- 1/3Müellif: MAHMUT KAYABölüme GitArapça aslı hatâbe olan kelime “hutbe okuma, güzel söz söyleme, vaaz ve nasihat etme” gibi anlamlara gelir. Terim olarak “bir topluluğa bir maksadı an...
- 2/3Müellif: HÜSEYİN ELMALIBölüme GitARAP EDEBİYATI. Câhiliye dönemi. Araplar’ın İslâm öncesi dönemde hitâbete büyük önem verdikleri ve meşhur hatiplerin yetiştiği bilinmektedir. Ancak sö...
- 3/3Müellif: MUSTAFA İSMET UZUNBölüme GitTürk Edebiyatı. Türkler’de hitâbetin esas itibariyle hutbe, vaaz ve tasavvufî sohbetlerden meydana gelen dinî hitâbetle askerî, resmî ve siyasî hitâbe...
https://islamansiklopedisi.org.tr/hitabet#1
Arapça aslı hatâbe olan kelime “hutbe okuma, güzel söz söyleme, vaaz ve nasihat etme” gibi anlamlara gelir. Terim olarak “bir topluluğa bir maksadı anlatmak, bir fikri açıklamak, öğüt vermek, bir görüşü benimsetmek, bir eyleme teşvik etmek gibi amaçlarla yapılan güçlü ve etkileyici konuşma veya güzel konuşma sanatı” mânasında kullanılır. Konuşan kişiye hatîb, yaptığı konuşmaya da hitâbe denir.
İlk defa para karşılığında hitâbet dersi veren ve bu konuda kitap yazan kişinin Sicilyalı Koraks (m.ö. V. yüzyıl) olduğu bilinmektedir. Koraks Grekçe’de “karga” anlamına geldiğinden İslâmî kaynaklar ondan Gurâb el-Hatîb diye söz ederler (İbnü’l-Kıftî, s. 109). Öğrencisi Tisias da onun koyduğu ilkeler doğrultusunda hitâbetle ilgili bir eser kaleme almış, ayrıca Atina’nın en ünlü hatiplerinden Lusias, Gorgias ve Isokrates’i yetiştirmiştir. Bunlar diyalektiği (cedel) başarıyla kullanan, herhangi bir konuda rahatlıkla polemik yapabilen birer sofist olarak da tanınıyorlardı. Bu dönemde hitâbet bir sanat dalı olmanın yanında iyi gelir getiren bir meslekti. Yunan şehir devleti sisteminde politikacıların halk meclisinde temsil ettikleri kesimin çıkarlarını başarılı bir şekilde savunabilmeleri için iyi birer hatip olmaları gerekiyordu. Bu ihtiyacı karşılamak üzere hitâbet kursları açılıyor, bunun yanı sıra gezgin hatipler tarafından isteyenlere para karşılığında ders veriliyordu. Fakat sofistlerce hitâbetin amacı doğruyu ortaya çıkarmak değil muhatabı kandırmak ve ona kendi görüşünü kabul ettirmekti (Eflâtun, Gorgias, s. 453a). Bundan dolayı hatipler kelime oyunlarına başvuruyor, kavramlar üzerinde keyfî yorumlar yapıyorlardı. Bu anlayış giderek kavram kargaşasına, şarlatanlığa ve sofistik mantığın yayılmasına yol açmıştı.
Antik dünyanın üç büyük filozofu Sokrat, Eflâtun ve Aristo bu zihniyetle mücadele etmişlerdi. Ancak düşüncenin yapı taşları durumunda olan kavramları sorguladığı için Sokrat da sofistlikle suçlanmış, zayıf delili güçlü, güçlüyü zayıf göstermenin yöntemini öğreterek gençlerin zihnini çeldiği ileri sürülmüştü (Eflâtun, Savunma, s. 38a). Eflâtun “ikna ve inandırma sanatı” olarak tanımladığı hitâbeti şiddetle eleştirmiş ve hatipleri, hakikat bilgisine sahip olmaksızın inandırma yollarına başvurdukları için reddetmiştir. Ona göre hatip, daima kendi üstünlüğünü öne çıkararak kalabalığın takdirini kazanmayı amaç edindiğinden tamamen sahte değerlere dayanmaktadır; dolayısıyla şiir gibi hitâbetin de ideal devlette yeri yoktur. Bu alandaki görüşlerini Gorgias, Phaidros ve Devlet diyaloglarında dile getiren Eflâtun, özellikle dönemin en tanınmış sofisti ve hitâbet hocası Thrasymakhos’u ağır bir dille eleştirmiştir (Devlet, s. 336b, 343d). Aristo ise İslâm mantıkçıları tarafından Kitâbü’l-Ḫaṭâbe adıyla tanınan ünlü Rhetorica’sında, daha önceki ve çağdaşı ünlü hatiplerin ve bu konuda yazan müelliflerin görüşlerini aktarmanın yanı sıra mantığı hitâbete uygulayarak bu sanata yeni boyutlar kazandırmıştır. Bu bakımdan onun kitabı kendi türünde en eski ve sistematik bir eser olma özelliğini hâlâ korumaktadır. Aristo eserinin başında, “Hitâbetin diyalektikle yakın ilgisi vardır; her ikisi de belli bir ilme dayanmadan amaca ulaşmak ister”; “Her ne kadar hitâbet ahlâk ve siyasetin alanına girerse de daha çok diyalektiğe benzer, hatta onun bir bölümüdür” (Kitâbü’l-Ḫaṭâbe, I, 1.1; I, 2.7) dedikten sonra hitâbetin mantığın temeli olan kıyasla ilişkisini şöyle belirtir: “Hitâbet ve diyalektikten başka mantıkî kıyas yardımıyla ters bir sonuca ulaşan hiçbir sanat yoktur” (a.g.e., I, 1, 12). Aristo, kendisinden önce bu konuda yazanların örtülü kıyası (kıyâs-ı muzmer) ihmal ettiklerini, halbuki bu tür kıyasın delilin esasını oluşturduğunu ve dinleyiciyi ikna açısından analojiden (kıyâs-ı temsîlî) daha etkili olduğunu önemle vurgular (a.g.e., I, 1, 3, 10). Ancak hatip, dinleyenleri ikna edebilmek için sık sık analojiye de başvuracaktır. Bütün bunlar hitâbetle mantık arasındaki yakın ilişkiyi gösterdiği gibi Rhetorica’nın Organon’a dahil eserler içinde yer almasını savunanların da haklılığını göstermektedir. İslâm mantıkçıları da Rhetorica’yı mantık külliyatından saymışlardır.
Aristo yine Rhetorica’da hitâbeti ve onu diğer ilimlerle sanatlardan ayıran özellikleri şöyle açıklar: “Hitâbet, herhangi bir konuda ikna etme yollarını kullanma melekesidir. Bu diğer ilim ve sanatlarda bulunmayan bir özelliktir. Çünkü onların amacı kendi konularıyla ilgili meseleleri öğretmek, hitâbetinki ise diyalektik gibi ikna etmek ve susturmaktır” (a.g.e., I, 2.1). Bundan dolayıdır ki hitâbetin belli bir konusu yoktur. İnsan, inandırma yol ve yöntemlerini kullanma melekesinden faydalanarak kendisine sunulan hemen her konu üzerinde karşısındaki kişiye veya topluluğa hitapta bulunur. Ona göre hitâbetin değişmeyen üç unsuru hatip, konu ve dinleyicidir. Konuşmanın etkileyici ve inandırıcı olması her şeyden önce hatibin ahlâkî durumuna bağlıdır. Konunun seçimi ve gerçeklere dayanması da büyük önem taşır. Ayrıca hatibin, dinleyicilerin psikolojik durumunu dikkate alması önemli bir husustur (a.g.e., I, 1.3). Aristo dinleyiciyi ve zaman unsurunu dikkate alarak üç tür hitâbetten söz eder. a) Siyasî hitâbet. Devlet adamının veya politikacının devlet işlerinin düzenli ve sağlıklı yürütülebilmesi için gereken önerileri ortaya koymak, zararlı ve tehlikeli şeylere karşı uyarılarda bulunmak üzere yaptığı konuşmadır. Bu tür hitâbet geleceğe yöneliktir. b) Adlî hitâbet. Kendini veya müvekkilini savunmak yahut başkasını suçlamak amacıyla yapılan konuşmadır. Dava konusu olay veya suç geçmişte kaldığı için bu tür hitâbet geçmişe yöneliktir. c) Törensel hitâbet. Çeşitli vesilelerle düzenlenen törenlerde hatibin genellikle övgü veya yergide bulunmak üzere yaptığı konuşma olup içinde bulunulan zamanla ilgilidir (a.g.e., I, 3.3 vd.). Aristo’nun bu tasnifte yer vermediği dinî, askerî ve akademik gibi başka hitâbet türleri de vardır. Eski Yunan’da bu üç tür hitâbet alanında şöhret yapmış hatiplere örnek olarak sırasıyla Demostenes, Cicero ve Perikles gösterilir.
