- 1/5Müellif: AZMİ ÖZCANBölüme GitResmî adı United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland (Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı) olup kısaca Büyük Britanya veya Bir...
- 2/5Müellif: AZMİ ÖZCANBölüme GitIII. İNGİLİZ SÖMÜRGECİLİĞİ “Başkalarına ait kaynakları haksız yere kullanmak” mânasında insanlık tarihiyle başlatılan sömürgecilik modern anlamıyla, X...
- 3/5Müellif: AZMİ ÖZCANBölüme GitIV. OSMANLI-İNGİLTERE MÜNASEBETLERİ Türkler’le İngilizler’in münasebetlerinin tarihi Haçlı seferlerine kadar gitmekle birlikte Osmanlılar’la İngilizle...
- 4/5Müellif: ŞÜKRÜ SELİM HASBölüme GitV. ÜLKEDE İSLÂMİYET İngilizler’in İslâmiyet’le temaslarının daha önceki yüzyıllarda başlamasına ve Britanya adalarında XVII. yüzyıldan itibaren Türk v...
- 5/5Müellif: RIZA KURTULUŞBölüme GitVI. İNGİLTERE’DE İSLÂM ARAŞTIRMALARI Avrupa’da İslâm ve Doğu araştırmaları yapan ülkelerin öncülerinden olan İngiltere, Uzakdoğu ve özellikle Ortadoğu...
https://islamansiklopedisi.org.tr/ingiltere#1
Resmî adı United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland (Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı) olup kısaca Büyük Britanya veya Birleşik Krallık şeklinde de söylenir; dünya genelinde yaygınlıkla kullanılan İngiltere ise aslında devletin ana topraklarını meydana getiren dört millî-coğrafî bölgeden en büyüğünün adıdır (England; diğerleri İskoçya, Wales/Galler, Kuzey İrlanda). Atlas Okyanusu’nda Avrupa kıtasının kuzeybatısında ana karadan Manş ve Kuzey denizleriyle ayrılan adanın güneyi ve etrafındaki irili ufaklı diğer adalar üzerinde kurulmuştur. Yüzölçümü 130.439 km2 olup kuzeyinde Birleşik Krallığa dahil İskoçya (77.167 km2) ve batısında Galler’le (20.768 km2) Kuzey İrlanda (14.147 km2) bulunmaktadır. Nüfusu 52 milyon (1999 tah.) olan İngiltere’nin başşehri Londra’dır (1999 tah. 7 milyon). Nüfusu 1 milyonu aşan bazı diğer önemli şehirleri Manchester, Birmingham, Liverpool, Bristol ve Leeds’tir.
İngiltere parlamenter demokrasiyle yönetilen anayasal bir krallıktır; ancak tam bir yazılı anayasası yoktur. Parlamentoda veraset veya tayin yoluyla belirlenen Lordlar Kamarası ve seçimle gelen Avam Kamarası olmak üzere iki meclis vardır; yürütmenin başı başbakandır. Ülke Commonwealth teşkilâtı (İngiliz Uluslar Topluluğu) vasıtasıyla bazı eski sömürgelerle birlikteliğini korumaktadır; ayrıca Cebelitârık ve Falkland adaları gibi deniz aşırı toprakları da bulunmaktadır.
I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA
Ülke topraklarının çoğunluğunu oluşturan Büyük Britanya adası kuzeyden güneye 950 km. uzunluğunda ve doğudan batıya 450 km. genişliğindedir. Genellikle monoton bir doğal yapısı olan İngiltere’nin en yüksek noktası Göller bölgesinde 978 m. civarındaki Scafell Pike tepesidir. Bütün adanın en yüksek noktası ise kuzeydeki dağlık İskoçya’da Ben Nevis zirvesidir (1343 m.). En uzun akarsu, Galler’de Cambrian dağlarından doğup güneybatıda Bristol Kanalı’na dökülen Severn’dir; Londra’dan geçen Thames ile Trent ve Ouse de diğer önemli akarsulardır. İklim genelde ılıman, kuzeyde biraz daha sert, güneyde ise yumuşaktır. Ortalama sıcaklık kışın 4-6 °C, yazın 12-22 °C arasındadır. Bununla birlikte özellikle güneyde sıcaklığın gün içinde nâdir de olsa 30 °C’ye çıktığı olur. Hava kararsız ve değişken, genellikle bol yağışlıdır; yıllık ortalama yağış 1000 milimetrenin üzerindedir. Adanın bitki örtüsü sanayileşme ile birlikte değişmiştir. Önceleri meşe gibi yaprak döken ağaçlardan meydana gelmiş ormanlarla kaplı olan alanların pek azı doğal yapısını koruyabilmiştir. Bugünkü bitki örtüsü ülke topraklarının üçte birini oluşturan küçük koruluklar, sık çalılıklar ve iğne yapraklı ağaçlıklar halindedir. Aynı şekilde sanayileşmeden hayvan türleri de etkilenmiş ve günümüze tilki, porsuk, gelincik, sincap, tavşan, kirpi, köstebek ve kızıl geyik gibi hayvanlar kalmıştır.
İngiltere yüzölçümüne oranla kalabalık bir ülkedir; km2 başına düşen insan sayısı 350’yi geçer. Nüfusun dağılımı çeşitlilik gösterir; çoğunluk (% 92 civarı), başta Londra olmak üzere daha çok güney ve batıdaki sanayi şehirlerinde yaşamaktadır. Genellikle çeşitli İslâm ülkelerinden gelen göçmenlerin sayısı % 8’e yaklaşır. İngiltere tarihinde görülen din anlaşmazlıkları ve bölünmeler yüzünden halk arasında çeşitli hıristiyan mezhep ve tarikatları gelişmişse de hâkim olan inanç Protestanlığın Anglikan koludur ve kilisenin başı kral veya kraliçedir. Ülkede az sayıda yahudi ile Hindu ve Budist gibi farklı inanç mensupları da bulunmaktadır (müslümanlar için aş.bk.).
Ekonomi endüstriye dayanır. İngiltere toprakları için ham madde bakımından zengin denilebilir; özellikle kömür ve Kuzey denizi açıklarındaki petrol-doğal gaz yatakları çok önemlidir. Başlıca sanayi kolları metalürji, makine, gemicilik, kimya, kömür, petrol, demir çelik, tekstil, elektrik, elektronik, uçak ve uzay sektörleri üzerinedir. Tamamı makine kullanılarak yapılan tarım verimli ise de üretim miktarı ve çeşit bakımından yeterli değildir. İklim ve toprak yapısına uygun olarak daha çok hububat, şeker pancarı, patates gibi ürünler yetiştirilir; diğer ürünler ithal edilir. Tarımla uğraşanların sayısı nüfusun % 2’si kadardır. Hayvancılık ve balıkçılık ise ülke ihtiyacını fazlasıyla karşılayabilecek düzeydedir. Özellikle balıkçılık alanında yıllık 1 milyon tona yaklaşan çeşitli deniz ürünleri avı aynı zamanda zengin bir ihracat potansiyeline sahiptir. Ulaşım daha çok uzunluğu 16.000 kilometreyi geçen demiryolu ağıyla sağlanmaktadır. Gelişmiş bir otoyol sistemine sahip olan kara taşımacılığında toplam yol uzunluğu 400.000 kilometreyi bulur. Büyük şehirler birbirlerine birkaç şeritli otoyollarla bağlıdır. İç bölgelerde küçük ölçüde kanal taşımacılığı da yapılmaktadır. Britanya adalarının zengin tarihi ve sanat potansiyeli turizmi çok canlı tutmuş ve ekonominin temel sektörlerinden biri haline getirmiştir. Aynı şekilde bilim ve teknolojideki pek çok yeniliğin merkezi olan Cambridge, Oxford ve Londra üniversiteleri gibi dünyaca ünlü üniversiteler de paralı eğitim verdikleri için ülke ekonomisine büyük katkı sağlamaktadırlar. İngiltere hemen her ülke ile ticarî ilişkiler içerisindedir ve ticaret hacmi itibariyle dünyada en ön sıralarda gelmektedir. Özellikle İngiliz Uluslar Topluluğu üyelerinin ekonomileri büyük oranda hâlâ İngiltere’ye bağlıdır.
II. TARİH
İngiltere’nin tarihi, adanın milâttan önce 6000 yılları civarında Avrupa ana küresinden kopmasıyla başlatılmaktadır. Arkeolojik bulgular daha önce burasının buzlarla kaplı olduğunu, fakat avcılık için gelen insanların yaşadığını göstermektedir. Milâttan önce 4000 dolaylarında adaya gelen göçmenlerin güneye ve İrlanda’ya yerleşerek ilk defa toprağı işledikleri, milâttan önce 2500 civarında Kuzey Avrupa’dan tunç kullanan insanların gelip madencilik yaptıkları belirtilir. Milâttan önce 1000 yıllarında Avrupa’da yurtlarından çıkarılan Keltler’in adayı istilâ etmeleri, milâttan önce 50’de Romalılar’ın buraya yönelik saldırıları ve istilâları, milâttan sonra 43’te İmparator Claudius zamanında Roma idaresinin kurulması İngiltere’yi tarihî bakımdan ön plana çıkardı. Roma döneminde eyalet statüsünde yönetilen İngiltere’de Londra merkez oldu ve önemli Roma şehirleri kuruldu. Barış ve istikrarın hâkim olduğu adada çiftçilik ve madencilik ciddi gelişmeler kaydetti. Ancak milâttan sonra V. yüzyıldan itibaren Roma İmparatorluğu’nun çökmesiyle ekonomi canlılığını yitirdi, tarım ve ticaret bozuldu.
Ülkede otoritenin yok olmasıyla yeni istilâlar tehdidiyle karşılaşan Britonlar (Keltler), tedbir olarak Cermen kabileleri Angıllar ve Saksonlar’ı adaya getirip güvenliklerini temin etmek istediler. Adanın doğu ve güney kısımlarına yerleşen Anglo-Saksonlar, zamanla kendi hâkimiyetlerini oluşturarak İngiltere’de Anglo-Sakson dönemini başlattılar. Bu arada Angıllar’ın hâkim olduğu bölgeye Doğu Anglia denildiği gibi adanın tamamı da bu isimle (Angıl-İngil) anılmaya başlandı. Ülkede İngiliz bilincinin oluşmasında etken olan diğer bir gelişme de milâttan sonra VII. yüzyıldan itibaren Roma’dan gelen misyonerlerin etkisiyle başlayan hıristiyanlaştırma faaliyetleri ve kilisenin örgütlenmesidir. Bu arada adada var olan pek çok devlet arasında Wessex Kralı Egbert güçlenerek diğerlerini etrafında topladı. Bu süreç, Egbert’ten sonra tahta geçen Alfred’in Vikingler’i de mağlûp ederek 886’da bütün İngiltere’nin kralı olduğunun ilân edilmesiyle sonuçlandı. X. yüzyıldan itibaren Norveç ve Danimarka Krallığı da (Vikingler) İngiltere ile ilgilenmeye başladı. İngilizler için bundan sonra gerileme süreci de böylece başlamış oldu. Bu süreç, Vikingler’in XI. yüzyılın başlarında ülkenin tamamını ele geçirmesiyle neticelendi ve Danimarka Kralı Canute aynı anda İngiltere, Norveç ve Danimarka kralı oldu. Ancak bu dönemde daha önce gelip İrlanda’ya yerleşen Normanlar’ın istilâsı başladı. Normanlar 1066’da İngiltere Kralı Harold’u mağlûp ederek ülkeye hâkim oldular. İngiltere toprakları Norman kökenli aristokratlara (lordlar) paylaştırıldı ve bir çeşit feodalite dönemi başladı. İngilizler zamanla yönetimden tamamen uzaklaştırıldı. İdarî dil Latince oldu. Kilise ve piskoposlar da lordlarla aynı şartlarda yükümlülük karşılığında toprak sahibi olmaya başladılar. İngiltere kilisesinde bir düzenlemeye gidildi. Canterbury merkez oldu. 1135’te Kral I. Henry vâris bırakmadan ölünce yeğeni Stephen tahta el koydu.
1154’te tahta geçen II. Henry, yönetim reformu gerçekleştirerek krallığın bütün ülke topraklarında hâkimiyetini sağladı. 1189’da II. Henry’nin ölümü üzerine tahta I. Richard (Arslan Yürekli) geçti. On yıllık saltanatı dönemine damgasını vuran Haçlı savaşları yüzünden Richard ülkesinde ancak altı ay kadar kalabildi. Bu dönemde İngiltere Richard’ın yetki verdiği bir kurul tarafından yönetildi. Richard’ın Fransa’da savaşırken ölmesinin ardından yerine oğlu John geçti (1199). Kral John, Canterbury başpiskoposluğunun tayini meselesinde papa ile anlaşmazlığa düşünce Papa III. Innocent John’u aforoz etti. Ancak John, bir süre sonra ülke içinde kendisine karşı bir ayaklanma söz konusu olunca tahtını korumak için papanın arzularını kabul ettiğini bildirerek destek istedi. Bu sırada John’a karşı harekete geçen bazı lordlar ve piskoposlar, kendi feodal haklarını garanti altına alan bir belge hazırlayarak John’u sıkıştırdılar. Nitekim kral, 15 Haziran 1215’te Magna Carta olarak tarihe geçen bu belgeyi imzalamak zorunda kaldı. Fakat çok kısa bir müddet sonra tarafların bu sözleşmeyle ilgili sorumluluklarını yerine getirmemesi üzerine İngiltere’de uzun süren bir kargaşa ve iç savaşlar dönemi başladı.
I. Edward’ın saltanatı boyunca (1272-1307) ülke içinde genel anlamda istikrar tekrar sağlandı. Bunun sonucu olarak Edward döneminde yönetime toplum temsilcilerinin katılımı, müesseseleşme, sistemli vergi ve hukuk alanında ciddi mesafeler alındı. Devletin işleyişinde bir gelenek oluşmaya başladı. Ancak krallık ile feodal lordlar arasındaki gerginlik bir türlü giderilemedi. Diğer taraftan XIV. yüzyılın ortalarında beliren veba salgını büyük bir nüfus kıyımına sebep oldu. Aynı şekilde Avrupa’da 1337’de başlayan Yüzyıl savaşlarının getirdiği ekonomik zorluklar da söz konusu olunca ülkede işsizlik ve fakirlik had safhaya ulaştı. 1381’de patlak veren büyük köylü ayaklanması zorlukla yatıştırıldı. Bu döneme damgasını vuran gelişmelerden biri de dinî karışıklıklardır. Oxfordlu John Wycliffe, feodal yapı ve kilise hiyerarşisine karşı çıkan siyasî görüşleriyle ülke içinde çalkantılara yol açtı ve reform hareketine giden süreçte önemli rol oynadı.
İngiltere, XV. yüzyılın ortalarında otuz yıl kadar süren taht mücadelesine sahne oldu. 1485’te Lancaster hânedanının son vârisi Henry Tudor’un (VII. Henry) hâkimiyetini tesis etmesiyle İngiltere’de Tudorlar dönemi başladı. Ekonomik canlanma ve gelişen ticaret, ülkede eğitim ve kültür hamlesinin başlatılmasına katkıda bulundu. Pek çok kilise ve devlet okulu açıldı. Cambridge ve Oxford üniversitelerinin kolejleri faaliyete başladı. Matbaanın kullanılmasıyla kitap ve okur yazar sayısında artışlar kaydedildi. Standart İngilizce yaygınlaştı.
