ve bu çalışma İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM) tarafından neşre hazırlanmıştır (thk. Ömür Türkmen, Ankara-Beyrut 2017). Nûreddin er-Rânîrî, et-Temhîd’den yararlanıp et-Tibyân fî maʿrifeti’l-edyân adlı bir eser telif etmiştir (, XXXIII, 256). Kaynaklarda Ebû Şekûr es-Sâlimî’ye ayrıca Kitâbü’l-Miʿrâc adlı bir eser nisbet edilmektedir (, II, 1460).


BİBLİYOGRAFYA

Ebû Şekûr es-Sâlimî, et-Temhîd fî beyâni’t-tevḥîd, Süleymaniye Ktp., Reîsülküttâb Mustafa Efendi, nr. 525, tür.yer.

Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebṣıratü’l-edille (nşr. Hüseyin Atay), Ankara 2004, I, 592; II, 571.

, I, 484; II, 1460.

Beyâzîzâde Ahmed Efendi, İşârâtü’l-merâm min ʿibârâti’l-İmâm (nşr. Yûsuf Abdürrezzâk), Kahire 1368/1949, s. 91.

, I, 419.

, I, 744.

W. Madelung, Religious Schools and Sects in Medieval Islam, London 1985, makale nr. II, s. 117, 121, 125-126.

a.mlf., Studies in Medieval Muslim Thought and History (ed. S. Schmidtke), Burlington 2013, VII. makale, s. 319.

İsmail Hakkı Göksoy, “Nûreddin er-Rânîrî”, , XXXIII, 256.

U. Rudolph, “Abū S̲h̲akūr al-Sālimī”, The Encyclopaedia of Islam Three, Leiden 2009, fas. 3, s. 32-33.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2020 yılında Ankara’da basılan (gözden geçirilmiş 2. basım) EK-1. cildinde, 372-375 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
TDV İslâm Ansiklopedisi'nden rastgele bir madde okumak ister misiniz?
BAŞKA BİR MADDE GÖSTER