https://islamansiklopedisi.org.tr/tohmet
Sözlükte “bir şeyi düşünürken aklı başka yere kaymak; kuruntu içine düşmek” anlamlarındaki vehm kökünden türeyen ve “zan, şüphe; suç, kabahat; zan altına sokma, suçlama” gibi mânalara gelen töhmet (tühme) fıkıhta “bir özelliğine, başkalarıyla olan menfaat, akrabalık gibi ilişkilerine veya eylemlerine bakarak bir kimse hakkında zanna dayalı kanaat belirtme ve bu sebeplerden ötürü ona suç isnat etme” şeklinde tanımlanabilir. Aynı kökten türeyen ithâm “töhmet altında tutmak, suçlamak”, ittihâm “töhmet altında olmak” anlamındadır. İtham altında olan kişiye müttehem denir. Töhmetin ispata ihtiyaç duyulmayacak derecede açık olanına “zâhir töhmet”, böyle olmayana “zayıf töhmet”, haksız olanına “bâtıl töhmet” denir.
Kur’ân-ı Kerîm’de töhmet kelimesi geçmemekle birlikte birçok âyette insanlara haksız yere isnat ve iftirada bulunulması kesin biçimde yasaklanmış, bir kimse hakkında kati bir delile veya bilgiye dayanmadan sadece tahmin ve ihtimallere göre hüküm verilmesi kınanmıştır (Yûnus 10/36; el-Hucurât 49/12; en-Necm 53/23, 28). Hadislerde de suizandan kaçınılması istenmiş ve hüsnüzanda bulunulması teşvik edilmiştir (Müslim, “Birr”, 32; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 81). Hz. Peygamber, Allah’a ve âhiret gününe iman eden kişilerin suçlama/suçlanma ve kınanmaya sebep olacak davranışlar içinde olmamasını, bunların yapıldığı yerlerde durmamasını tavsiye etmiştir (Buhârî, “İʿtikâf”,11; Müslim, “Selâm”, 24). Hz. Ali de, “İnsanların yadırgayacağı yerlerden uzak durun” sözüyle müslümanların hoş karşılanmayacak, yanlış anlamalara ve haksız ithamlara sebep olabilecek davranışlardan kaçınmaları gerektiğini vurgulamıştır (Serahsî, III, 58). Öte yandan Resûlullah, yargılama hukukuyla ilgili hadislerinde tek taraflı iddialara binaen hüküm verilmesinin hak ihlâllerine yol açacağını belirtmiş (Nesâî, “Âdâbü’l-ḳuḍât”, 36) ve şüphe durumunda had cezalarının düşürülmesini istemiştir (İbn Mâce, “Ḥudûd”, 5). Mecelle’de, “Şek ile yakīn zâil olmaz” (md. 4) biçiminde ifade edilen küllî kaide, töhmet durumlarının değerlendirilmesi sırasında fakihlerin öncelikle yararlandığı bir ilke olmuştur.
İbâdât, muâmelât ve ukūbât alanlarında sözlük anlamıyla sıkça kullanılan töhmet kavramının fıkıh literatüründe kuşatıcı bir tanımına rastlanmamıştır (Bender b. Fehd, s. 22). Davaları töhmet davaları ve bu nitelikte olmayanlar şeklinde ikiye ayıran İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye töhmet davasını “bir kimsenin adam öldürme, yol kesme, hırsızlık gibi genelde ispat edilmesi güç olan ve ispat edildiğinde cezalandırmayı gerektiren haram bir fiili işlediğini iddia etme” şeklinde sadece ceza hukukundaki kullanımı dikkate alarak tanımlamıştır (eṭ-Ṭuruḳu’l-ḥükmiyye, s. 93-94). Töhmet Osmanlı hukuk literatüründe “birine isnat olunan suç, kabahat; suçlama/suç isnadı” anlamlarında kullanılmıştır. Öte yandan İzzeddin b. Abdüsselâm ve Şehâbeddin el-Karâfî gibi fakihler, töhmetin terim anlamıyla ilgili bir tanım vermeden kadı ve şahitler hakkında ileri sürülebilecek töhmetleri kuvvetli ve zayıf kısımlarına ayırıp bunları örneklerle açıklamıştır (Ḳavâʿidü’l-aḥkâm, II, 29-30; el-Furûḳ, IV, 43, 70). Töhmet kavramını bazı çağdaş İslâm hukukçularının “suç isnadı” şeklinde dar anlamıyla ele alıp bu çerçevede sanık hakları (hukūku’l-müttehem) konusunu inceledikleri görülmektedir.