Hitâbet ve belâgatla doğrudan veya dolaylı ilgisi bulunan her konuya Rhetorica’da yer verilmiştir. Meselâ eserin birinci bölümünde kanun koyma, suç-ceza, adalet-zulüm, iyi-kötü, haklılık-haksızlık, mutluluk-mutsuzluk, yazılı-yazısız kanunlar, devlet şekilleriyle bunların özelliklerinden antlaşmalara ve işkence türlerine kadar birçok konu siyasî ve adlî hitâbet açısından değerlendirilmiştir. İkinci bölümde gerek hatip gerekse dinleyiciler açısından psikolojiye ağırlık verilmiştir. Dinleyiciyi etkileyebilmek için hatibin ses tonu ve mimiklerinin önemi vurgulanırken öfke, serinkanlılık, dostluk-düşmanlık, korku-güven, hayâ-hayâsızlık, merhamet, hiddet, haset ve gıpta gibi ruh hallerinin tahlili yapılmış, üçüncü bölüm ise daha çok hitâbet ve belâgatın kurallarına ayrılmıştır.
Rhetorica Arapça’ya birkaç defa tercüme edilmiştir. İbnü’n-Nedîm’in “eski tercüme” diye tanıttığı çevirinin kime ait olduğu belli değildir. İbnü’n-Nedîm, İshak b. Huneyn ile İbrâhim b. Abdullah’a ait iki tercümenin bulunduğunu, ayrıca İbnü’t-Tayyib es-Serahsî’nin el yazısıyla bu eserin 100 yaprak tutan bir nüshasını gördüğünü söyler (el-Fihrist, s. 349). Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd Rhetorica üzerinde günümüze kadar gelen çalışmalar yapmışlardır. Fârâbî’nin Kitâbü’l-Ḫaṭâbe adıyla kaleme aldığı eserin Rhetorica’nın birinci ve kısmen ikinci bölümünün kısa bir tefsiri mahiyetinde olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Fârâbî hitâbete dair meseleleri açıklarken asıl metne bağlı kalmamış, akıcı üslûbu ve kendi kültür dünyasından verdiği örneklerle bu sanata yeni boyutlar kazandırmıştır. Ayrıca Fârâbî’den itibaren “beş sanat” diye anılan eserlerin dördüncüsünün Rhetorica olduğu hatırlanmalıdır (DİA, V, 546-547; XII, 148). Eseri J. Langhade ve M. Grignaschi Fransızca’ya çevirerek Arapça orijinaliyle birlikte yayımlamışlardır (Beyrut 1971).
İbn Sînâ, henüz yirmi bir yaşında iken Rhetorica’nın birinci bölümünün son faslı dışındaki kısımlarını şerhetmiş, bu çalışması Kitâbü’l-Mecmûʿ (el-Ḥikmetü’l-ʿarûżiyye) adlı eseriyle el-Behce fi’l-manṭıḳ’ta yer almıştır. Daha sonra eserin tamamını eş-Şifâʾnın mantık bölümünün sekizinci kitabı olarak şerhetmiştir; ancak bu çalışmasında esas aldığı Arapça tercümenin çok bozuk ve yer yer anlaşılamayacak derecede hatalı olduğundan yakınır (Kitâbü’l-Ḫaṭâbe, s. 81). Onun ifadesinden Rhetorica’yı şerheden başka kişilerin de bulunduğu (a.g.e., s. 26), fakat kendisinin onların yorumunu beğenmediği (a.g.e., s. 29) anlaşılmaktadır. İbn Sînâ eseri, aslındaki sistematiğe bağlı kalmadan dört bölüme ayırdığı gibi alt bölümlerde de farklı bir düzenleme uygulamış, bu arada kendi kültür dünyasından örnekler vermek suretiyle okuyucuya yardımcı olmaya çalışmıştır.
İbn Rüşd, Telḫîṣü’l-Ḫaṭâbe adlı eseriyle Rhetorica’nın orijinal planına bağlı kalarak bir şerhini gerçekleştirmiştir. İbn Rüşd’ün diğer şerhlerinde olduğu gibi bunda da Aristo’ya ait metinden birkaç kelime alıntı yaptıktan sonra yoruma başladığı, açıklamaları uzattıkça uzattığı, çok defa ifadelerin Aristo’ya mı kendisine mi ait olduğunun ayırt edilemediği ve bazan yorumlarının asıl metnin birkaç katını bulduğu görülmektedir. İbn Rüşd ayrıca, okuyucunun Grekçe’deki belâgatı kavrayabilmesi için Arap belâgatı ile Aristo’nun belâgat kuralları arasında karşılaştırmalar yaparak her iki edebiyattaki benzer ve farklı yönleri göstermeye çalışır. Bunun için yerine göre Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerden, Arap şiir ve belâgatından örnekler verir. Bu durum onun hem Aristoculuğunu hem de İslâm bilim, düşünce, kültür ve edebiyatına olan hâkimiyetini ortaya koymaktadır. İbn Rüşd çalışmasında yer yer Fârâbî’nin Rhetorica tefsirine de göndermelerde bulunmuş ve onu takdirle anmıştır.
İslâm kültür tarihinde ilk defa Kindî retorik kelimesinin karşılığının belâgat olduğuna dikkat çekmiştir (Felsefî Risâleler, s. 156, 167). Hitâbet Arap edebiyatında belâgatla ilgili görülerek edebî ilimlerden meânî, beyân ve bedî‘ arasında değerlendirilmiş, bu sebeple de İbn Sînâ’dan sonraki mantıkçılar eserlerinde bu konuya yer vermemişlerdir.
BİBLİYOGRAFYA
Eflâtun, Devlet (trc. Sabahattin Eyüboğlu – M. Ali Cimcoz), İstanbul 1985, s. 27, 35 (336b, 343d).
a.mlf., Savunma (trc. Teoman Aktürel, Diyaloglar I içinde), İstanbul 1982, s. 35 (38a).
a.mlf., Gorgias (trc. Melih Cevdet Anday, Diyaloglar I içinde), İstanbul 1982, s. 53 (453a).
Aristo, Kitâbü’l-Ḫaṭâbe: Rhetorica (nşr. Abdurrahman Bedevî), Kahire 1959; a.e. (trc. İ. Selâme), Kahire 1953; a.e.: Retorik (trc. Mehmet H. Doğan), İstanbul 1995.
Kindî, Felsefî Risâleler (trc. Mahmut Kaya), İstanbul 1994, s. 156, 167.
Fârâbî, Kitâbü’l-Ḫaṭâbe (nşr. J. Langhade – M. Gringnaschi), Beyrut 1986.
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, Kahire 1398/1978, s. 349.
İbn Sînâ, Kitâbü’l-Ḫaṭâbe (eş-Şifâʾ el-Manṭıḳ içinde, nşr. M. Selim Sâlim), Kahire 1966.
İbn Rüşd, Telḫîṣü’l-Ḫaṭâbe (nşr. Abdurrahman Bedevî), Beyrut 1959.
İbnü’l-Kıftî, İḫbârü’l-ʿulemâʾ (Lippert), s. 109.
Mahmut Kaya, İslâm Kaynakları Işığında Aristotales ve Felsefesi, İstanbul 1983, s. 113-121.
a.mlf., “Fârâbî”, DİA, XII, 148.
M. Naci Bolay, “Beş Sanat”, a.e., V, 546-547.
https://islamansiklopedisi.org.tr/hitabet#2-arap-edebiyati
ARAP EDEBİYATI. Câhiliye dönemi. Araplar’ın İslâm öncesi dönemde hitâbete büyük önem verdikleri ve meşhur hatiplerin yetiştiği bilinmektedir. Ancak sözlü rivayete dayanan bu edebî mahsullerin çoğu zamanımıza ulaşmamış, ulaşanların sıhhati konusunda da tereddütler vardır. David Samuel Margoliouth gibi şarkiyatçılarla başta Tâhâ Hüseyin olmak üzere bazı çağdaş müslüman yazarlar Câhiliye şiirine olduğu gibi Câhiliye hitâbetine de şüpheyle bakmışlar, bunların Emevîler devrinde üretildiğini ileri sürmüşlerdir. Araplar’a komşu olan milletlerin milâttan beş asır öncesine ait edebî metinlere sahip olduklarını kabul eden bu yazarların, Araplar’ın milâttan beş asır sonrasına ait hitâbet örneklerini otantik saymamaları mâkul görünmemektedir (Zekî Mübârek, I, 38). Halbuki Eksem b. Sayfî gibi bazı Câhiliye hatipleri İslâm’a yetişip müslüman oldukları gibi birçok hatibin hutbelerini bizzat rivayet eden yakınları İslâmî dönemde henüz hayattaydı. Hz. Peygamber’in huzurunda çeşitli kabilelere mensup hatipler konuşmalar yapmışlardır (Ahmed Zekî Safvet, I, 163-170). Bu konuşmalarda dönemin hitâbetine ait özellikleri tesbit etmek mümkündür. Kabile hayatı, kabileler arasındaki mücadeleler genellikle hitâbete de yansımış, hitâbetin konuları buna göre oluşmuştur.
