- 1/3Müellif: İSMAİL DURMUŞBölüme GitSözlükte “benzer” anlamındaki şebeh kökünden türeyen teşbîh “benzetmek” demektir. Teşbih ve tasvirsiz şiir olamayacağından özellikle tasvir (vasf) kon...
- 2/3Müellif: VEYİS DEĞİRMENÇAYBölüme GitFARS EDEBİYATI. Fars edebiyatında başlangıçtan günümüze kadar teşbihin kullanımı değişiklikler göstermiştir. İlk dönemlerde Horasan üslûbuna (sebk-i H...
- 3/3Müellif: MELİHA YILDIRAN SARIKAYABölüme GitTÜRK EDEBİYATI. Teşbih gerek İslâm belâgatında gerekse Batı retoriğinde mecazla birlikte ele alınmıştır. Ancak teşbihte mecazdan farklı olarak kelimel...
https://islamansiklopedisi.org.tr/tesbih--edebiyat#1
Sözlükte “benzer” anlamındaki şebeh kökünden türeyen teşbîh “benzetmek” demektir. Teşbih ve tasvirsiz şiir olamayacağından özellikle tasvir (vasf) konusundaki şiirlerde zengin benzetmelere yer verilmiştir. Teşbih belâgat terimleri içinde en erken farkına varılan terimlerden biridir. Beşşâr b. Bürd (ö. 167/783-84) şiirlerinde latif teşbihler yaptığını, bunları iyi bir düşünce ve güçlü bir selîka ile kurguladığını söylemiştir (İbn Reşîḳ el-Kayrevânî, II, 239). Sîbeveyhi, “Babası aslan olan bir adama uğradım” sözünün bir teşbih teşkil ettiğini belirtmiş (el-Kitâb, II, 28), Ma‘mer b. Müsennâ, “Kadınlarınız sizin için bir tarladır” meâlindeki âyetin (el-Bakara 2/223) teşbih ve kinaye içerdiğini açıklamış (Mecâzü’l-Ḳurʾân, I, 73) ve teşbihi mecaz kapsamında görmüştür. İbn Müsennâ, Kur’an’da zakkum ağacı tomurcuklarının çirkinlik ve ürkütücülükte şeytanların başına benzetilmesindeki (es-Sâffât 37/65) soyutun soyuta teşbihinin sebebini eski şiirden örnekle ilk açıklayan âlimdir. Câhiz, bu soyut yorumu bazı müfessirlerin “Yemen’de bir bitki adı” şeklindeki somutla te’vilinden daha isabetli bulmuştur (Kitâbü’l-Ḥayevân, IV, 39-40). İbn Sellâm el-Cumahî, İmruülkays’ın kadınları ceylanlara ve yumurtalara, atları kartallara, asâya ve yaban hayvanlarının kemendine benzeterek güzel teşbihler yaptığını, erken İslâm dönemi şairlerinin teşbihte en üstününün Zürrumme olduğunu ifade etmiştir (Fuḥûlü’ş-şuʿarâʾ, I, 55). Teşbih konusunu ayrıntılarıyla ele alan ilk yazar Müberred olup el-Kâmil’inde “Eski ve yeni şairlere ait isabetli teşbih örnekleri” başlığı altında çok sayıda eleştiri ve değerlendirme tabirleriyle birlikte şiir örneklerini incelemiştir (I, 40-117). Daha sonra Sa‘leb Ḳavâʿidü’ş-şiʿr’inde, İbnü’l-Mu‘tez el-Bedîʿinde, Kudâme b. Ca‘fer Naḳdü’ş-şiʿr’inde, İbn Vehb el-Kâtib Naḳdü’n-nes̱r’inde teşbih konusuna yer vermiştir. Rummânî’nin en-Nüket fî iʿcâzi’l-Ḳurʾân’ında teşbihe getirdiği özgün yorum ve yaptığı taksim (s. 74-79) Ebû Hilâl el-Askerî (Kitâbü’ṣ-Ṣınâʿateyn, s. 261-282) ve İbn Ebü’l-İsba‘ gibi birçok yazarı, Askerî’nin teşbih bahsi de İbn Reşîḳ (el-ʿUmde, I, 256-271) ve İbn Sinân el-Hafâcî (Sırrü’l-feṣâḥa, s. 246-256) gibi edipleri etkilemiştir. Abdülkāhir el-Cürcânî’nin tahlilleri teşbihin gelişiminde doruk noktayı temsil etmiş; onun teşbih, temsil ve istiareye ayırdığı Esrârü’l-belâġa’sındaki özgün yorum, ince analiz ve taksimlerini Fahreddin er-Râzî Nihâyetü’l-îcâz’ında ve Sekkâkî Miftâḥu’l-ʿulûm’unda bazı ilâvelerle yeniden düzenlemiştir. Sekkâkî’nin eseriyle bu eserin belâgata dair üçüncü kısmının bazı değişikliklerle birlikte özeti niteliğindeki Hatîb el-Kazvînî’nin Telḫîṣü’l-Miftâḥ’ı sayesinde teşbih beyân ilminin ana konuları arasında yer almıştır. Belâgat ilimleri Sekkâkî’den itibaren meânî, beyân ve bedî‘ şeklinde üçe ayrılmış, teşbih, mecaz ve kinaye ile birlikte beyân ilminin üç ana konusunu teşkil etmiştir.
Teşbihi meydana getiren unsurlar benzeyen (müşebbeh), benzetilen (müşebbehün bih), benzeme ciheti (ortak vasıf) ve benzetme edatıdır. Benzeyenle benzetilene “teşbihin tarafları” denilir ve bu iki unsur her teşbihte mutlaka zikredilir. Bunlardan yalnız biri anılırsa teşbih istiareye dönüşür. İstiarenin esasını teşbih oluşturmakla birlikte lafız asıl anlamından başka anlama nakledildiği için bir mecaz türü sayılmıştır. Ayrıca her iki tarafta bulunması gereken benzeme cihetinin ilke bakımından benzetilen unsurda daha güçlü ve daha meşhur olması gerekir. Ancak bu sayede benzeme vasfında daha zayıf durumdaki benzeyen unsura güç nakli sağlanır ve onun vurgulanmak istenen niteliği daha güçlü bir açıklamaya kavuşur.