İbadetler alanında töhmet, bazı eylemlerine bakarak bir kimse hakkında olumsuz bir hükme varmayı belirtmek üzere kullanılmıştır. Hasta veya yolcu olduğundan ramazan ayında oruç tutmama ruhsatını kullanan bir müslümanın bu durumu bilmeyenlerin yahut yanlış anlayacak kimselerin huzurunda açıktan yiyip içmesi töhmet kelimesinin bu alandaki kullanımına örnek gösterilebilir (Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 284; namaz konusunda bir örnek için bk. Mehmed Zihni Efendi, II, 488). Bu tür örneklerde müslümanların başkalarının yanlış anlamalarına, suizanda bulunup yadırgamalarına veya kınamalarına sebep olacak hal ve davranışlardan kaçınmaları gerektiğine dikkat çekilmek istenmiştir.
Muâmelât alanında töhmet kelimesi, “herhangi bir tasarrufu hukuken aranan şart ve niteliklerine uygun biçimde yapan bir kişinin bunu birilerinden mal kaçırma vb. amaçlarla yaptığını iddia etme” anlamında kullanılır. Meselâ borca batmış bir kişinin veya ölüm halindeki bir hastanın borç ikrarında bulunması yahut karısını boşaması durumunda bu iddia gündeme gelir. Zira fıkıh âlimleri, hâkim tarafından borç veya iflâs sebebiyle hacr altına alınmış (kısıtlı) bir kişinin, alacaklılarından veya mirasçılarından mal kaçırma maksadıyla yaptığı anlaşılan borç ikrarlarının ve şüpheli tasarruflarının geçersiz olduğunu ifade etmiştir. Hatta Mâlikîler ile Hanbelîler’den İbn Teymiyye ve İbn Kayyim’e göre müflis borçlunun hâkim tarafından iflâsına karar verilmeden önce yaptığı bu tür tasarrufları bâtıldır (İbn Kayyim el-Cevziyye, İʿlâmü’l-muvaḳḳıʿîn, IV, 8-9). Fakihlerin büyük çoğunluğu, ölümcül bir hastalığa yakalanan kimsenin karısını mirastan mahrum etme düşüncesiyle boşamış olacağını ileri sürerek böyle bir boşamanın geçersiz olduğu görüşündedir (Serahsî, VI, 154-156).
Yargılama hukukunda töhmet kelimesi, daha ziyade hâkimin davada tarafsız kalamayacağının kesin olduğu durumları veya tarafsızlığından şüpheye düşülebilecek hal ve davranışlar içinde bulunmasını, şahidin de davada doğru şahitlik yapamayacağının ortaya çıktığı yahut doğruluğunda şüphe edilmesine yol açan durumları belirtmek üzere kullanılır. Mahkemede kâtip, mübâşir, kāsım, müzekkî, tercüman gibi sıfatlarla yargılama faaliyetine katılan kimselerin töhmete yol açacak durum ve davranışlardan kaçınması gerekli görülmekle birlikte mahkeme heyetinin başı olan kadının konumu bu açıdan merkezî bir önem taşır. Bu sebeple fıkıh kitaplarında hâkimin taraflara eşit ve âdil davranmakla yükümlü olduğu sık sık vurgulandığı gibi günlük yaşayışında ve görevi başında işgal ettiği makamın yüceliğiyle bağdaşmayan ve mânevî nüfuzunu kaybetmesine sebebiyet verecek hal ve davranışlardan, özellikle tarafların hediyesini kabul etme, davetlerine katılma, taraflardan birine nasihat etme, yol gösterme, görüşünü beyan etme, taraflardan biriyle tek başına görüşme, yargılama sırasında taraflardan birine el, göz, başla işaret etme yahut gizli söz söyleme gibi töhmet ve suizanna sebep olabilecek hal ve hareketlerden kaçınması gerektiği ifade edilmiştir (Mâverdî, s. 58; Bilmen, Kamus2, VIII, 220-221; Mecelle, md. 1796-1799, 1808). İlgili literatürde duruşmaların alenî şekilde halka açık yerlerde yapılması ve hâkimin yargılama esnasında güvenilir kişileri yanında şahit olarak bulundurması üzerinde ısrarla durulduğu görülür. Bazı fakihler de hâkimin sırf şahsî bilgisine dayanarak hüküm vermesinin töhmete yol açabileceğini belirtip kesin delillerden hareketle hüküm vermesi gerektiğini söylemiştir (Vehbe ez-Zühaylî, VI, 490-492). Bu tavsiye ve görüşler hâkimin tarafsızlıktan uzaklaştığının uluorta ileri sürülmesine, böylece mânevî nüfuzunu kaybetmesine fırsat verilmemesi amacını taşımaktadır.