İngiltere, aynı zamanda Avrupa’nın önemli ve nüfuzlu bir devleti olarak uluslararası olaylara müdahale etmeye başladı. Bu sırada Avrupa’da başlayan reform hareketi bütün sarsıntılarıyla devam etmekteydi. Kral VIII. Henry’nin kendine bir erkek vâris doğurmayan Kraliçe Catherina’dan boşanarak yeniden evlenmek istemesi papalıkla arasının açılmasına sebep oldu. Papa bu boşanmayı onaylamayınca ilişkiler koptu ve Henry 1534’te kendisini İngiltere kilisesinin başı ilân ederek bütün kilise mallarına el koydu. Böylece İngiltere’de Protestanlık hâkimiyeti başlamış oldu. Henry’den sonra dokuz yaşında tahta geçen VI. Edward’ın (1547-1553) on altı yaşında ölmesiyle onun yerine geçen Kraliçe I. Mary (1553-1558) bir ara tekrar Katolikliğe dönüş için baskı uyguladıysa da halkın direnişiyle karşılaştı.
1558’de tahta geçen I. Elizabeth döneminde başlayan deniz aşırı sefer ve keşifler İngiltere’nin itibarını ve ticaret hacmini arttırdı. Uzakdoğu ve Asya ile ticaret yapmak üzere İngiliz Doğu Hindistan Şirketi (British East Indian Company) kuruldu. İspanya’ya karşı Fransa ile anlaşma yapılarak geleneksel düşmanlığa son verildi ve dünya ticaretinde Hollanda, İspanya ve Portekiz ile rekabete girişildi. I. Elizabeth dönemi İngiltere’si yetiştirdiği Shakespeare, Spencer, Bacon, Marlowe gibi yazar ve düşünürlerle de dikkat çekti.
I. James (1603-1625) ve onu takip eden I. Charles (1625-1649) Avam Kamarası’nın yetkilerine müdahale edince yeniden huzursuzluk başladı; Anglikan kilisesinin İskoçya Presbiteryen kilisesi doğrultusunda faaliyet göstermesi kararına karşı duyulan tepki Otuzyıl savaşlarının getirdiği ekonomik sıkıntılarla birleşti ve 1642’de kralcılarla parlamento destekleyicileri arasında iç savaş başladı. Oliver Cromwel liderliğindeki parlamento taraftarları bu savaştan galip çıktılar (1648). Kral I. Charles idam edildi. Protestanlık resmî mezhep olarak kabul edildi. İlk yazılı anayasa mahiyetinde bir metin hazırlanarak “protektorluk” denilen bir idare tarzı benimsendi. “Cromwel Cumhuriyeti” olarak adlandırılan bu dönem uzun sürmedi ve tekrar krallık yönetimine geçilmesi kararlaştırıldı. Sürgünde bulunan Stuart hânedanından II. Charles İngiltere’ye dönerek tahta geçti (1660). “Restorasyon” olarak adlandırılan bu dönemde II. Charles parlamento ile uyumlu çalıştı. Anglikan kilisesinde yeni bir yapılanmaya gidildi. Parlamentonun baskısıyla Protestanlar’ın dışındakilerin yüksek makamlara getirilmesi yasaklandı. II. Charles’ın yerine geçen II. James, ülkeyi Katolik yapmak gayretiyle Protestanlar’a karşı şiddetli bir tasfiye hareketine girişti. Oluşan tepki üzerine II. James Fransa’ya kaçmak zorunda kalınca damadı William 1689’da İngiltere kralı oldu. Parlamentoda alınan bir kararla hükümdarlık William ve karısı II. Mary tarafından birlikte deruhte edilecekti. Bu gelişmeler İngiltere tarihinde bir dönüm noktası olarak değerlendirilir ve “kansız ve şanlı devrim” adıyla anılır. Böylece üstünlüğünü ortaya koyan parlamento, aynı zamanda hükümdarı denetim altına alan “Haklar Bildirgesi” ile ülkede yeni bir idare tarzını, meşrutî monarşiyi başlattı. Kralların Katolik olmaması kanunlaştı.
1702’de tahta geçen Mary’nin kardeşi Kraliçe Anne’nin saltanatında, 1603’ten beri aynı krala tâbi olan İskoçya ve İngiltere’nin yönetimleri Birleşik Krallık adıyla tek çatı altına alındı. Bu durum ülkenin askerî ve ekonomik açıdan güçlenmesini sağladı. Diğer taraftan parlamentoda bir gelenek oluşmuş, düzenli yapılan seçimlerde tüccar ve sanayicilerin desteklediği Whig Partisi ile büyük toprak sahiplerinin desteklediği Torry (Muhafazakâr) Partisi en büyük iki güç olarak ortaya çıkmıştır.
Anne’nin 1714’te ölümü üzerine yerine geçecek Protestan vâris konusunda karışıklık çıkınca Whig Partisi denetimindeki parlamento, Anne’nin kuzeni olan Hannover Valisi George Louis’i (George Ludwig) I. George adıyla tahta çıkardı. Böylece İngiltere sarayında Hannover hânedanı dönemi başladı. İngilizce bilmeyen I. George, ülke meseleleriyle doğrudan ilgilenemediği için yönetimde daha çok Whig Partisi hâkim oldu. Daha sonra tahta geçen oğlu II. George döneminde (1727-1760) İngiltere Yediyıl savaşlarında Fransa’ya karşı büyük bir zafer kazandı. Ancak savaş sırasında II. George ölünce yerine torunu III. George kral oldu (1760-1820). Bu dönemde İngiltere, Kanada ve Amerika’daki kolonilerini kaybetmekle birlikte Avrupa’da devrim sonrası Napolyon Fransası’na karşı verdiği mücadele ile önem kazandı. İngiltere, Kanada ve Hindistan’daki Fransız bölgelerine hâkim oldu. Aynı zamanda İngiltere’de sanayi devrimi olarak bilinen önemli bir değişim süreci devam etmekteydi. Bunun neticesinde İngiltere dünyanın ilk sanayileşen ülkesi ve en güçlü devleti haline geldi.
XIX. yüzyılın ilk yarısında sanayi devrimi hamlesi devam etti ve büyük fabrikalar dönemi başladı. Demir ve buhar gücüne dayanan yeni teknolojiyle gemi ve demiryolu ulaşımındaki gelişme sayesinde ticaret hacmi olağan üstü büyüdü. Dünyanın hemen her ülkesine ihracat yapıldığı gibi sömürgelerin dışında da özellikle Osmanlı toprakları ve Çin gibi yerlerde baskı ile ticarî imtiyazlar elde edilerek yeni pazarlar bulundu. Kraliçe Victoria dönemi olarak adlandırılan bu dönemde (1837-1901) İngiltere hemen hemen bütün dünyada etkinliğini kabul ettirdi ve başta Ortadoğu’da olmak üzere milletlerarası bütün olaylara doğrudan müdahale etmeye başladı. İçeride de toplumsal refah alanında olumlu gelişmeler yaşandı. Eğitim devletin sorumluluğu altına girdi. Bu arada 20 milyona yaklaşan nüfusun baskısıyla pek çok İngiliz yeni bir hayat için Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda gibi İngiliz kolonilerine göç etmeye başladı.
XIX. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde İngiltere’de parlamento ülkenin iç ve dış siyasetine tam anlamıyla hâkim oldu. İngiltere, Kırım Savaşı’nda Osmanlı Devleti ve Fransa ile birlikte Rusya’ya karşı savaştı. İngiltere’nin gücünün doruğa ulaştığı bu dönemde Hindistan bağımsızlık savaşı bastırılarak ülke doğrudan Londra’ya bağlandı. 1868-1874 arasında başbakanlık yapan William Gladstone liberal görüşleriyle yeni bir dönem başlattı. 1874’te iş başına gelen Torry Partisi’nden Benjamin Disraeli, içeride toplumsal reform programları uygularken dış politikada da uluslararası denge siyasetine ağırlık verdi. 1880 seçimlerinde Disraeli’yi devirerek yeniden başbakan olan Gladstone, 1882’de Mısır’ın işgalinin getirdiği yoğunluğun ardından Sudan olayları ve General Gordon’un burada Mehdî kuvvetlerince öldürülmesiyle zor durumda kaldı, 1886’da seçime giderek ağır bir yenilgiye uğradı. Yüzyılın sonuna gelindiğinde İngiltere, sömürge toprakları 6,5 milyon km2 bir genişliğe ulaşan ve toplam 400 milyona yakın bir nüfusa sahip elli beş sömürgeden oluşan büyük bir imparatorluk oldu. 1901’de Kraliçe Victoria’nın ölümüyle kapanan bu dönem gerek sömürgecilik, sanayileşme ve ferdî ahlâk anlayışının ön plana çıkmasıyla oluşan yeni değerler ve disiplinli sosyal denetim mekanizmasının şekillendirdiği İngiliz sosyal yaşantısı özellikle biyolojik materyalizm, Marksizm, Thomas Huxley, Bernard Shaw ve Oscar Wilde gibi akım ve yazarların temsil ettiği eleştirel yaklaşımın da etkisiyle gelişen değerler çatışması, gerekse kültür, sanat, edebiyat ve siyasette beliren yeni bir İngiliz anlayışı ile tarihteki yerini almıştır.
XX. yüzyılla birlikte İngiltere, büyük bir imparatorluk olmanın yüklediği sorumluluklarla birlikte sanayi toplumunun ortaya çıkardığı kültür ve sınıf çatışmalarının baskı ve sıkıntılarını yoğun olarak hissetmeye başladı. Sayıları mütemâdiyen artan işçi sınıfı daha örgütlü bir kuvvet haline geldi ve çok kısa bir zaman diliminde Marksist ve sosyalist partiler ve dernekler kurarak siyasî alanda ağırlığını koymaya başladı. İşçi Partisi ilk defa 1906 seçimlerinde yirmi dokuz milletvekili ile parlamentoya girdi. İrlanda’da İngiliz yanlısı Protestanlar ile bağımsızlık yanlısı Katolik İrlandalılar arasında yaşanan gerginlikler bir iç savaşın eşiğine geldiği zaman I. Dünya Savaşı patlak verdi. 1815’ten beri Kırım Savaşı hariç herhangi bir Avrupa devletiyle doğrudan savaşa girmemeye çalışan İngiltere, Almanya’nın Belçika’yı işgal etmesi üzerine daha önce Belçika’ya verdiği taahhüt gereği Almanya’ya savaş ilân etti (4 Ağustos 1914). Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Devleti Almanya’nın; Fransa, Rusya ve İtalya İngiltere’nin yanında yer aldı. Savaş İngiltere öncülüğündeki İtilâf kuvvetlerince kazanıldı. Ancak savaş sebebiyle tarihinin en büyük ekonomik yükü altında kalan İngiltere diğer gelişmiş ülkeler karşısında gerilemeye başladı. II. Dünya Savaşı’na siyasî çalkantılar içerisinde giren İngiltere, savaşın başlarında Almanya’nın gösterdiği başarılar ve psikolojik üstünlük sebebiyle büyük sarsıntı geçirdi. Milyonlarca insan Amerika’ya veya başka yerlere göç etti. Eylül 1945’te savaş bittiği zaman İngiltere asker ve sivil 400.000’e yakın insan kaybetmiş, ekonomisi tekrar tarihinin en büyük yıkımına uğramıştı. Bunda, savaş boyunca bizzat ada topraklarına taarruzda bulunan Alman savaş uçakları ile füze ve roketlerin yaptığı tahribatın da büyük payı vardı.
İngiltere savaş sonrasında hızlı bir toparlanma dönemi başlattı. Savaş sırasında desteğini istediği sömürgelerine verdiği taahhütler gereği Britanya İmparatorluğu’ndan ayrılıklar başladı. İlk olarak 1947’de Hindistan bağımsızlığına kavuştu ve Pakistan kuruldu. 1948’de Burma (Myanmar) ve Seylan (Sri Lanka) bağımsızlığı seçti. 1950’den itibaren Asya, Afrika ve Avrupa ile Antiller’deki diğer sömürgeler de bağımsızlık sürecini başlattılar. Ancak bağımsızlığını kazanan ülkelerin pek çoğu, İngiltere tahtının sembolik önderliğindeki İngiliz Uluslar Topluluğu’nda kalmayı sürdürdü.
Savaştan sonraki dönemde İngiltere güvenliği için Avrupa ile iş birliğine yöneldi. 1949’da Sovyet tehdidine karşı oluşturulan North Atlantic Treaty Organisation’da (NATO) yer aldı. 1952’de Kral VI. George’un ölümü üzerine Kraliçe II. Elizabeth tahta çıktı. 1951 seçimlerinde iş başına gelen muhafazakârlar arka arkaya üç seçimi de kazanarak 1963’e kadar ülkeyi yönettiler. Ülke 1960’ların sonlarında bütün dünyayı saran sosyalist hareketler, genel grevler, üniversite boykotları ve hippilik akımının etkisi altında kaldı. Ocak 1973’te Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (bugünkü Avrupa Birliği) giren İngiltere’deki ekonomik sıkıntılar ve işsizlik problemi, 1977’de Kuzey denizinde zengin petrol kaynakları bulununcaya kadar devam etti.
İngiltere’de 1980’li yıllar Muhafazakâr Parti başkanı Margaret Thatcher’ın başbakanlığında geçti. 1982’de Falkland adalarının hükümranlığı için Arjantin ile savaşa girildi ve adalarda İngiliz hâkimiyetinin devamı sağlandı. Ancak Thatcher’ın ekonomik politikalarına karşı duyulan genel tepki sebebiyle 1989’da istifa etmesi üzerine aynı partiden John Major başbakan oldu. 1997 seçimlerinde İşçi Partisi büyük bir çoğunluk elde etti ve Tony Blair başbakan oldu.
BİBLİYOGRAFYA
D. Thomson, England in the Nineteenth Century, Baltimore 1962.
a.mlf., England in the Twentieth Century, Baltimore 1965.
R. C. K. Ensor, England: 1870-1914, Oxford 1963.
M. Ashley, England in the Seventeenth Century, Baltimore 1963.
G. M. Young, Victorian England, London 1964.
A. J. P. Taylor, English History: 1914-1945, London 1965.
D. Hume, The History of Great Britain, Baltimore 1970.
R. Musman, Britain Today, London 1978.
J. H. Plumb, England in the Eighteenth Century, Aylesbury 1983.
T. B. Macaulay, The History of England, London, ts., I-III.
The Oxford History of Britain (ed. K. O. Morgon), London 1999.
“United Kingdom”, EBr.2, XXIX, 25-100.
https://islamansiklopedisi.org.tr/ingiltere#2-ingiliz-somurgeciligi
III. İNGİLİZ SÖMÜRGECİLİĞİ
“Başkalarına ait kaynakları haksız yere kullanmak” mânasında insanlık tarihiyle başlatılan sömürgecilik modern anlamıyla, XV. yüzyıl sonlarından itibaren ortaya çıkan ve günümüze kadar devam eden bir süreç olarak Avrupa’nın güçlü devletlerinin dünyanın diğer ülkelerinin topraklarını ve kaynaklarını keşif, ilhak, işgal ve istimlâk ederek kendi ülkeleri için kullanma olgusudur. Kronolojik olarak Avrupalılar’ın denizlere açılıp Ümitburnu (1488) ve Amerika’yı (1492) bulmaları ile başlayan bu olguda İngiltere zaman içerisinde tartışmasız bir üstünlük elde etmiş ve yakın tarihlere kadar dünyanın en büyük sömürge imparatorluğuna sahip olmuştur. İngiliz sömürgeciliğini başlıca beş aşamaya ayırmak mümkündür. 1. 1763 Paris Antlaşması’na kadar olan genişleme dönemi. 2. XIX. yüzyılın ortalarına kadar gelen ilhak ve yerleşme süreci. 3. I. Dünya Savaşı’na kadar olan modern emperyalizm. 4. 1945’e kadar gelen tutunma dönemi. 5. 1945’ten sonra sömürge imparatorluğunda dağılma süreci.