Câhiliye devri hitâbetinin başlıca temalarından biri karşılıklı övgü ve yergidir. Bir hatip kendi kabilesinin kahramanlık, cömertlik gibi erdemlerini dile getiren bir konuşma yaptığında rakip kabile hatipleri hemen buna cevap verirlerdi. Rebîa el-Esedî’nin hakemliğinde Ka‘kā‘ b. Ma‘bed ile Hâlid b. Mâlik’in ve Herim el-Fezârî’nin hakemliğinde Alkame b. Ulâse ile Âmir b. Tufeyl’in yaptığı konuşmalar bu türün en meşhur örneklerindendir (Câhiz, II, 272-273; İbn Düreyd, s. 237; Ahmed Zekî Safvet, I, 41-45).
Câhiliye hitâbetinin en zengin örneklerini kabileler arasında meydana gelen savaşlarda yapılan intikam konuşmaları teşkil eder. Bunların en meşhuru, Hânî b. Kabîsa eş-Şeybânî’nin Araplar’ı İranlılar’a karşı savaşmaya teşvik eden konuşmalarıdır (Ebû Ali el-Kālî, I, 169; Ahmed Zekî Safvet, I, 37). Bunun yanında ara bulma ve barışa çağrı mahiyetinde konuşmalar da yapılırdı. Kays b. Hârice’nin Dâhis ve Gabrâ savaşlarının sona ermesini sağlayan uzun konuşması bunların en meşhurlarındandır.
Nişan ve düğün törenlerinde yapılan konuşmalara “hıtbetü’l-imlâk” denirdi. Eski Arap âdetlerine göre evlenmek isteyen erkeğin yakınlarından hitâbeti güçlü bir kişi damat adayının erdemlerini sayan bir konuşma yapar, buna kız tarafından bir kişi cevap verirdi. Hz. Peygamber’in Hatice ile evlenmesi münasebetiyle Ebû Tâlib’in yaptığı konuşma bu türün en güzel örneğini teşkil eder (Ahmed Zekî Safvet, I, 77). Kültürlü ve bilge kişilerin hitâbeleri edebî açıdan önemlidir. Bu türün en meşhur örneği Kus b. Sâide’nin Ukâz panayırında irat ettiği, Hz. Peygamber’in de dinleyiciler arasında bulunduğu rivayet edilen hitâbesidir (Nâyif Ma‘rûf, s. 34-36).
Câhiliye dönemi hitâbetinin bir türü de elçi kabullerinde, hükümdar meclislerinde, ayrıca panayırlarda ve çeşitli toplantılarda yapılan konuşmalardır. Eksem b. Sayfî’nin, Amr b. Hind’in kardeşini tâziye için yaptığı konuşma türünün en güzel örneklerindendir (İbn Abdürabbih, III, 307-308; Ahmed Zekî Safvet, I, 37-38). Ölen bir kimsenin vasiyetleri de bir hitâbet çeşidi olarak görülmüş olup bunların en beğenileni, Âmir b. Zarib el-Advânî ile Eksem b. Sayfî’nin kavimlerine hitâben yaptıkları vasiyetlerdir (diğer vasiyetler için bk. Ahmed Zekî Safvet, I, 119-145). Kâhinlerin gaipten haber veren secili sözleri Câhiliye devrinde itibar gören bir hitâbet türüydü.
Nikâh ve barış konuşmaları dışında genellikle kısa olan Câhiliye hitâbelerinin en belirgin özellikleri mukaddime ve hâtimelerinin bulunmaması, bol secili ve kısa cümleli olmaları, irticâlen söylenmeleridir. Câhiliye hatipleri, nikâh hitâbeleri dışındaki konuşmalarını ayakta yüksek bir yerde veya binek sırtında yaparlardı. Topluluğun karşısına düzgün bir kıyafetle çıkmak, elinde baston, kılıç veya mızrak bulundurmak, başa sarık sarmak, irticâlen ve rahat bir şekilde konuşmak bu dönem hitâbetinin kurallarındandır.
Câhiliye döneminde hatibin toplum içindeki yeri genellikle şairden hemen sonra gelir veya onunla aynı düzeyde görülürdü. Hatta Câhiz’in verdiği bilgiye göre başlangıçta şairler hatiplerden üstün tutulurken zamanla şairlerin sayısı artıp şiir bir kazanç vasıtası haline getirilince hatip şairden üstün kabul edilmeye başlanmıştır (bk. Saîd Hüseyin Mansûr, s. 17-18). Hatiplerin çoğunlukla kabile reislerinden veya bilge kişilerden olmasının da bunda etkisi vardı. Şairler genellikle kabilenin sözcüsü olmakla beraber kabileler arası atışma ve övünmelerde bu görev çok defa hatiplere verilirdi.
Kaynaklarda Câhiliye devrinde yaşadığı rivayet edilen birçok hatibin ismi geçmektedir. Özellikle İyâd ve Temîm kabileleri hitâbetteki üstünlükleriyle tanınmıştır. İyâd kabilesinden Kus b. Sâide, Zerkā ile (Hind bint Hus) Lakīt b. Ma‘bed; Temîm’den Eksem b. Sayfî, Hâcib b. Zürâre ile Kays b. Âsım; Kinâne’den Hz. Peygamber’in dedelerinden Kâ‘b b. Lüey, Hâşim b. Abdümenâf ve oğlu Abdülmuttalib ile Utbe b. Rebîa, Süheyl b. Amr; Kays Aylân’dan Kays b. Hârice el-Gatafânî, Lebîd b. Rebîa el-Âmirî, Âmir b. Darib el-Advânî; Yemen’den Ubeyd b. Şeriyye el-Cürhümî, Zübeyr b. Cenâb, Kays b. Şemmâs ile Sabâh el-Himyerî ve Bâhile’den Sehbân meşhur hatiplerdendir. Konuşmalarında insanları putları terketmeye ve Allah’a ibadete çağıran, “emmâ ba‘dü” şeklindeki başlangıç sözünü ilk defa kullanan, konuşma sırasında yüksek yere çıkmak, kılıç veya asâya dayanmak gibi âdetleri başlatan Kus b. Sâide ile (ö. 600), Araplar’ın hekim ve kadılarından olup tefekkür ve duygu yüklü konuşmalarını atasözleri ve vecizelerle süsleyen Eksem b. Sayfî (ö. 612) Arap hitâbetinin en ünlü isimleridir.
İslâmî Dönem. Hitâbet, İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren çok gelişmiş bir nesir türü haline gelmiş ve birçok hitâbet ve belâgat ustası yetişmiştir. Bu dönemde hitâbetin gelişmesinin en önemli sebebi, Resûl-i Ekrem’in gerçekleştirdiği büyük değişimi savunanlarla muhalifleri arasında çıkan tartışmalarda bu sanata duyulan ihtiyaçtır. İslâm’ın hızla yayılması ve bunun sonucunda Araplar’ın siyasî ve içtimaî bakımdan gelişmeleri de hitâbetin önemini arttırmıştır. Hz. Peygamber’in insanları dine çağırmak ve güven telkin eden kişiliğiyle muhataplarını etkileyip ikna etmek için başvurduğu tek yol hitâbetti. Peygamberliğinin ilk yıllarında sadece kendi soyuna mensup insanlara Safâ tepesinde yaptığı konuşma İslâm hitâbetinin ilk önemli örneğidir (Ahmed Zekî Safvet, I, 147; Abdülhamîd Şâkir, s. 21-23).
Resûl-i Ekrem’in Vedâ hutbesiyle birkaç önemli konuşması dışında hutbeleri günümüze kadar gelmemiştir. Ancak bunlardan intikal eden bazı parçalar İslâm’ın ilk devirlerinde hitâbete büyük önem verildiğini göstermektedir. Hz. Peygamber’in hutbeleri putperestliği ve her türlü Câhiliye inancını terketmeye çağrı, bütün insanları zulmetten nura çıkaracak olan İslâm’a davet, İslâm inançlarının güzelliği, insanların dünya ve âhirette mutluluğa erişmelerinin yolları ve cihadın fazileti gibi konuları ihtiva etmektedir. Vedâ haccı esnasında devesinin üzerinde on binlerce insana hitâben yaptığı konuşma Allah’a iman, insan haklarına saygı, özellikle kadın haklarının gözetilmesi, dinî bağların güçlendirilerek din kardeşliğinin korunması, insanların eşitliği, Kur’an ve Sünnet’e sarılmanın önemi gibi temel konuları içermektedir (bk. VEDÂ HUTBESİ). Resûlullah’ın bütün hutbelerini tesbit etmeye çalışan İbn Kuteybe bunların çoğunun “el-Hamdü lillâh bi-hamdihî” lafzıyla, bazılarının “ûsîküm ibâdellah” cümlesiyle, bir hutbesinin hamd ve senâdan sonra “eyyühe’n-nâs” sözüyle, bayram hutbelerinin ise tekbirle başladığını kaydetmektedir (ʿUyûnü’l-aḫbâr, II, 251).
