- 1/2Müellif: ÖMER FARUK HARMANBölüme GitYahudilik’te ve Hıristiyanlık’ta sadece kral, İslâm’da ise hükümdar-peygamber kabul edilir. Süleyman isminin İbrânîce’deki karşılığı olan Şelomoh’nun ...
- 2/2Müellif: HÜSEYİN AKKAYABölüme GitEDEBİYAT. Hz. Süleyman kıssa ve menkıbeleriyle başta Fars ve Türk edebiyatı olmak üzere Doğu edebiyatlarında sıkça ele alınmış, telmih, teşbih, tenâsü...
https://islamansiklopedisi.org.tr/suleyman#1
Yahudilik’te ve Hıristiyanlık’ta sadece kral, İslâm’da ise hükümdar-peygamber kabul edilir. Süleyman isminin İbrânîce’deki karşılığı olan Şelomoh’nun (Şlomo) “barış, selâmet, sükûnet” mânasındaki şalom kelimesinden geldiği ve “barışsever, barışçı” anlamını taşıdığı belirtilir. Ahd-i Atîk’te yer alan bilgiye göre Dâvûd, Tanrı’dan oğlunun döneminde barışın hâkim olacağı müjdesini aldığı için ona bu adı vermiştir (I. Tarihler, 22/9). Bir yoruma göre Şelomoh, “Yahve onun mülkünü korusun” mânasındaki daha uzun bir ismin kısaltılmış şeklidir. Bazı yahudi kaynakları ise bu ismi annesi Bat-şeba’nın koyduğunu kaydeder (EJd., XV, 96). Peygamber Natan ona Yedidya (Rabbin sevgilisi) adını vermiş (II. Samuel, 12/25), saltanatı boyunca hüküm süren barış sebebiyle asıl adı olan Yedidya’nın yerine Şelomoh ismi kullanılmıştır (DB, V/2, s. 1383; New Catholic Encyclopedia, XIII, 421). Bu ismin Süryânîce menşeli olduğu da ifade edilmiştir (Jeffery, s. 178). “Vâiz” anlamında Kohelet (Vâiz, 1/1) olarak da adlandırılan Süleyman ayrıca “Tanrı’ya bağlı” anlamında Lemuel, “bilge sözleri toplayan” anlamında Agur, bütün dünya üzerinde hüküm sürdüğü için Yakeh (Meseller, 31/1; 30/1), mâbedi inşa ettiği için Ben, Tanrı onunla beraber olduğu için Ithiel isimleriyle anılmıştır (Ginzberg, V, 91; EJd., XV, 106). İslâm kaynaklarına göre de Süleyman İbrânîce kökenli olup “sağlık” anlamındadır (Mustafavî, V, 226; Cevâlîkī, s. 191). Bu ismin Selâm(et) kelimesinden geldiği, düşmanları ona teslim olduğu ve o da düşmanlarından emin bulunduğu için kendisine bu adın verildiği de rivayet edilmiştir (Fîrûzâbâdî, VI, 86).
Yahudilik’te. İsrâiloğulları’nın üçüncü kralı olan Süleyman hakkında başta Ahd-i Atîk olmak üzere yahudi sözlü geleneğinde ve diğer yahudi kaynaklarında pek çok rivayet ve efsane yer alır. Ahd-i Atîk’teki bazı ifadeler, Kudüs’te dünyaya gelen Süleyman’ın Dâvûd’un Bat-şeba’dan doğma ikinci çocuğu olduğuna işaret etse de (II. Samuel, 11/27; 12/18, 24) diğer bazı ifadelere ve şecere listelerine göre o Bat-şeba’dan doğan dördüncü çocuktur (II. Samuel, 5/14; I. Tarihler, 3/5, 14/4). Kendisi için bir saray yaptırdıktan sonra Tanrı için de bir mâbed yaptırmak isteyen Dâvûd’a zürriyetinin ondan sonra saltanat süreceği, yerine geçecek oğlunun bir mâbed inşa edeceği (II. Samuel, 7/12-13) ve bu oğlunun Süleyman olduğu bildirilmiştir (I. Tarihler, 17/11, 22/9; 28/5-6). Dâvûd yaşlandığında diğer oğlu Adoniya kendini krallığın vârisi ilân etmiş, buna karşılık Peygamber Natan ve Bat-şeba’nın telkin ve hatırlatmasıyla Dâvûd, kendi yerine oğlu Süleyman’ın kral olduğunu belirtip başkâhin Tsadok’a Süleyman’ı kral olarak görevlendirmesini (meshetme) emretmiş, böylece Süleyman daha babasının sağlığında kral sıfatıyla tahta geçmiştir. O dönemde ilk çocuğun tahta geçmesi gibi bir kural bulunmadığından Dâvûd’un küçük oğlu Süleyman’ı kral seçmesi kınanmamış, aksine Süleyman krallığın ileri gelenlerinin desteğini almıştır (I. Krallar, 1/1-53; I. Tarihler, 29/24).
Bir yoruma göre Süleyman milâttan önce 967-965 yılları arasında babasıyla birlikte, 965-928 arasında tek başına hüküm sürmüş, diğer bir yoruma göre ise babasının vefatından kısa bir süre önce 971 veya 970’te kral olmuş ve 931 yılına kadar hüküm sürmüştür. Kral olduğunda, “Allahım! Ben henüz çocuk denecek bir yaşta yöneticilik nedir bilmezken bu kulunu babam Dâvûd’un yerine kral yaptın” demesinden hareketle (I. Krallar, 3/7) Süleyman’ın on iki veya on dört yaşlarında krallık tahtına oturduğu nakledilirse de, kral olduğunda muhtemelen yirmi yaşlarındaydı. Babası Dâvûd’un saltanatının yirminci yılında doğmuş ve onun gibi kırk yıl krallık yapmıştır (I. Krallar, 11/42; DB, V/2, s. 1383; EJd., XV, 98-99).
Ahd-i Atîk’te yer alan bilgilere göre Dâvûd, oğlu Süleyman’a Mûsâ’nın şeriatından ayrılmamasını, krallığını güçlendirici tedbirler almasını öğütlemiş, bu çerçevede yapması gerekenleri hatırlatmıştır (I. Krallar, 2/1-9). Süleyman babasından sınırları Fırat nehrinden Mısır’a kadar uzanan bir krallık miras almış, bütün İsrâil üzerinde kral olmanın yanı sıra bölgedeki ülkeleri vergiye bağlamak suretiyle emri altına almıştır (I. Krallar, 4/1, 21). Tahta oturunca babasının tâlimatını uygulamaya başlamış, öncelikle düşmanlarını ortadan kaldırıp krallığını kuvvetlendirmiştir. Diğer taraftan Firavun’un kızını alarak Mısır’la ittifak kurmuş, ülkeyi bu yönden gelecek tehlikelere karşı güvence altına almıştır (I. Krallar, 2/19-46; 3/1). Ülkenin yönetiminde babası Dâvûd’un oluşturduğu yönetim kadrosunun bir kısmını muhafaza etmiş, diğerlerini yenilemiş, ayrıca yeni görevler ihdas etmiştir. Krallığın idare sisteminde merkezî yönetim ve on iki eyalet valiliği bulunuyordu. Merkezî idarede kendisi dışında başkâhin (başkohen), kâhinler, kâtipler, devlet tarihçisi, ordu kumandanı, başvali, özel danışman, saray sorumlusu ve angaryacı başı gibi kadrolar mevcuttu. Ayrıca İsrail’de on iki bölge valisi vardı ve bunlar sarayın yiyecek içecek ihtiyacını karşılıyordu. Her vali yılda bir ay bu ihtiyaçları karşılamak ve savaş arabalarının atlarıyla diğer atlar için arpa ve saman sağlamakla yükümlüydü (I. Krallar, 4/1-19, 28). Sarayın bir günlük yiyecek ihtiyacına yönelik bilgiler (I. Krallar, 4/20-23) 14.000 kişinin saraydan beslendiğine işaret etmektedir (DB, V/2, s. 1387).