Haçlı seferlerine kadar büyük ölçüde içine kapalı bir şekilde yaşayan Avrupa, artan nüfus yoğunluğuna rağmen sınırlı toprağa sahip olmanın baskısı ve Akdeniz ile doğudaki Osmanlı hâkimiyeti arasında sıkışmasının sonucu açık denizlere yönelmişti. Portekizliler ve İspanyollar’ın öncülüğündeki bu girişim sonucu keşfedilen yeni topraklar ve deniz yolları, 1494’te İspanya ile Portekiz arasında varılan Tordesillas Antlaşması ile paylaşıldı. Bu iki ülkenin yaklaşık bir asır süren rakipsiz dönemlerinden sonra XVII. yüzyıldan itibaren Hollanda, Fransa ve İngiltere de sömürge arayışına çıktı. 1600 yılında kurulan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi İngiliz sömürgeciliğinin ciddi anlamda ilk adımıdır. Doğu Hint adalarında Hollanda ile rekabet edemeyen şirket Hindistan alt kıtasına yönelerek önce ticaret üsleri kurmaya başladı. Daha sonra Masulipatam, Madras ve Bombay’ı ele geçirdi. Ancak başta Fransa olmak üzere başka Avrupa devletlerinin de bölgeye yerleşme gayretleri üzerine işgallere başlayarak hâkimiyetini kurma sürecine girdi; bu arada Singapur, Penang ve Malaka gibi yerler de alındı. Batıda ise aynı dönemde önce Antigau, St. Christopher, Nevis, Barbados ve Honduras adaları ele geçirildi; daha sonra Kuzey Amerika’da Virginia, Plymauth, Maryland ve New England kolonileri kuruldu.
XVIII. yüzyıl boyunca Amerika ve Asya’da yoğunlaşan İngiliz yayılmacılığı, öncelikle sömürgelerindeki işçi ihtiyacını karşılamak için çok kârlı bulduğu Afrikalı köle ticaretine XVI. yüzyılın ortalarında başlamış olmasına rağmen Afrika’da kalıcı koloniler kurmayı daha sonra gerçekleştirdi. 1661’de Gambia nehrindeki James adası ile başlayan Afrika süreci, uzun bir aradan sonra Sierra Leone (1787) ve Ümitburnu (1806) ile devam etti. XIX. yüzyıl boyunca Gana, Nijerya, Kenya ve Uganda toprakları ele geçirildi.
İngilizler’in XVII ve XVIII. yüzyıllarda Amerika ve Asya’da yoğunlaştırdıkları sömürge faaliyetleri öncelikle ticarî ve ekonomik ağırlıklı idi. Zaman içinde siyasî, stratejik, ideolojik ve dinî (misyonerlik) faktörler de etkili oldu. Ancak bu aşamada bütün teşebbüsler ve sömürgeleştirme faaliyetleri ticarî organizasyonlar mârifetiyle gerçekleştiriliyor, krallığın rolü kolaylık ve teşvik sağlamakla sınırlı kalıyor, zaman zaman da denetim söz konusu oluyordu. Dönemin merkantilist anlayışları uyarınca sömürge toprakları İngiltere pazarının ihtiyacı olan ham maddelerle başta baharat, tütün, şeker gibi tüketim malzemeleri kaynağı olmanın yanı sıra İngiliz ürünlerinin pazarı olarak değerlendiriliyordu. En büyük amaç, İngiltere’ye mümkün olduğunca fazla para ve kaynağın girmesi ve mümkün olduğunca da az çıkması idi. Devletin koyduğu kanunlara göre İngiltere ve sömürgeler arasındaki bütün taşımacılık İngiliz gemileriyle yapılıyor ve her türlü işleri İngilizler’ce yürütülüyordu.
Her açıdan çok kârlı olan bu ticaret, zaman zaman özellikle Fransa ile yaşanan gerginlikler yüzünden tehditlere de mâruz kalıyordu. Avrupa topraklarındaki anlaşmazlıkların da etkisiyle bu iki devlet XVIII. yüzyıl boyunca birkaç defa savaşa girişti. Bunların en önemlisi olan 1756-1763 arasındaki Yediyıl savaşlarında İngiltere Fransa’ya kesin üstünlük sağladı. İngilizler, 1757’de Bengal’i ele geçirdikten sonra 1760’ta Pandiçeri’yi zaptederek Fransızlar’ı tamamen Hindistan’dan çıkardılar. Yine 1760’a kadar Kuzey Amerika ve Kanada’da Fransızlar’ın elinde bulunan Frontenac, Duquesne, Louisbourg, Quebec ve Montreal ele geçirildi. Böylece doğuda ve batıda İngilizler’in önü açılmıştı.
Avrupa’da sanayi devriminin başlamasıyla birlikte serbest ticaret emperyalizmi denilen ikinci döneme başlayan İngiliz sömürgeciliği, bu aşamada hâkim olduğu toprakları daha çok ürettiği sanayi mâmullerine bir pazar oluşturmak üzere teşkilâtlandırmaya başladı. Sömürgelerdeki toprak düzeni de yine İngiltere’nin ihtiyacına göre şekillendiriliyor, buna karşılık yerli sanayinin gelişmesi önlenerek İngiliz mâmullerinin tüketilmesi teşvik ediliyordu. Ancak İngiltere bu inisiyatifi daha çok doğu topraklarında gösterebilirken Amerika ve Kanada’da bir direnişle karşılaştı ve 1815’e kadar çok kısa bir sürede batıdaki bu kolonilerini kaybetti. Bu kayıplar, belli ölçüde Avustralya ve Yeni Zelanda ile telafi edildiyse de artık İngiliz İmparatorluğu yönünü doğuya çevirmek durumunda kalıyordu.
XIX. yüzyıla gelindiğinde İspanya ve Portekiz de sömürgelerini kaybederek dağılma sürecine girdi. Genellikle bağımsızlıklarını kazanarak İspanyol ve Portekiz imparatorluklarından ayrılan Güney Amerika’daki ülkeler de böylece canlı bir pazar olarak İngiltere’ye açıldılar. İngilizler aynı zamanda Avrupa’da üstünlükle tamamladıkları Napolyon savaşlarının (1799-1815) ardından doğuda yeni topraklar elde ettiler. Trinidad, Seylan, Tobago, Moritus, Malta ve Singapur bu dönemde İngiliz sömürgesi oldu. Hindistan’daki İngiliz hâkimiyeti de hızlı bir genişleme sürecine girdi. Orta Hindistan, Doğu Bengal, Asam bölgelerinden sonra Delhi’de ortaya çıkan direnişten sonra artık sembolik konumda bulunan Bâbürlü Devleti’ne son verilerek değişik bölgelere yerleşmiş bağımsız prensliklerin dışındaki (bunlar da ancak İngilizler’le özel anlaşmalar yaparak varlıklarını devam ettirebiliyorlardı) bütün Hindistan önce Doğu Hindistan Şirketi’nin hâkimiyetine girdi. Ardından İngiliz hükümeti şirketi lağvederek ülkeye doğrudan hâkim oldu (1858).
XIX. yüzyılın yeni sömürgecilik anlayışı genel olarak sanayileşmiş ülkelerin üzerinde hak iddia edilen toprakları ele geçirme şeklinde uygulanırken ayrıca bir şekilde direnen Osmanlı Devleti ve Çin gibi pazar potansiyeli yüksek ülkelerin pazar sömürgesi olarak kontrol edilmesi söz konusuydu. Nitekim bu dönemde İngiltere, bu ülkelere baskı uygulayarak 1838’de Osmanlılar’la ticaret anlaşması, Afyon Savaşı sonrasında da Çin ile 1840-1842’de limanlarının dış ticarete açılma anlaşmaları gibi ayrı ayrı siyasî ve ekonomik anlaşmalar yaptı ve dayattığı imtiyazlarla bu topraklarda ticaret tekelini elde etti.
Artık kralın tacındaki elmas olarak nitelenen Hindistan yolunun güvenliği İngiliz sömürge siyaseti için öncelikli konuma yükselmişti. 1869’da Fransızlar’ın Süveyş Kanalı’nı tamamlaması, Hindistan yolunu kısaltırken güvenliğini daha hassas duruma getirdi. İngiltere, buna göre Kızıldeniz ve Arabistan kıyılarında Osmanlı itirazlarına rağmen nüfuz alanları oluşturmaya başladı. Aynı şekilde Cebelitârık (1704) ve Malta gibi stratejik öneme sahip Kıbrıs adası 1878’de kira adı altında ele geçirildi. Uzakdoğu’daki İngiliz etki alanı da benzer gelişmeler sonunda oluşturuldu. 1841’de Hong Kong alındı. Bruney ve Saravak sultanlıkları 1888’de İngiliz himayesini kabul etmek zorunda kaldılar.
XIX. yüzyılın ikinci yarısında dünya modern emperyalizm denilen süreci yaşadı. Genel anlamda daha önce yoğunlukla şirketler mârifetiyle yürütülen sömürgecilik faaliyetlerinin kızışan rekabet ve güvenlik telakkileriyle doğrudan devletler eliyle, yani sömürge topraklarına hâkim olup idarî sorumluluğunu da üstlenerek yürütülmesi şeklinde anlaşılabilecek olan bu süreç, dünya topraklarının neredeyse % 80’inin birkaç Avrupa devleti arasında paylaşıldığı dönemdir. İngiltere’nin % 20’yi aşan bir oranla en büyük paya sahip olduğu bu yarışta Almanya, İtalya ve Belçika gibi yeni rakiplerin ortaya çıkması, dünyanın geri kalan kısımlarının paylaşımını hızlandırdığı gibi daha önce paylaşılmış olanları da yeniden gündeme getirdi ve giderek savaşa sürüklenen bir gerginliği başlattı. Bu süreçte ilk anda bekleyen Afrika idi. İngiltere 1882’de Mısır’ı ve uzun bir mücadeleden sonra 1899’da Sudan’ı işgal etti. Bu arada Nijerya, Gambia, Gana ele geçirildi, Zimbabve, Zambiya ve Malavi serbest ticaret bölgesi haline getirildi. Yüzyılın sonuna gelindiğinde Güney Afrika savaşı da kazanılmış ve Kahire’den Ümitburnu’na kadar Afrika’nın büyük kısmı İngiliz hâkimiyetine girmişti.
XX. yüzyılın ilk çeyreği, eski ve yeni sömürgeci ülkelerin kızışan paylaşım yarışının hesaplaşmayla noktalandığı I. Dünya Savaşı’nı yaşadı. Almanya ve İngiltere’nin başını çektiği iki kampın savaşından sonra İngiltere Almanya’nın sömürgelerini ve Osmanlı topraklarından yeni parçalar aldı. Filistin ve Irak manda yönetimine girerken Afrika’da Togo, Kamerun’un bir kısmı ve Tanganika İngiliz sömürgeleri arasına katıldı.
Ancak I. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan milliyetçilik ve antiemperyalist siyasal düşüncelerin gelişmesiyle sömürgelerden bağımsızlık talepleri ve direnişler başlamakta gecikmedi. İngiltere bu gelişmeyi sömürge yönetimi tarzında değişiklik yaparak karşılamaya çalıştı ve sınırlı özerk yönetim uygulamasına geçti. Esasen ilk defa 1847’de Kanada’da başlayan, Avustralya ve Yeni Zelanda ile devam eden bu uygulamada sömürge ülkede halk iç işlerini kendi seçtiği bir idare ile yürütürken güvenlik ve dış ilişkiler tamamen Londra’dan tayin edilen bir genel vali mârifetiyle İngiliz hükümeti tarafından yürütülüyordu. Değişen şartlar çerçevesinde mutlak sömürge yönetiminin uzun süre devam ettirilemeyeceğini düşünen İngiltere nüfuz ve varlığını devam ettirebilme aracı olarak bu tarzı benimsedi. Böylece daha savaş öncesinde nüfusunun büyük kısmını Avrupa’dan göç edenlerin oluşturduğu Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Afrika’daki bazı küçük devletçiklerle başlayan uygulama sonucu bu ülkelere dominyon statüsü verilerek aynı zamanda İngiliz Uluslar Topluluğu birliğinin nüvesi de oluşturuldu. Dominyon ülkeler, savaş sonrasında kendileri adına anlaşmaları imzalayarak yeni kurulan Milletler Cemiyeti’ne bağımsız üye olarak dahil oldular. İngiltere bunların bağımsızlığını ancak 1931’de kabul etti. Ancak başta Hindistan olmak üzere diğer ülkelerde bağımsızlık süreci daha uzun ve sancılı oldu. Hindistan’ın I. Dünya Savaşı sırasındaki hizmetlerinden dolayı yönetime Hintliler’in de alınmasıyla başlatılan yeni dönem 1935’te kabul edilen Hindistan yönetimi (Indian Civil Service) kanunu ile devam etti. İngiltere, Hindistan’da Hindular’la müslümanlar arasında ortaya çıkan toplumsal çatışmalarda hakem rolünü üstlenerek ülkenin bölünmesine zemin hazırladı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra gerek İngiltere’nin imparatorluk gücünü kaybetmesi, gerekse artık önlenemeyecek bir aşamaya ulaşan bağımsızlık talepleri neticesinde 1947’de Hindistan bağımsızlığını kazanırken Pakistan da ayrı bir devlet olarak ortaya çıktı. Bunları 1948’de Sri Lanka ve Myanmar izledi. Gana, 1957’de Afrika’da ilk bağımsız olan İngiliz sömürgesiydi. Bunu daha sonra diğer sömürgeler takip etti. İngiliz İmparatorluğu’ndan ayrılan son topraklar ise 1997’de Çin’e özel bir statü ile devredilen Hong Kong idi.
İngiliz sömürgeciliği genel olarak diğer ülkelerin sömürge politikalarına kıyasla daha esnek ve mutedil olarak değerlendirilir. Çoğunlukla doğrudan yönetimin maddî ve mânevî külfetiyle sorumluluğundan kaçınmak için dolaylı yönetim tarzı benimsenmiş, şirketler ve misyoner örgütler ön plana çıkarılmıştır. Dolayısıyla misyonerlerin, gerek genişlemesi gerekse yerleşmesi açısından İngiliz sömürgeciliğinde özellikle XIX. yüzyıldan itibaren büyük rolü olmuştur. Az gelişmiş topraklardaki insanları “karanlıktan kurtarmak” gibi bir görev ve “medeniyet götürmek” gibi bir sorumluluk anlayışıyla dünyaya yayılan misyonerler, sömürge yönetimleriyle daima iş birliği içinde ve onların himayesinde çalışarak nihaî noktada aynı amaca hizmet etmişlerdir. Yerli halkın yeni inanç, yeni değerler ve yeni hayat tarzıyla beraber yeni tüketim alışkanlıkları edinmesi üzerine yoğunlaşan misyonerlik çalışmaları, diğer ülkeler adına olduğu gibi İngiltere adına da en azından İngiliz sanayi mâmulleri için pazar oluşturma ve geliştirme fonksiyonu ifa etmiştir. Nitekim XIX. yüzyılda Avrupa’da icat edilen pek çok mekanik ev gereci, çeşitli makineler vb. aletler ilk defa misyonerler vasıtasıyla yerli halklara tanıtılmış, ardından bunların büyük miktarlara varan satış bağlantıları gerçekleşmiştir. Misyonerler, bu çerçevede halkın inançlarını ve hayat tarzlarını değiştirmeye mâtuf olarak özellikle eğitim ve sağlık alanlarına yönelerek okullar ve hastahaneler açmışlar ve buralarda “daha ideal, medenî ve yüksek olan” hıristiyan Avrupa değerleri öğretilmiştir.