Çeşitli kabilelerden gelen elçiler Resûl-i Ekrem’in huzurunda konuşmalar yapar (bu konuşmalar için bk. Ahmed Zekî Safvet, I, 163-171), Hz. Peygamber de ashabın hatiplerinden kendi adına cevap vermelerini isterdi. Bunlar arasında “hatîbü’n-nebî” olarak anılan Sâbit b. Kays b. Şemmâs el-Ensârî ile (Câhiz, I, 201) Sa‘d b. Rebî‘, Sa‘d b. Ubâde, Hubâb b. Münzir, Bişr b. Amr, Beşîr b. Sa‘d zikredilebilir. Ayrıca Hz. Âişe, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. Avvâm ve oğlu Abdullah, Abdullah b. Mes‘ûd, Talha b. Ubeydullah, ordu kumandanlarından Hâlid b. Velîd, Nu‘mân b. Mukarrin, Mugīre b. Şu‘be, Utbe b. Gazvân, Rebî‘ b. Âmir ve Sa‘d b. Ebû Vakkās hitâbetleriyle ünlü kişilerdi. Resûlullah’ın vefatından sonra yerine kimin geçeceği konusuyla ilgili tartışmalar esnasında Hz. Ebû Bekir’in yaptığı konuşma İslâm’da ilk siyasî hitâbet örneği kabul edilir (Ahmed Zekî Safvet, I, 173-178).
Asr-ı saâdet ve Hulefâ-yi Râşidîn devri Arap hitâbetinin altın çağı olup bu dönemin Hz. Peygamber’den sonraki en büyük hatipleri başta Hz. Ali olmak üzere ilk dört halife, ordu kumandanları ve valilerdir. Bir valinin tayin edildiği bölgeye vardığında yaptığı ilk iş insanları toplayıp onlara hitâp etmek, yapacağı icraatı anlatmaktı.
Hilâfet konusunun tartışmalara yol açtığı Emevîler döneminde hitâbet mücadele meydanlarının en etkili silâhı haline gelmiştir. İslâm coğrafyasının genişlemesi, başka ülkelerden gelen elçilerin çoğalması, sosyal güvenlik ihtiyacının artması gibi sebepler hitâbetin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Bu devirde daha çok siyasî mahiyet taşıyan hitâbetin belli başlı konuları şunlardır: 1. Başta Muâviye, Ziyâd b. Ebîh ve Haccâc gibi devlet adamları olmak üzere Emevî hatipleri hilâfetin kendilerinin hakkı olduğunu kabul ettirmeye çalışmışlar ve karşı gelenleri tehdit etmişlerdir. Hz. Ali ve onu destekleyen Muhtâr es-Sekafî gibi ünlü hatipler ise hilâfetin Hz. Ali ve onun çocuklarının hakkı olduğunu söylemişler, Abdullah b. Zübeyr taraftarları da Emevîler’i kâfir ve münafık olmakla itham etmişlerdir. Abdullah b. Zübeyr ile kardeşi Mus‘ab bu hatiplerin başında gelir. Hâricîler de hitâbete büyük önem vermişlerdir. Hemen bütün liderleri iyi birer hatip olan bu fırkanın en meşhur hatibi Katarî b. Fücâe’dir. 2. Bu dönemde dinî hitâbet de önemli ölçüde gelişmiştir. Vâsıl b. Atâ’nın hutbeleri gibi kelâmî hitâbetle Hasan-ı Basrî’nin hutbeleri gibi zühd ve ahlâka dair hitâbet bu devirde ortaya çıkmıştır. 3. İslâm ordularının Kuzey Afrika’dan Çin sınırına kadar yayıldığı bu dönemde fetih hitâbeti gelişmesini sürdürmüş, buna paralel olarak heyetler ve elçiler arasındaki hitâbet de gelişmiştir. 4. Emevîler devrinde gelişen bir hitâbet türü de münazara hitâbetidir. Özellikle Hz. Ali ile Muâviye arasındaki ihtilâfın şiddetlenmesiyle başlayan bu hitâbet türü Iraklılar’la Şamlılar arasında devam etmiştir. Emevîler dönemi hitâbetinde husumet ve mücadele ruhunun hâkim olduğu görülür. Hâricî hitâbetinde dinî duygular, güçlü irade ve kararlılık, Şiî hitâbetinde ise şikâyet ve duygusallık hâkimdir.
Arap hitâbeti Abbâsîler’in ilk dönemlerinde gelişmesini aynı çerçevede sürdürmüştür. Abbâsî halifeleri arasında Mansûr, Mehdî, Reşîd ve Me’mûn en önemli hatiplerdendir. Ancak Abbâsî devlet idaresine Arap olmayan unsurların hâkimiyetiyle hitâbet de zayıflamış, bilhassa yazının yaygın hale gelmesiyle hitâbetin yerini risâleler ve fermanlar almış, hitâbet zamanla cuma ve bayram hutbeleriyle evlilik törenlerinde yapılan konuşmalara münhasır kalmıştır. Arap-İslâm hitâbeti uzun yıllar bir duraklama dönemi geçirdikten sonra XIX. yüzyılın sonları ile XX. yüzyılın başlarında Abdullah Nedîm, Mustafa Kâmil, Sa‘d Zağlûl, Muhammed Abduh gibi meşhur hatipler yetişmiş, Arap ülkelerinde siyasî partilerin kurulması ve bağımsızlık hareketleri XX. yüzyılda hitâbetin yeniden gelişmesini sağlamıştır.
İslâmî Hitâbetin Çeşitleri. Câhiliye devrinde kabile asabiyetine dayanan hitâbet türleri ve kâhinlerin putperestlikle ilgili secili konuşmaları İslâm’la birlikte ortadan kalkmıştır. Hz. Ebû Bekir döneminde meydana gelen irtidad olayları, Hz. Osman devrindeki dâhilî karışıklıklar ve Hz. Ali zamanındaki iç savaşlar dolayısıyla irat edilmiş çok sayıda hutbe müslümanlar arasında hitâbetin gelişmesine yardımcı olmuştur. Bu döneme ait başlıca hitâbet çeşitleri şöylece sıralanabilir: 1. Cihada teşvik. Câhiliye devrinde kabileler arasında meydana gelen savaşlar dolayısıyla yapılan konuşmalar İslâmî dönemde bu tür hitâbete dönüşmüştür. Hulefâ-yi Râşidîn’in, vali ve kumandanların askerleri cihada gönderirken yaptıkları konuşmaların çoğu günümüze kadar gelmiştir (a.g.e., I, 188-189, 222-263). 2. Nikâh konuşmaları. Arap tarihinde oldukça eski bir geçmişi olan bu hitâbet türü İslâm’dan sonra da devam etmiştir. Ancak bu dönemde hatipler artık soy soplarını övmek yerine dinî ve ahlâkî meziyetlerini dile getirmişlerdir. Bilâl-i Habeşî’nin kardeşine kız isterken yaptığı konuşma bu türün güzel örneklerindendir (Câhiz, I, 117). 3. Tören konuşmaları. Hz. Peygamber’in ve halifelerin huzuruna gelen heyetlerin hatipleri tarafından yapılan konuşmalarda genellikle ihtidâ, bağlılık, tebrik, tâziye gibi konular üzerinde durulmuştur (Ahmed Zekî Safvet, I, 163-171, 328-336, 449-453). 4. Dinî hutbeler. İslâmî dönemde en çok gelişen hitâbet türü dinî hitâbet olmuştur. Başta Hz. Peygamber olmak üzere Hulefâ-yi Râşidîn, valiler ve diğer ileri gelen sahâbîlerin bütün konuşmaları genellikle dinî amaçlıdır. Cuma ve bayram hutbeleri, hac mevsiminde yapılan konuşmalar bu hitâbet türünün temelini teşkil etmektedir (bk. HUTBE). 5. Siyasî hutbeler. Resûl-i Ekrem ile onun vali ve memurlarının kendi icraatlarıyla ilgili olarak yaptıkları konuşmalarla başlayan bu türün bir örneği, Hz. Peygamber’in vefatından sonra hilâfet konusunda ortaya çıkan anlaşmazlığı gidermek amacıyla Hz. Ebû Bekir’in yaptığı konuşmadır. Daha sonra ridde olayları, Hz. Ömer’in şehid edilmesi, Hz. Osman ve Ali dönemlerinde meydana gelen hadiseler, müslümanlar arasında baş gösteren ayrılıklar dolayısıyla karşıt gruplar arasında yapılan konuşmalar içinde devrin siyasî hitâbetinin çok sayıda örneğine rastlamak mümkündür (a.g.e., I, 368-445). 6. Münazaralar. Müslümanların hilâfet konusundaki ihtilâfları, özellikle Hz. Ali döneminden itibaren bu tür hitâbetin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bunların en önemlileri, Hakem Vak‘ası ile ilgili olarak Hz. Ali ve İbn Abbas’ın Hâricîler’le yaptıkları tartışmalardır. Kaynaklarda bu türün çeşitli örneklerine rastlanmaktadır (a.g.e., I, 401-416). 7. Vasiyetler. Babaların evlâtlarına vasiyetleri, halife ve valilerin halka veya kendilerinden sonra yerlerine geçecek kişilere, savaşa gönderdikleri ordu kumandanlarına yaptıkları tavsiyeler bu türü oluşturur. Hz. Peygamber’le (Abdülhamîd Şâkir, s. 73-84) Hulefâ-yi Râşidîn ve bazı sahâbîlere ait vasiyet örnekleri günümüze kadar gelmiştir. Bu türün en meşhur örneklerinden biri de Hz. Ömer’in ölümünden önce hilâfet hakkında yaptığı vasiyettir (Ahmed Zekî Safvet, I, 263-265). Hz. Ebû Bekir’in Hâlid b. Velîd’i savaşa gönderirken yaptığı konuşma kumandanlara yapılan tavsiyelerin en güzel örneklerinden sayılır.