Ordu, savaş zamanı toplanan piyadelerle cenk arabalarından oluşuyordu. 1400 cenk arabası ve 12.000 at mevcuttu (I. Krallar, 10/26; II. Tarihler, 1/14). Bir rivayete göre 40.000 (I. Krallar, 4/26), bir başka rivayete göre ise 4000 (II. Tarihler, 9/25) bölmelik ahırlar vardı ve her araba iki at tarafından çekiliyordu. Dâvûd kendi döneminde komşu kavimleri otoritesi altına aldığından Süleyman ordusunu çok fazla kullanmadı. Sadece bir defa savaş yaptı ve krallığın kuzeydoğusunda barışı hâkim kılmak için gerekli olan Hamat’ı aldı (II. Tarihler, 8/3-4). Yukarı Ürdün’deki Hatsor’u güçlendirdi; Edom üzerinden Akabe körfezindeki Etsiyon-Geber’e giden yolun güvenliğini sağladı. Böylece krallığının teşkilâtlanması ve zenginliği saltanatı boyunca barışın sürmesine vesile oldu. Mısır ve Asur gibi dönemin büyük güçlerinin zayıflığı karşısında Mezopotamya’nın batısındaki bölgeler üzerinde tartışmasız hâkimiyet kurdu. Güvenliği sağlamak ve krallığın varlığını sürdürmek için Firavun’un kızı başta olmak üzere (Mûsâ şeriatına göre evlenmenin yasak olduğu) Moab, Ammon, Sayda ve Hitti gibi bölge krallarının kızlarıyla evlendi, böylece hanımlarının sayısı 700’e, câriyelerinin sayısı 300’e çıktı (I. Krallar, 11/1-3). Ülke içinde kalan ve İsrailli olmayan Amoriler’i, Hittîler’i, Perizzîler’i, Hivîler’i ve Yebûsîler’i angarya işlerde kullandı; İsrâiloğulları’nı ise cenk savaşçı ve özel hizmetli, memur, güvenlik görevlisi ve arabalı cenkçiler ile atlılarının komutanları olarak istihdam etti (I. Krallar, 9/20-22). Onun saltanatında barış, bolluk ve refah hâkim oldu. Merkezde mâbed ve sarayın inşası ile Kudüs’ün tahkimi gibi önemli işler, Kudüs dışında ise çeşitli ambar şehirlerinin ve tesislerin inşası gerçekleştirildi (I. Krallar, 9/15-19).
O dönemde toplanma çadırı Gibeon’da, ahid sandığı Kudüs’teydi ve halk yüksek mekânlarda sunak yerleri oluşturmuştu. Süleyman, mâbed inşa edilinceye kadar bu yerlerde kurban kesme uygulamasını sürdürdü. Rüyada kendisine görünen Rab’den kalabalık kavmine hükmedebilmek ve iyiyi kötüden ayırabilmek için anlayışlı yürek istedi. Rab de uzun ömür ve zenginlik yerine bilgelik isteyen Süleyman’ın dileğini kabul etti ve ona hikmetli ve anlayışlı bir yürek, ayrıca dilemediği halde zenginlik ve izzet verdi (I. Krallar, 3/2-14; II. Tarihler, 1/7-13). Rivayete göre Süleyman, Allah’ın bilgelik lutfetmesi için kırk gün oruç tutmuş ve karşılığında kendisine öyle bir bilgelik verilmiştir ki “hikmetin babası” diye anılmıştır. Helenistik yazarlara göre Süleyman’ın bilgeliği bilim ve felsefe, Rabbânîler’e göre ise Tevrat konusundadır (Ginzberg, V, 94, 231). Süleyman, isteği kabul edildikten kısa bir süre sonra hikmetini ortaya koyacak bir olayla karşılaşmış, aynı çocuğu paylaşamayan iki kadın arasındaki davayı çözüme kavuşturma şekli âdeta darbımesel haline gelmiş ve “Süleyman’ın hükmü” deyiminin ortaya çıkmasına sebep olmuştur (I. Krallar, 3/16-28).
Süleyman’ın gerçekleştirdiği büyük işlerin başında bugünkü Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu yerde mâbedin (Bet ha-Mikdaş) inşa edilmesi gelmektedir. Dâvûd, mâbed yapma işinin Yahova’nın emriyle oğlu Süleyman’a verildiğini belirterek Rab tarafından kendisine bildirilen inşaat planı ve malzemeleriyle ibadet araçlarını oğlu Süleyman’a vermiş, ayrıca yüklü miktarda altın ve gümüş bırakmış, onu örnek alan ileri gelenler ve zenginler de mâbed yapımı için Süleyman’a altın, gümüş, demir ve tunç vermiştir (I. Krallar, 5/1-5; I. Tarihler, 22; 28/2-19; 29/6-9).
Süleyman, babası Dâvûd’un dostu olan Sûr Kralı Hiram ile sıkı ilişki kurdu ve Hiram mâbedin yapımına büyük katkıda bulundu. Süleyman’ın talebi üzerine Hiram’ın adamları buğday, yağ ve şarap karşılığında Lübnan dağlarından erz ve servi kerestesi temin edip Süleyman’a götürdü (I. Krallar, 5/1-12). Mâbedin yapımında ayrıca yük taşıyan 70.000 ve dağlarda taş kesen 80.000 işçi ile bunların başında bulunan 3300 kâhya vardı. Bütün bunlar, mâbedin temeli için büyük ve değerli taşlar yontup mâbedin inşasında kullanılan taşları ve keresteyi hazırladı. Hiram mâbedin inşası için yaptığı malzeme yardımı yanında ustalar da gönderdi, buna karşılık kendisine yirmi şehir verildi. Süleyman ve Hiram denizde de iş birliği yaparak bir nevi filo inşa ettiler.
Mâbed -İbrâhim’in oğlunu kurban etmek için götürdüğü yer kabul edilen- Moriya tepesinde yaptırıldı (II. Tarihler, 3/1). Süleyman mâbedin yapımına çok emek verdi. Rivayete göre Fenikeli usta ve işçilerin, İsrail’deki kölelerin yanı sıra melekler ve cinler de inşaatta çalışmıştır. İlâhî yardımın bir tezahürü olarak çalışanlar iş tamamlanıncaya kadar hasta olmamış, ölmemiş, aletler bozulmamış, büyük ve ağır taşlar kendiliğinden yükselerek konulacakları yerlere yerleşmiştir. Ustabaşı Hiram ise (Sûr kralı olan Hiram değil) daha sağlığında cennetle mükâfatlandırılmıştır (a.g.e., V, 111-113; EJd., XV, 107). Mâbedin inşasına İsrâiloğulları’nın Mısır’dan çıkışının 480 ve Süleyman’ın krallığının dördüncü yılında başlandı; yedi yıl altı ayda tamamlandı (I. Krallar, 6/1, 38). Mâbedin uzunluğu 60 arşın (27 m.), genişliği 20 arşın (9 m.), yüksekliği 30 arşın (13,5 m.) olup üç kısımdan meydana geliyordu: “Ulam” adı verilen ve asıl mâbede açılan bir nevi salon şeklindeki koridor, “hekal” denilen asıl salon, “debir” denilen ve mâbedin en gerisinde yer alan oda ki buraya Kadoş ha Kadeşim (kutsallar kutsalı) adı verildi. Mâbed, Sûrlu tunç ustası Hiram’ın yaptığı sütunlar, kazanlar, ayrıca boğa heykelleri, aslan ve hurma ağaçlarından süslemeler ve diğer eşyalarla donatıldı; daha sonra ahid sandığı mâbeddeki yerine kondu. Süleyman mâbedin açılış duasını bizzat yaparak halkı takdis etti (I. Krallar, 7-8; II. Tarihler, 2/1-5/14; ayrıca bk. MESCİD-i AKSÂ). Rivayete göre mâbed “bul” ayında tamamlanmış (I. Krallar, 6/38), fakat ilâhî takdirle İbrâhim’in doğduğu ayda açılışının yapılabilmesi için bir yıl kapalı tutulmuştur.