İngiliz sömürgeciliğinde zaptetme, cengâverlik ve imparatorluk gibi psikolojik faktörlerin daha çok modern döneme ait duygular olduğu açıktır. Başlangıçta neredeyse tamamen ticaret ve para kazanma arzusu gibi ekonomik faktörlere bağlı olan bu gelişme, esas itibariyle başka bir ülkenin ham madde kaynaklarını ve para edecek ürünlerini o ülke dışına çıkarma esasına bağlı bir ekonomik mekanizma kurmuştur. Bu sebeple sömürge ülkelerinde toprağın doğal yapısı ve dönüşümüne bağlı bir tarım yerine daha çok para edecek şeker kamışı, kahve, kakao gibi ürünler üzerinde ısrar edilerek uzun vadede pek çok Asya ve Afrika toprağının çoraklaşmasına zemin hazırlanmıştır.
Sömürge topraklarında ekonomik faaliyetlerin daha verimli işleyebilmesi için kurulan yol, demiryolu, gümrük, depolama vb. alt yapı tesisleri sömürgeciler için hızlı ve güvenli sevkiyatı mümkün kılarken bu durum yerli halk için istihdam ve şehirleşmeyi teşvik etmiştir. Ancak buna bağlı olarak gelişen göç ve gecekondulaşma, evlilik, aile hayatı ve sosyal ahlâk gibi geleneksel kurumları sarsmasının yanında geleneksel hayat tarzını da değiştirerek hizmet sektörüne olan ihtiyacı, dolayısıyla İngiliz mâmullerine olan talebi arttırmıştır.
Son olarak sömürge topraklarında mahallî bürokratik ihtiyacı karşılamak için sınırlı sayıdaki insana verilen yüksek öğretim imkânı sonucu ortaya çıkan asimile edilmiş aydın tipiyle uzun bir süreçte İngilizce’nin yerleştirilmesi, kurulan ekonomik, sosyal ve siyasal alt yapının tamamen İngiltere’ye bağlı olması, sömürge ülkeleri bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da İngiltere eksenli bir ekonomik ve siyasal hayata zorlamaya devam etmektedir. Yine İngiliz sömürgeciliği, bağımsızlığını elde eden ülkelerden ayrılırken bıraktığı siyasal ve ideolojik mirasla bu ülkelerin millî birlik oluşturma potansiyellerini büyük ölçüde devre dışı bırakmış ve meselâ Güney Asya ve Ortadoğu’da olduğu gibi uzun vadede çözülemeyecek pek çok siyasî, dinî, etnik problemi terkederek nüfuzunun devamını amaçlamıştır.
İngiltere’nin sömürge dönemi İslâm politikası, zaman içerisinde başka sömürgeci ülkelerle olan rekabete veya mahallî müttefik ihtiyaçlarına bağlı olarak değişiklikler göstermiş olmasına rağmen özellikle XIX. yüzyılın yeni anlayışlarında sömürge hâkimiyetine karşı bir tehdit şeklinde değerlendirilmiştir. Başta Hindistan olmak üzere hâkimiyetin müslümanların elinden alındığı ülkelerde karşılaşılan direnişler ve buna bağlı olarak yerli halkı, kültürleri ve inançları tanıyarak politikalar geliştirme arzusuyla gelişen şarkiyatçılığın tesbitleri söz konusu direnişleri, ülkeleri taarruza uğrayan insanların tabii bir reaksiyonu olarak değerlendirmenin ötesinde doğrudan dine bağlayarak yeni bir İslâm imajı ortaya koymuştur. Buna göre İslâm inanç olarak ilkel, medenî hayata kapalı ve her çeşit değişime, ilerlemeye karşı direnç gösteren vahşi bir şiddet öğretisidir. Dolayısıyla Avrupalılar, aynı zamanda bu inanca karşı mücadele sorumluluğu taşıdıkları şeklinde bir meşruiyet arayışında olmuşlardır. Esasen İngilizler’i ilgilendiren husus, inancın ilkel olup olmamasından ziyade müslümanların nihaî noktada onları İngiliz siyasetine ve ekonomisine entegre ederek pazar oluşturacak değişime gösterdikleri direniştir. Hindistan’da XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren Tîpû Sultan ile başlayan ve 1857’de büyük bir ayaklanma ile sonuçlanan bağımsızlık mücadeleleri İngilizler’i Hindular’dan çok müslümanlar üzerine yöneltmiş ve İngiliz hâkimiyetine karşı oluşan bütün hareketlerden müslümanlar sorumlu tutularak sosyal, ekonomik ve eğitim alanlarında baskı altında tutulmuşlar, böylece çok kısa bir zaman diliminde daha önceki statülerini kaybederek âdeta önemsiz hale gelmişlerdir.
Yine Mısır’daki Urâbî hareketi ve Sudan’da Mehdî Muhammed’in direnişi gibi somut gelişmelerin yanı sıra Osmanlı hilâfeti merkezli gelişen ittihâd-ı İslâm hareketleri İngiliz sömürgeciliğinin İslâm politikalarına mesnet teşkil etmiştir. Özellikle gelişen ulaşım ve haberleşme vasıtalarının imkânlarıyla değişik coğrafyalardaki müslümanların birbirleriyle irtibat kurarak içinde bulundukları siyasî, fikrî ve iktisadî az gelişmişlikten kurtulma çarelerini araştırmaları, sömürgeciliğe karşı oluşturulan dünya çapında bir teşkilâtlanmanın işaretleri olarak algılanıp dönemin siyasî literatüründe Avrupa kamuoyu için son derece menfi çağrışımlar uyandıran “panislâmizm” kavramıyla nitelendirilmiştir. Bu tür İngilizce literatürde panislâmizm, Osmanlı hilâfeti etrafında örgütlenen ve hedefi yeryüzünden Hıristiyanlığı kaldırmak olan dünya çapında bir organizasyon olarak takdim edilmektedir. Bu takdimin arka planında sömürgeciliği güçlendirecek politikalara meşruiyet arayışının bulunduğu âşikâr olmakla birlikte aynı tesbit bazı çağdaş İngiliz yazarlarca da açıkça ifade edilmiştir. Siyasî alanda durum böyle olmakla beraber sosyal ve ekonomik sonuçları itibariyle İslâm’ın değişime kapalı olduğu argümanı dönemin sıkça vurgulanan tezidir. Bu çerçevede XIX. yüzyıl İslâm dünyasını saran, “İslâm terakkiye mani midir, değil midir?” tartışmaları ve buna bağlı olarak İslâm kelâmını yeniden tesis etme arayışları, İngiliz sömürgeciliğinin doğrudan veya dolaylı etkisinde kalmış gelişmelerdir. Bu tartışmalarda gündeme getirilen, ancak genellikle ihmal edilen Müslümanlığın medeniyete değil sömürgeleşmeye karşı olduğu hususu bir türlü dikkate alınmamıştır. XX. yüzyılda artan milliyetçilik eğilimleri, hilâfetin ilgası gibi değişiklikler, İngiltere için söz konusu tehdidin evrensel mahiyetini gündemden kaldırmış, fakat sömürgelerdeki bağımsızlık taleplerinde görülen yoğunluk veya bağımsızlık sonrasında devam etmekte olan nüfuzlara karşı duyulan tepki bu defa yeni bir siyasî terminolojiyi, “fundamental Müslümanlık” kavramını ortaya çıkarmıştır.
BİBLİYOGRAFYA
W. W. Hunter, The Indian Musalmans, Calcutta 1876.
S. A. Khan, A Review on Dr. Hunters Indian Musalmans, Lahore, ts.
A. J. P. Taylor, The Struggle for Mastery in Europe: 1848-1918, Oxford 1957.
J. H. Parry, The Establishment of the European Hegemony: 1415-1715, New York 1966, s. 93-101, 120-130.
N. Daniel, Islam, Europe and Empire, Edinburgh 1966.
C. M. Cipolla, European Culture and Overseas Expansion, Middlesex 1970, s. 113-149.
M. C. Louis, Some British Attitudes Concerning Islamic Aspirations: 1878-1914 (doktora tezi, 1971), University of Manchester.
G. Lichtheim, Imperialism, New York 1972.
Imperialism (ed. R. Louis), London 1976.
R. Musman, Britain Today, London 1978.
R. Peters, Islam and Colonialism, The Hague 1979.
J. E. Harris, Africans and Their History, New York 1987.
R. Robinson – J. Gallagher, Africa and the Victorians, London 1992.
M. Adams, Islamic and European Expansion, Philadelphia 1993.
P. J. Cain – A. G. Hopkins, British Imperialism: 1688-1914, London 1993; a.e.: 1914-1990, London 1994.
J. M. MacKenzie, Propaganda and Empire, Manchester 1994.
Sami Öngör, “Birleşik Krallık”, Devletler ve Ülkeler Ansiklopedisi, Ankara 1967, s. 23-27.
“İngiltere”, Gelişim Büyük Coğrafya Ansiklopedisi, İstanbul 1981, II, 387-457.
“United Kingdom”, EBr.2, XXIX, 1-8, 95-100.
https://islamansiklopedisi.org.tr/ingiltere#3-osmanli-ingiltere-munasebetleri
IV. OSMANLI-İNGİLTERE MÜNASEBETLERİ
Türkler’le İngilizler’in münasebetlerinin tarihi Haçlı seferlerine kadar gitmekle birlikte Osmanlılar’la İngilizler’in ilk karşılaşması Niğbolu Savaşı sırasında gerçekleşmiştir. Ancak bu karşılaşma doğrudan bir temas olmayıp Niğbolu’da Osmanlılar’la savaşan Macar Kralı Sigismund’un ordusunda küçük bir İngiliz kuvvetin bulunması dolayısıyladır. İngiltere’nin Osmanlı topraklarından hayli uzakta olması, İngilizler’in XVI. yüzyıla kadar uluslararası alana çıkamaması ve İngiltere’nin Doğu Akdeniz ticaret hayatına henüz girmemesi gibi faktörler sebebiyle Osmanlı Devleti ile İngiltere münasebetleri diğer Avrupa devletlerine kıyasla biraz geç başlamıştır.
XVI. yüzyılda İngiltere’nin dışa açılması sonucu önce ticarî ilişkiler gelişti. İngiliz ticaret gemileri doğrudan Osmanlı limanlarına uğramaya başladı. 1553 yılı sonlarında Kanûnî Sultan Süleyman Nahcıvan seferi için Halep’te iken İngiliz tüccarı Antony Jenkinson kendisine, vergi ödemeksizin Osmanlı limanlarında alışveriş yapma imtiyazı veren özel bir ticaret izni aldı. Ancak Jenkinson, aynı yıllarda Rus çarından elde ettiği daha büyük garantiler dolayısıyla ticarî faaliyetlerini Rusya üzerinden genişletmeyi tercih ettiği için bu imtiyazı kullanmadı. İngiliz tüccarları XVI. yüzyılın sonlarına doğru bu bölgedeki faaliyetlerine yeniden başladılar. Bunun en önemli sebeplerinden biri Fransa’da yaşanan din savaşları ile Hollanda-İspanya, Osmanlı-İspanya ve İspanya-Portekiz savaşlarının getirdiği çöküntü yüzünden diğer Avrupa devletlerinin Akdeniz’deki iktisadî hayattan çekilmesiydi. Ortaya çıkan fırsatı değerlendirmek isteyen Edward Osborne ve Richard Staper adlı iki İngiliz tüccarı, Osmanlı ülkesindeki ticarî potansiyeli araştırmak üzere temsilcileri William Harborne’ı Ekim 1578’de İstanbul’a gönderdiler. Harborne, özellikle İngiltere ile ticarî ilişkilerin faydasına inanan Sokullu Mehmed Paşa ve Hoca Sâdeddin Efendi’nin desteğiyle Sultan III. Murad ile görüşebildi ve Osmanlı ülkesinde ticaret yapabilmek için bir ahidnâme aldı. 1580 tarihli bu ahidnâmeye göre İngiliz tüccarları da Fransız ve Venedikliler’e daha önce verilen ticarî imtiyazlardan (kapitülasyon) aynı derecede istifade edeceklerdi. Bu arada konuyu olgunlaştırmak için İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth ile III. Murad arasında mektuplar teâti edildi, böylece resmî bir ilişki de kurulmuş oldu.
Özellikle Fransızlar’ın ve Venedikliler’in itirazlarına rağmen İngilizler’e verilen bu imtiyazlarla başlatılan resmî-ticarî münasebetlerin hemen ardından 1581’de Londra’da Levant Company adlı bir şirket kuruldu. İngilizler, 1825 yılına kadar bölgedeki ticarî faaliyetlerini bu şirket vasıtasıyla yürüttüler. Bu ilişkilerin arkasında aynı zamanda siyasî beklentiler de bulunuyordu. Nitekim bu tarihlerdeki Osmanlı-İspanya gerginliği, Katolik İspanya ile mezhep anlaşmazlığı ve siyasî-ekonomik rekabet içerisinde olan İngiltere açısından değerlendirilebilecek bir imkân olarak görülmüştür. Osmanlı siyasetinin Avrupa’da gelişen Protestanlığa sıcak baktığının bilinmesinin yanında o sıralar İstanbul’da İspanya’ya karşı bir sefer açılması düşüncesinin de bulunması, Osmanlı Devleti ve İngiltere arasında aynı zamanda siyasî yakınlaşmayı sağladı.
Harborne 1583’te İngiltere dâimî elçisi olarak İstanbul’da görevlendirildi ve iki yönlü beklentiyle çalışmalarına başladı. Ticarî alanda kısa sürede mesafeler alınarak Avrupalı tüccarlar için uygulanan % 5’lik gümrük resmi oranı İngilizler için % 3’e indirildi. Ancak siyasî alanda umulan gelişmeler kaydedilemedi ve 1588’de İspanyol armadası İngiltere’ye yöneldiği zaman Osmanlı Devleti İran’la savaş halinde olduğu için İngiltere’ye destek gönderemedi.
Osmanlı yardımı göremeyen İngiltere beklentilerin aksine İspanyollar’ın “yenilmez armada”sını mağlûp edince iki taraf siyasî ilişkileri devam ettirmenin gerekliliği üzerinde mutabakat yeniledi. İngiltere açısından İspanyol zaferinin akabinde Avrupa’da nüfuzunu ilerletmek için Osmanlılar’la ilişkileri ne kadar önemliyse Osmanlı Devleti açısından da gerek Hint denizinde faaliyet gösteren İspanya’ya gerekse Avrupa’daki Katolik cepheye karşı Protestan İngilizler’in yanında yer alması o kadar önemliydi. Nitekim İngilizler, Osmanlılar’ı İspanya’ya karşı Hint denizine bir donanma göndermeye teşvik etmişler ve Lehistan ile Osmanlılar arasında ara buluculuk yapmaya talip olmuşlardı. III. Mehmed’in 1596’daki Macaristan (Eğri) seferi sırasında İstanbul’daki İngiliz elçisi Edward Barton bizzat padişahın yanında gözlemci olarak bulunmuştu. Türkçe’yi iyi bilen ve Osmanlılar’ı yakından tanıyan Barton sarayın da güvenini kazanmış, bu sayede İngilizler’e verilen ahidnâmeyi 1601 yılında yeniletmeyi başarmıştır.