Yine fıkıh eserlerinde hâkimin davaya bakarken tarafsız olması gerektiği, taraflardan biriyle veya davanın içeriğiyle yakın ilgisi varsa duygularının etkisinden tamamen kurtulamayıp tarafsızlığını yitirebileceği vurgulanmış, tarafsız kalamayacağının kesinleştiği veya bu hususta ciddi şüphelerin bulunduğu hallerde davaya bakamayacağı kabul edilmiştir. Fıkıh âlimlerinin büyük çoğunluğu, hâkimin özellikle kendisinin ve lehine şahitlik yapamayacağı kimselerin lehine hükmedemeyeceğini, aksi takdirde bu hükmünün töhmet sebebiyle geçerli sayılmayıp bozulacağını söylemiştir (Şehâbeddin el-Karâfî, IV, 43; Abdülkerîm Zeydân, s. 271-272; Vehbe ez-Zühaylî, VI, 496). Hanefîler’e göre hâkim töhmet sebebiyle kendisi, üst soyundan ve alt soyundan biri, eşi, vekili, özel işçisi, -dava konusu malda ortaklığı varsa- ortağı ve maddî yardımıyla geçinen kişinin davasına bakamaz, onlar lehine hükmedemez (Mecelle, md. 1808); fakat lehine tanıklık edebileceği yakınlarının davalarına bakıp lehlerine hükmedebilir. Bu mezhepteki bir görüşe göre hâkim kendisiyle aralarında düşmanlık bulunan kimselerin davalarına bakıp onlar aleyhine de hükmedemez; diğer bir görüşe göre ise âdil olan bir hâkimin böyle bir hükmü nâfiz olur (İbn Âbidîn, V, 357; Bilmen, Kamus2, VIII, 224).
Töhmet kavramı muhakeme hukukunda büyük önem taşıyan şahitlik konusuyla da yakından ilgilidir. Fakihler, hakkında töhmet bulunan kişinin şahitliğinin delil olarak kabul edilmeyeceği hususunda görüş birliği içindedir (Abdülkerîm Zeydân, s. 181; Vehbe ez-Zühaylî, VI, 568, 780). Ancak bazı âlimler konuyu ele alırken töhmetin derecelerini ayırt etmişlerdir. Meselâ Mâlikî fakihlerinden Karâfî töhmet kuvvetli ise şahitliğin reddinde dikkate alınacağı, zayıf ise alınmayacağı hususunda icmâ bulunduğunu, kuvvetli veya zayıf diye nitelenmesi ihtilâfa açıksa dikkate alınıp alınmayacağı hakkında farklı görüşler ileri sürüldüğünü kaydeder (el-Furûḳ, IV, 70-71). Hanefîler’e göre şahitliğin kabul edilebilmesi için şahidin âdil olması, kendi davasında şahitlik etmemesi, aleyhine şahitlik yaptığı kişi ile aralarında bir düşmanlığın ve lehine şahitlik ettiği kişi ile aralarında bir menfaat ilişkisinin bulunmaması gerekir. Meselâ usul ve fürûun, karı ile kocanın birbirleri lehine şahitliği kabul edilmez, diğer yakınların birbiri lehine şahitliği kabul edilir. Yine bir kimsenin geçimini sağladığı insanlar veya özel işçisi konumundakiler lehine, ortakların şirket malıyla ilgili olarak birbirleri lehine, kefilin kefalet konusu meblağın asil tarafından ödendiğine dair şahitliği geçerli sayılmaz; birbirinin mallarında harcama yapacak kadar samimi olmayan dostların birbiri lehine şehâdeti ise kabul edilir (Mecelle, md. 1701-1702; Bilmen, Kamus2, VIII, 129-130). Mâlikîler, şahitle lehine şahitlik yaptığı kişi arasında kan bağının ve evlilikten doğan bir yakınlığın bulunmaması gerektiğini, usul ve fürûun birbiri