İslâmî Hitâbetin Özellikleri. 1. Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir tarafından hutbelerin, özellikle de siyasî mahiyetteki konuşmaların kısa tutulması emredilmekle birlikte bunlar bazan Câhiliye dönemindekilerden uzundur. 2. Bu dönemin hitâbetinde bazı gelenekler teşekkül etmiştir. Meselâ bütün hutbelere Allah’a hamd ile başlanır, hamd ile başlamayan hutbeye “betrâ’” (noksan, güdük) denilir, hutbelerin Kur’ân-ı Kerîm’den âyetler ve Hz. Peygamber’e salât ve selâmla süslenmesi istenir, böyle olmayan hutbelere de “şevhâ’” (çirkin, yakışıksız) adı verilirdi. Resûl-i Ekrem’in hutbelerindeki belirgin üslûbun yanı sıra Hz. Ebû Bekir ile Ömer de hutbelerine belirli sözlerle başlayıp belli sözlerle bitirmişlerdir (İbn Abdürabbih, III, 222). 3. Hatipler konuşmalarında Kur’an üslûbunu taklide çalışmışlardır. Hutbelerde konuya uygun âyetler iktibas edilmiş, bazan da hutbenin tamamı çeşitli âyetlerden oluşmuştur (Seâlibî, II, 23-31). 4. Bazı hatipler, lafızların seçimine daha çok önem vererek konuşmalarını irticâlen irat etmeyip önceden hazırlama yoluna gitmişlerdir. 5. Hz. Peygamber Câhiliye dönemi kâhinlerinin secili sözlerine özenmeyi yasakladığından İslâmî dönemde hatipler bu tür sözlere pek az yer vermişlerdir. 6. İslâmî dönemde hitâbette meydana gelen en önemli değişiklik muhtevanın İslâmî ölçülere uygun olmasıdır.
BİBLİYOGRAFYA
Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, tür.yer.
İbn Kuteybe, ʿUyûnü’l-aḫbâr (Tavîl), II, 251-282.
Taberî, Târîḫ (Ebü’l-Fazl), I-XIII, tür.yer.
İbn Düreyd, el-İştiḳāḳ, s. 237.
İbn Abdürabbih, el-ʿİḳdü’l-ferîd, III, 222, 307-308; IV, 54-154.
Ebû Ali el-Kālî, el-Emâlî, Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), I, 113, 147, 169, 231, 236, 241, 273, 283; II, 71, 100, 255, 311.
Şerîf er-Radî, Nehcü’l-belâġa (nşr. M. Ebü’l-Fazl İbrâhim), Beyrut 1988, tür.yer.
Seâlibî, el-İḳtibâs mine’l-Ḳurʾâni’l-Kerîm (nşr. İbtisâm Merhûn es-Saffâr), Bağdad 1412/1992, II, 23-31.
Kalkaşendî, Ṣubḥu’l-aʿşâ (Şemseddin), I, 253-270, 479-480.
Ebü’l-Kāsım Muhammed b. Abdülgafûr el-Kelâî, İḥkâmü ṣanʿati’l-kelâm (nşr. M. Rıdvân ed-Dâye), Beyrut 1985, s. 97-103.
Huzâî, Taḫrîcü’d-delâlâti’s-semʿiyye (nşr. Ahmed M. Ebû Selâme), Kahire 1401/1981, s. 226-229.
Ahmed b. Abdullah el-Mekkî, Hitâbet-i Arabiyye Târihi, İstanbul 1335, tür.yer.
Ahmed el-İskenderî – Mustafa İnânî, el-Vasîṭ fi’l-edebi’l-ʿArabî ve târîḫih, Kahire 1315/1916.
Tâhâ Hüseyin, Fi’l-Edebi’l-Câhilî, Kahire 1927, s. 366-371.
a.mlf., et-Tevcîhü’l-edebî, Kahire 1954, s. 25-52.
Zekî Mübârek, en-Nes̱rü’l-fennî fi’l-ḳarni’r-râbiʿ, Beyrut 1352/1934, I, 38.
C. Zeydân, Âdâb (Dayf), I, 183-189, 305-306.
Îliyyâ Selîm Hâvî, Fennü’l-ḫaṭâbe ve teṭavvürühû fi’l-edebi’l-ʿArabî, Beyrut 1961, tür.yer.
Ahmed Zekî Safvet, Cemheretü ḫuṭabi’l-ʿArab fî ʿuṣûri’l-ʿArabiyyeti’z-zâhire, I-III, Kahire 1381/1962.
Hasan el-Bâşâ, el-Fünûnü’l-İslâmiyye ve’l-veẓâʾif ʿale’l-âs̱âri’l-ʿArabiyye, Kahire, ts. (Dârü’n-nehdati’l-Arabiyye), I, 478-489.
Abdülhakîm Belî‘, en-Nes̱rü’l-fennî, Kahire 1969.
İhsan en-Nas, el-Ḫaṭâbetü’l-ʿArabiyye fî ʿaṣrihâ eẕ-ẕehebî, Kahire 1969.
Ahmed Muhtâr el-Havfî, Fennü’l-ḫaṭâbe, Kahire 1972.
Ömer Rızâ Kehhâle, el-Edebü’l-ʿArabî fi’l-Câhiliyye ve’l-İslâm, Beyrut 1392/1972, s. 178-180, 185-189.
M. Abdülmün‘im Hafâcî, el-Ḥayâtü’l-edebiyye fî ʿaṣri ṣadri’l-İslâm, Beyrut 1973, s. 117-151.
a.mlf., el-Ḥayâtü’l-edebiyye ʿaṣru Benî Ümeyye, Beyrut 1987, s. 232-265.
Şevkī Dayf, Târîḫu’l-edeb, I, 410-419; II, 106-129; III, 448-456; IV, 526-534.
a.mlf., el-Fen ve meẕâhibüh, Kahire 1976, s. 27-95.
Muhammed Mennûnî, el-ʿUlûm ve’l-âdâb ve’l-fünûn, Rabat 1977, s. 250-309.
Maulana Fazlulkarim, al-Ḥadīṣ of Mishkāt-ul-Maṣābīḥ, Lahore 1979, II, 184-193.
Ahmet Lütfi Kazancı, Peygamber Efendimizin Hitâbeti, İstanbul 1980.
M. Abdülganî eş-Şeyh, en-Nes̱rü’l-fennî fi’l-ʿaṣri’l-ʿAbbâsiyyi’l-evvel, Vehrân 1980, s. 145-154.
Enîs el-Makdisî, el-Fünûnü’l-edebiyye ve aʿlâmühâ fi’n-nehḍati’l-ʿArabiyyeti’l-ḥadîs̱e, Beyrut 1980, s. 395-400.
Fevziye Abbas Han, el-Ḫaṭâbe fi’l-ʿaṣri’l-İslâmî (yüksek lisans tezi, 1401/1981), Câmiatü Ümmi’l-kurâ, tür.yer.
Ahmed Hasan Zeyyât, Târîḫu’l-edebi’l-ʿArabî, Kahire, ts. (Dâru nehdati Mısr), s. 19-27.
Mecdî Vehbe – Kâmil Mühendis, Muʿcemü’l-ıṣṭılâḥâti’l-ʿArabiyye, Lübnan 1984, s. 159-160.
Ömer Ferruh, Târîḫu’l-edeb, tür.yer.
Hannâ el-Fâhûrî, el-Câmiʿ fî târîḫi’l-edebi’l-ʿArabî, Beyrut 1986, s. 115-126, 335-371.
P. K. Hitti, History of the Arabes, London 1986, s. 249.
Ali Rifâî Muhammed, Keyfe tekûnü ḫaṭîben, Kahire 1987, tür.yer.
Ali Lagzeyevî, Edebü’s-siyâse ve’l-ḥarb fi’l-Endelüs, Rabat 1987, s. 411-434.
Mîşâl Âsî – Emîl Bedî‘ Ya‘kūb, el-Muʿcemü’l-mufaṣṣal, Beyrut 1987, I, 602-603.
M. Hasan Cebr, el-Ḫaṭâbetü’l-İslâmiyye, Kahire 1408/1988, tür.yer.
Nâyif Ma‘rûf, el-Edebü’l-İslâmî, Beyrut 1990, s. 31-44, 51-56.
Fâyiz Terhînî, Edebü’l-ḫaṭâbe fî ṣadri’l-İslâm, Beyrut 1990, tür.yer.
Ömer el-Kutaytî, Ḫuṭabü’r-Resûl, Tunus 1990.
Saîd Hüseyin Mansûr, el-Ḳıyemü’l-ḫulḳıyye fi’l-ḫaṭâbeti’l-ʿArabiyye, Bingazi 1991, tür.yer.
Abdülcelîl Abduh Şelebî, el-Ḫaṭâbe ve iʿdâdü’l-ḫaṭîb, Kahire 1412/1991.
Abdülhamîd Şâkir, Ḫuṭabü’r-Resûl, Trablus 1415/1995.