Benzetmeyi anlatan edatlar harfler, isimler ve fiillerdir. Asıl teşbih edatı bir cer harfi olan “kâf”tır (gibi), ardından “ke-enne” (sanki) gelir. Ke-ennenin muhaffefi “keen”, ke-enneyi izleyen ve cümlede i‘rab ameli yapmasını engelleyen “mâ-i kâffe”den teşekkül eden “ke-enne-mâ” da teşbih harfidir. Kâf-ı teşbih “men”, “ellezî” ve türevleri olarak diğer mevsul isimlerle de birleşikler meydana getirir. Bunların örneklerine Kur’ân-ı Kerîm’de sıkça rastlanır. Özellikle Kur’an ve hadislerdeki mesellerde bir klişe teşbih edatı şeklinde geçen “ke-meseli” birleşiğinde asıl benzetme edatı kâf olup mesel “hal, sıfat, kıssa” gibi mânalar ifade eder ve uzun cümlelerden meydana gelen teşbihlerin oluşturulmasına imkân sağlar. “Kâf”ın “zâ” (bu), “zâlike” (o) işaret isimleriyle meydana getirdiği “ke-zâ” (bunun gibi) ve “ke-zâlike” (onun gibi) edatlarıyla kurulan teşbihlerde benzetilen taraf muayyendir ve işaret isminin gösterdiği nesne mâna, sıfat veya haldir. Ke-zâlike ile kurulan özellikle Kur’an teşbihlerinde benzetilen taraf çok uzun cümlelerle açıklandıktan sonra bütün bunlar zâlike işaret ismiyle özetlenerek ayrıntılı teşbihler kurgulanır. Kur’an’da ”لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ“ âyetinde kâf ve mislden birinin ziyade olduğu ileri sürülmüşse de Zemahşerî gibi Kur’an’ın edebî yönüne ağırlık veren müfessirler, “Allah’a benzeyen hiçbir şey yoktur” yerine, “Bırakın benzerinin olmasını benzerinin benzeri olan hiçbir şey yoktur” biçiminde ilâhî vahdeti mantıkî bir kıyasla daha vurgulu biçimde anlattığını ve âyette ziyadenin bulunmadığını belirtmiştir. Kâf, ke-zâ, ke-zâlike edatlarını benzetilen izler; ke-enne ve ke-en ise benzeyene dahil olur. Ancak bazı teşbihlerde, özellikle bunların uzun olanlarında ve bir kısım Kur’an mesellerinde “kâf”ın benzetilene değil teşbihte önemli rol oynayan benzetilen tarafla ilgili bir başka unsura dahil edildiği görülür. Nitekim Kur’an’da dünya hayatının bitkilerin hayatına teşbih edildiği mesellerde benzetilen taraf bitkiler olduğu halde edat buna dahil olmamış, bitkilerin hayatında önemli rol oynayan, dolayısıyla teşbihte önemli işlevi bulunan suya dahil edilmiştir (Yûnus 10/24; el-Kehf 18/45). Nisbet “yâ”sı da teşbih ifade edebilir; ”كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ“ (tıpkı inci gibi bir yıldız) âyetinde (en-Nûr 24/35) görüldüğü gibi. Bu daha abartılı bir teşbih anlatımı sağlamaktadır. Tür açısından isim olmakla birlikte edat konumunda benzetme anlatan “misl, mesel, mesîl, şibh, şebeh, şebîh, nidd, darîb, nazîr, şekl, muzâhî, müsâvî, muhâkî, ah, ıdl, adîl, küf’, müşâkil, müvâzin, müvâzî, muzâri‘, sınv, nahv” gibi kelimeler ve bunlarla ilgili fiiller de edat olarak kullanılır.
Müşebbehle müşebbehün bihin her teşbih kurgusunda açık veya mukadder şekilde bulunması şarttır. ”صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَعْقِلُونَ“ (Sağır, dilsiz ve kördürler, anlayıp düşünmezler) meâlindeki âyette olduğu gibi (el-Bakara 2/171) müşebbeh tarafı lafzen zikredilmeyen, sadece müşebbehün bih tarafı geçen örnekleri birçok kadim âlim ve müfessir teşbih değil istiare kabul etmiştir. Zemahşerî ve Fahreddin er-Râzî gibi âlimler ise müşebbeh tarafın i‘rab itibariyle mukadder olup ifadenin ”هم صمّ“ takdirinde sayıldığından mukadder olanın da mezkûr hükmünde bulunduğunu belirterek bu tür âyetleri beliğ teşbih türüne dahil etmişlerdir. Teşbihin taraflarından her ikisi ya duyularla algılanan somut türden olur; yanak-gül (görme), zayıf ses-fısıltı (işitme), ağız kokusu-amber (koklama), lezzetli-lezzetsiz (tatma), yumuşak cilt-ipek (dokunma) gibi veya akılla bilinen soyut cinsten olur; ilim-hayat, cehalet-ölüm gibi. Yahut müşebbeh aklî, müşebbehün bih hissî olabilir; ölüm-parçalayıcı canavar gibi ya da müşebbeh hissî, müşebbehün bih aklî olur; güzel koku-güzel ahlâk gibi. Aklî bilgiler duyuların verilerine dayandığından somutlar soyutların aslı, soyutlar da onların fer‘idir. Soyutun soyuta benzetilmesi ancak abartı sağlamak için somut biçimde değerlendirilmesine bağlıdır. Çünkü somut varlıklarda benzeme cihetleri daha açık ve meşhur olduğundan soyut varlıkların zayıf ve kapalı vasıfları yalnız somutlara benzetilerek açıklanabilir. Bu sebeple Fahreddin er-Râzî Nihâyetü’l-îcâz’ında ve İzzeddin ez-Zencânî Miʿyârü’n-nüẓẓâr’ında abartı sağlamak amacıyla tarafların birbirinin yerine değiştirildiği maklûb teşbih dışında somutun soyuta teşbihini câiz görmemiştir (Bahâeddin es-Sübkî, III, 312). Fakat soyut nesne insanların aklında, toplumun inanç, kültür ve anlayışında yerleşerek somut varlıklar derecesine yükselirse soyut veya somut nesneler kendisine benzetilebilir. Bu hususu, “Cehennemdeki zakkum ağacının tomurcukları şeytanların başları gibidir” âyetindeki (es-Sâffât 37/65) teşbih münasebetiyle ilk defa dile getiren âlim Mecâzü’l-Ḳurʾân müellifi Ma‘mer b. Müsennâ’dır.