lehine şahitliği makbul sayılmadığı gibi bir kimsenin üvey annesi, üvey babası, üvey oğlu, kayınpederi, kayınvâlidesi gibi kimselerin lehine şehâdetinin de kabul edilemeyeceğini söylemişlerdir. Şâfiîler’e göre karı koca birbiri lehine şahitlik yapabilir. Zâhirî fakihi İbn Hazm, “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutun. Kendiniz, anne babanız ve akrabanız aleyhine de olsa Allah için şahitlik eden kimselerden olun” âyetini (en-Nisâ 4/135) ve konuya ilişkin hadisleri delil göstererek bir hakkın ortaya çıkması için âdilâne bir şekilde şahitlik yapmanın -bu şahitlik bir yakının lehine veya bir düşmanının aleyhine bile olsa- dinî bir vecîbe olduğunu, dolayısıyla akrabalık, dostluk, işçilik, ortaklık, kefalet, vasiyet gibi ilişkilerin şahitliğin kabulüne engel teşkil etmediğini ileri sürmüştür (el-Muḥallâ, VIII, 505-510).
Ceza muhakemesinde töhmet yargı önünde zan ve şüpheye dayalı olarak birisine suç isnadında bulunmayı ifade eder. Böyle bir isnat halinde suçlayan “müddeî” (davacı) ve suçlanan “müddeâ aleyh” (davalı) konumunda kabul edilir. Ayrıca hakkında ithamda bulunulan kişi için müttehem, maznun (sanık) tabirleri de kullanılır. İslâm hukukçuları, suç isnadının yargı makamları tarafından dinlenip hükme bağlanabilmesi için isnat edilen şuç, ithamda bulunan ve itham edilen kişilerle ilgili bazı şartların varlığını gerekli görürler. Şikâyet/dava konusu şuçun belli ve bilinir olması ve ispat edildiğinde ilgiliye belli bir ceza verilecek mahiyette bulunmasının yanı sıra şarap içme, sarhoşluk, zina gibi haddi gerektiren suçlarda işlendiği iddia edilen suçun üzerinden belli bir sürenin geçmemiş olması gerekir. Zira üzerinden belli bir süre geçen bu tür suçların resmî makamlara intikal ettirilmesinde geç kalınması suçun ispatını zorlaştıracağı gibi böyle bir suç isnadının husumetten kaynaklandığı şüphesi de gündeme gelir. İthamda bulunan kişinin temyiz kudretine sahip, ad ve adresinin belli ve bilinir olması, sırf kul hakları konusunda suç isnadının hak sahibi olarak veya vekil, nâib gibi temsilcisi sıfatıyla yapılması, hatta bazı fakihlere göre ergenlik çağına ulaşmış olması şarttır. Zira yargı makamları davacısı bilinen davaları işleme koyabilir, sırf kul haklarının ihlâline ilişkin ceza davalarını da hak sahibinin veya temsilcisinin talep ve takibine bağlı olarak dinleyebilir. Allah hakkının galip geldiği ceza davaları toplumun ortak düzen ve yararının ihlâlini önlemeye yönelik kamu davası mahiyetinde olduğu için bu tür davalarda sadece ihlâlden zarar gören kimselerin değil başta yöneticiler o toplumda yaşayan herkesin söz hakkı bulunduğu kabul edilir. Bu yetki, bir toplumda iyiliği hâkim kılıp kötülüğü önleme yönündeki ortak görev ve sorumluluğun bir parçasını teşkil eder. Bu tür kamu davalarına bu işin sırf Allah rızası/kamu yararı için yapıldığını belirtmek amacıyla “hisbe davası, hisbe şahitliği” adı da verilir.