Antûvân Efendi, “el-Ḫaṭâbe”, el-Muḳteṭaf, VIII/5, Beyrut 1884, s. 281-284.
Bâsil Hâtim, “A Model of Argumentation from Arabic Rhetoric”, BSMES, XVII/1 (1990), s. 47-54.
“Hatib”, TA, XIX, 66.
“Hitâbet”, a.e., XIX, 301-303.
A. J. Wensinck, “Hutbe”, İA, V/1, s. 618-620.
“Hitâbet”, ABr., XI, 120-121.
https://islamansiklopedisi.org.tr/hitabet#3-turk-edebiyati
Türk Edebiyatı. Türkler’de hitâbetin esas itibariyle hutbe, vaaz ve tasavvufî sohbetlerden meydana gelen dinî hitâbetle askerî, resmî ve siyasî hitâbet türleri dışında edebî bir tür olarak ancak geç dönemlerde gelişme gösterdiği kabul edilmektedir (Mithat Cemal, s. 360). Bu durumu, Süryânî Mihail’in dile getirdiği Türkler’in uzun nutuklardan hoşlanmadığı şeklindeki eski bir kanaatle (Turan, I, 123) açıklamak bir ölçüde mümkün görünse de aslında bunu, şifahî sözleri yazıya geçirme alışkanlığının gelişmemiş veya buna gerek duyulmamış olmasına bağlamak daha uygundur. Nitekim Bilge Kağan’ın (VIII. yüzyıl) Orhon yazıtlarındaki sözleri Türkler’de hitâbet geleneğinin eski bir geçmişinin bulunduğunu göstermektedir. Ancak bu ilk örneklerden sonra dört beş asırlık dönemle ilgili hemen hemen hiç bilgi yoktur. XI. yüzyıla ait Kutadgu Bilig’de söz ve sözün gücü, özellikleri, fayda ve zararları hakkında bahisler yer almakla birlikte (VII. bab, 162-190, XIX. bab, 955-1028. beyitler) buradan Türk hitâbeti adına bir hükme varmak mümkün değildir. Bir vaaz kitabı olmasına rağmen Atebetü’l-hakāyık da (XII. yüzyıl) bu konuya dair bilgi vermemektedir. Bununla birlikte eserin toplumdaki irşad ihtiyacını karşılamak üzere kaleme alınması, vâizlere malzeme teşkil edecek bilgiler içermesi, o dönemde Türkler arasında bir vâiz topluluğunun mevcudiyetini düşündürmektedir.
Türk cemiyet hayatında diğer milletlerde olduğu gibi çok eskiden beri çeşitli törenlerin bulunması ve bunların özellikle evlenme, ad koyma, and içme vb. için olanlarında konuşmaların yapılması zengin bir tören hitâbetinin varlığını ortaya koymaktadır. Bununla ilgili birçok örnek Dede Korkut hikâyeleriyle günümüze ulaşmıştır. Dede Korkut’un “güzel sözler söylemiş bir hakîm, bilgin, güçlü bir ulus ozanı, sözde ve şiirde üstün bir kişiliğe sahip” gibi vasıflarla tanıtılması (Gökyay, s. XLVI, CXXVII) ve hikâyelerde daima “boy boylayıp soy soylaması”, öğüt amacıyla birtakım hikmetler söylemesi, ad verip törenlerde konuşmalar yapması onun hatip niteliğini açıkça göstermektedir. Câhiliye Arapları’nın kabile hatipleriyle benzer özellikler taşıyan Dede Korkut, Türkler’in efsanevî hatibi kabul edilmeye lâyık bir şahsiyet olarak değerlendirilebilir. Ayrıca Türk toplumunda şaman, baksı, evliya vb. kişilerin törenlerde konuşmalar yapan birer hatip durumunda bulunduğu bilinmektedir.
Dinî hitâbetin bir kolunu meydana getiren minber hatipliği bütün İslâm devletlerinde olduğu gibi Türk devlet teşkilâtında da çok eskiden beri yer almış bir müessesedir (bk. HUTBE). Osmanlılar’da daha serbest mahiyette bir meslek telakki edilen vâizlik de bir kurum haline gelmiş, Katar şeyhliği denilen ve en üst rütbesi Ayasofya kürsü şeyhliği olan, hitâbeti güzel tekke şeyhlerinin tayin edildiği bir ilmiye mansıbı ortaya çıkmıştır. Vâizler, XX. yüzyılın başlarına kadar Arapça okunan cuma hutbelerini namazdan sonra halka açıklar, ayrıca camilerdeki irşad hizmetlerini yürütürlerdi (bk. VAAZ). Tasavvufta bir eğitim metodu olan sohbet de hitâbete ait özellikler taşımaktadır. Bilhassa sohbet dalındaki ilk hatiplerden sayılması gereken önemli şahsiyetlerin başında XII. yüzyılın ünlü sûfîsi Ahmed Yesevî gelir. Ahmed Yesevî’nin irşadlarında sohbetin önemli bir yerinin bulunduğu Cevâhirü’l-ebrâr’da belirtilmiş ve sohbetle ilgili esaslar ortaya konulmuştur (Kara, s. 265). Diğer birçok tasavvufî kaynakta hem sohbetin âdâbı ve etkisi hakkında bilgiler hem de tanınmış sûfîlerin sohbetlerinden örnekler mevcuttur (bk. SOHBET).
Osmanlılar döneminde hitâbetin sohbet ve vaaz türlerinde isim yapmış pek çok mutasavvıf arasında Aziz Mahmud Hüdâyî’nin ayrı bir yeri vardır. Hüdâyî, Fâtih Camii’nde başladığı irşad hizmetine 1599’dan itibaren bir taraftan tekkesinde, bir taraftan da Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’nde devam etmiştir. Aziz Mahmud Hüdâyî’nin vaazları el-Mecâlisü’l-vaʿẓıyye (Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 276) adıyla Arapça, Nesâih ve Mevâiz (Hacı Selim Ağa Ktp., Hüdâî Efendi, nr. 266, 237 varak) adıyla Türkçe olarak derlenmiştir. Mecmûa-i Hutab adlı risâlesi de Hüdâyî Dergâhı’nda okuduğu hutbelerin metinlerinden ibarettir (bk. Hacı Selim Ağa Ktp., Hüdâî Efendi, nr. 270/7).
Türk tarihinde askerî hitâbet alanında Büyük Selçuklu Hükümdarı Alparslan başta gelen kumandanlardandır. Alparslan’ın Malazgirt zaferi öncesinde biri henüz Hoy şehrinde iken kumandanlarına, diğeri savaş başlamadan önce bütün orduya hitaben yaptığı iki konuşma Türk askerî hitâbetinin unutulmaz örneklerindendir. Bunların özellikle, bir siyasî vasiyet niteliği taşıyan birincisinden ziyade ikincisi hitâbette aranan samimilik, kısa ve özlü oluş, coşkunluk ve tesir bakımından çok daha başarılıdır. Gerçekten Alparslan’ın ordunun savaş meydanında toplandığı cuma günü yaptığı konuşma onun hitâbet gücünü açıkça ortaya koymaktadır (bu konuşmaların metinleri, ayrıca hitâbet ve muhteva bakımından bir değerlendirmesi için bk. Köymen, I, 55-61).
Osmanlı padişahlarının bir kısmı, özellikle ordunun başında sefere çıkan ilk on padişah gerek Dîvân-ı Hümâyun’da, gerek ordugâhlarda toplanan harp meclislerinde, gerekse savaş başlamadan askerlere karşı yaptıkları konuşmalarda başarılı hitâbet örnekleri ortaya koymuşlardır. Ancak bunların çoğu tam metin halinde günümüze ulaşmamış, sadece vak‘anüvislerin kayıtlarında özet olarak yer almıştır. I. Murad’ın I. Kosova Savaşı öncesinde çadırında toplanan harp divanında yaptığı konuşma ve dua ile (Neşrî, I, 271-293) II. Murad’ın Varna zaferinden önce askere hitaben söylediği sözler bilinen ilk örneklerdir. Fâtih Sultan Mehmed’in hitâbeleri arasında İstanbul’un fethi hazırlıklarına başlarken Edirne Sarayı’nda verdiği nutukla (metni için bk. Kritovulos, s. 25-37; geniş bilgi ve değerlendirme için bk. Turan, II, 50-51; İnalcık, s. 125-126) kuşatma sırasında danışma meclislerinde ve divanlarda yaptığı konuşmalar özellikle kayda değer. Bunlardan, Bizans’a yardım getiren gemilerin Türk donanmasını aşarak Haliç’e girmesi üzerine topladığı divanda söylediği sözler Tâcîzâde Câfer Çelebi tarafından nakledilmiştir (Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi, s. 16). Bu arada Fâtih’in hocası Akşemseddin’in de fetih hazırlıkları ve kuşatma sırasında düzenlenen toplantılarda yaptığı konuşmalardan, fetihten sonra ganimetlerin taksimi münasebetiyle yeniçerilere hitaben söylediği sözlerden ve Ayasofya’da okuduğu ilk hutbesinden müessir bir hatip olduğu anlaşılmaktadır (hitâbe metinleri için bk. Evliya Çelebi, I, 97, 105, 113). Yavuz Sultan Selim’in İran seferine çıkmadan önce Edirne’de topladığı büyük divanda devlet erkânı ve ulemâyı Şah İsmâil’e karşı düzenlenecek sefere ikna etmek için yaptığı konuşma ile (S. Tansel, s. 33-34) daha sonra Çaldıran seferinde çadırını kurşunlayan yeniçerilere karşı söylediği sözler (a.g.e., s. 49) Türk hitâbetinin belli başlı örnekleri arasında yer alır.