Teşbihte iki tarafta da bulunması gereken ve aralarında benzetme ilgisinin kurulmasını sağlayan ortak vasfın (vech-i şebeh) ne olduğunun belirlenmesi önemli bir mesele teşkil eder. Çünkü bu vasıf özellikle uzun ve kompleks teşbihlerde açıkça görülmez. Söz konusu ortak vasıf taraflarda ya hakikaten mevcuttur, yiğidin aslana benzetilmesinde olduğu gibi, yahut ikisinde ya da birinde hayal ve vehim gücüyle meydana getirilmiştir. Kādî et-Tenûhî’nin, “Gecenin karanlığı içindeki yıldızlar / Sanki aralarında bid‘atların zuhur ettiği sünnetlerdir” anlamındaki beytinde geçen teşbihte ortak vasıf karanlık bir şeyin içinde parlak ve beyaz şeylerin mevcudiyetinden oluşan bir tablodur. Bu tablo gecede ve yıldızlarda gerçekten bulunmasına rağmen bid‘atlar ve sünnetlerde bid‘atın karanlık, sünnetin aydınlık şeklinde zihinde canlandırılmasından doğmuş teorik bir niteliktir. “Kelâmda nahiv yemekte tuz gibidir” benzetmesinde ortak vasıf olan azının ıslah edici, çoğunun ifsad edici olması durumu tuzda gerçekten bulunmasına karşılık nahivde ne gerçekten ne de hayalen yer almadığından bu bozuk bir benzetme sayılır. Çünkü nahiv, kelâmda tam olarak bulunması halinde sözün bozulmasını değil daha iyi anlaşılmasını sağlar.
Teşbihin Amaçları. Teşbih, genellikle benzeyen unsurun çeşitli yönlerini örneklerle açıklayıp muhatabı etkilemek için yapılır. Belâgat kitaplarında benzeyenin açıklık getirilmek istenen yönleri geniş biçimde anlatılmıştır. Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür: 1. Müşebbehe kabul edilemez bir hüküm nisbet edildiğinde bunun mümkün olduğu bir örneğine benzetilerek kanıtlanır; buna müşebbehin imkânını beyan denilir. Mütenebbî’nin Seyfüddevle el-Hamdânî’yi övdüğü şu dizesindeki zımnî teşbihte görüldüğü gibi: “Sen insanlardan olduğun halde onlardan üstünsen / Bu şaşılacak bir durum değildir, nitekim misk de bir tür ceylan kanıdır.” 2. Müşebbehin durumu muhatapça bilinmiyor ya da bilinmediği farzediliyorsa onu anlatmak için örnek verilir. Buna müşebbehin halini beyan denir; rengi bilinmeyen bir giysinin rengini diğer bir giysinin rengine benzetmek gibi. 3. Muhatap müşebbehin durumunu biliyor, ancak bu durumun boyutunu ve miktarını bilmiyor yahut öyle farzediliyorsa teşbihe başvurulur; bir giysinin hangi tonda siyah olduğunu açıklamak için “kuzgunî siyah” denilmesi gibi. Buna müşebbehin halinin miktarını beyan denilir. 4. Müşebbehin keyfiyeti ve ona nisbet edilen hüküm muhatabın tereddüdüne yol açıyorsa örneğine benzetme yapılır. Buna müşebbehin halini takrir adı verilir. Bu tür teşbihe müşebbehin soyut olması veya olağanın dışında bulunması halinde başvurulur; çalışmasının semeresini göremeyen kişinin su üzerine yazı yazan kimseye benzetilmesi gibi. Bu dört amaca yönelik teşbihlerde müşebbehe açıklık getirebilmek için müşebbehün bihin benzeme niteliği bakımından daha güçlü ve daha meşhur bir öğe olması şarttır. 5. Müşebbehi sevdirmek için süslü (tezyin) veya nefret ettirmek için çirkin (takbih) ya da ilginç göstermek (istitrâf) amacıyla da benzetmeler yapılır. Bunlarda benzetilen unsurun daha kuvvetli olma şartı aranmaz. Siyah gözü ceylan gözüne benzetmek tezyine, çiçek bozuğu yüzü horozların gagaladığı kuru tezeğe benzetmek takbihe, tutuşup içten içe ve dalga dalga yanan kömürü altın dalgalı misk denizine benzetmek istitrâfa örnek verilebilir.
Teşbihin Çeşitleri. Teşbihte taraflar, vech-i şebeh, edat ve amaç dikkate alınarak bölümlemeler yapılmış ve birçok teşbih türü ortaya çıkarılmıştır. Tarafların yalın veya birleşik olmasına göre müfredle mürekkebin kendilerine veya birbirlerine teşbihi söz konusudur. Müfredin müfrede teşbihinde ikisi de yalın, ikisi de kayıtlı veya biri kayıtlı olabilir. Kur’an’da dalgaların dağlara benzetilmesi (eş-Şuarâ 26/63) iki tarafı da yalın bir teşbihtir. Çalışmasının semeresini alamayanı su üzerine yazı yazana teşbihte ise iki taraf da kayıtlıdır, birinci taraf “su üzerine” kaydıyla, ikinci taraf “semere alamama” ile kayıtlıdır. Teşbihin vech-i şebehe göre mücmel-mufassal, temsilî-gayri temsilî, karîb/mübtezel-baîd/garîb, vicdanî, hayalî, vehmî teşbihler; amaca göre makbul-merdud teşbihler; edat bakımından müekked-mürsel teşbihler; taraflara göre somut-soyut, maklûb (ma‘kûs), zımnî, beliğ teşbihler; tarafların sıralanışına göre melfûf-mefrûk, cem‘-tesviye, izmâr, meşrût ve tafdîl teşbihleri gibi çeşitleri vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan benzetme türlerinden biri mefrûk teşbih olup burada önce bir teşbihin müşebbeh ve müşebbehün bihi peş peşe gelecek biçimde zikredilir, ardından aynı şekilde diğeri veya diğerleri getirilir. Nebe’ sûresinde arzın beşiğe, dağların çadır kazıklarına, gecenin elbiseye ve güneşin kandile teşbihi (78/6-7, 10, 13) bu türün örneklerinden biridir. İbarede edatı geçmeyen teşbih müekked diye anılır; çünkü edatsız teşbih, müşebbehle müşebbehün bih ortak vasıf bakımından aynı şeymiş gibi pekiştirme ve vurgu belirtir, ”وَهِيَ تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِ“ (Dağlar bulutların hareketi [gibi] hareket eder; en-Neml 27/88) ve Hz. Peygamber’e hitaben, “Biz seni nur saçan bir kandil olarak gönderdik” (el-Ahzâb 33/46) âyetlerinde olduğu gibi. Müşebbehün bihin müşebbehe muzaf olduğu benzetmeler de müekked teşbihtir; “zehebü’l-asîl” (akşamın altını) ve “lüceynü’l-mâ’” (suyun gümüşü) gibi.