Kraliçe I. Elizabeth’in ölümüne kadar bu şekilde cereyan eden dostça ilişkiler, mahiyet itibariyle iki muadil devletin eşit şartlarda geliştirdiği normal ticarî ve siyasî ilişkiden çok, Osmanlılar açısından kendilerinin bir eyaleti büyüklüğündeki İngiltere kraliçesine ve İngiliz tüccarlarına lutuf ve himaye duyguları yoğunlukludur. Nitekim III. Murad ve Kraliçe Elizabeth’in birbirlerine olan nâmelerinde bu duyguların kraliçe tarafından da kabullenildiği görülmektedir. XVI. yüzyıldaki bu tabloda dikkati çeken başka bir husus da Osmanlılar’ın Protestan İngiltere’ye karşı bir inanç yakınlığı hissetmeleri, buna mukabil İngiltere’de iktisadî menfaatlerin ön plana çıkmasıdır.
Katolikler’e karşı daha olumlu bir tavır içinde olan Kral I. James zamanında iki ülke arasındaki ilişkiler bir durgunluk dönemine girdi. I. James’in saltanatının başlarından Mustafa Ağa (Çavuş) adlı bir Osmanlı vatandaşı padişahın elçisi olduğu iddiasıyla Londra’ya gelmiş, bundan emin olmayan kral yine de Osmanlılar’ı rencide etmemek için Mustafa Ağa’yı kabul etmiş, fakat Mustafa Ağa İngiltere’de iyi izlenimler bırakmamıştır (çavuş = chiause, İngilizce’de sahtekâr anlamında da kullanılmaktadır; Chew, s. 180). Sarayın bizzat görevlendirdiği bilinen ilk elçi ise 1610 yılında I. Ahmed tarafından I. James’e gönderilen İbrâhim Ağa’dır. İbrâhim Ağa’nın vazifesi, İspanya’nın 1609’da ülkede kalan son 150.000 kadar müslümanı da sürgün kararı almasından sonra bunlardan bir kısmının Kuzey Afrika ile beraber İngiltere’ye de sığınmış olduğu haberlerinin İstanbul’a gelmesi üzerine bu müslümanların Osmanlı topraklarına ulaşmasını kraldan rica ve temin etmekti (Kurat, Türk-İngiliz Münâsebetlerinin Başlangıcı ve Gelişmesi, s. 174).
İbrâhim Ağa’dan sonra da zaman zaman İngiltere’ye Osmanlı elçileri gönderilmiş olmakla beraber dâimî elçiliğin kurulması III. Selim döneminde olmuştur. 1793’te gönderilen Yûsuf Âgâh Efendi Londra’daki ilk Osmanlı dâimî elçisidir. Buna karşılık İngiltere 1583’ten itibaren İstanbul’da elçi bulundurmuştur.
XVII. yüzyılda İngiltere-Osmanlı ilişkileri, Elizabeth döneminin siyasî arayışlarından uzak büyük oranda ticaret eksenli gelişmiştir. Ancak sürekli biçimde yenilenen kapitülasyonların giderek iki devlet arasındaki münasebetlerde baskı unsuru olmaya başlamasıyla, önceleri daha çok Levant Şirketi’nin çıkarlarını takip etmekle görevli olan İngiliz temsilcileri zamanla İngiltere’nin siyasî çıkarlarını gözetme görevini de yüklendiler.
Bunlar arasında özellikle 1686-1702 yılları arasında İstanbul’da bulunan William Trumbull ve Lord Paget, Avrupa’da gittikçe güçlenen Fransa’ya karşı cepheler açabilmek için 1683’te başlayan Osmanlı-Avusturya savaşını sona erdirmek yolunda çok gayret sarfetmişlerdir. Lord Paget, nihayet 1699’da Karlofça’da resmî ara buluculuk yaparak bu antlaşmanın imzalanmasına katkıda bulunmuştur. Esasında Harborne’den beri devam eden İngiliz elçilerinin ara buluculuk konumları Osmanlı diplomasi tarihinde giderek bir gelenek oluşturmuş ve zaman zaman dayatma derecesine varan bu durum Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam etmiştir. Nitekim 1711’de Prut Savaşı sonrasında ve 1718’de Pasarofça Antlaşması’nda İngiliz elçileri, Osmanlı Devleti ile Rusya ve Avusturya arasında ara buluculuk yapmışlardır.
XVIII. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere-Osmanlı ticarî ilişkileri ciddi bir durgunluk yaşadığı gibi iki ülke arasındaki siyasî münasebetler de kopma noktasına geldi. Bunun sebebi, Kırım Harbi sırasında Baltık’tan dolaşarak 10 Temmuz 1770’te Çeşme Limanı’nda Osmanlı gemilerini batıran Rus donanmasının İngiltere’den yardım görmesiydi. Yüzyılın sonlarına doğru İngiltere-Osmanlı ilişkileri ortaya çıkan Osmanlı-Rus savaşlarıyla birlikte tekrar canlandı. 1780’lerde Rusya’nın Osmanlı üzerindeki planlarına İngiltere’nin sıcak bakmamasıyla başlayan iki ülke arasındaki soğukluk, Rusya’nın İngilizler’le ticaret anlaşmalarını yenilemeyip Karadeniz ticaret imtiyazını Fransa’ya vermesiyle ciddi boyutlara ulaşmıştı. Bunun üzerine İngiltere, Fransız-Rus anlaşmasını verimsiz kılmak için çalışmalara girişti. Hatta 1787 Osmanlı-Rus Savaşı’nın başlamasında İngilizler’in rolü bulunduğu ifade edilir (Bağış v.dğr., s. 46). Ancak beklenenin aksine Rusya’nın bu savaşta ilerlemesi, İngiltere’yi bu defa kendi çıkarlarının emniyeti için Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü meselesiyle karşı karşıya bıraktı.
Rus tehdidi, iki ülkeyi siyaseten birbirine daha da yaklaştırmış olsa da her iki ülkenin kendi bölgelerinde yaşadıkları savaşlar ticaretin gelişmesine fırsat vermedi. Bununla birlikte İngiltere Kuzey Amerika ve Kanada’daki kolonilerini kaybedince, Hindistan’da Fransızlar’la girdiği rekabette Fransızlar’ın yanında yer alan Meysûr Sultanı Tîpû’nun kendilerine karşı savaşmamasını temin için I. Abdülhamid ve III. Selim’den hilâfet nüfuzlarını kullanarak yardım etmelerini istedi. Her iki padişahın bu gaye ile Tîpû Sultan’a yazdığı mektuplar beklenilen neticeyi vermediyse de bu teşebbüs İngiliz-Osmanlı ilişkilerinde hilâfet faktörünün başlangıcını teşkil etti. Daha sonra III. Selim devrinde ıslahat hareketleri çerçevesinde İngiltere ile askerî ve diplomatik bağlar kuruldu. İngiltere’ye savaş gemileri sipariş edildi ve topçu mühendisleri istendi.
1798’de Napolyon’un Mısır’ı işgali İngiliz-Osmanlı ilişkilerinde yeni bir dönem başlattı. Osmanlılar, Mısır’da Fransızlar’a karşı savaşırken İngiltere askerî ve malî yardım yanında Fransızlar’ın Mısır’ı terketmeleri için diplomatik destek de sağladı. Ocak 1799’da iki ülke arasında ilk defa bir siyasî ve askerî ittifak anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla, Osmanlı topraklarında darbe yiyen Fransız ticaretinin bıraktığı boşluk İngilizler’ce doldurulmaya başlandı. Ancak Avrupa siyasetinde yaşanan hızlı gelişmeler ittifakın uzun süreli olmasını mümkün kılmadı. Zira XIX. yüzyılın hemen başlarında İngiltere, Rusya ve Fransa’nın arasında sıkıştığını gören Bâbıâli denge siyaseti olarak yeniden Fransa ile yakınlaşma arayışına girdi. Bundan rahatsız olan İngiltere ve Rusya, bir ültimatomla Bâbıâli’nin Fransızlar’la ilişkilerini gözden geçirmesini istedi. Ardından Rusya Eflak ve Boğdan’ı işgal etti. İngiltere de bu işgali destekleyerek donanmanın ve Çanakkale istihkâmlarının kendilerine teslim edilmesini talep etti. Bâbıâli İngiliz isteklerini kabule yanaşmayınca İngiliz donanması İstanbul’a yönelerek büyük bir korku ve endişeye yol açtı (Şubat 1807). Bununla birlikte direnişte karar kılınınca İngiliz donanması bir şey yapamadan geri çekildi. İstanbul’daki tehditleri bu şekilde boşa çıkan İngiltere, donanmalarıyla Mısır’a yöneldi ve Mart 1807’de İskenderiye ve Ebûkīr’e bir çıkarma yaptı. Ancak Mehmed Ali Paşa’nın şehri kuşatması üzerine fazla tutunamayarak Mısır’dan da ayrılmak zorunda kaldı.
Fransız İhtilâli’nin yaydığı liberal akımlardan kaynaklanan kamuoyu baskıları, Bâbıâli’nin yabancı tüccarlara iç pazarları yasaklamaya çalışması ve 1806’da başlayan Osmanlı-Rus savaşında İngiltere’nin Rusya’yı desteklemesi neticesinde oluşan savaş hali gibi gelişmeler iki ülke arasında soğukluğun devam etmesine yol açtı. Bununla birlikte Osmanlı Devleti’nin bir “Şark meselesi” olarak ilk defa Avrupa’nın gündemine getirildiği 1815 Viyana Antlaşması’nda İngiltere Rusya’ya karşı yine Osmanlı Devleti tarafındaydı. Bu tavır aynı zamanda, XIX. yüzyıl boyunca zaman zaman farklı dalgalanmalar olsa da genel olarak İngiliz siyasetini yansıtmaktadır.
1820’lerde başlayan Yunan isyanları ile birlikte İngilizler’in Osmanlı politikaları İngiliz kamuoyunda tartışma gündemine girdi. Fransız İhtilâli’nin de etkisiyle Avrupa’da Helen kültürüne karşı başlayan hayranlık İngiltere’de de benimsenmiş ve Yunanlılar desteklenerek Osmanlılar popüler literatürde, mâsum halkları despotlukla ezen çağdışı müstebit idare imajıyla yerini almıştı. Özellikle ünlü şair Lord Byron’un 1823’te Yunanlılar safında savaşmak için Yunanistan’a gitmesi ve orada ölmesi kamuoyunun baskısını daha da arttırdı. Bunun üzerine İngiltere, aynı yıl Yunanlılar’ı muharip taraf olarak tanıyıp Yunan bağımsızlığının işaretini verdi. Ancak bu durum Rusya’nın ihtiraslarını kamçıladı. Nitekim Mısır kuvvetlerinin Yunan ordularını mağlûp ederek duruma hâkim olmasının ardından Rusya’nın müdahale etme ihtimalinin güçlenmesi İngiltere’yi telâşlandırdı. II. Mahmud bu konuda hiçbir talebe sıcak bakmadığından o sırada İstanbul’da büyükelçi olan Canning, Ruslar’ı ikna ederek 4 Nisan 1826’da Saint Petersburg Protokolü’nü imzalattırdı. Buna göre İngiltere, Osmanlı Devleti ile Yunanlılar arasında ara buluculuk yapacak, Bâbıâli bunu kabul etmezse her iki devlet baskı uygulayacaktı. Bir müddet sonra protokole Fransa da dahil oldu. Bâbıâli ara buluculuğu kabul etmemekte direnince müttefik kuvvetler Navarin’de savaş halinde olmayan Osmanlı donanmasını tahrip ettiler (20 Ekim 1827). Bunun neticesi Yunan bağımsızlığının tanınması demekti. İngiliz kamuoyu ve siyasetinde beliren bu Osmanlı düşmanlığı, bir süre sonra yerini giderek daha büyük bir tehdit oluşturan Rusya’ya karşı Osmanlı dostluğuna bıraktı. Başta David Urquhart olmak üzere İngiliz siyasetinde ve diplomasisinde yeni bir Osmanlı taraftarı ekol ortaya çıktı.
XIX. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı-İngiliz ilişkilerini etkileyen bir başka önemli gelişme de Mısır ve Mehmed Ali Paşa meselesi olmuştur. Yunanlılar’a karşı Bâbıâli’ye sağladığı yardıma mukabil Suriye vilâyetini isteyen Mehmed Ali Paşa’nın Osmanlı ordularını mağlûp ederek Anadolu’da ilerlemesi, sadece Osmanlılar’ı değil Ortadoğu coğrafyasında önemli stratejik hesapları bulunan Rusya, İngiltere ve Fransa’yı da harekete geçirmişti. Rusya ve İngiltere, bölgede gittikçe güçlenen Mehmed Ali Paşa’nın Osmanlı Devleti’nden daha büyük bir problem olmasından endişelenirken Fransa, Mısır’daki nüfuz ve bağları sebebiyle paşanın yanında yer almayı uygun bulmuştu. İngiltere’nin olaylara müdahalede geç kalması II. Mahmud’u Ruslar’la yakınlaşmaya itti ve Temmuz 1833 Hünkâr İskelesi Antlaşması ile Osmanlı Devleti âdeta Rusya’nın himayesine girdi. Diğer devletlerde büyük bir telâşa yol açan bu kriz, Rusya’nın antlaşmanın kendine avantaj sağlayan maddelerini yürürlüğe koymayacağı garantisiyle bir süre donduruldu.
İngiltere Bâbıâli’ye, âsi valisini dize getirmenin başka yolları konusunda da telkinlerde bulunarak aynı zamanda Osmanlı topraklarındaki ticaretini genişletmeye mâtuf yeni bir planla devreye girdi. XIX. yüzyılla birlikte ekonomide beliren liberal eğilimler çerçevesinde 1825’te Levant Şirketi lağvedilmiş ve Osmanlı pazarının bütün İngiliz tüccarlara açılması öngörülmüştü. Bâbıâli ise gerek Nizâm-ı Cedîd’in gerekse 1826’da kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’nin masraflarını karşılayabilmek için gelir kaynakları arasında düşündüğü tekel (yed-i vâhid) uygulamasıyla yabancı tüccarların vergilerini arttırmıştı. Aynı şekilde Osmanlı hukukuna bağlı Mısır topraklarında da mer‘î bulunan tekel ve ihraç yasağı uygulamaları Avrupalı tüccarların rahatsızlığını had safhaya ulaştırdı.