Kanûnî Sultan Süleyman Osmanlı padişahları arasında hitâbette önde gelen bir simadır. Kaynaklar onun, Rodos kuşatması sırasında çekilen büyük sıkıntılar karşısında geri dönmek isteyen askerin mâneviyatını yükseltmek için yaptığı konuşmayı buna delil gösterirler (Şerafettin Turan, s. 62; bu hitâbenin bir roman kurgusu içinde verilen şekli için bk. Downey, s. 53-55). Bu devirde özellikle Batılı sefâret heyetlerine karşı konuşmaları ile dikkat çeken Vezîriâzam Makbul İbrâhim Paşa ile Kaptanıderyâ Barbaros Hayreddin Paşa da hitâbette anılması gereken isimlerdir. Barbaros’un, Seyyid Murâdî’nin kalemiyle günümüze intikal eden deniz seferlerinde harp meclislerinde ve asker önünde yaptığı pek çok konuşma onun hitâbet yeteneği hakkında yeterli fikir vermektedir (Gazavât-ı Hayreddin Paşa, tür.yer.; Preveze Deniz Savaşı öncesindeki nutku için bk. s. 350-352). Aynı şekilde Sokullu Mehmed Paşa da düzgün konuşması ile tanınmış bir devlet adamıdır. Onun bu özelliğini, İnebahtı Deniz Savaşı’nda donanmanın kaybedilmesinin doğuracağı sonuçları öğrenmek üzere kendisini ziyarete gelen Venedik elçisine söylediği sözlerle (Hammer, VI, 274) Kaptanıderyâ Kılıç Ali Paşa’ya yaptığı meşhur konuşmasından (Peçuylu İbrâhim, I, 498-499) anlamak mümkündür.
Hitâbetiyle dikkat çeken Osmanlı padişahlarından IV. Murad’ın sarayına giren isyancı yeniçerilerle yaptığı ayak divanlarındaki konuşmalarının bu alanda ayrı bir yeri vardır. Özellikle devlet idaresini tam olarak ele aldıktan sonra Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa Köşkü’nde topladığı ayak divanında ileri gelen devlet ricâli önünde yaptığı konuşma bunun en güzel örneğidir (Naîmâ, III, 112 vd.). Daha sonra II. Mahmud’un çıktığı memleket gezilerinde zaman zaman halka karşı konuştuğu veya nutkunun metnini başkâtibine okuttuğu bilinmektedir (Özcan, s. 372, 373, 376). II. Mahmud’un bu konuşmaları, Osmanlı hitâbetinin günümüzdeki anlamıyla halka yönelik ilk siyasî örnekleri sayılabilir. Sultan Abdülaziz de Mısır ve Avrupa seyahatlerinde değişik topluluklar huzurunda bazı konuşmalar yapmıştır (İzmir’de yaptığı bir konuşma için bk. Ali Kemali, s. 47-48).
3 Kasım 1839 günü Gülhane’de Tanzîmât-ı Hayriyye Fermanı’nı okuyan Mustafa Reşid Paşa bu yeni devrenin en iyi hatibi sayılmaktadır (İA, IX, 704). Büyük bir ikna kabiliyetine sahip olan Keçecizâde Fuad Paşa da dönemin çok iyi konuşan devlet adamlarındandır (a.g.e., IV, 679). Türkçe’nin yanı sıra Fransızca konuşmalarıyla da bir hitâbet gücü sergileyen Fuad Paşa fikirlerini açık söyleyen, yabancı devlet adamları yanında bu özellikleriyle takdir edilen ünlü bir diplomattı (Toros, s. 9). Bu dönemde çok renkli şahsiyetiyle dikkat çeken Ali Suâvi, Şehzade Camii’ndeki vaazlarıyla dinleyicilerini kolayca tesiri altına alabilen kuvvetli bir hatip olarak tanınmıştır (H. Çelik, s. 65-66). Ali Suâvi aynı zamanda siyasî bir hatipti (Toros, s. 9).
Türk hitâbeti, kendisi de iyi bir hatip olan II. Abdülhamid döneminde daha çok yeni açılan meclisin etkisiyle önemli bir gelişme göstermiştir. 19 Mart 1877 tarihinde Mâbeyn-i Hümâyun başkâtibi Said Bey (Küçük Said Paşa) tarafından okunan ve daha sonra Nutk-ı Pâdişâhî adıyla yayımlanan (İstanbul, ts.) I. Meşrutiyet Meclisi’nin açılış nutku, Türk parlamento tarihinin ilk yazılı konuşma metni kabul edilebilir. Sultan Abdülhamid ayrıca Yıldız Sarayı’nda zaman zaman düzenlediği toplantılardaki konuşmalarıyla da hitâbet yeteneğini ortaya koymuştur (DİA, I, 217-218). Aynı dönemin valilerinden Giritli Sırrı Paşa, görevine başlarken ve ayrılırken vilâyet halkına hitaben söylediği sözlerle temel atma, bina açma törenlerinde yaptığı konuşmalarla dikkat çekmiştir. Mekteb-i Harbiyye Nâzırı ve Şıpka Kumandanı Süleyman Paşa, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nin yenilgiyle sonuçlanmasından dolayı çıkarıldığı dîvânıharpteki müdafaalarıyla hukukî hitâbetin güzel örneklerini vermiştir. Meclis reisi Ahmed Vefik Paşa, Dârülfünun hatibi olarak tanınan Hasan Fehmi Paşa, Sadrazam İbrâhim Hakkı Paşa (İbnülemin, II, 1792-1793), Adliye Nâzırı Mehmed Necmeddin Bey ve Meşrutiyet devrinin tanınmış hukuk ve siyaset adamlarından Manyasîzâde Refik Bey de bu dönemin hatipleri arasında zikredilebilir.
II. Meşrutiyet’ten sonra ortaya çıkan serbestlik ortamı içinde meclisin tekrar açılması ve siyasî partilerin kurulması gibi faaliyetler sebebiyle Türk hitâbeti yepyeni bir vadide çeşitlenerek gelişmiştir. Her dalda birçok hatibin yetiştiği bu dönemde yapılan konuşmaların metinleri çoğunlukla elde bulunduğundan ayrıca zengin bir literatür oluşmuştur. Bu hatipler arasında Meclis-i Meb‘ûsan reisi Ahmed Rızâ, Dersim mebusu ve gazeteci Lutfi Fikri, Maliye Nâzırı Câvid Bey, İzmir mebusu Seyyid Bey, Osmanlıca’yı çok güzel konuşmasıyla tanınan Ermeniler’den mebus Zührap Efendi, Türkçe olduğu kadar Fransızca konferanslarında da iyi bir hatip olduğunu gösteren Prens Sabahaddin, Halil Menteşe, meclis dışında özellikle açık hava toplantılarının tanınmış isimlerinden Ömer Nâci, hukuk profesörü Ahmed Salâhaddin, Selim Sırrı (Tarcan), Aka Gündüz, Babanzâde İsmail Hakkı, meydan hatibi olduğu kadar konferansçılığıyla da tanınan Rıza Tevfik (Bölükbaşı), Yusuf Akçura, Ubeydullah Efendi ve Dârülfünun hatibi Cemil Mahmud önde gelen isimlerdir. II. Meşrutiyet’in ilânının üçüncü günü Selânik’te (Kutay, s. 163), Şubat 1909’da ayaklanan medrese talebesini yatıştırmak için Beyazıt Meydanı’nda, İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti’nin kuruluşu dolayısıyla Ayasofya’da, Otuzbir Mart Vak‘ası’nda âsi askerleri teskin için İstanbul’da (Volkan Gazetesi, s. 523, 537-538) ve bu olaya karıştığı gerekçesiyle Dîvân-ı Harb-i Örfî’de, 1911 yılında Şam’da Emeviyye Camii’nde (Mardin, s. 142), 19 Ocak 1923’te mebuslara hitâben Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (Kutay, s. 273 vd.) yaptığı konuşma, savunma ve hutbeleriyle bu alanda Bedîüzzaman Said Nursi’nin ayrı bir yeri vardır. Bu dönemin başarılı hatiplerinden Mithat Cemal ayrıca, bilindiği kadarıyla hitâbet konusundaki ilk Türkçe eser olan Hitâbet ve Münâzara Dersleri ile (İstanbul 1329) Hitâbet Dersleri (İstanbul 1330) adlı kitapları yazmıştır. İlyas Mâcid’in, hitâbeti şiir okuma ile (inşad) birlikte ele alarak aralarındaki münasebeti inceleyen İnşâd ve Hitâbet (İstanbul 1330) adlı çalışması da dikkat çekici bir eserdir.