Hz. Peygamber’in hadislerinde özellikle soyut kavramların açıklanması bağlamında teşbihlere yer verilmiş, bazan taraflar arasındaki benzerlik cihetleri ayrıntılı biçimde anlatılmıştır: “Ateşin odunu yakıp tükettiği gibi haset de iyilikleri yiyip bitirir” (İbn Mâce, “Zühd”, 22; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 44); “Mümin müminin aynasıdır” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 49); “Ümmetimden cennete girecek yetmiş bin kişilik zümrenin yüzleri ayın on dördüncü gecesinde parladığı gibi parlayacaktır” (Buhârî, “Riḳāḳ”, 50-51; Müslim, “Îmân”, 369, 373); “Kötü arkadaşla iyi arkadaş misk taşıyanla körük çeken gibidir. Misk taşıyan ya sana misk verir veya ondan satın alırsın ya da ondan güzel koku koklarsın. Körük çeken ise ya giysini yakar ya da ondan kötü koku duyarsın” (Buhârî, “Büyûʿ”, 38, “Ẕebâʾiḥ”, 31; Müslim, “Birr”, 146); “Kadın eğe kemiği gibidir. Eğer doğrultmaya kalkarsan kırarsın, o haliyle yararlanmak istersen yararlanırsın, onun kırılması boşanmasıdır” (Buhârî, “Nikâḥ”, 79; Müslim, “Raḍâʿ”, 63).
Teşbihin beyân ilmindeki yeri ve mecazla ilgisi konusunda belâgat âlimleri farklı yaklaşımlar ortaya koymuştur. Sekkâkî ekolüne mensup âlimler teşbihi oluşturan lafızların gerçek (vaz‘î) anlamlarında kullanılması, mecaz ve kinayede olduğu gibi bunun dışında ikinci bir mânaya delâlet etmemesi dolayısıyla teşbihi beyân ilminin konuları içine almamış, bununla birlikte söz konusu edipler, mecazın en üstün ve baskın türü sayılan istiarenin temeli teşbihe dayandığından teşbihi istiareye bir giriş ve bir vasıta olarak beyân ilmine dahil etmiştir. Ancak birçok mesele ve ayrıntıyı içeren bir konu teşkil ettiğinden pratikte giriş gibi değil bağımsız bir beyân konusu statüsünde incelenmiştir. Birçok belâgat âlimi teşbihi beyân ilmi içinde bağımsız bir disiplin saymış, beyân ilminin istiare türleri gibi bazı konularının teşbihe dayanması onun bağımsız bir konu olmasına engel teşkil etmeyeceğini, çünkü konuların birbiriyle ilgili bulunması birinin diğerine bir giriş sayılmasını gerektirmeyeceğini ifade etmiştir (İbn Ya‘kūb el-Mağribî, III, 290; Desûkī, III, 312). Bazı belâgat âlimleri ise teşbihi tamamen müstakil bir belâgat konusu saymıştır.
Literatür. Arap şiirinde, ayrıca Kur’an’da ve hadislerde yer alan teşbihlerle teşbihin belâgat boyutu hakkında birçok çalışma yapılmıştır. Teşbih örneklerini konularına göre düzenleyen antolojilerden bazıları şunlardır: Ebû Sehl Fazl b. Nevbaht, et-Teşbîh ve’t-tems̱îl; İbrâhim b. Ahmed el-Enbârî, et-Teşbîhât (Brockelmann, II, 920); İbn Ebû Avn, Kitâbü’t-Teşbîhât (nşr. Muhammed Abdülmuîd Han, London 1369/1950); Muhammed İbnü’l-Kettânî et-Tabîb, Kitâbü’t-Teşbîhât min eşʿâri ehli’l-Endelüs (nşr. İhsan Abbas, Beyrut 1966, 1981); Ali b. Zâfir el-Ezdî, Ġarâʾibü’t-tenbîhât ʿalâ ʿacâʾibi’t-teşbîhât (nşr. Muhammed Zağlûl Sellâm – Muhammed Sâvî el-Cüveynî, Kahire 1971); Safedî, el-Keşf ve’t-tenbîh ʿale’l-vaṣf ve’t-teşbîh (nşr. Hilâl Nâcî – Velîd b. Ahmed Hüseyin, I-II, London 1420/1999, alanında en geniş antoloji olup mukaddimesi teşbih sanatına dair ilmî bir inceleme teşkil eder, s. 51-156); İbn Ebû Asrûn, Reşfü’n-nebîh min s̱aġri’t-teşbîh (nşr. F. M. en-Neklâvî, Kahire 1986). Kur’an’daki teşbihler hakkında bilinen ilk çalışma İbn Nâkıyâ’nın el-Cümân fî teşbîhâti’l-Ḳurʾân’ıdır. Birçok neşri bulunan eserde otuz altı sûreden seçilmiş 226 âyet teşbih yönünden incelenmiştir. Bu alanda gerçekleştirilen çağdaş birçok çalışma arasında Abdülhamîd İbrâhim’in Teʾemmülât fî belâġati’t-teşbîhi’l-Ḳurʾânî’si (Kahire 1987), Sadi Eren’in Kur’an’da Teşbîh ve Temsiller’i (İzmir 2006), İsmail Durmuş’un Câhiliye Şiirinde ve Kur’ân’da Teşbih’i (doktora tezi, 1988, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü) zikredilebilir. Ems̱âlü’l-Ḳurʾân’a dair yazılan eserlerde de Kur’an’daki teşbihler ele alınmıştır. Hadislerdeki teşbihlerle ilgili olarak Ebû Arûbe, Râmhürmüzî, Mâverdî gibi müelliflerin yazdığı emsâlü’l-hadîs eserleri dışında çağımızda yapılmış çalışmalardan Abdülbârî T. Saîd’in Es̱erü’t-teşbîh fî taṣvîri’l-maʿnâ: Ḳırâʾe fî Ṣaḥîḥi Müslim (Kahire 1992), Adem Dölek’in Hadislerde Teşbih ve Temsiller (Erzurum 2001; İzmir 2006), Abdülazîz Hasan’ın et-Teşbîh fi’l-ḥadîs̱i’ş-şerîf (yüksek lisans tezi, 1980, Ezher Üniversitesi) adlı eserleri anılabilir. Arap şiirindeki teşbihlerin incelenmesiyle ilgili çağdaş birçok çalışma arasında Muhammed Abdülmün‘im Hafâcî’nin et-Teşbîh fî şiʿri İbni’r-Rûmî ve’bni’l-Muʿtez (Kahire 1949), Emîne M. Selîm’in Fennü’t-teşbîh beyne’n-naẓariyye ve’t-taṭbîḳ, Dirâse fî Dîvâni Sarîʿi’l-Ġavânî (İskenderiye 1990), H. M. Rebâbia’nın et-Teşbîhü’l-muḫtelif ʿinde’l-Mütenebbî (İrbid 1999), M. Rif‘at Zincîr’in Fennü’t-teşbîh fi’ş-şiʿri’l-ʿAbbâsî (Ebûzabî 2002), Muhtâr Atıyye’nin ʿİlmü’l-beyân ve belâġatü’t-teşbîh fi’l-muʿallaḳāti’s-sebʿ (İskenderiye 2004) adlı eserleri sayılabilir. Teşbihi belâgat açısından ele alan eserlerden bazıları şunlardır: A. İbrâhim el-Mit‘anî, et-Teşbîhü’l-belîġ hel yerḳā ilâ dereceti’l-mecâz (Kahire 1980); Abdülfettâh Osman, et-Teşbîh ve’l-kinâye (Kahire 1993); İbrâhim Abdülhamîd, et-Teşbîh (Kahire 1999); Ahmed Hindâvî, Edevâtü’t-teşbîh fî Lisâni’l-ʿArab (Kahire 2003); Yûsuf Ebü’l-Addûs, et-Teşbîh ve’l-istiʿâre (Amman 2007).