İngiltere bu rahatsızlıkların etkisiyle, tekel uygulamasının kaldırılmasının Osmanlı-İngiliz ilişkilerini geliştireceği gibi Mehmed Ali Paşa’nın gelir kaynaklarını azaltarak zaafa düşüreceği, böylece devlete baş kaldıramayacağı telkinleriyle Bâbıâli’yi ikna etti. Bir taraftan İngiltere’nin siyasî desteğine muhtaç, diğer taraftan Mehmed Ali Paşa’ya büyük kızgınlık içinde olan Osmanlı Devleti, İngilizler’i bile şaşırtan acele bir kararla 1838’de Osmanlı-İngiliz ticaret anlaşmasını imzaladı. Buna göre Mısır dahil bütün Osmanlı topraklarında tekel kaldırılıyor, İngiliz tüccarları her yerde sadece % 3 ithal ve ihraç vergisi ödeyerek ticaret yapma hakkını elde ediyordu. Fransa ve Mehmed Ali Paşa’nın şiddetli tepkisine yol açan bu anlaşma, özellikle yerli sanayiini oluşturma yolunda ciddi aşama kaydetmiş bulunan Mısır ekonomisi üzerinde büyük oranda zararlı oldu ve kısa zamanda ülkeye dolan İngiliz mâmulleri yerli sanayinin yok olmasına zemin hazırladı.
Öte yandan Mehmed Ali Paşa da Bâbıâli’ye yeniden savaş açtı. Ordularının bozgun haberleriyle sarsılan II. Mahmud ölüm döşeğinde iken İngiltere ve Rusya gönülsüz de olsa Fransa’yı da yanlarına alıp Mehmed Ali Paşa’ya karşı durdular ve nihaî olarak sadece Mısır’la yetinmemesi durumunda burayı da kaybedebileceğini bildirerek meseleyi sona erdirdiler. Osmanlı Devleti, İngiltere’nin baskısıyla Mısır valiliğini irsen Mehmed Ali Paşa ailesine bırakmak zorunda kaldı (1840). Ancak bu meselenin ortaya çıkardığı bir başka husus, İstanbul ve Boğazlar’ın taşıdığı stratejik önem sebebiyle bu bölgeyi eline geçirecek gücün diğer devletlerin çıkarlarına karşı oluşturacağı tehdidin boyutları başta İngiltere, Rusya ve Fransa olmak üzere Avrupa devletlerini Boğazlar’la ilgili bir mutabakata varmaya zorladı. 13 Temmuz 1841’de Londra’da toplanan temsilciler, Boğazlar üzerinde Osmanlı hukukunun geçerliliğini kabul etmekle birlikte Hünkâr İskelesi Antlaşması’nın Ruslar’a verdiği hakları sona erdiriyorlar, fakat Bâbıâli’ye sağladıkları ortak garantiyle bir anlamda vesâyet anlayışını resmîleştiriyorlardı.
İngiltere’nin Osmanlı siyaseti artık açık bir şekilde belirlenmişti. Dışişleri Bakanı Lord Palmerstone ve büyükelçi George Canning’in şekillendirdiği bu politika, İngiltere’nin Akdeniz ve Ortadoğu’daki ticarî çıkarları ile Hindistan yolunu emniyet altına alma esası üzerine temellendiriliyordu. Bütün bunlar için de Osmanlı toprakları anahtar konumda bulunduğundan İngiliz desteğine muhtaç bir Osmanlı Devleti’nin devamı tercih edilmiş ve bu devletin toprak bütünlüğüne yönelik her türlü tehdit İngiltere çıkarlarına da zararlı olarak değerlendirilmiştir.
Tanzimat’la birlikte yeni bir devreye giren İngiltere-Osmanlı ilişkilerinde İngiliz sefiri Stratford Canning Bâbıâli’de büyük nüfuz kazanarak tebarüz etti. İngiltere, Osmanlı tebaası Protestanlar’ı ve Protestan misyonerleri resmen himayesine aldı. 1848’de ortaya çıkan Macar mültecileri meselesinde Avusturya ve Rusya mültecilerin iadesi için Bâbıâli’ye yoğun baskı uygulayınca İngiltere, Fransa ile Bâbıâli’nin yanında durarak askerî yardım da dahil her türlü desteği vereceklerini açıkladı. Bu durumda geri çekilen Rusya, “makāmât-ı mübâreke” meselesinde Osmanlı Ortodoksları ile ilgili olarak talep ettiği himaye hakkının Bâbıâli’ce reddedilmesi üzerine artık “hasta adam” diye nitelediği Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılması zamanının geldiğine inanarak önce İngiltere’ye paylaşma teklif etti. Teklifi kabul görmeyince tek başına bu işe kalkıştı ve 1853 Kırım Harbi başladı. İngiltere ve Fransa, geleneksel politikaları uyarınca bu savaşta Osmanlı Devleti ile beraber hareket ettiler ve savaş müttefik kuvvetlerin Rusya’ya karşı üstünlüğü ile sonuçlandı (1856). Savaşı sona erdiren Viyana görüşmelerinde Bâbıâli’nin hıristiyan tebaaya vermiş olduğu hakların yeniden teyidi karara bağlanmıştı. İngiltere ve Fransa, buna dayanarak yakında başlayacak olan Paris görüşmelerinde Ruslar’ın Avrupa kamuoyunu etkilemek amacıyla gündeme getirecekleri hıristiyan kozunu elinden almak amacıyla bir ferman ilân edilmesi için Bâbıâli’ye baskı uyguladı. Bunun üzerine Paris Antlaşması’ndan bir buçuk ay önce alelacele daha çok hıristiyanların haklarını esas alan Islahat Fermanı ilân edildi. Ardından imzalanan Paris Antlaşması, Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü garanti altına alarak Karadeniz’de Rus donanmasının bulundurulmasını yasakladı ve İngiltere garantör devletlerden biri oldu. Bu şartlar altında Osmanlı Devleti, Hindistan’da İngiliz hâkimiyetine karşı çıkan Hint bağımsızlık hareketine yardım etmeyip İngiltere’nin yanında yer almak, hatta ihtiyaç halinde İngiliz destek kuvvetlerinin Kızıldeniz’den geçmesine izin vermek zorunda kaldığı gibi İngilizler’in isteğiyle hilâfet nüfuzuna dayanarak Hint müslümanlarının halifenin dostu olan İngilizler’e karşı gelmemesi gerektiği yolunda telkinde bulundu. Kırım Harbi’nin sonuçlarından biri de Osmanlı Devleti ile İngilizler arasında ilk defa borç bağının kurulmuş olmasıdır.
Paris Antlaşması’nı takip eden yıllarda İngiltere-Osmanlı ilişkilerinin en karakteristik özelliği, müttefik ve muadil iki devletin birbiriyle münasebetlerinden ziyade İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ni doğrudan veya dolaylı yönlendirmesi, bazan da fiilen iç işlerine müdahale etmesidir denilebilir. İlişkiler bu şartlarda sürerken Sultan Abdülaziz, Temmuz 1867’de Fransa’dan sonra İngiltere’yi de ziyaret ederek dış ziyarette bulunan ilk ve tek padişah oldu.
1870’lerin başında Fransa’nın mağlûp olması ve Alman birliğinin oluşmasından cesaret alan Rusya’nın Karadeniz’in silâhsızlandırılmasını öngören Paris şartını tek taraflı iptal ettiğini açıklamasıyla ortaya çıkan yeni kriz İngiltere’nin Osmanlı politikasında değişikliklerin habercisi gibidir. 1870’lerde Karadağ ve Bosna Hersek’te başlayan ve bütün Balkanlar’ı saran ayaklanmaların ilk anlarında İngiltere, Bâbıâli’ye ültimatom veren diğer Avrupa devletlerine katılmayıp Osmanlılar’ın yanında yer almıştı. Bu tavır, en azından o zaman diğer devletlerin Osmanlı Devleti’ne müdahalesine engel oldu. Bununla birlikte Balkanlar’daki isyanı bastırırken Osmanlı askerlerinin Bulgaristan’daki uygulamalarına istinat ettirilen vahşet iddiaları bir anda Avrupa kamuoyunu etkisi altına alınca gelişmeler süratle hilâl-haç hesaplaşması şekline dönüştü. Bütün bu gelişmeler sırasında Osmanlılar’ı destekleyen muhafazakâr hükümet ve Başbakan Disraeli İngiltere’de şiddetli bir muhalefetle karşılaştı. Olayları siyasî rakibini devirmek için kullanan Liberal Parti Başkanı William Gladstone, ülke genelinde harekete geçirdiği Osmanlı düşmanlığı ile Disraeli’yi köşeye sıkıştırmayı hedefliyordu. İngiliz hükümeti bu şartlar altında, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı başladığında Hıristiyanlığın savunucusu konumunu üstlenen Rusya’ya karşı İstanbul’daki sefâretin ve Hindistan genel valiliğinin bütün itirazlarına rağmen açıkça cephe alamadı ve İngiliz çıkarlarına halel gelmeyeceği garantisiyle tarafsızlığını ilân etti. Tahta yeni çıkmış olan II. Abdülhamid ve yeni oluşan Meşrutiyet Meclisi ile Bâbıâli ise İngiltere’ye Paris’teki garantörlük taahhütlerini hatırlatmaktan öte bir şey yapamadı.
Bununla birlikte gelişmeleri kaygıyla izleyen İngiltere, Ruslar’ın galibiyetiyle sonuçlanan bu harbin akabinde Osmanlı Devleti’nin kabul etmek zorunda kaldığı Ayastefanos Antlaşması’nın hükümlerini kendi emniyeti açısından riskli buldu ve diğer Avrupa devletlerini ikna ederek Rusya’yı Berlin’de bir toplantıya zorladı. Padişah ve Bâbıâli, savaşın başından sonuna kadar İngiltere’nin ortaya koyduğu tavırdan memnuniyetsizliklerini defalarca İngilizler’e bildirmiştir. Osmanlı belgelerine göre, savaşa giden yolda Tersane Konferansı’nda Avrupa devletlerinin öne sürdüğü reform şartlarının Bâbıâli’ce reddedilmesinde İngiltere’nin de payı vardır. Bu konferansta İngiliz delegesi olan Lord Salisbury, şartların kabul edilmemesi halinde Rusya ile savaşın kaçınılmaz olacağı yolunda Osmanlılar’ı uyarırken İngiliz büyükelçisi Henry Elliot da Osmanlılar’a direnmelerini söylemekte ve bir savaş durumunda İngiltere’ye güvenebilecekleri hususunda taahhütler vermekteydi. Elliot’dan sonra büyükelçi olan Henry Layard da Rusya’ya karşı Osmanlılar’ın mutlaka desteklenmesine inanan devlet adamlarından biri olarak savaş sırasında İngiltere’nin askerî müdahalesi için çok mücadele etmiştir. Layard, aynı zamanda Hindistan genel valisi Lytton ile beraber II. Abdülhamid’den Afganistan emîrine bir heyet gönderterek Rusya’ya karşı doğuda da bir cephe açmak ve emîrin İngilizler’le dost olmasını temin etmek için iki amaçlı bir gayret içerisinde olmuşlardır. Hilâfetin nüfuzunu kullanmak suretiyle planlanan bu faaliyet her iki amaca da hizmet etmemiş, fakat dönemin İngiliz siyasetini anlamak bakımından önemli ipuçları vermiştir.
İngiltere, Fransa’nın aradan çekilmesinden sonra Rusya’ya karşı tek başına harekete geçme riskini göze alamadığı için kendi güvenliği açısından stratejik önem taşıyan Kıbrıs’ı kira adı altında Osmanlılar’dan alarak Osmanlı topraklarına yönelik yeni bir politika başlattı (4 Haziran 1878). Berlin Antlaşması’nın arefesinde ortaya çıkan bu durum, görünürde Rus tehdidine karşı Osmanlı Devleti’ne daha kolay yardım edebilmek amacıyla gündeme getirilmişse de gerçekte İngiltere’nin artık muhtemel bir Osmanlı dağılmasında kendisi için önem taşıyan yerleri doğrudan ele geçirme politikasının parçası idi. Diğer bir ifadeyle 1856 Paris Antlaşması’ndaki toprak bütünlüğü garantisi tamamen ortadan kalkmıştı. Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devleti’nin mukadderatı sadece Rusya’ya bağlı olmaktan kurtarıldı, fakat bu defa İngiltere ve Fransa da söz sahibi oldu. Nitekim kaybedilen Balkan vilâyetlerinden başka Tunus’un Fransa, Mısır’ın İngiltere, hatta 1911’de Libya’nın İtalya tarafından işgali ve Doğu Anadolu’da Ermeni meselesinin ortaya çıkması hep Berlin Antlaşması’nın sonuçları arasında değerlendirilir.
Bu çerçevede İngiltere’nin 1882’de Mısır’ı işgali, Osmanlı-İngiliz ilişkilerinde kapanmayan bir mesele olarak devam etmiştir. Mısır’da Avrupa’ya olan borçların tasfiyesi amacıyla yürütülen İngiliz-Fransız malî denetimi, yerli halkın ve askerlerin tepkisini çekip Urâbî Paşa önderliğinde bir hareket başlayınca İngiltere padişah adına huzur ve asayişi temin gerekçesiyle ülkeyi işgal etti. Mümkün olan en kısa zamanda ülkeyi terkedeceğine dair çeşitli taahhütlerine rağmen bu taahhütler hiçbir şekilde yerine getirilmedi.
Balkan hadiseleri ve Doksanüç Harbi sırasında Osmanlı ve dünya müslüman kamuoyunda görülen hareketlilik, II. Abdülhamid’in hilâfet sıfatını siyaset gündeminde ön plana çıkarması ve İngiltere’nin Osmanlı sonrası planlarında göz koyduğu toprak parçalarıyla ilgili yeni yaklaşımı, Osmanlı-İngiliz ilişkilerinde panislâmizm ve hilâfet faktörünü odak noktalardan biri haline getirdi. İngiltere’nin Osmanlı siyasetinde kıyasıya bir mücadele içinde olan lehte ve aleyhteki kişi ve gruplar yeni bir tartışma süreci başlattılar. Tartışmaların ana teması, Osmanlı-İngiliz münasebetlerinin iyi olduğu dönemlerde faydalı fonksiyonları görülen hilâfet kurumunun bu ilişkiler kötüleşirse İngiliz çıkarlarına verebileceği zararlardı. Böyle bir durumda kayıpları asgariye indirebilmek için Hindistan güzergâhında bulunan Arap topraklarında Osmanlılar’dan bağımsız İngiltere himayesinde bir Arap devleti kurularak hilâfetin tekrar Araplar’a intikali projeleri gündeme getirildi. Muhtemel adaylar ortaya çıkarılıp Osmanlılar’ın Kureyş soyundan olmadıkları gerekçesiyle gerçek halife sayılamayacakları hususunda yoğun bir propagandaya girişildi. Nitekim Doksanüç Harbi’nden sonra başlatılan bu çalışmalar, tıpkı öngörüldüğü şekilde iki ülke ilişkilerinin koptuğu I. Dünya Savaşı’nda uygulamaya konmuş ve Şerîf Hüseyin isyanı desteklenmiştir.