Süleyman, Allah için yaptırdığı mâbedin ardından kendisi için inşası on üç yıl süren bir saray yaptırdı (I. Krallar, 7/1-12). Süleyman mâbed ve sarayı inşa ettikten sonra Rab ona tekrar görünerek hükümlerini ve kanunlarını tuttuğu takdirde krallığının ebedî olacağını, aksi halde İsrail’in sahip olduğu topraklardan atılacağını bildirdi (I. Krallar, 9/1-9). Süleyman’ın sarayı da mâbed kadar muhteşemdi. Lübnan Ormanı denilen saray sütunlu salon, taht salonu, Süleyman’ın ve eşi olan Firavun’un kızının ikamet ettiği saray binalarından oluşuyordu. Fildişinden taht ince Ofir altınıyla, değerli mücevherlerle kaplıydı. Sarayın bütün eşyaları saf altından yapılmıştı (I. Krallar, 10/14-29; II. Tarihler, 9/13-28). Tahta altı basamakla çıkılıyor ve her basamakta iki altın aslan heykeli bulunuyordu (I. Krallar, 10/19-20; II. Tarihler, 9/17-19). Tahtın üzerinde yedi kolu her yöne uzanan altından bir şamdan asılıydı. Çevresinde Sanhedrin üyeleri için yetmiş, başkâhin ve yardımcısı için iki koltuk bulunuyordu. Yedi münâdî, kral ve hâkim olan Süleyman tahta çıkarken ona ödevlerini hatırlatmakla yükümlüydü. Süleyman ilk basamağa ayak bastığında ilk münâdî yaklaşıyor ve krallarla ilgili yükümlülüklerden ilkini, “Çok kadın almayacaksın” emrini okuyordu. Diğer münâdîler ikinci basamakta, “Çok ata sahip olmayacaksın”; üçüncü basamakta, “Çok altın ve gümüş biriktirmeyeceksin”; dördüncü basamakta, “Yanlış hüküm vermeyeceksin”; beşinci basamakta, “İnsanlara güvenmeyeceksin”; altıncı basamakta, “Hediye kabul etmeyeceksin” ve nihayet tahta oturmak üzere iken yedinci münâdî, “Kimin önünde durduğunu bil” kurallarını hatırlatıyordu (a.g.e., V, 113-115).
Krallığın gelirinin büyük bir kısmı vergilerden toplanıyordu. Peygamber Samuel’in tohumların, bağların ve sürülerin ondalığının (öşür) seçilecek krala ait olduğu sözüne dayanarak (I. Samuel, 8/15, 17) on iki kâhya bu ondalığı topluyordu. Bunun yanında ithalât vergileri, geçiş vergileri (I. Krallar, 10/15, 28-29) ve hediyeler de (I. Krallar, 10/24-25) diğer temel gelir kaynaklarını oluşturuyordu. Ayrıca gelirler içinde ticaretin de önemli bir yeri vardı. Denizci Fenikeliler’e komşu olan Süleyman, ticaretin onlara getirdiği kazancı görüp altın ve at ithalâtını tekeline aldı (I. Krallar, 10/28; II. Tarihler, 9/28); ticarî kervanlar için en uygun yerlere ambar şehirleri ve menziller kurdurdu (I. Krallar, 9/19), Etsiyon-Geber’de gemiler yaptırdı. Bu gemiler üç yılda bir altın, gümüş, fildişi, maymun ve tavus kuşları getiriyordu (I. Krallar, 9/26-28; 10/22; II. Tarihler, 8/17-18). Rivayete göre Süleyman aynı zamanda bir bahçe ustası olup İsrail topraklarındaki bütün bitkileri yetiştirmişti. Ayrıca hayvanların ve kuşların dilinden anlayan Süleyman bütün bu hayvanları emri altına almıştı.
Tanrı’nın Süleyman’a verdiği bilgeliği dinlemek için dünyanın her yanından insanlar onu görmeye gelir, armağan olarak altın ve gümüş eşya, giysi, silâh, baharat, at ve katır getirirlerdi (I. Krallar, 10/14-25). Sebe melikesi, Güney Arabistan’dan kalkıp Kudüs’e gelerek şöhretini duyduğu Süleyman’ı ziyaret etti. Süleyman’ın bilgeliğini, yaptırdığı sarayı, sofrasının zenginliğini, görevlilerinin davranışını, hizmetkârlarının özel giysileriyle yaptığı hizmeti, Rabb’in tapınağında sunduğu takdimeleri görünce onun hem zenginliğine hem hikmetine hayran kaldı; Süleyman’a altın, çok miktarda baharat ve değerli taşlar hediye etti (I. Krallar, 10/1-13; II. Tarihler, 9/1-12). Rivayete göre Tanrı denize sahip olduğu bütün değerli şeyleri sahile atmasını emretmiş, Süleyman da böylece mûcizevî bir zenginliğe sahip olmuştur. Ancak Firavun’un kızıyla evlenince zenginliği azalmaya başlamıştır (a.g.e., V, 230).
Kitâb-ı Mukaddes, Süleyman’ın ülkesindeki barış ve refahı 3000 özdeyişi ve 1005 ezgisinin olduğu rivayet edilen Süleyman’ın bilgeliğine bağlar. Onun bilgeliği babası Dâvûd’un ona olan vasiyetinde de kendini gösterir. Dâvûd ona, “Sen hikmetine göre yap, sen hikmetli adamsın” demişti (I. Krallar, 2/6, 9). Onun sarayının en önemli salonlarından biri halk arasında hüküm verdiği taht salonu veya hüküm salonu adını taşıyordu (I. Krallar, 7/7). Ahd-i Atîk bölümlerinden Meseller (Meseller, 25/1), Neşîdeler Neşîdesi ve Vâiz kitaplarının yanı sıra Ahd-i Atîk apokrifası (yahudilerce kutsal metin kabul edilmeyen yazılar) içinde yer alan ve bazı hıristiyanlarca kutsal sayılan Hikmet kitabı ile (Wisdom of Solomon) Ecclesiasticus’un (Ben Sira), ayrıca Süleyman’ın Deyişleri ile (Odes of Solomon) Süleyman’ın Mezmûrları’nın da (Psalms of Solomon) onun eseri olduğu kabul edilmektedir.
Yahudi kaynaklarına göre Süleyman’ın çok değerli bir uçan halısı vardı. Onunla dilediği yere süratle giderdi. Emirlerini uygulatmak üzere yanında insanlardan Âsaf b. Berahyâ, cinlerden Ramirat, hayvanlardan aslan, kuşlardan kartal bulunurdu. Onun cinlere hükmettiği ve sihir ilmine sahip olduğu şeklindeki inanç Ahd-i Atîk’te yer almamasına rağmen milâdî dönemin başlangıcında ortaya çıkmış ve Ortaçağ’da yaygınlaşmıştır. Süleyman için Ahd-i Atîk’te mevcut, “Lübnan sedir ağacından duvarlarda biten mercanköşk otuna kadar bütün ağaçlardan söz ettiği gibi hayvanlar, kuşlar, sürüngenler ve balıklardan da söz edebiliyordu” (I. Krallar, 4/33) şeklindeki ifadeden hareketle onun her şeyi, bu çerçevede ruhları, görünmez varlıkları da bildiği, dolayısıyla evrenin karanlık güçleri üzerinde gücünün bulunduğu kanaatine varılmış, Süleyman’ın sihir ve görünmez varlıklarla ilişkisi olduğu kabul edilmiştir. Buna göre Süleyman’ın çeşitli özellikleri yanında Tanrı’nın ona bahşettiği cinlerle ve kötü ruhlarla mücadele sanatından ve bunları insanların şifa bulması için kullandığından bahsedilmekte, hastalıkları uzaklaştırmak için tertip ettiği dualardan, kötü ruhları yakalayıp zincirleme formüllerinden, iyi ve kötü ruhları kontrol etme özellikleri içeren yüzüğünden söz edilmiştir (DBS, XI, 476-478; ayrıca bk. MÜHR-i SÜLEYMAN).