BİBLİYOGRAFYA
et-Taʿrîfât, “Teşbîh” md.
Tehânevî, Keşşâf (Dahrûc), I, 434-445.
Sîbeveyhi, el-Kitâb (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1386/1966, II, 28.
Ma‘mer b. Müsennâ, Mecâzü’l-Ḳurʾân (nşr. Fuat Sezgin), Kahire 1374/1954, I, 73, 269.
Cumahî, Fuḥûlü’ş-şuʿarâʾ, I, 55.
Câhiz, Kitâbü’l-Ḥayevân, IV, 37-40.
Müberred, el-Kâmil (nşr. Zekî Mübârek – Ahmed M. Şâkir), Kahire 1355-56/1936-37, I, 40-117, 367; II, 743-766; III, 853-875.
İbnü’l-Mu‘tez, el-Bedîʿ (nşr. M. Abdülmün‘im Hafâcî), Beyrut 1410/1990, s. 166-175.
İbn Ebû Avn, Kitâbü’t-Teşbîhât (nşr. M. Abdülmuîd Han), Cambridge 1369/1950, s. 2-3.
Kudâme b. Ca‘fer, Naḳdü’ş-şiʿr (nşr. M. Abdülmün‘im Hafâcî), Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), s. 124-130.
a.mlf., Naḳdü’n-nes̱r (nşr. Tâhâ Hüseyin – Abdülhamîd el-Abbâdî), Beyrut 1402/1982, s. 58-59.
Rummânî, en-Nüket fî iʿcâzi’l-Ḳurʾân (S̱elâs̱ü resâʾil fî iʿcâzi’l-Ḳurʾân içinde, nşr. M. Halefullah – M. Zağlûl Sellâm), Kahire, ts. (Dârü’l-maârif), s. 74-79.
İbn Cinnî, el-Ḫaṣâʾiṣ (nşr. M. Ali en-Neccâr), Kahire 1371/1952, I, 302.
Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ṣ-Ṣınâʿateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1404/1984, s. 261-282.
İbn Reşîḳ el-Kayrevânî, el-ʿUmde (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1374/1955, I, 239, 256-271.
İbn Sinân el-Hafâcî, Sırrü’l-feṣâḥa, Beyrut 1402/1982, s. 246-256.
Abdülkāhir el-Cürcânî, Esrârü’l-belâġa (nşr. H. Ritter), İstanbul 1954, s. 26, 67-70, 80-93, 143-204, 224-225, 304-305.
Reşîdüddin Vatvât, Ḥadâʾiḳu’s-siḥr fî deḳāʾiḳı’ş-şiʿr (trc. İbrâhim Emîn eş-Şevâribî), Kahire 1364/1945, s. 139-148.
Fahreddin er-Râzî, Nihâyetü’l-îcâz fî dirâyeti’l-iʿcâz (nşr. Bekrî Şeyh Emîn), Beyrut 1985, s. 188-230.
Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî, Miftâḥu’l-ʿulûm (nşr. Naîm Zerzûr), Beyrut 1403/1983, s. 332-355.
Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, el-Mes̱elü’s-sâʾir (nşr. Ahmed el-Havfî – Bedevî Tabâne), Riyad 1403/1983, s. 121-165.
İbn Ebü’l-İsba‘, Taḥrîrü’t-Taḥbîr (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1383/1963, s. 159-166.
a.mlf., Bedîʿu’l-Ḳurʾân (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1377/1957, s. 58-63.
Şehâbeddin Mahmûd, Ḥüsnü’t-tevessül ilâ ṣınâʿati’t-teressül (nşr. Ekrem Osman Yûsuf), Bağdad 1400/1980, s. 107-121.
Şürûḥu’t-Telḫîṣ, Kahire 1937, III, 291-477.
Bahâeddin es-Sübkî, ʿArûsü’l-efrâḥ (a.e. içinde), III, 312.
İbn Ya‘kūb el-Mağribî, Mevâhibü’l-fettâḥ (a.e. içinde), III, 290.
Desûkī, Ḥâşiyetü’l-Muḫtaṣar (a.e. içinde), III, 312.
Safedî, el-Keşf ve’t-tenbîh ʿale’l-vaṣf ve’t-teşbîh (nşr. Hilâl Nâci – Velîd b. Ahmed Hüseyin), Leeds 1420/1999, s. 51-156.
Teftâzânî, el-Muṭavvel, İstanbul 1304, s. 241-273.
Zerkeşî, el-Burhân, III, 414-422.
Süyûtî, Şerḥu ʿUḳūdi’l-cümân, Kahire 1358/1939, s. 86-91.
Abdünnâfi İffet, en-Nef‘u’l-muavvel, İstanbul 1290, II, 11-71.
Brockelmann, GAL Suppl., II, 920.