I. Büyük Millet Meclisi ve Cumhuriyet devri hatipleri arasında başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Hüseyin Avni Ulaş, Mustafa Necati, Ali Şükrü, Mahmut Esat Bozkurt, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Refik Şevket İnce, Hasan Basri Çantay, Şemsettin Günaltay, M. Fuad Köprülü, Şevket Râşid Hatipoğlu, Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, İsmail Habip Sevük, Ruşen Eşref Ünaydın ve Behçet Kemal Çağlar sayılabilir. Ayrıca bunlara, 1950’den sonraki çok partili hayatta siyasî hatip olarak dikkat çeken Osman Bölükbaşı da eklenmelidir. Türk hitâbetinde, özellikle anma toplantıları tertipleyerek yaptığı konuşmalarla meşhur olmuş önemli bir isim “İhtifalci” lakabıyla tanınan Ziyâ Bey’dir. Her yıl Tevfik Fikret’in mezarı başında anma töreni düzenleyen Florinalı Nâzım ile İstanbul’un işgali sırasında yapılan Pierre Loti ihtifalindeki konuşmasıyla dikkatleri çeken Süleyman Nazif de bu alanda güzel örnekler vermişlerdir. Sayıları çok az olan kadın hatipler arasında İstanbul’un işgali sırasında yapılan Sultanahmet mitinginin tanınmış siması Halide Edip Adıvar, Erzurum milletvekili Nakiye Elgün, şair ve yazar Şükûfe Nihal Başar, öğretmen Sâime Münevver Asker’in (Toros, s. 69-75) adları bilinmektedir.
XIX ve XX. yüzyıllarda dinî hitâbet sahasında meşhur olan şahsiyetler içinde Murad Molla Tekkesi şeyhi Mehmed Murad Efendi, Sultan Ahmed Camii’nde ona vekâleten vâizlik yaparak genç yaşta dikkat çeken Ahmed Cevdet Paşa (Fatma Aliye, s. 27-28), Ayasofya vâizliğiyle tanınan ve vaazları Eşref Edip tarafından Mevâiz adıyla neşredilmiş bulunan (İstanbul 1324, 1331) Manastırlı İsmâil Hakkı ile Hocazâde Mustafa Âsım Efendi önde gelmektedir. İstiklâl Harbi sırasında Anadolu’da çeşitli camilerde vaaz veren Mehmed Âkif Ersoy ve onun şiirlerinde Süleymaniye ve Fâtih kürsülerinden konuşturduğu “hatîb-i şehîr” unvanıyla bilinen Abdürreşid İbrahim, Beyazıt Camii’ndeki vaazlarıyla ünlü Urfalı Mahmud Kâmil, daha yakın devirlerde Hacı Cemal Öğüt, Şemseddin Yeşil (İlâveli Mevizelerim ve Hutbelerim, İstanbul 1943), Beyazıt Camii’ndeki vaazları yanında Fâtih Camii’nde okuduğu hutbelerle zamanın üniversite gençliği üzerinde tesir icra eden Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı (Fatih Minberinden Mü’minlere Hutbeler, I-II, İstanbul 1968-1970), ayrıca Muzaffer Ozak ve “halk vâizi” denilen Gönenli Mehmet Efendi zikredilmesi gereken önemli şahsiyetlerdir.
BİBLİYOGRAFYA
Orhun Âbideleri (nşr. Muharrem Ergin), İstanbul 1970, s. I, III, 1, 3, 22, 31, 33.
Dedem Korkudun Kitabı (haz. Orhan Şaik Gökyay), İstanbul 1973, s. XLVI, CXXVII, CXXIX.
Kritovulos, Târîh-i Sultân Mehmed Hân-ı Sânî (trc. Karolidi), İstanbul 1328, s. 25-37.
Seyyid Muradî, Gazavât-ı Hayreddin Paşa: Barbaros Hayreddin Paşa’nın Hatıraları (nşr. M. Ertuğrul Düzdağ), İzmir 1995, s. 167-169, 174-175, 184, 350-352.
Neşrî, Cihannümâ (Unat), I, 271-293.
Tâcîzâde Câfer Çelebi, Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi, İstanbul 1331, s. 16.
Peçuylu İbrâhim, Târih, I, 498-499.
Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 97, 105, 113.
Naîmâ, Târih, III, 112 vd.
Hammer (Atâ Bey), VI, 274.
Mithat Cemal [Kuntay], Hitâbet Dersleri, İstanbul 1330, s. 360-370.
İlyas Mâcid, İnşâd ve Hitâbet, İstanbul 1330.
Fatma Aliye, Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı, İstanbul 1332, s. 27-28.
M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (haz. Orhan F. Köprülü), Ankara 1984, s. 146.
Ali Cânip, Edebiyat, İstanbul 1926, s. 417-427.
Ali Kemali Aksüt, Sultan Aziz’in Mısır ve Avrupa Seyahati, İstanbul 1944, s. 47-48.
Samet Ağaoğlu, Kuvayı Milliye Ruhu, İstanbul 1944, s. 244-249.
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, III/1, s. 22, 188-189.
Taha Toros, Türk Hatipleri, Ankara 1950.
İbnülemin, Son Sadrıazamlar, II, 1792-1793.
Necat Muallimoğlu, Bütün Yönleriyle Hitabet, İstanbul 1957.
Muzaffer Gökman, Muratmolla Kütüphanesi, İstanbul 1958, s. 16-17.
Hilmi Yücebaş, Rıza Tevfik: Hayatı, Hatıraları, Şiirleri, İstanbul 1968, s. 165-170, 185-195.
Osman Turan, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul 1969, I, 123, 137-139; II, 50-51, 102.
Selâhattin Tansel, Yavuz Sultan Selim, İstanbul 1969, s. 33-34, 49.
Şerafettin Turan, “Rodos’un Zaptından Malta Muhasarasına”, Kanunî Armağanı, Ankara 1970, s. 61-62.
Abdullah Develioğlu, Büyük İnsanlar, İstanbul 1973, s. 476.
Fairfax Downey, Kanunî Sultan Süleyman (trc. Enis Behiç Koryürek), İstanbul 1975, s. 53-55.
Haldun Taner, Ölür İse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, İstanbul 1979, s. 82-90.
Cemal Kutay, Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı Bediüzzaman Said Nursî, İstanbul 1980, s. 163, 273 vd.
Hasan Kâmil Yılmaz, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarîkatı, İstanbul 1982, s. 52-54.
Mehmet Altay Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, Ankara 1983, I, 55-61; II, 213, 548-549.
Halil İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar I, Ankara 1987, s. 125-126.
Fevziye Abdullah Tansel, İstiklâl Harbinde Mücâhid Kadınlarımız, Ankara 1988, s. 21-22, 54.
Ahmet Turan Alkan, Sıradışı Bir Jön Türk Ubeydullah Efendi’nin Amerika Hatıraları, İstanbul 1989, s. 66-74, 128-130.
Abdülkadir Özcan “II. Mahmud’un Memleket Gezileri”, Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 1991, s. 361-378.
Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişme Bediüzzaman Said Nursi Olayı, İstanbul 1993, s. 142.
Hüseyin Çelik, Ali Suavî ve Dönemi, İstanbul 1994, s. 65-66.
Muammer Çelik, Hüseyin Avni Ulaş, İstanbul 1996, s. 193-194, 224-232.
Mehmed Şeker, “Divân-ı Hikmet’e Göre İnsan ve Sosyal Hayat”, Ahmed-i Yesevî Hayatı-Eserleri-Fikirleri-Tesirleri (haz. Mehmed Şeker – Necdet Yılmaz), İstanbul 1996, s. 132-135.
Mustafa Kara, “Yeseviyye’nin Temel Kitabı Cevâhiru’l-ebrâr min emvâci’l-bihâr”, a.e., s. 265.
İrfan Gündüz, “Ahmed-i Yesevî’nin Tarîkat ve İrşad Anlayışı”, a.e., s. 294.
Volkan Gazetesi (İstanbul 1908-1909; haz. M. Ertuğrul Düzdağ), İstanbul 1992, s. 523, 537-538.
Cenab Şahabeddin, “Parlamentoda Belâgat”, Tanin, sy. 135, İstanbul 15 Kânunuevvel 1908, s. 3-4.
Abdullah Uçman, “Mehmet Âkif’in Millî Mücadele Yıllarındaki Mev’izeleri”, MK, sy. 55 (1986), s. 51-56.
a.mlf., “Başkım Klübü’nde Bir Konferans”, TT, sy. 139 (1995), s. 5-15.
a.mlf., “Ali Suâvî”, DİA, II, 445.
Nurullah Yılmaz, “Şiir ve Hitabet Arasındaki İlişki”, Dosya, İstanbul Bahar 1997, s. 111-114.
“Hitâbet”, TA, XIX, 301-303.
Orhan F. Köprülü, “Fuad Paşa”, İA, IV, 679.
Ercüment Kuran, “Reşid Paşa”, a.e., IX, 704.
Rekin Ertem, “Hitabet”, TDEA, IV, 247-248.
Cevdet Küçük, “Abdülhamid II”, DİA, I, 217-218.
Emel Esin, “Ahmed Yesevî Külliyesi”, a.e., II, 162.
Abdülaziz Bayındır, “Güzelyazıcı, Abdurrahman Şeref”, a.e., XIV, 351-352.