Süleyman’ın Firavun’un kızıyla evlenmesi ve bunun sonuçları yahudi dinî literatüründe genişçe yer almıştır. Buna göre söz konusu evliliğin töreni ve eğlenceleri, mâbedin tamamlandığı gün yapılmış ve düğün coşkusu mâbedin açılış coşkusunu geçmiştir. Diğer bir rivayete göre ise düğün, mâbedin inşaatı dönemine denk gelmiştir. Süleyman’ın en sevdiği hanımı Firavun’un kızıydı, fakat hanımları içinde kendisine en çok günah işleten de oydu (Ginzberg, V, 93-94, 229-231). Ancak diğer eşleri de onun yüreğini saptırmış ve ihtiyarlığında başka ilâhlara tapmış (I. Krallar, 11/1-8), bunun üzerine Tanrı’nın öfkesine sebep olmuş, kendisine krallığın elinden alınacağı, fakat bunun babası Dâvûd’un hatırı için kendi sağlığında değil oğlunun döneminde olacağı bildirilmiş ve işlediği günahlara karşılık Rab, düşmanları ülkesine musallat etmiştir (I. Krallar, 11/9-43). Süleyman putperest kadınlarla evlenmenin dışında çok fazla ata sahip olmak, bol miktarda altın ve gümüş biriktirmek ve bilhassa bir krala müsaade edilen on sekiz hanımdan fazlasını almak suretiyle başka Tevrat kurallarını da (Tesniye, 17/16-17) ihlâl etmiştir (a.g.e., V, 94).
Rabbânî literatürdeki rivayetlere göre günahları sebebiyle Süleyman yavaş yavaş tahtını, servetini ve hatta bilgeliğini kaybetmiş, önce insanlara ve cinlere, ardından dünya üzerindeki insanlara, daha sonra sadece İsrail halkına hükmetmiş, nihayet yanında sadece asâsı kalmıştır (Sanhedrin, 20b). Süleyman’ın tahta dönüp dönmediği konusunda görüş ayrılığı vardır (Sanhedrin, 20b; Gittin, 68b). Üç uzun yıl boyunca bir dilenci olarak şehirden şehire, ülkeden ülkeye seyahat etmiştir. Yaşlı ve yoksul olduğunda her gittiği yerde, “Ben Kohelet, Kudüs’te İsrail kralıydım” diyerek Vâiz kitabını (Vâiz, 1/12), gençliğinde Neşîdeler Neşîdesi’ni, orta yaşında Süleyman’ın Meselleri’ni yazmıştır (EJd., XV, 107). Süleyman’ın krallığı ekonomik gelişme ve siyasî güvenlik açısından iyi durumda bulunmasına rağmen (I. Krallar, 4/25; 7/7; 9/28; 10/10-12, 14, 22, 25) sosyal isyan ve kabile muhalefetlerine sahne oldu. Süleyman kırk yıllık saltanatın sonunda vefat etti ve babası Dâvûd’un şehrine (Kudüs) gömüldü (I. Krallar, 11/14-43). Süleyman’ın vefatından sonra ağır vergiler ve angaryacılık kurumu sebebiyle isyanlar başladı ve İsrâil Krallığı’nın bölünmesiyle neticelendi.
Arkeologlar, Süleyman’la ilgili Kitâb-ı Mukaddes metinlerindeki bazı ayrıntıları onaylayan bulgular elde etmiş olsa da bazı araştırmacılar, metin tenkit çalışmaları ve çeşitli bilimsel araştırmaların sonuçlarından hareketle bu konuda Kitâb-ı Mukaddes’te yer alan bilgilerin çoğunun tarihî gerçeklerle bağdaşmadığı ve efsanelerle süslendiği kanaatindedir. Buna göre Ahd-i Atîk’te Süleyman’ın babası Dâvûd’dan, Fırat nehrinden Filistî diyarına kadar Mısır sınırına uzanan bütün krallıkları miras aldığı belirtilmektedir (I. Krallar, 4/21). Halbuki “nehirden Mısır sınırına kadar” cümlesi sonradan eklenmiş olup Süleyman’ı yeni Asur, yeni Bâbil ve Pers dönemlerinin büyük imparatorlukları seviyesine çıkarmak amacı taşımaktadır. Zira pasajın devamında kullanılan “nehrin öte yakası” (İbrânîce’si “ever hanahar”, Akkadca’sı “eber nari”) ifadesi, Fırat’ın batısı için ilk defa Süleyman’dan iki asır sonra yeni Asur kaynaklarında yer almıştır. Ayrıca günümüzün arkeolojik verileri milâttan önce X. yüzyılda Filistî bölgesinde merkezîleşen bir imparatorluğun varlığını göstermemektedir. Buna göre Filistîler’in toprakları Süleyman’ın krallığına dahil değildi. Yine II. Tarihler’de (8/3-5) kuzeydeki Hamat’ı ele geçirdiği, ambar şehirleri yaptırdığı, Tadmor’u (Tedmür) inşa ettirdiği ifade edilse de Süleyman’ın hâkimiyetinin Hamat’taki Hitit Krallığı’na kadar uzaması muhtemel görülmemekte, güney sınırı ise Tamar olarak kabul edilmektedir.
Süleyman’ın krallığını sadece bugünkü Filistin topraklarına hasreden bu tür eleştirilere karşı Dâvûd’un aldığı Soba gibi bazı yer isimlerinin yanlış bölgelerle ilişkilendirildiği, gerçekte krallığın alanının geniş olduğunu ileri sürenler de vardır (NDB, s. 672). Ayrıca Dâvûd ve Süleyman krallıklarının Ahd-i Atîk’te tasvir edilen ihtişamının Bronz çağının milletlerarası sisteminin yıkılışı, yani milâttan önce 1200 sonrası şartlarına uymadığı eleştirisine karşı milâttan önce 1100-900 yılları arasında İsrail’e komşu büyük milletlerin gerileme halinde olduğu, dolayısıyla Hitit İmparatorluğu’nun yıkılışı ve Mısır’ın Asya’dan çekilişinin Filistin’de merkezîleşen bir imparatorluğun yükselişine imkân verdiği belirtilmiştir. Diğer taraftan karşı görüş olarak böyle bir imparatorluğun geride yazıtlar bırakması gerektiği, halbuki Süleyman dönemine dair bu tür belgelerin bulunmadığı ifade edilmiştir.
İslâm’da. Kur’ân-ı Kerîm başta olmak üzere tefsir, hadis, tarih ve kısas-ı enbiyâ kitaplarında bir hükümdar-peygamber olarak Hz. Süleyman’dan ve onun üstün vasıflarından genişçe bahsedilmektedir. Kur’an’da on yedi yerde ismen geçen Süleyman’ın Hz. Dâvûd’un oğlu ve vârisi olduğu, üstün kılındığı, şükreden, sâlih, hakîm, anlayışlı bir kul olduğu bildirilmekte, keskin zekâsı, engin bilgisi ve hikmetiyle karmaşık meseleleri kolayca çözüme kavuşturma yeteneğinden söz edilmektedir (el-Enbiyâ 21/78-79; en-Neml 27/15, 16, 19, 20, 27, 34, 40; Sâd 38/30). Allah diğer peygamberler gibi Süleyman’a da vahiyde bulunmuş ve onu da diğerleri gibi doğru yola iletmiştir (en-Nisâ 4/163; el-En‘âm 6/84). Kur’an, Süleyman’ın güzel bir kul olduğunu, daima Allah’a yöneldiğini, Allah katında büyük değeri ve güzel yeri bulunduğunu belirtmektedir (Sâd 38/30, 40). Dolayısıyla Ahd-i Atîk’te yer alan, Süleyman’ın son dönemlerinde putlara taptığı, Allah nazarında değerini yitirdiği, hükümdarlığının elinden alınmasıyla tehdit edildiği gibi rivayetler, hem İslâm’ın peygamberlik anlayışıyla hem de Kur’an bilgileriyle çelişmektedir.