Ahmed Matlûb, Muʿcemü’l-muṣṭalaḥâti’l-belâġıyye ve teṭavvürühâ, Beyrut 1996, s. 323-350.
https://islamansiklopedisi.org.tr/tesbih--edebiyat#2-fars-edebiyati
FARS EDEBİYATI. Fars edebiyatında başlangıçtan günümüze kadar teşbihin kullanımı değişiklikler göstermiştir. İlk dönemlerde Horasan üslûbuna (sebk-i Horasânî) bağlı şairler sade ve somut teşbihler kullanırken sonraları özellikle Hint üslûbu (sebk-i Hindî) şairleri anlaşılması zor teşbihlere rağbet etmiştir. Bu tür teşbihler XVI, hatta XVIII. yüzyıla kadar devam etmiştir. Daha sonra geriye dönüş üslûbunu (bâzgeşt-i edebî) benimseyen şairler, teşbih sanatında sebk-i Hindî’den uzaklaşıp ilk dönemlerdeki gibi sade ve somut teşbihlere yer vermiştir. İran şairleri özlü ve kısa ifadelerde benzetme edatını anmamış, birçok yerde benzeme yönünü dahi zikretmemeye çalışmış ve bu iki unsuru okuyucuya bırakmıştır. Râdûyânî’ye ve Şems-i Kays’a göre teşbih türleri içinde en makbulü teşbîh-i ma‘kûstur, yani müşebbeh ve müşebbehün bihin birbirine benzetilmesidir (Tercümânü’l-belâġa, s. 44; el-Muʿcem, s. 306). Kezzâzî’ye göre ise teşbihin en güzeli, müşebbeh ve müşebbehün bihi kuramsal ve hayalî varlıklardan değil mevcut maddî varlıklardan seçilmiş olanıdır (Hüseyin Vâiz-i Kâşifî, neşredenin girişi, s. 107).
Fars edebiyatındaki teşbih türleri şöylece sıralanabilir: 1. Teşbîh-i hissî-teşbîh-i gayr-i hissî. Benzeyen veya benzetilenin soyut ya da somut olmasına göre teşbih dörde ayrılır. Teşbîh-i hissî (mahsûs) teşbihin her iki tarafının somut (mahsûs-be-mahsûs), teşbîh-i gayr-i hissî (aklî/ma‘kūl) teşbihin her iki tarafının soyut olmasıdır (ma‘kūl-be-ma‘kūl). Benzeyenin somut, benzetilenin soyut (mahsûs-be-ma‘kūl) ve benzeyenin soyut, benzetilenin somut (ma‘kūl-be-mahsûs) olmasına göre de bu teşbih kısımlara ayrılır. 2. Teşbîh-i vehmî-teşbîh-i hayâlî. Teşbîh-i vehmîde benzetilen kuramsal bir varlıktır. Teşbîh-i hayâlîde ise benzetilen iki şeyden meydana gelir ve her ikisi de somut varlıklardır; ancak bunlardan oluşan şey mevcut bir varlık değil hayalî bir varlıktır. Teşbîh-i vehmî ve teşbîh-i hayâlî sebk-i Horasânî’de hissî, sebk-i Irâkī’de aklî teşbihten sayılmıştır. 3. Teşbîh-i müfred-teşbîh-i mürekkeb. Dört türü vardır. a) Teşbîh-i müfred-be-müfred. Teşbihin benzeyen ve benzetileninin tekil olmasıdır. b) Teşbîh-i müfred-be-mürekkeb. Benzeyen tekil, benzetilen birleşiktir, yani tek bir şeyin birkaç şeye benzetilmesidir. c) Teşbîh-i mürekkeb-be-müfred. Benzeyen birleşik, benzetilen tekildir, yani birkaç şeyin bir şeye benzetilmesidir. d) Teşbîh-i mürekkeb-be-mürekkeb. Benzeyen ve benzetilenin birleşik olmasıdır. 4. Teşbîh-i mutlak. Benzeyen, benzetilen, benzeme edatı ve benzetme yönünün açık ve belli olduğu, bir kayıt ve şartın bulunmadığı benzetmedir. Fars edebiyatında teşbih türlerinin en basit ve sade olanı, dolayısıyla en çok kullanılanıdır. 5. Teşbîh-i meşrût (şartî/mukayyed). Müşebbehin müşebbehün bihe benzetilmesi bir şarta bağlanmıştır. Mutlak ve mukayyed teşbih benzeyen ve benzetilenin durumuna, tek kelime veya birleşik olmasına göre dört gruba ayrılır (mutlak-be-mutlak, mukayyed-be-mukayyed, mutlak-be-mukayyed, mukayyed-be-mutlak). 6. Teşbîh-i aks (kalb/maklûb). Müşebbehle müşebbehün bihin birbirine benzetilmesi ve sonraki mısrada yer değiştirmesidir. 7. Teşbîh-i tafdîl. Bir şeyin başka bir şeye benzetilmesi, ardından benzeyenin benzetilenden üstün tutulmasıdır. 8. Teşbîh-i cem‘. Bir şeyin birkaç şeye benzetilmesidir. 9. Teşbîh-i muzmer (izmâr). Gizli, örtülü benzetmedir. Söyleyenin teşbihi açıkça belirtmeyip dikkat edilmeden farkına varılamayacak şekilde sunmasıdır. 10. Teşbîh-i tesviye. Teşbîh-i cem‘in tersi, yani birkaç şeyin tek bir şeye benzetilmesidir. 11. Teşbîh-i melfûf. Önce birkaç benzeyen ve benzetilenin getirilmesi, ardından sırasıyla bütün benzeyenlerin ve benzetilenlerin zikredilmesidir. 12. Teşbîh-i mefrûk. Önce birkaç benzeyen ve benzetilenin getirilmesi, sonra da her benzetilenin kendi benzeyeninin yanında zikredilmesidir. 13. Teşbîh-i kinâye (meknî). Benzetme edatının hazfedilip benzeyenin benzetilen yerine getirilmesidir. 14. Teşbîh-i sarîh (mürsel). Benzetme edatının zikredildiği teşbihtir; benzetme edatının zikredilmediği teşbihe de teşbîh-i müekked denir. 15. Teşbîh-i temsîl. Benzeme yönünde birkaç şeyden oluşan bir sıfatın bulunduğu, benzeme yönünün farklı birkaç şeyden oluştuğu benzetmedir. Benzeme yönünün tek olduğu gayri temsilî teşbih de ikiye ayrılır. Benzeme yönü zikredilmişse teşbîh-i mufassal, zikredilmemişse teşbîh-i mücmel diye adlandırılır. 16. Teşbîh-i mugālata. Beyân kitaplarında geçerli sınıflandırmalarda yer almayan bu tür teşbih örfe ve edebî geleneğe aykırı biçimde bir şeyi bir şeye benzetmektir.