Hakkında suç isnat edilen kişinin özellikle o suçu işleyebilecek güçte ve durumda olması, ad ve adresinin bilinmesi şartları da aranır. İbn Ferhûn ve İbn Kayyim el-Cevziyye gibi fıkıh âlimleri, haklarında töhmet söz konusu olan kişileri üç kısma ayırarak yargı makamlarınca bunlarla ilgili hangi kuralların uygulanması gerektiğini şöyle açıklamışlardır: a) “Berâet-i zimmet (aksi ispat edilinceye kadar kişinin suçsuz ve borçsuz kabul edilmesi) asıldır” ilkesi gereğince geçmiş töhmeti bulunmayan, toplumda itibar sahibi olan kişileri yıpratmak amacıyla yapılan yersiz ve tutarsız ithamlara itibar edilmez, onlara karşı herhangi bir işlem yapılmaz. b) Önceden suçu sabit olup ceza almış kimselere karşı yapılan ithamlar dikkate alınarak cezaî kovuşturma başlatılır. Soruşturma süresince bu kişiler hakkında -gözetim altında tutma gibi- bazı idarî ve ihtiyatî tedbirler alınabilir. Nitekim bir kısım kaynaklarda Hz. Peygamber’in kendilerine suç isnat edilen kişileri kısa süreli olarak ihtiyaten hapsettiği nakledilmektedir (Ebû Dâvûd, “Aḳżıye”, 29). c) Hakkında suç isnadında bulunulan, ancak suç işleme açısından geçmiş durumu hakkında bilgi edinilemeyen kişiler de soruşturma süresince ihtiyatî tedbir mahiyetinde hapsedilebilir; bunlar, tutuksuz yargılanmak üzere isnat edilen suçun mahiyetine göre kefaletle veya kefaletsiz serbest bırakılabilir. Töhmet sebebiyle uygulanabilecek âzami hapis süresi tartışmalıdır.
Konuyla ilgili hadislerde belirtildiği üzere tek taraflı iddia ve beyanlara dayanılarak hüküm verilemez (Buhârî, “Tefsîr”, 3/2; Müslim, “Aḳżıye”, 1; İbn Mâce, “Aḥkâm”, 7). Bir kimseye isnat edilen suçun kesin delillerle ispat edilmesi gerekir (Tirmizî, “Aḥkâm”, 12). İkrar, şahitlik ve karîne-i kātia bu deliller arasındadır. Ceza hukukunda yemin deliline istisnaî olarak başvurulur. Mâlikîler bu tür yemine töhmet yemini adını verirler. Meselâ vekil, mudârib, vedî gibi emin kabul edilen kimselerin ellerinde emaneten bulunan malların zayi olmasında bunların kasıt ve kusurlarının bulunduğundan şüphe edilmesi halinde bunlara bir kasıt ve kusurlarının olmadığına dair yemin verdirilir. İspat yükü iddia sahibine aittir. Fakihlerin çoğunluğuna göre mütteheme suçunu itiraf etmesi için baskı ve işkence yapılamaz. İslâm hukukunda şüphenin bulunması halinde bundan sanığın yararlanması esastır. Hz. Peygamber’in, “Şüpheli durumlarda had cezalarını kaldırın” (İbn Mâce, “Ḥudûd”, 5; Şevkânî, VII, 117-118); “Elinizden geldiği kadar müslümanlardan had cezalarını düşürün; onun için bir çıkış yolu varsa bırakın gitsin. Zira devlet başkanının afta hata etmesi cezada hata etmesinden hayırlıdır” (Müsned, V, 160; Tirmizî, “Ḥudûd”, 2) hadisleri hükmünce kesin olarak ispat edilemeyen had ve cinayet suçlarına sadece zan, tahmin ve itham üzerine had ve kısas cezası uygulanamaz. Ancak şüphe ile had ve kısas cezasının düşmesi halinde sanık berâet edebileceği gibi ta‘zîr nevinden bir cezaya da mahkûm edilebilir.
BİBLİYOGRAFYA
Lisânü’l-ʿArab, “vhm”, “ẓnn”, “ryb” md.leri.