Hz. Süleyman’ın babasına vâris oluşu (en-Neml 27/16) ve babasının kendi yerine onu seçmesiyle ilgili çeşitli rivayetler nakledilmiştir. Allah, Hz. Dâvûd’a on üç soru göndermiş ve bu soruları oğlu Süleyman’a sormasını istemiş, şayet bunları bilirse kendisinin yerine geçeceğini Dâvûd’a bildirmiş, Süleyman da soruların hepsini doğru şekilde cevaplamıştır. İslâm kaynaklarında Hz. Süleyman’ın on iki veya on üç yaşlarında tahta geçtiği, Suriye’den İran’a kadar uzanan bölgeye, hatta bütün dünyaya hâkim olduğu, dünyanın ikisi mümin, ikisi kâfir dört kişinin egemenliğinde bulunduğu, müminlerin Süleyman ve Zülkarneyn, kâfirlerin Nemrud ve Buhtunnasr olduğu rivayet edilmektedir (Sa‘lebî, s. 290-292).
Süleyman’a verilen nimetler ve onun üstünlükleri bağlamında Kur’an’da yer alan bilgilere göre Süleyman, “Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz sen daima bağışta bulunansın” diye dua etmiş, “Bunun üzerine biz de istediği yere onun emriyle kolayca giden rüzgârı, bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalarla bağlı diğer yaratıkları emrine verdik” buyurulmuş ve, “İşte bu bizim bağışımızdır, ister ver, ister elinde tut” ifadesiyle yetkinin tamamen kendisinde olduğu belirtilmiştir (Sâd 38/35-39).
Allah, Hz. Dâvûd gibi Süleyman’ı da peygamberlik, hükümdarlık, hikmet ve ilimle donatmış, saltanatı ve nübüvveti onların şahsında toplamıştır (el-Bakara 2/251; el-Enbiyâ 21/79; en-Neml 27/15; Sâd 38/35-38). Ancak Hz. Süleyman’ın olayları değerlendirme ve problemleri çözme kabiliyeti babasından daha üstündür. Bunun Kur’an’da atıf yapılan bir örneği (el-Enbiyâ 21/78-79) şöyle anlatılmaktadır: Bir koyun sürüsü geceleyin bir ekin tarlasına girip zarara yol açar. Ekin sahibi ile sürü sahipleri arasındaki davada hâkimlik yapan Dâvûd ve Süleyman farklı kararlar verirler. Hz. Dâvûd koyunların ekin sahibine tazminat olarak verilmesine hükmeder, oğlu Süleyman ise şu hükme varır: Ekin tarlası sürü sahiplerine verilmeli, onlar ziyandan önceki haline gelinceye kadar tarlanın bakımını üstlenmelidir. Koyunlar da tarla sahibine verilmeli, tarlası eski bakımlı haline gelinceye kadar bu koyunların sütünden, yününden ve yavrularından yararlandırılmalıdır. Hz. Dâvûd oğlunun bu ictihadını beğenerek kendi görüşünden vazgeçer (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, X, 50-54; Sa‘lebî, s. 289). Hz. Süleyman’ın mesele çözmedeki maharetine ve kararlarındaki isabete örnek olarak aynı çocuğu sahiplenen iki kadın olayı hadislerde de yer almaktadır (Tecrid Tercemesi, IX, 158-162).
Hz. Süleyman’ın emrine kasırga gibi esen rüzgâr verilmiştir ki (el-Enbiyâ 21/81) bu rüzgârın sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü de bir ay sürmektedir (Sebe’ 34/12). Bu âyetin tefsirinde doğruluğu tartışmalı olan çeşitli rivayetler nakledilmiştir. Bu rivayetlerde Hz. Süleyman’ın ahşaptan yapılmış bir platformunun bulunduğu, gezinti veya savaş halinde bütün malzemelerin bu platforma yüklendiği, yükleme işi bitince rüzgâra emir verdiği ve platformun üzerinde istediği yere götürüldüğü nakledilmektedir. Yahudi kaynaklarında da yer alan diğer bazı rivayetlere göre ise uçan halısının olduğu, bu halı ile yolculuk ettiği belirtilmektedir (Sa‘lebî, s. 293-294). Ayrıca Hz. Süleyman’a kuş dili öğretilmiştir (en-Neml 27/16). Kuşlardan meydana gelen ordusunda hüdhüdü göremeyince soruşturmuş, mazeret beyan etmezse cezalandıracağını söylemiş, çok geçmeden hüdhüd ortaya çıkarak Sebe diyarından haber getirmiştir (en-Neml 27/17, 20-28; ayrıca bk. HÜDHÜD). Kendisine başka hayvanların dili de öğretilmiştir. Ordusuyla birlikte karınca vadisine geldiğinde bir karınca diğerlerini uyarmış ve Süleyman’ın ordusu tarafından ezilmemeleri için yuvalarına girmelerini istemiş, bunu duyan Süleyman verdiği nimetler için Allah’a şükretmiştir (en-Neml 27/17-19).
Kur’an Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan ordulara sahip bulunduğunu, bu orduların hep birlikte sefere çıktığını (en-Neml 27/17), emrinde çalışan cinlerin Süleyman’a yüksek ve görkemli binalardan, heykellerden, havuzlar kadar geniş lengerlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaptıklarını (Sebe’ 34/12-13), yine şeytanlar arasında onun için bina kuran, dalgıçlık eden ve başka işler görenlerin olduğunu da (el-Enbiyâ 21/82; Sâd 38/37) bildirmektedir. Bu hususlar kısmen farklı bir şekilde Ahd-i Atîk’te de yer almaktadır. Yine Ahd-i Atîk’te kaydedilen bir diğer bilgi olarak İslâmî kaynaklarda elini kana buladığı için mâbed inşasının Hz. Dâvûd’a değil oğlu Süleyman’a nasip kılındığı ve ona kan dökmekten uzak tutulacağı için Süleyman adının verildiği belirtilmektedir (Taberî, Târîḫ, I, 485).
Hz. Süleyman, cinlerden ve insanlardan oluşan ordusu sayesinde hâkimiyeti altına aldığı bölgeleri muhteşem bir saraydan yönetiyordu. Bu saray dönemin en ileri tekniği kullanılarak üstün bir estetik anlayışıyla inşa edilmiştir. Sarayda göz alıcı sanat eserleri ve görenleri hayran bırakan değerli eşyalar mevcuttu. Hz. Süleyman, Sebe melikesine (Belkıs) onu müslüman olup Allah’a teslim olmaya davet eden bir mektup göndermiş, melike mektuba karşılık olarak Süleyman’a gönderdiği hediyelerin kendisine geri gelmesi üzerine Süleyman’ı sarayında ziyarete gitmiş ve orada kendi tahtıyla karşılaşınca kendisine gelen bir ilim yoluyla daha önce gerçeği görüp müslüman olduğunu Süleyman’a söylemiştir. Çok tanrıcılık yanılgısı ile tek Allah’a teslim olma gerçeği arasındaki ilişkiye işaret eden bir diğer hadise, Süleyman’ın muhteşem sarayına girdiğinde melikenin zemini derin bir su sanması, fakat kendisine bunun billûr bir zemin olduğunun ifade edilmesidir (en-Neml 27/28-44; ayrıca bk. BELKIS). Hz. Süleyman’ın krallığının ihtişamının ve zenginliğinin bir kaynağı da bakır madeniydi. Kur’an’da erimiş bakır madeninin onun için sel gibi akıtıldığı belirtilmektedir (Sebe’ 34/12). Fenikeli ustaların Hz. Süleyman için inşa ettikleri Etsiyon-Geber Limanı’nda çağımızda gerçekleştirilen arkeolojik araştırmalar sonucunda ortaya çıkan bakır dökümhanesi bu gerçeği doğrulamaktadır. Süleyman’ın, Araba vadisinden çıkartıp işlettiği bakır madeni onun döneminde önemli bir ihraç ürünü olmuştur (NDB, s. 672).