BİBLİYOGRAFYA
Râdûyânî, Tercümânü’l-belâġa (nşr. Ahmed Ateş), İstanbul 1949, s. 44-47.
Reşîdüddin Vatvât, Ḥadâʾiḳu’s-siḥr fî deḳāʾiḳı’ş-şiʿr (nşr. Abbas İkbâl-i Âştiyânî), Tahran 1362 hş., s. 42-50.
Şems-i Kays, el-Muʿcem fî meʿâyîri eşʿâri’l-ʿAcem (nşr. Sîrûs Şemîsâ), Tahran 1373 hş., s. 306-311.
Hüseyin Vâiz-i Kâşifî, Bedâyiʿu’l-efkâr (nşr. Mîr Celâleddîn-i Kezzâzî), Tahran 1369 hş., neşredenin girişi, s. 107-109.
Ebü’l-Kāsım Râdfer, Ferheng-i Belâġ-ı Edebî, Tahran 1368 hş., I, 343-359.
Celâleddin Hümâî, Fünûn-ı Belâġat ve Ṣınâʿât-ı Edebî, Tahran 1373 hş., s. 227-246.
Abbaspûr, “Teşbîh”, Dânişnâme-i Edeb-i Fârsî (nşr. Hasan Enûşe), Tahran 1381, II, 359-361.
Ali Rızâ Hâciyân Nejâd, “Nevʿî Teşbîh der Edeb-i Fârsî”, Mecelle-i Dânişkede-i Edebiyyât ve ʿUlûm-i İnsânî Dânişgâh-i Tahrân, sy. 160, Tahran 1380 hş., s. 387-402.
Ahmed Rızâ-yi Cemkerânî, “Naḳş-ı Teşbîh der Digergûnîhâ-yi Sebkî”, Dû Faṣlnâme-i Pejûheş-i Zebân u Edebiyyât-ı Fârsî, sy. 5, Tahran 1384 hş., s. 85-100.
Nâsır Kulî Sârlî, “Mâhiyet ve Zibâ-yi Şinâsî-yi Teşbîh-i Maḳlûb”, Pejûheşhâ-yı Edebî, sy. 14, Tahran 1385 hş., s. 53-73.
G. J. H. van Gelder, “Tas̲h̲bīh”, EI2 (İng.), X, 341.
Asgar-i Dâdbih, “Teşbîh”, Dânişnâme-i Cihân-ı İslâm, Tahran 1382/2003, VII, 324-330.
a.mlf., “Teşbîh”, DMBİ, XV, 335-341.
https://islamansiklopedisi.org.tr/tesbih--edebiyat#3-turk-edebiyati
TÜRK EDEBİYATI. Teşbih gerek İslâm belâgatında gerekse Batı retoriğinde mecazla birlikte ele alınmıştır. Ancak teşbihte mecazdan farklı olarak kelimeler gerçek anlamıyla kullanılır. Türkçe’de teşbih edatı “gibi” takısıdır. Bunun yanında “tek, sanki, nitekim, çün, güya, gûne, mânend, kadar, sıfat, misal” kelimeleriyle “-casına, -cılayın, -âsâ, -veş, -vâr” ekleri de kullanılmıştır (Tâhirülmevlevî, s. 169). Teşbihler şekil ve muhtevalarına göre farklı tasniflerle ele alınmıştır. Bu tasniflerde belirleyici unsur teşbihin dört rüknüdür. Teşbihin temel unsurlarından olan benzeyen ile benzetilenden biri kaldırılır ve teşbih için kelime mecaz mânasıyla kullanılırsa istiare meydana gelir. Teşbih içeren bir ifadede ya bütün teşbih unsurları ya da bunlardan en az ikisi bulunur. Böylece teşbih dörde ayrılır. 1. Mufassal teşbih. Tam teşbih adı da verilen bu türde bütün unsurlar zikredilir. Yûnus Emre’nin, “Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi” ve Bâkî’nin, “Açılma ey yüzü gül şahs-ı nâdâna kitâb-âsâ” mısralarında olduğu gibi. Bâkî’nin mısraında yüzü gül benzeyen, kitap benzetilen, açılmak benzeme yönü, -âsâ benzetme edatıdır. 2. Mücmel teşbih. Muhtasar diye de anılan bu türde benzeme yönü zikredilmez. Mücmel teşbih mufassal teşbihe nisbetle abartılı bir söyleyiş olup belâgat açısından daha makbul sayılır. Yahya Kemal’in, “Rûyâ gibi bir yazdı yarattın hevesinle” mısraında yaz benzeyen, rüya benzetilen, gibi benzeme edatıdır; benzeme yönü ise okuyucunun muhayyilesine bırakılmıştır. Mücmel teşbih herkes tarafından anlaşılamayabilir; “Mesâfât-ı hayâtı kat‘ için gerdûne-i ömre / Sipihrin mihr ü mâhı çarh işi iki tekerlektir” beytinde olduğu gibi. Burada ömür arabaya benzetilmiş, bu teşbihin benzetme yönünü hatırlatmak için ay ve güneş bu arabanın tekerlekleri şeklinde nitelendirilmiştir (Ahmed Cevdet Paşa, s. 132). 3. Müekked teşbih. Mûcez de denilen bu teşbihte benzetme edatı zikredilmez, teşbih edatı özellikle zikredilirse mürsel teşbih olur (Bilgegil, s. 145). Müekked teşbih mürsel ve mufassal teşbihlere göre daha beliğ kabul edilmiştir. Teşbih unsurları ne kadar azaltılırsa ifade o kadar güçlenir; Yûnus Emre’nin, “Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl donanmış / Kişi yeni geline bakubanı doyamaz” beytinde olduğu gibi. Dünyayı süslerle bezenmiş geline benzeten şair, nasıl böyle bir geline bakmaya doyulmazsa dünya süslerine de doyulmayacağını dile getirmektedir. Burada benzeme yönü seyre doymamak fiilidir. Necâtî Bey, “Lebin letâfeti söylense goncanın sözü yok / Sözün halâveti anılsa şekkerin tuzu yok” beytinde sevgilinin dudağını goncaya, sözlerini şekere benzetirken teşbih edatını hazfederek ifadeyi daha beliğ hale getirmiştir. 