II. Abdülhamid, saltanatının başından itibaren İngiltere’ye karşı bir kırgınlık ve kızgınlık içinde olmuştur. İradelerinde, muhtıralarında ve hâtıratında İngilizler’in kendisini nasıl hayal kırıklığına uğrattıkları, çıkarlarına uygun düştüğü zaman Osmanlı Devleti’ni parçalamakta bir an bile tereddüt etmeyecekleri, hilâfeti kendi himayelerine alarak müslümanları arzuladıkları şekilde yönlendirmek istedikleri gibi hususlara sık sık temas etmiştir (BA, YEE, nr. 9-2638-72). Buna karşılık İngiltere, özellikle 1890’lardan itibaren II. Abdülhamid’in Almanlar’la yakınlaşmaya başlamasından sonra Osmanlı Devleti’ne karşı tutumunu daha da gerginleştirmiş ve Osmanlı-Alman yakınlaşmasına karşı Fransa ve Rusya ile bir cephe oluşturarak cevap vermek istemiştir. Artık İngiltere Ermeni reformunu gerçekleştirmeyi, padişaha karşı İstanbul’a bir donanma göndermeyi veya Cidde’yi işgal etmeyi düşünür olmuş, Hindistan’da karşılaştığı güçlüklerden doğrudan padişahı sorumlu tutarak açıkça tehdide başlamış (Özcan, Pan-İslamizm, s. 152-153), nihayet Hicaz demiryolunun inşası sırasında hattın Akabe’ye ulaşıp ulaşmamasıyla ilgili çıkan tartışmada savaşa girmeyi dahi göze almıştır.
XX. yüzyılla birlikte İngiltere ve Rusya’nın uzun süredir üzerinde çalıştıkları bir proje gerçekleşti ve 1907 İngiliz-Rus Antlaşması imzalandı. Bu ise iki ülkenin artık petrolüyle de stratejik önemi artan Osmanlı topraklarını paylaşmak üzere anlaşmaları demekti. Muhtemelen bu gelişmenin de etkisiyle İngilizler, II. Abdülhamid’in siyasetinden rahatsızlıklarını gizlemedikleri halde II. Meşrutiyet’e karşı önceleri ilgisiz kalıp hatta bunun sömürgelerindeki hürriyet taleplerini arttıracağı yönünde endişeye kapıldılar. Bâbıâli II. Meşrutiyet’ten sonra birkaç defa İngiltere ile siyasî, askerî ve malî anlaşmalar yapmak istedi. Ancak İngilizler mütemâdiyen uzak kaldılar. Osmanlılar’ın ve Hindistan müslümanlarının bütün arzularına rağmen İngiltere, Trablusgarp ve Balkan savaşlarında tarafsızlığını ilân etti.
I. Dünya Savaşı’nda İngiltere ve Osmanlı Devleti tarihlerinde ilk defa birbirlerine karşı savaşa girdiler. Savaş öncesi stratejilerinde Osmanlılar’ı Almanlar’dan ayırmak ve sömürgelerdeki müslüman tepkisini azaltmak için Bâbıâli’nin tarafsız kalması yönünde yaptıkları çağrılar Osmanlılar’ca inandırıcı bulunmadı. Osmanlı Devleti’nin Almanlar’ın safında savaşa girmesiyle İngiltere, daha önce işgal ettiği veya kira adıyla girdiği Osmanlı topraklarını ilhak ettiğini açıkladı. Arap topraklarında İmam İdrîs, Abdülazîz b. Suûd ve Şerîf Hüseyin gibi Arap ileri gelenleriyle anlaşmalar yaparak onları Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandırmayı başardı. Şerîf Hüseyin’e halifeliğini ve bağımsız Arap krallığını tanıma sözü verildi. Savaş sırasında muhtemel galibiyetten sonra Osmanlı topraklarının nasıl pay edileceği hususunda Fransa-Rusya ve İtalya ile beraber İstanbul, Londra, Sykes-Picot ve Saint Jean de Maurienne, San Remo gizli anlaşmaları yapıldı. İngiltere ve Osmanlı orduları Mısır, Gazze, Mezopotamya ve Çanakkale’de dört yıl doğrudan savaştı ve savaşın sonunda Osmanlılar kaybetti. Ancak Anadolu’da başlayan Millî Mücadele ile 1919-1923 yıllarında İngiltere ile Türkler arasında dolaylı savaş dönemi yaşandı. Esasen Sevr yürürlüğe girmediği için bir bakıma savaş hiç kesilmemişti. Bu durum 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’na kadar sürdü. Bu sırada Türkler, 1911’den beri aralıksız devam eden savaş halinden kurtulmak isterken İngilizler de yeni dönemde Türkler’in kendilerine tehdit oluşturabilecek her türlü potansiyellerinden arındırılmasını hedefliyordu. Görüşmeler sırasında iki devlet birkaç defa yeniden savaş durumuna geldi, ancak her defasında sorun aşıldı. Özellikle Musul meselesinde ortaya çıkan gerginlik, Türkiye’nin Mîsâk-ı Millî’ye dahil Musul’la ilgili Milletler Cemiyeti’nin kararını kabul edeceğini açıklamasıyla halledildi (Cemiyet, 1926’da Musul’u İngiliz manda yönetiminde olan Irak’a bıraktı).
Cumhuriyet’in ilk zamanlarında savaş yıllarındaki husumetin tesiriyle soğuk seyreden Türk-İngiliz ilişkileri 1930’lardan sonra iyileşmeye başladı. II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’nin, bütün ısrarlara rağmen İngiltere’nin yanında yer almaması yeni bir soğukluk dönemi başlattı. Ancak 1945’ten itibaren Türkiye’ye yönelen Sovyet tehdidi Avrupa güvenliğini de tehdit ettiği için İngiltere ve Türkiye NATO’da müttefik oldular (1952). İki ülke 1950’li yıllarda Bağdat Paktı (1955) ve CENTO’da (1959) bir arada bulundu. CENTO, 1979 yılında üyelerden İran’da yaşanan gelişmeler üzerine dağıldı.
BİBLİYOGRAFYA
(İngiliz-Osmanlı münasebetlerine dair İngiliz devlet evrakı yoğun olarak Public Record Office, FO, nr. 78 [General Correspondence with Turkey], 371 [General Correspondence of 1906]; 195 [Embassy and Consular Reports] kısımlarında bulunmaktadır; Osmanlı evrakı için mühimme defterleri, iradeler, muâhedât mecmuaları, düvel-i ecnebiye defterleri, Cevdet [Hariciye ve İktisat], İbnülemin [Hariciye] Mesâil-i Mühimme-i İngiltere defterleri, Nâme defterleri, Yıldız Evrakı ve Hariciye Nezâreti evrakı birinci kaynaklardır).
Hayreddin [Nedim Göçen], Vesâik-i Târîhiyye ve Siyâsiyye Tetebbuâtı II, İstanbul 1326, s. 3-7.
D. Hakluyt, The Principal Navigations, Voyages, Traffiques and Discoveries of the English Nations, I-XII, Glasgow 1904.
Ahmet Refik Altınay, Türkler ve Kraliçe Elizabeth, İstanbul 1932.
P. P. Graves, Briton and Turk, London 1941.
F. E. Bailey, British Policy and the Turkish Reform Movement, Cambridge 1942.
Hâmit Dereli, Kraliçe Elizabeth Devrinde Türkler ve İngilizler, İstanbul 1951.
Akdes Nimet Kurat, Türk-İngiliz Münâsebetlerinin Başlangıcı ve Gelişmesi (1553-1610), Ankara 1953.
J. C. Hurewitz, Diplomacy in the Near and Middle East, I: A Documentary Record 1535-1914, Princeton 1956.
S. Lane-Poole, Lord Stratford Canning’in Türkiye Hatıraları (trc. Can Yücel), Ankara 1959.
Berna Moran, Türklerle İlgili İngilizce Yayınlar Bibliyografyası, İstanbul 1964.
A. C. Wood, A History of the Levant Company, London 1964.
S. C. Chew, The Crescent and the Rose, Islam and England During the Renaissance, New York 1965.
M. S. Anderson, The Eastern Question: 1774-1923, London 1966.
Yuluğ Tekin Kurat, Henry Layard’ın İstanbul Elçiliği: 1877-1880, Ankara 1968.
Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlı-İngiliz İktisâdî Münâsebetleri I: 1580-1838, Ankara 1974; a.e. II: 1838-1850, İstanbul 1976.
L. Zhivkova, Anglo-Turkish Relations (1933-1939), London 1976.
Abdülhamid, Devlet ve Memleket Görüşlerim (haz. Ramazan Yıldız – A. Alâaddin Çetin), İstanbul 1976.
S. A. Skilliter, William Harborne and the Trade with Turkey: 1578-1582, Oxford 1977.
S. F. Evans, The Slow Repprochement: Britain and Turkey in the Age of Kemal Atatürk: 1919-1938, Eothen 1982.
Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri: 1919-1926, Ankara 1982.
J. Heller, British Policy Towards the Ottoman Empire: 1908-1914, London 1983.
A. İhsan Bağış v.dğr., Türk-İngiliz İlişkileri: 1583-1984, Ankara 1985.
E. Kedourie, England and the Middle East: 1914-1921, London 1987.
Nazan Aksoy, Rönesans İngiltere’sinde Türkler, İstanbul 1990.
Hüseyin Çelik, Osmanlı Yanlısı İngiliz Dış İlişkiler Komiteleri, İstanbul 1994.
F. A. K. Yasamee, Ottoman Diplomacy: Abdulhamid II and the Great Powers: 1878-1888, İstanbul 1996.
Azmi Özcan, Pan-İslamizm: Osmanlı Devleti, Hindistan Müslümanları ve İngiltere (1877-1924), İstanbul 1997.
a.mlf., “İngiltere’de Hilâfet Tartışmaları, 1873-1909”, İslâm Araştırmaları Dergisi, sy. 2, İstanbul 1998, s. 49-71.
İ. Hakkı Uzunçarşılı, “Ondokuzuncu Asır Başlarına Kadar Türk-İngiliz Münasebatına Dair Vesikalar”, TTK Belleten, XIII/51 (1949), s. 573-648.
a.mlf., “İkinci Abdulhamid’in İngiliz Siyasetine Dair Muhtıraları”, TD, II/10 (1954), s. 43-60.
Orhan Burian, “Türk-İngiliz Münasebetinin İlk Yılları”, DTCFD, IX/1-2 (1951), s. 1-17.
Nahide Şimşir, “Osmanlı-İngiliz Münasebetleri: 1580-1838”, TDA, sy. 122 (1999), s. 39-56.
https://islamansiklopedisi.org.tr/ingiltere#4-ulkede-islamiyet
V. ÜLKEDE İSLÂMİYET
İngilizler’in İslâmiyet’le temaslarının daha önceki yüzyıllarda başlamasına ve Britanya adalarında XVII. yüzyıldan itibaren Türk ve Kuzey Afrika kökenli esirlerin, diplomatik misyonlara mensup kişilerle bunların ailelerinin ve daha sonraları da müslüman öğrencilerin bulunmasına rağmen ülkeye düzenli biçimde yerleşen ilk müslüman topluluklarına ancak XIX. yüzyılın ikinci yarısında rastlanmaktadır. İngiltere’de İslâmiyet’in geç görülmesinin en önemli sebebi buraya sadece deniz yoluyla ulaşılabilmesi ve İngilizler’in zihinlerinde, müslümanlar hakkındaki ön yargıların XVIII. yüzyılın ortalarından itibaren Hindistan ve çevresini idareleri altına almalarıyla başlayan yakın temaslar sonucu değişmesidir denilebilir. Britanya adalarına yerleşen ilk müslümanlar Londra, Cardiff, Liverpool, South Shields, Bristol ve Hull gibi işlek limanlara gelen Yemen, Aden, Gucerât ve Somali kökenli gemicilerdir. Bu küçük gruplar ilk defa ülkede İslâmiyet’i temsil etmişler ve dinî cemaat görevlerini aralarından birinin evinde kurdukları zâviyelerde yerine getirmişlerdir. Cezayirli Ahmed el-Alevî’nin müridleri tarafından yönetilen bu zâviyelerin ilki Cardiff’te açılmış, bunu Liverpool, South Shields, Hull ve Birmingham’dakiler takip etmiştir. Zâviyeler hem ibadet hem de sosyal faaliyetler için kullanılmakta, evlenme ve cenaze törenleri buralarda yapılmaktaydı. Müslümanların bu ilk yerleşim bölgelerindeki varlıkları günümüzde de sürmektedir.
İngiltere’de İslâmiyet’in tanınması ve yayılması yolunda en önemli aşamalardan biri Londra’nın güneyindeki Woking kasabasında, Pencap Üniversitesi’nde yirmi yıl görev yapan Macar asıllı şarkiyatçı Leitner tarafından Doğu dilleri ve dinlerini doğru bir şekilde tanıtmak, Doğu üzerinde araştırmalar yapmak, araştırmacıları desteklemek ve Doğulu öğrencilere kendi sosyal konum ve dinlerini kaybettirmeden İngiliz kültürü vermek amacıyla Woking Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün kurulmasıdır (1884). Enstitünün yanına, masraflarının büyük bir kısmını yüklendiği için Bopal Nevvâbı Şah Cihan Begüm’ün adını taşıyan bir de cami yapılmış ve 1889’da tamamlanan cami çok sayıda aristokrat ve entelektüelin devam ettiği, birçok önemli kişinin İslâm’a girdiği bir merkez olmuştur. Leitner’in 1899’da ölümünden sonra bir süre yavaşlayan faaliyetler, 1912 yılında Kādiyânîler’in temsilcisi Lahorlu avukat Hâce Kemâleddin ile Hindistan’da bulunduğu sırada müslüman olan Lord Headley’nin Woking’e gelmesiyle yeniden eski haline döndü. Bunlar 1913’te Muslim India and the Islamic Review adlı bir dergi çıkarmaya başladılar; 1921’de derginin adı Islamic Review olarak değiştirildi. Bu iki şahsiyetin 1932 ve 1933’te vefatlarından sonra da enstitü faaliyetlerini sürdürmekle birlikte 1960’lı yıllarda Londra Merkez Camii ve Doğu Londra Camii gibi diğer merkezlerin açılmasıyla eski önemini kaybetti. Buna rağmen Woking Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İslâmiyet’in Britanya adalarında tanınmasında ve yayılmasında rol oynamış önemli bir kurum olarak tarihe geçmiştir.
İlk düzenli topluluklardan biri yine XIX. yüzyılın sonlarına doğru Liverpool’da teşekkül etmiştir. Tanınmış bir avukat olan William H. Quilliam, 1882’de tatil için gittiği Fas’ta İslâmiyet’e ilgi duyarak bu konuda bilgisini arttırır; 1887’de de müslüman olup ismini Şeyh Abdullah olarak değiştirir. Ülkesine dönünce İslâmiyet’i yaymaya başlayan Quilliam İran, Afganistan ve Osmanlılar’dan destek görür. 1890’da İstanbul’a davet edilir ve kendisine İngiliz adaları şeyhülislâmlığı unvanı verilir; daha sonra da Liverpool Camii ve Enstitüsü’nü kurar. Ancak etrafına çok sayıda eğitim görmüş insanı toplaması, ihtida edenlerin çoğalması, kiliseyi ve Sudan’a giren İngiliz ordusunu kınaması gibi sebeplerden ötürü basın ve kilisenin yoğun baskısına mâruz kalır. Nihayet 1908’de İngiltere’den ayrılır. Liverpool Camii ve Enstitüsü Quilliam’ın ayrılmasından sonra yavaş yavaş işlevini kaybetmiş, fakat Woking Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsü gibi İslâm’ın ülkedeki tarihinde önemli bir merhale oluşturmuştur.