Kur’an ayrıca Hz. Süleyman’ın atlara, özellikle yarış atlarına olan sevgisinden bahsetmektedir: “Akşama doğru kendisine üç ayağının üzerinde durup bir ayağını tırnağının üzerine diken çalımlı ve safkan koşu atları sunulmuştu. Süleyman: ‘Gerçekten ben mal sevgisini rabbimi anmak için istedim’ dedi. Nihayet güneş battı. ‘Onları tekrar bana getirin’ dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı” (Sâd 38/31-33). Bu âyetle ilgili çeşitli rivayetler mevcuttur. Bir rivayete göre Hz. Süleyman sefer hazırlığı esnasında malzemeleri kontrol etmiş, daha sonra atları incelemiş, fakat bu uzun sürmüş ve ikindi namazı vakti geçmiştir. Duruma üzülen Süleyman atların kendisini zikirden alıkoyduğunu söyleyerek getirilmelerini istemiş ve at sevgisini kalbinden tamamen atmak için onların bacaklarını ve boyunlarını kestirmiştir. Diğer bir rivayete göre ise atları teftiş eden Hz. Süleyman, onlara karşı olan sevgisinin yine Allah’ın emri ve rızası doğrultusunda olduğunu söylemiş ve koşarak toz bulutu arkasında kaybolan atların tekrar getirilmesini emretmiş, atların boyun ve bacaklarını sıvazlayarak sevmiştir. Taberî’ye göre ilk rivayet kabul edildiği takdirde Süleyman’ın namazı terkettiği, namazı unutacak kadar dünyaya düşkün olduğu, bir savaş aracı olan atları acımasızca öldürdüğü de kabul edilmiş olacaktır ki bu doğru değildir. Atları seven bir kişinin onları öldürmesi düşünülemez (Câmiʿu’l-beyân, XI, 156).
Kur’an’ın diğer bir ifadesine göre Hz. Süleyman tahtının üzerine bırakılan bir cesetle imtihan edilmiş ve ceset tekrar eski haline dönmüştür (Sâd 38/34). Bu konuda İslâm’ın peygamberlik anlayışıyla bağdaşmayan çelişkili pek çok rivayet nakledilmiştir. Bir rivayete göre tahta bırakılan ceset Süleyman’ın çocuğunun cesedidir. Süleyman’ın bir oğlu dünyaya gelmiş ve şeytanlar onu öldürmeyi planlayınca Hz. Süleyman tevekkül etmek yerine bir bulut vasıtasıyla çocuğu uzaklaştırmış, bunun üzerine ceza olarak çocuğun cesedi taht üzerine bırakılmıştır. Diğer bir rivayete göre Süleyman, Allah yolunda savaşacak yiğit evlâtlarının dünyaya gelmesi için eşleriyle birlikte olacağını söylemiş fakat “inşallah” demeyi unuttuğu için sakat bir oğlu olmuş, böylece beklentisi gerçekleşmemiştir (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 40; Müslim, “Eymân”, 23). Buna göre onun Allah’tan af dilemesinin sebebi inşallah demeyi unutmasıdır; tahtına ceset bırakılması ise temsilî bir anlatım olup doğan sakat çocuğa işaret etmektedir. Bir diğer yoruma göre Süleyman hastalıkla imtihan edilmiş, hastalık yüzünden çok zayıflayıp tahtında âdeta ceset gibi görünmüş veya büyük bir felâket beklentisi içine girip bu kaygı ve korku yüzünden zayıflayıp âdeta cesede dönmüştür (Tecrid Tercemesi, IX, 162). Fahreddin er-Râzî konuyla ilgili bu rivayetleri asılsız saymaktadır (Mefâtîḥu’l-ġayb, XXVI, 208-209).
Kur’an’da yer alan bilgiye göre şeytanlar Süleyman’ın hükümranlığı hakkında yanlış sözler ortaya atmışlar, yahudiler de bu gerçek dışı şeyleri kabul etmişlerdir. Halbuki Süleyman kâfir de olmamış, büyü de yapmamıştır (el-Bakara 2/102). Asâsına dayalı vaziyette iken vefat etmiş ve emrinde çalışan cinler, ancak ağaç kurdu asâyı yiyip de Süleyman yere düşünce öldüğünü anlamışlardır (Sebe’ 34/14). Hz. Süleyman’ın kırk yıl saltanat sürdüğü ve elli üç yaşında (bazı kaynaklarda elli iki yaşında) vefat ettiği nakledilmektedir (Mes‘ûdî, I, 58; Sa‘lebî, s. 328).
BİBLİYOGRAFYA
Mustafavî, et-Taḥḳīḳ, V, 224-231.
Taberî, Câmiʿu’l-beyân, I, 444-451; X, 50-56; XI, 140-170; XII, 68-76.
a.mlf., Târîḫ (Ebü’l-Fazl), I, 485-503.
Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb (Abdülhamîd), I, 57-58.
Sa‘lebî, ʿArâʾisü’l-mecâlis, Beyrut 1405/1985, s. 289-328.
Mevhûb b. Ahmed el-Cevâlîkī, el-Muʿarreb (nşr. Ahmed M. Şâkir), Tahran 1966, s. 191.
Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XXVI, 208-209.
Fîrûzâbâdî, Beṣâʾiru ẕevi’t-temyîz (nşr. Abdülalîm et-Tahâvî), Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-ilmiyye), VI, 86-88.
Tecrid Tercemesi, IX, 158-162.
H. Lesêtre, “Salomon”, DB, V/2, s. 1382-1396.
J. Briend v.dğr., “Salomon”, DBS, XI, 431-485.
A. Jeffery, The Foreign Vocabulary of the Qur’ān, Baroda 1938, s. 178.
NDB, s. 671-672.
Muhammed et-Tîb en-Neccâr, Târîḫu’l-enbiyâʾ, Riyad 1983, s. 239-250.
Ahmed Îsâ Ahmed, Dâvûd ve Süleymân fi’l-ʿahdi’l-ḳadîm ve’l-Ḳurʾâni’l-Kerîm, Kahire 1990, s. 97-148, 271-334, 363-402, 443-488.
Abdullah Aydemir, İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Ankara 1992, s. 187-224.
L. Ginzberg, Les légendes des Juifs (trc. G. Sed-Rajna), Paris 2006, V, 91, 93-94, 111-115, 229-231.
B. McGrath, “Solomon King”, New Catholic Encyclopedia, Washington 1967, XIII, 421-422.
S. Abramsky v.dğr., “Solomon”, EJd., XV, 96-111.
M. Du Buit, “Salomon”, Catholicisme, XIII, 744-750.
Dictionnaire encyclopedique du Judaïsme (ed. G. Wigoder v.dğr.), Paris 1993, s. 1005-1008.