4. Beliğ teşbih. Teşbihin benzeyen ve benzetileniyle yapılan teşbihtir. Anlam burada etkili ve abartılı biçimde ifade edildiğinden teşbih türlerinin en makbulü sayılır. Beliğ teşbih Batı retoriğinde “metafor” (istiare) olarak tanımlanmıştır. Çünkü beliğ teşbihte benzetme niyetinden ziyade istiarede olduğu gibi anlam aktarımı söz konusudur. Yahya Kemal’in, “Bu dil ağzımda annemin sütüdür” mısraı bir teşbîh-i belîğ örneğidir. Şair konuştuğu dili doğrudan anne sütüne benzetmektedir. Burada benzeme yönü muhatabın anlayışına bırakılmıştır. Bursalı Ahmed Paşa, “Kad kıyâmet gamze âfet zülf fitne hat belâ / Âh kim ben hüsnünün bunca belâsın bilmedim” beytinde benzeme yönü ve benzetme edatı zikredilmeden sevgilinin boyu kıyamete, bakışı felâkete, perçemi fitneye, ayva tüyleri belâya teşbih edilmektedir. Teşbihin beliğ vasfını kazanabilmesi için benzeme yönünden baîd-i garîb olma (birbirine benzetilen iki unsurun hangi açıdan benzetildiğinin kolayca anlaşılmaması) şartı aranmıştır. Şeyh Galib’in, “Bir şu‘lesi var ki şem’i cânın / Fânûsuna sığmaz âsumânın” beyti hayalin orijinalliği bakımından beliğ teşbihe güzel bir örnektir. Bu beyitte de benzeme yönü ve benzetme edatı belirtilmeden gökkubbe fanusa, can muma benzetilmiştir. Teşbihin iki temel unsurunun bulunması her zaman bu ikisinin söylenmesi anlamına gelmez. Cümlede öznenin bazan kim veya ne olduğu belli olmak şartıyla ya da başka bir sebeple kaldırılabilir. Meselâ, “Ali nasıl biridir?” sorusuna “aslan” cevabı verildiğinde benzeyen zikredilmemiş olsa bile istiare değil teşbih yapılmıştır. Çünkü istiarede müşebbehün bihin müşebbeh olduğu iddiası vardır. Halbuki bu örnekte Ali doğrudan aslana benzetilmektedir.
Belâgat kitaplarında yer alan teşbih türlerinin sayısı ve sıralanması hususundaki farklılıklar konuya yaklaşım biçiminden kaynaklanmakta, bu da teşbih çeşitlerinin sayısını arttırmaktadır. Aynı teşbih içerisinde benzeyen ve benzetilenin sayısına ve sıralanmasına göre yapılan tasnifte teşbihin tarafları birden fazla olabilir. Buna göre teşbihler mefrûk, melfûf, tesviye ve teşbîh-i cem‘ şeklinde tasnif edilmiştir. Bu tasnife göre bir teşbihte benzeyen ve benzetilen birden fazla olduğunda her benzeyen kendi benzetileninin yanında yer alırsa mefrûk (saçı sümbül lebi mül kāmeti ar‘ar dilber), önce bütün benzeyenler, ardından benzetilenler sıralanırsa melfûf (Sahbâ-yı lebin çeşm-i füsun-kâra mı mahsûs / Feyz-i dem-i Îsâ iki bîmâra mı mahsûs-Şeyh Galib), tek bir benzeyen için birden fazla benzetilen zikredilirse tesviye veya tesviyeli teşbih (Gül âteş gülbün âteş gülşen âteş cûybâr âteş-Şeyh Galib), benzeyen tek, kendisine benzetilen birden fazla olursa teşbîh-i cem‘ (Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdir gönül-Nef‘î) adıyla anılır. Teşbihler benzeme yönünün kullanımına göre de çeşitlilik gösterir. Benzeme yönü teşbihin iki temel unsuru için mantık bakımından uygun düşüyorsa tahkîkî, aksi durumda tahayyülî, birbirine zıt unsurların karşılaştırılması yoluyla kurulursa tehekkümî veya telmîhî (Bilgegil, s. 148), benzeme yönü bakımından benzeyen kendisine benzetilenden üstün tutulursa maklûb, ma‘kûs veya teşbîh-i tafdîl, iki temel unsuru benzeme yönü açısından eş değerde ise veya biri diğerine üstün tutulmamışsa teşbîh-i teşâbüh adını alır. Bunların dışında sıkça başvurulan ve hemen anlaşılan teşbihlere mübtezel veya karîb, benzeme yönü nisbeten daha zor anlaşılan teşbihlere baîd veya garîb teşbih denilir. Çok kullanılan teşbihler tekrar edildikçe orijinalliklerini kaybeder. Zoraki, süflî ve çirkin hayallerle kurulan teşbihler üslûbu güzelleştirmekten ziyade bayağılaştırır. Bu sebeple maksadı iyi ifade eden teşbihlere makbul, iyi ifade edemeyenlere merdud adı verilmiştir. Bir şarta bağlı olarak yapılırsa teşbîh-i meşrût, tasvirle genişletilip âdeta bir tablo haline dönüştürülürse mürekkep teşbih denilir. Mürekkep teşbih deyim ve temsillerle yapılmışsa temsilî veya temsilli teşbih (Coşkun, s. 49) yahut teksifî veya tafsilî teşbih (Bilgegil, s. 148-149) adını alır. Teşbihler farklı bakış açılarına göre daha değişik biçimlerde de sınıflandırılmış olup bu hususta kesin bir sınır çizmek mümkün değildir. Sabit teşbih kalıpları sanatkârın dil üzerindeki tasarrufuna bir sınır getireceğinden uygun görülmemiştir.
BİBLİYOGRAFYA
Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmâniyye, İstanbul 1299, s. 131-145.
Recâizâde Mahmud Ekrem, Ta‘lîm-i Edebiyyât, İstanbul 1299, s. 247-261.
Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügatı (İstanbul 1936), İstanbul 1994, s. 168-171.
M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri: Belâgat, Ankara 1980, s. 134-154.
Cem Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara 1983, s. 405-412.
M. A. Yekta Saraç, Klâsik Edebiyat Bilgisi Belâgat, İstanbul 2000, s. 110-123.
İskender Pala, Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, İstanbul 2007, s. 452.
Menderes Coşkun, Sözün Büyüsü Edebî Sanatlar, İstanbul 2007, s. 43-65.