Tâcü’l-ʿarûs, “vhm”, “ẓnn”, “ryb” md.leri.
Kāmus Tercümesi, “vhm”, “ẓnn”, “şkk” md.leri.
M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ẓnn”, “şhd”, “ḥkm”, “ʿadl” md.leri.
Wensinck, el-Muʿcem, “vhm”, “şbh” md.leri.
Müsned, V, 160.
Mâverdî, el-Aḥkâmü’s-sulṭâniyye, Kahire 1909, s. 55, 58, 70-71, 192-195.
İbn Hazm, el-Muḥallâ, VIII, 505-510.
Serahsî, el-Mebsûṭ, III, 58; VI, 154-156; XVI, 64-78, 121-137.
İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 534-536, 544-545.
Kâsânî, Bedâʾiʿ, VII, 9-14, 46.
İbn Kudâme, el-Muġnî (Herrâs), IX, 54-56, 81-83, 190-198.
İzzeddin İbn Abdüsselâm, Ḳavâʿidü’l-aḥkâm, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), I-II, tür.yer.
Şehâbeddin el-Karâfî, el-Furûḳ, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), IV, 43-44, 70-71, 172.
Takıyyüddin İbn Teymiyye, el-Fetâva’l-kübrâ, Beyrut 1408/1987, tür.yer.
Osman b. Ali ez-Zeylaî, Tebyînü’l-ḥaḳāʾiḳ, Bulak 1314, IV, 178, 219-221.
İbn Kayyim el-Cevziyye, eṭ-Ṭuruḳu’l-ḥükmiyye, Kahire 1317, s. 93-94, 100-105.
a.mlf., İʿlâmü’l-muvaḳḳıʿîn (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Beyrut 1973, IV, 8-9.
Burhâneddin İbn Ferhûn, Tebṣıratü’l-ḥükkâm (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Kahire 1406/1986, I, 92, 257-270; II, 156-162.
Alâeddin et-Trablusî, Muʿînü’l-ḥükkâm, Kahire 1310, s. 39, 217-218.
İbnü’l-Hümâm, Fetḥu’l-ḳadîr (Bulak), V, 465-470; VI, 26-33.
Şirbînî, Muġni’l-muḥtâc, IV, 385, 391-393, 398-400, 433-437.
Muhammed b. Abdullah el-Haraşî, Şerḥu Muḫtaṣarı Ḫalîl, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), VII, 162-164, 179-180.
Şevkânî, Neylü’l-evṭâr, VII, 117-118.
İbn Âbidîn, Reddü’l-muḥtâr (Kahire), V, 357, 478-479.
Mehmed Zihni Efendi, Ni‘met-i İslâm, İstanbul 1313, II, 488.
Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, tür.yer.
Elmalılı, Hak Dini, VI, 4472.
Bilmen, Kamus2, VIII, 46, 68, 129-130, 135-136, 219-221, 224-225.
a.mlf., Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1986, s. 284.
M. Re’fet Saîd, el-Müttehem ve ḥuḳūḳuhû fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye: Taʿvîżü’l-müttehem, Zerkā/Ürdün 1403/1983, s. 9-62.
Abdülkerîm Zeydân, Niẓâmü’l-ḳażâʾ fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, Bağdad 1404/1984, s. 181, 271-272.
Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıḳhü’l-İslâmî ve edilletüh, Dımaşk 1405/1985, VI, 490-492, 496, 568, 780.
Tâhâ Câbir Feyyâz el-Alvânî, “Ḥuḳūḳu’l-müttehem fî merḥaleti’t-taḥḳīḳ”, el-Müttehem ve ḥuḳūḳuhû fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, Riyad 1406/1986, I, 15-53.
Bender b. Fehd es-Süveylim, el-Müttehem muʿâmeletühû ve ḥuḳūḳuhû fi’l-fıḳhi’l-İslâmî, Riyad 1408/1987, s. 19-140.
Fahrettin Atar, İslâm İcrâ ve İflâs Hukuku, İstanbul 1990, s. 249, 414.
a.mlf., İslâm Adliye Teşkilâtı, Ankara 1991, s. 120-121.
“Tuhmet”, Mv.F, XIV, 92-95.