J. Walker – [P. Fenton], “Sulaymān b. Dāwūd”, EI2 (Fr.), IX, 857-858.
P. P. Soucek, “Solomon”, Encyclopaedia of the Qurʾān (ed. J. D. McAuliffe), Leiden 2006, V, 76-77.
https://islamansiklopedisi.org.tr/suleyman#2-edebiyat
EDEBİYAT. Hz. Süleyman kıssa ve menkıbeleriyle başta Fars ve Türk edebiyatı olmak üzere Doğu edebiyatlarında sıkça ele alınmış, telmih, teşbih, tenâsüp gibi sanatlar dolayısıyla şiirlerde yer almış ve müstakil mesnevi konusu olarak işlenmiştir. Ayrıca Batı edebiyatı ve sanatında bilgeliği dolayısıyla pek çok esere malzeme teşkil etmiştir. İslâm edebiyatlarında Hz. Süleyman divan ve halk şiiri, halk hikâyeleri, efsane ve atasözleri gibi edebiyat ürünlerinde geniş biçimde işlenmiş, Kur’ân-ı Kerîm ve hadisler başta olmak üzere kıssalar, İsrâiliyat’tan geçen anlatımlar ve yüzyıllarca halk muhayyilesinde yoğrulmuş rivayetler zamanla edebiyatın vazgeçilmez unsurları arasına girmiştir. Ayrıca Belkıs, Âsaf, Dâvûd gibi kişiler; hüdhüd, çekirge ve karınca gibi hayvanlar; cin, dev, ifrit gibi yaratıklar; saltanat, zenginlik, haşmet gibi sıfatlar; kuş dilini bilme, rüzgâra ve cinlere hükmetme gibi meziyetler; mühür, hatem ve asâ gibi eşyalarla çok geniş bir kadroya sahip olmuştur. Hz. Süleyman dünyevî gücün ve saltanatın sembolü kabul edildiğinden kasidelerde padişahlar “Süleymân-ı zaman, Süleymân-ı devran diye anılmış, aynı adı taşıyan Kanûnî de ona benzetilmiştir (Şeh-i zamâne Süleymân-ı ins ü cin ki anın / Cihân emrine tâbi‘-durur vühûş u tuyûr [Hayâlî Bey]).
Hz. Süleyman, göz yumup açma süresinde Belkıs’ın tahtını Sebe ülkesinden Kudüs’e getiren ve ism-i a‘zamı bildiği rivayet edilen veziri Âsaf b. Berahyâ ile birlikte anılmış, dönemin sultanıyla vezirleri de onlara benzetilmiş, sahip olduğu kudret ve saltanat ise (mülk-i Süleyman) mutlak bir ihtişamın sembolü sayılmıştır. Sarayı güçsüzlerin sığınağı, davaların adaletle halledildiği yerdir, kendisi aynı zamanda adaletin sembolüdür (Pâymâl eyleme ben mûr-ı zaîfe nazar et / Âdil ol pâdişehim Şeh Süleyman-şekil [Hayretî]). Bunun yanında kuşların dilini bilmesi (Yûnus bu kuş dilidir bunu Süleyman bilir [Yûnus Emre]), rüzgâra hükmetmesi (Bahtını bercâ ederse tahtını berbâd eder / Sana da olmaz hevâdâr ey Süleyman rûzgâr [Nevres-i Kadîm]), Sebe melikesi Belkıs ile olan macerası (Hüdhüd-i nutkumu bâğ-ı sühanımda görse / Ola zindan dil-i Belkīs’a çemenzâr-ı Sebâ [Nazîm]), hüdhüdün arada elçilik yapması (Ey nâme sen ol mâhlikādan mı gelirsin / Ey hüdhüd-i ümmîd Sebâ’dan mı gelirsin [Nâbî]), mührünü bir deve kaptırması (Mest olup uyurken öpmüş la‘l-i dildârı rakîb / Ehrimenler aldılar mührü Süleyman bî-haber [Bâkî]), karınca ile konuşması (Hây u hûdan fâriğ ol âlemde sultanlık budur / Pendini gûş eylegil mûrun Süleymanlık budur [Muhibbî]) gibi telmihler görülür. Ayrıca şairler sevgilinin dudaklarını yakut bir yüzüğe (mühr-i Süleyman), çevresindeki ayva tüylerini de karıncaya benzetirler. Hz. Süleyman da bunca saltanata ve mülke sahip olmasına, bütün mahlûkata hükmetmesine rağmen bu dünyadan göçüp gitmiştir. Türk şiirinde dünya ile Süleyman arasındaki bu ilişki sıkça dile getirilmiştir (Dil-beste olma âleme sultân isen dahi / Bir mülkdür cihan ki Süleymân’a kalmadı [Ziyâ Paşa]); (Hümâ kuşu yere düştü ölmedi / Dünyâ Sultan Süleymân’a kalmadı [Pîr Sultan Abdal]). Hz. Süleyman, “Mühür kimde ise Süleyman odur”; “Süleyman’dır karınca yuvasında”; “Dünya Sultan Süleyman’a kalmamış” gibi atasözlerinde de yer almıştır.
Klasik Türk edebiyatında Hz. Süleyman’ı konu alan Süleymannâme ve Süleymâniyye adıyla birçok eser yazılmış, bazı eserlerde de Süleyman adına bölümler oluşturulmuştur. Bunlardan önemli sayılanlar şunlardır: 1. Süleymannâme-i Kebîr. Uzun Firdevsî (ö. 918/1512’den sonra) tarafından manzum-mensur olarak kaleme alınıp II. Bayezid’e sunulmuştur. Müellifin belirttiğine göre 366 cilt ve 1830 meclis halinde tasarlanan eserin Türkiye’de ve Türkiye dışındaki kütüphanelerde mevcut seksen bir cildi M. Ata Çatıkkaş, Asuman Akay ve Gülnaz Genç’in doktora tezlerinde gösterilmiştir (bk. bibl.). Ayrıca çeşitli kütüphanelerde muhtasar nüshaları vardır. Felsefe ve tabiat bilimleri başta olmak üzere eski Doğu ilimleriyle kültür ve mitolojisinin bir ansiklopedisi sayılabilecek eserin Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’ndeki nüshaları (Hazine, nr. 1231 [74-76. ciltler]) oldukça güzeldir. 2. Süleymânnâme. Sirozlu Sâdî (XV. yüzyıl) tarafından kaleme alınan bu mesnevi Türkçe’de Hz. Süleyman’ın kıssalarını konu edinen ilk manzum eserdir. Nüshası bilinmeyen mesneviden Uzun Firdevsî Süleymannâme-i Kebîr’in mukaddimesinde bahseder. Rivayete göre II. Murad Ahmedî, Şeyhî, Şeyhoğlu ve Ahmed-i Dâî gibi şairlerden Süleymannâme yazmalarını istemiş, bunlardan yalnız Sirozlu Sâdî 3500 beyitlik bir eser kaleme almıştır. 3. Süleymâniyye. Şemseddin Sivâsî tarafından 964 (1557) yılında mesnevi tarzında yazılan eser 1684 beyittir. Zikrin faziletiyle başlayan eser esmâ-i hüsnâdan bazı isimlerin özellikleri, münâcât, na‘t, tertîb-i enbiyâ, dört halifenin methi, sebeb-i te’lîf bölümlerinden sonra Hz. Süleyman’ın kıssalarını, Sebe Melikesi Belkıs’la aralarında geçen hikâyeyi anlatır. Dua ve hâtime ile sona eren Süleymâniyye’nin dördü Türkiye’de, biri Almanya’da olmak üzere beş nüshası mevcut olup Hüseyin Akkaya tarafından tenkitli neşri yapılmıştır (bk. bibl.). 4. Menâkıb-ı Süleyman b. Dâvûd. Otuz altı yapraklık mensur anonim bir eserdir. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde (Mehmed Reşad, nr. 358) XVII veya XVIII. yüzyılda istinsah edilmiş bir nüshası bulunmaktadır. Eserde Süleyman peygamberle ilgili çoğu adaletine dair kıssalardan sonra onun cinlere, vahşi hayvanlara ve insanlara hükmetmesi, kuş dilini bilmesi, güle âşık olan bülbüle izin vermesi ve diğer kuşların bülbüle iftira etmesi, Hz. Süleyman ile karınca arasında geçen konuşma, Belkıs’ın hikâyesi, Mescid-i Aksâ’nın cinler ve ifritler tarafından inşa edilmesi gibi konular folklorik motiflerle beslenerek anlatılmıştır. 5. Kıssa-i Süleyman Peygamber Aleyhi’s-selâm. Bu mensur eserin de müellifi belli değildir. 1249 (1833) yılında istinsah edilen eserde Süleyman peygamberin tahtı, yüzüğü, bu yüzük sayesinde bütün mahlûkatı emri altına alması, bir cinin yüzüğü çalarak kısa bir süre tahta geçmesi, kuş dilini bilmesi, karınca ile konuşması, Belkıs ile olan macerası ve asâsına dayanmış vaziyette ölmesiyle ilgili menkıbeler genellikle İsrâiliyat’a dayanılarak hikâye edilmiştir. Özellikle Sebe Melikesi Belkıs’ın Hz. Süleyman’ı çeşitli sorularla imtihan etmesi ve soruların mahiyeti İsrâiliyat için tipik bir örnektir. Tek yazma nüshası bilinen eser (Arkeoloji Müzesi Ktp., nr. 1505/2, vr. 11b-38b) sade bir dille yazılmış olup yer yer masal unsurlarıyla bezenmiştir. Süleyman peygamberin kıssaları yakın dönemde de ele alınmıştır. M. Fahrettin Pakkan’ın Hazreti Süleyman ile Zaloğlu Rüstem’i küçük bir tarihî macera kitabıdır (İstanbul 1960). Selâmi M. Yurdatap’ın kaleme aldığı Hz. Süleyman Mühr-i Süleyman’ın İzinde ile (İstanbul 1971) yine onun modern hikâye tekniğiyle yazdığı Hazreti Süleyman ile Seba Melikesi Belkıs’ı (İstanbul 1973) bunlardandır.
Bazı bölümleri Hz. Süleyman’dan bahseden eserler arasında Kaygusuz Abdal’ın Kitâb-ı Miglâte’si (Abdurrahman Güzel: Kaygusuz Abdal’ın Mensur Eserleri, Ankara 1983, s. 105, 118-119, 124), müellifi belli olmayan, 1035’te (1626) istinsah edilmiş on dokuz yapraklık Kazâ vü Kader, Kıssa-i Sîmurg adlı kitap (Millet Ktp., Ali Emîrî Efendi [hikâye-roman], nr. 148), Manisalı Birrî’nin (ö. 1128/1716) kaleme aldığı Bülbüliyye (İzmir 2004) sayılabilir. Halk edebiyatında Posoflu Müdâmî tarafından anlatılan türkülü hikâye ile Erzurumlu Hoca Fenâî’nin oğlu Mahzûnî ile Halep paşasının kızı Mînâ’nın aşk maceralarını ihtiva eden Erzurumlu Hoca Fenâî’nin Oğlu Mahzûnî hikâyesi de bunlara katılabilir. Ayrıca mesnevilerde Hz. Süleyman’la alâkalı kıssaların anlatıldığı, divanlarda onunla ve etrafındaki kişi ve olaylarla ilgili pek çok beytin bulunduğu görülür. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mes̱nevî’siyle Süleyman Nahîfî tarafından yapılan manzum tercümesi başta olmak üzere (Mevlânâ: Mesnevî-i Şerîf, Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzum Nahifi Tercümesi, haz. Âmil Çelebioğlu, I/1, s. 39-40, 49-50; II/3, s. 177-178; II/4, s. 23-37, 44-46, 50-51, 54, 74) Kemaloğlu İsmâil’in (XIV. yüzyıl) Ferahnâme’si, XIV. yüzyılda kaleme alınmış dinî-destanî türde yaklaşık 1000 beyitlik, müellifi bilinmeyen Hikâyet-i Temîm-i Dârî adlı eser, Mehmed Hatiboğlu’nun (ö. 838/1435’ten sonra) Ferahnâme’si, Âşık Ahmed’in (XV. yüzyıl) Câmiu’l-ahbâr’ı (TSMK, Mehmed Reşad, nr. 437, vr. 324b-325a), Ömer Fuâdî’nin (ö. 1046/1636) Bülbüliyye’si (nşr. İlyas Yazar, İstanbul 2001), Neşâtî’nin (ö. 1085/1674) 187 beyitlik Hilye-i Enbiyâ’sı (İstanbul 1312, s. 27-29), Seyyid İsmâil Sâdık Kemâl b. Muhammed Vecîhî Paşa’nın (ö. 1892) manzum Âsâr-ı Kemâl’i (İstanbul 1284, s. 51-53) bunlar arasında sayılabilir.
BİBLİYOGRAFYA
Lâmiî Çelebi, Şerefü’l-insân, Süleymaniye Ktp., Pertevniyal, nr. 424, vr. 7a, 39b, 44b, 74b, 103b, 122b, 136a, 145a, 209a, 212a.
Alaeddin Ali Çelebi, Hümâyunnâme, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 374, vr. 290a-292a.
Ebülhayr-i Rûmî, Saltuk-nâme (nşr. Şükrü Halûk Akalın), Ankara 1988, II, 94-95.
İsmâil Rusûhî Ankaravî, Şerh-i-Mesnevî, İstanbul 1289, I, 232; IV, 238.
Evliya Çelebi, Seyahatnâme, II-III, 7-8, 210-211; VIII, 142, 249; IX, 480.
İsmâil Hakkı Bursevî, Ferahu’r-rûh, Bulak 1258, I, 107.
Ahmed Reşîd Efendi, Şerh-i Nuhbe-i Vehbî, İstanbul 1259, s. 440.
Firâkī Abdurrahman Çelebi, Kırk Sual, İstanbul, ts., s. 41.
Mehmed Çavuşoğlu, Necâti Bey Dîvânı’nın Tahlili, İstanbul 1971, s. 44.
M. Atâ Çatıkkaş, Firdevsî-i Rûmî’nin Süleymânnâme-i Kebîr’i (72. Cilt): Gramer-Sentaks-Lügat-Metin (doktora tezi, 1979), İÜ Ed.Fak., s. XX.
N[aki] B[ora], Seyfülmülûk Hikâyesi, İstanbul 1981, s. 10-11.
a.mlf., Büyük-Resimli Şahmeran Hikâyesi, İstanbul 1982, s. 16-19.
Ali Nihad Tarlan, Fuzûlî Divanı Şerhi, Ankara 1985, II, 33.
İdris Şah, Doğu Büyüsü (trc. Osman Yener), İstanbul 1987, s. 44.
Asuman Akay, Firdevsî: Süleymannâme (44. Cilt): Metin ve Fiiller Üzerine Bir İnceleme (doktora tezi, 1990), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Gülnaz Genç, Firdevsî-i Rûmî: Süleymânnâme (25-26. Ciltler): Giriş-Metin-Sözlük (doktora tezi, 1995), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 14-15.
Hüseyin Akkaya, Osmanlı Türk Edebiyatında Süleyman Peygamber ve Şemseddin Sivâsî’nin Süleymâniyyesi, Harvard 1997, I-II.
Mehmet Zeki Kuşoğlu, “Türk Sanatında Mühr-i Süleyman”, İlgi, sy. 61, İstanbul 1990, s. 32-35.
A. J. Wensinck, “Hüdhüd”, İA, V/1, s. 626.
J. Walker, “Süleyman bin Dâvûd”, a.e., XI, 174.
“Magen David”, EJd., XI, 687-697.