İngiltere’deki asıl müslüman kitlesi, II. Dünya Savaşı’nın ardından başlayan işçi akını sonucunda ortaya çıkmıştır. Savaş sonrasında ekonomik durumları bozulan Hindistan (daha sonra Pakistan ve Bengladeş) gibi eski İngiliz sömürgelerinden gelen müslümanlar Birmingham, Manchester, Bradford, Bolton, Preston, Sheffield ve Halifax gibi sanayi şehirlerine yerleşerek işçi açığını kapattılar. Bu göç, 1950’li yılların sonlarındaki ekonomik krize kadar düzenli biçimde devam etmiş ve 1962’de çıkarılan göçmen yasasından hemen önce zirveye ulaşmıştır. Hindistan alt kıtası kökenli müslümanların bir kısmı doğrudan İngiltere’ye gelirken bir kısmı da önce Uganda, Tanzanya gibi Doğu Afrika ülkelerine yerleşmiş ve 1960’lı yıllarda oralardan göç etmiştir. Müslüman göçmenlerin bir başka grubunu ise 1950’lerden itibaren göçe başlayan Kıbrıslı Türkler teşkil eder. Malezya, Batı Afrika, Fas, Yemen ve İran gibi ülkelerden gelenler de siyasî veya iktisadî sebeplerden dolayı müslüman azınlığa eklenmişlerdir (Nielsen, Muslims in Western Europe, s. 40).
Toplam müslüman nüfusun hemen hemen yarıya yakın bir bölümü Londra ve civarında, diğer büyük bir bölümü ise Lancashire, West Midlands, Yorkshire ve Manchester bölgelerinde yaşamaktadır. Etnik olarak Türkler’in ve Hindistan, Pakistan, Bengladeş kökenlilerin büyük çoğunluğu Londra’da, diğerlerinin daha ziyade Cardiff, Liverpool, Hull ve South Shields gibi liman şehirlerinde yerleştikleri görülür. West Midlands, Londra’dan sonra Hindistan alt kıtasından gelen müslümanların en yoğun bulunduğu bölgedir.
Birçok Avrupa ülkesi gibi İngiltere’de de dinî istatistik tutulmadığından müslümanların nüfusu hakkında kesin rakamlar mevcut değildir; tahminler sayılarının 1 milyonun üzerinde olduğu yönündedir. Kıbrıs Türkleri’nin nüfusu 100.000, Türkiye’den gidenlerinki 60.000 kadardır (Küçükcan, s. 62). Union of Muslim Organisations (UMO), United Kingdom Islamic Mission (UKIM), Muslim World League (MWL) gibi kuruluşlar ise 1998 yılı itibariyle müslüman nüfusu 2 milyon dolayında göstermektedir (Sarwar, s. 1). En kalabalık grubu 400.000 kişiyle Pakistanlılar oluşturmakta, bunların ardından Bengladeşliler (160.000) ve Hindistanlılar (130.000) gelmektedir. İngiliz müslümanlarının sayısı yaklaşık 5000 olup bunlara ilâveten son yıllarda ihtida etmiş Afro-Karabian asıllı çok sayıda İngiliz vatandaşı bulunmaktadır.
Müslüman Kuruluşları. İngiltere’de bir kısmı mahallî, bir kısmı ülke çapında, bir kısmı da milletlerarası düzeyde 1000’den fazla kuruluş mevcuttur. Bunların çoğunluğu bir cami veya eğitim birimi etrafında oluşmuştur ve küçük çaplı, mahallî niteliklidir. En önemli kuruluşları şöylece sıralamak mümkündür: Union of Muslim Organisations. 1970 yılında Londra’da kurulan birlik, müslüman kuruluşlarının tamamını bir çatı altında toplamayı hedeflemiştir. Yıllık kongreler düzenleyen Union of Muslim Organisations, İslâm aile hukukunun tanınması ve müslümanlara uygulanması için teşebbüste bulunmuş, fakat 1975’te zamanın hükümeti bu teklife sıcak bakmamıştır. Birlik, İslâmî eğitim ve şer‘an helâl yiyecek temini gibi konularda mahallî otoritelerle ve merkezî hükümetle temas halindedir. United Kingdom Islamic Mission. 1962’de Londra’da kurulan birlik başta Londra, Manchester, Birmingham, Glasgow ve Bradford gibi merkezlerde olmak üzere kırktan fazla şube ve otuz kadar cami ile hizmet görmektedir. Cami/mescid inşa etme, çocuklara dinî eğitim verme, gençler için kamplar düzenleme ve Urduca gibi dilleri öğretme faaliyetleri yanında büyük şubeleri kanalıyla mahallî halkla, belediyelerle, polis teşkilâtlarıyla ve kiliselerle ilişkiler kurma yolunda da başarılı adımlar atmıştır. Pakistan kökenli Cemâat-i İslâmî’nin öğreti ve felsefesinin etkisinde olan United Kingdom Islamic Mission, Bengladeş’in kurulmasıyla birlikte Da‘vetü’l-İslâm adlı ikinci bir cemiyet daha oluşturmuştur. Muslim World League. Genel merkezi Mekke’de bulunan kuruluş İngiltere’de 1982 yılında faaliyete başlamıştır. Müslüman çocukların dinî eğitimleri, gayri müslimlere İslâm davetinin ulaştırılması, cami, merkez ve okul binalarının inşası/onarımı, İslâm’ı tanıtıcı konferans ve seminerlerin düzenlenmesi ve kitap, broşür dağıtımı gibi alanlarda hizmet vermekte, müslüman cemaatler arasında uzlaştırıcı rol oynamaktadır. United Kingdom Council of Mosques (UKCM). Muslim World League’nin öncülüğünde ve diğer İslâmî teşekküllerin büyük bir kısmının iştirak ve gayretiyle 1984’te kurulan konsey camiler arasında koordinasyonu sağlamış, müslümanlara geniş bir platformda ve çeşitli konularda yardımcı olmuştur. Özellikle 1985 yılında İngiliz hükümeti tarafından hazırlattırılan “Education for All” adlı raporda, müslümanların eğitim haklarının kısıtlanması ve diğer dinlerin mensuplarına tanınan hakların kendilerine verilmemesine karşı duyulan tepkiler bu konsey kanalıyla organize edilmiş (Nielsen, Muslims in Western Europe, s. 47, 50), bu rapora karşı ciddi bir reddiye yayımlanmıştır. Son yıllarda faaliyetleri azalmış görünen konseye bağlı camilerin sayısı 500 dolayındadır. Federation of Students’ Islamic Societies (FOSIS). 1962’de müslüman öğrenciler tarafından tebliğ amacıyla kurulmuştur. Üniversite ve kolejlerin büyük bir kısmında şubeleri bulunan birlik ikisi Londra’da, diğeri Swansea’de olmak üzere üç yurt ile öğrencilere hizmet vermekte, ayrıca onlar için kılavuz kitaplar hazırlamakta, yılda iki büyük konferansla bazı yetiştirici kurslar düzenlemektedir. Islamic Foundation (IF). 1973’te Leicester şehrinde kurulmuş olup amacı İslâmî anlayışın geliştirilip yayılmasıdır (bk. ISLAMIC FOUNDATION). Young Muslims United Kingdom (YMUK). 1984’te Leeds’te kurulmuştur. Çeşitli faaliyetlerle gençleri fizikî ve ruhî açılardan yetiştirmeye, onları dinî hayatı yaşamaya, İslâmî terbiyeye, yardımlaşmaya teşvik etmekte, sosyal ve bireysel problemlerine yardımcı olmaya çalışmaktadır; ayrıca Trends adlı bir dergi yayımlamaktadır. Islamic Cultural Centre and Central Mosque (ICC). Londra Regents Park’ta bulunan merkezin yeri 1944 yılında, Kahire’deki Anglikan cemaatine verilen bir kilise arazisinin karşılığı olarak İngiliz hükümeti tarafından tahsis edilmiştir. 1977’de tamamlanan mevcut bina cami, kütüphane, idare birimi ve toplantı salonlarından ibarettir. Kültürel ve dinî faaliyetlerin yürütüldüğü merkez binası İngiltere’de yapılan ilk İslâmî eserlerden biri olması bakımından önemlidir. Gayri müslimlerin de ilgi odağı olan merkez Islamic Culture adıyla bir dergi yayımlamaktadır. Muslim Institute (MI). Merkezi Londra’da bulunan kuruluş çeşitli konferans, seminer ve yayıncılık faaliyetleriyle tanınmaktadır. Bu kuruluşun öncülüğünde Muslim Parliament adıyla bir komite oluşturulmuş, fakat fonksiyon itibariyle hedeflenen noktaya ulaşılamamıştır. Bunların yanında müslümanların çoğunluğunca tasvip edilmeyen Islamic Party of Britain adlı siyasî bir parti, müslümanlara yardım eden Muslim Aid ve Islamic Relief gibi hayır kuruluşları ve diğer bazı öğrenci cemiyetleri de mevcuttur. Dünya Müslüman Gençlik Teşkilâtı, International Institute of Islamic Thought (IIIT) gibi milletlerarası kuruluşlar da İngiltere’de faaliyet göstermektedir.
İslâmî sivil toplum örgütlerinin çoğu İngiliz kamuoyunda ve müslümanlar arasında hissedilir bir etkinliğe ulaşamamaktadır. Bunun başlıca sebebi, kuruluşlarda yer alan kimselerin anavatanlarındaki dinî, kültürel ve siyasî sürtüşmeleri buralara da yansıtmaları, ayrıca lider konumundaki kişilerin içinde bulundukları ortamın şartlarını ve İngiliz kültürünün yapısını yeterince bilmemeleridir. Dolayısıyla bunlar, hem bu ülkede doğup büyüyen çocuklarının taleplerine cevap verememekte, hem de İngiliz hükümetleri nezdinde yeterli girişimleri gerçekleştirememektedir. Ancak son yıllarda genç kuşağın sivil toplum örgütleri kanalıyla ortaya koyduğu bazı başarılı faaliyetler dikkat çekmektedir.
Din Eğitimi. Ülkede ilkokul, ve ortaokul olmak üzere temel eğitim zorunludur ve müslüman çocuklarının büyük bir kısmı eğitimlerini normal İngiliz okullarında almaktadır. Din eğitimi 1944 eğitim yasası, 1988 eğitim reformu yasası ve 1993 eğitim yasasına göre verilmektedir. Bu yasaların özünde, diğer belli başlı dinlerin öğreti ve uygulamaları göz önünde bulundurulmuş olmakla birlikte okul müfredatı temelde dinî geleneklerin Hıristiyanlık’tan kaynaklandığının yansıtılması prensibine dayanmaktadır. Yine aynı yasalara göre her okul, öğrencilerine tamamen veya çoğunlukla Hıristiyanlığa dayanan günlük toplu âyin sağlamak zorundadır (Sarwar, s. 4 vd.). Bu âyinler okuldan okula değişiklik gösterse de hepsinde icra edilmektedir. Müslüman velilerin, çocuklarının kanunen âyinlerden muaf tutulmasını istemeye hakları olmasına rağmen çoğunun bu hakkın mevcudiyetini bilmemesinden dolayı çocuklar âyinlere katılmaktadır. Öte yandan okullardaki din dersleri hıristiyan ağırlıklı olduğu gibi İslâmiyet hakkındaki bilgiler de genelde hıristiyan öğretmenler tarafından verilmekte, ancak yeteri kadar öğrenci bulunduğu takdirde müslümanlar kendi imkânlarıyla dışarıdan özel öğretmen getirtebilmektedirler. Son yıllarda Islamic Academy of Cambridge (IAC), Muslim World League, Muslim Educational Trust (MET) ve Islamic Foundation gibi kuruluşların gayretleriyle din dersi öğretmenlerinin İslâm hakkındaki bilgilerinin arttırılması ve okutulan din dersi kitaplarının müslümanların tasvibinden geçmesi gibi hususlarda olumlu adımlar atılmıştır. Yine İngiliz okullarında müslüman öğrencilere uygun yemek çıkarılması, dinî bayramlarda tatil izni verilmesi, okul üniformalarının İslâmî standartlara göre olması ve baş örtüsüne müsaade edilmesi gibi konularda gelişmeler sağlanmıştır. Ayrıca birçok lise ve kolejde “İslâm” imtihanlarda kredili ders kabul edilmiştir. Müslüman ailelerin çoğu yaz tatillerinde ve hafta sonlarında çocuklarını camilerde verilen din dersi kurslarına göndererek okullardaki eksikliği gidermeye çalışmaktadır; ancak maddî imkânların yetersizliği ve öğretmen teminindeki sıkıntı istenilen randımanın alınmasını güçleştirmektedir.
1944 eğitim yasasının dinî cemaatlere tanıdığı hakka dayanarak hıristiyan ve yahudiler gibi müslümanlar da kendi okullarını kurmaya başlamışlardır. İngiliz eğitim sisteminin standartlarına uygun şekilde faaliyet gösteren, temelde diğerleriyle aynı müfredatı uygulayan bu okullarda ayrıca Kur’ân-ı Kerîm, İslâm tarihi ve İslâm dini esasları gibi dersler okutulmaktadır. Müslümanların yoğun bulunduğu bölgelerde açılan ve sayıları 1998’de elliye yaklaşan, The Association of Muslim Schools’un koordinasyonundaki bu okulların çoğu kanunda tekeffül edilmesine rağmen İngiliz hükümetinden malî yardım alamamaktadır. Bunların en tanınmışları Londra’da Islamia Schools, King Fahd Academy, Doğu Londra’da Muslim College of London, Bradford’da Muslim Girl’s High School ve Batley’de Zakaria Muslim Girl’s High School’dur. Değişik kategoride bir okul ise kuzeybatıdaki Bury şehri yakınlarında bulunan Dârü’l-ulûmi’l-Arabiyyeti’l-İslâmiyye’dir. On altı yaşın üzerindeki öğrencilerin genellikle yatılı olarak alındığı okulda Kur’an, tefsir, hadis, fıkıh ve belâgat gibi dersler okutulmaktadır.
İngiltere’deki müslümanların çoğunluğunu Sünnîler, onların da büyük bir kısmını Hint alt kıtası, Doğu Afrika, Kıbrıs ve Türkiye’den gelen Hanefîler teşkil eder; aralarında az da olsa diğer mezhep mensupları, özellikle de Kuzey Afrika kökenli Mâlikîler bulunmaktadır. Ülkede Sünnî müslümanlar grubundan Hint alt kıtasındaki iki ekolün takipçileri, Diyûbendîler ve Birîlvîler faaliyet halindedir. Bunların birincisi, Hindistan’ın Diyûbend şehrinde 1866’da kurulan Dârülulûm adlı medresenin öğretilerini benimseyen gruptur. Bu grubun öğretisi İslâm’ın başta Hinduizm olmak üzere yabancı etkilerden, bid‘at, hurafe, gelenek ve bâtıl inançlardan arındırılması esasına dayanır (DİA, VIII, 554). Birîlvîler ise daha çok sûfizme ve onun çeşitli kollarına, bunları temsil eden birtakım şeyh ve pîrlere bağlı olup Nakşibendiyye, Şâzeliyye, Çiştiyye gibi tarikat mensuplarına yakınlık duyarlar. Diyûbendîler’e yakın başka bir grup ise “ehl-i hadîs” ekolüdür. Londra ve Midlands bölgelerinde müstakil cami ve medreseleri bulunan bu ekolün öncüleri genellikle Suudi Arabistan’da tahsil görmüş, dolayısıyla oradaki dinî anlayıştan etkilenmiş kişilerdir. Kıbrıslı Şeyh Nâzım’ın fikirleri son yıllarda Kıbrıs, Türkiye, Afrika, Hint alt kıtası ve Uzakdoğu’dan gelen müslümanlar arasında rağbet görmeye başlamıştır (Atay, s. 85); İngilizler arasında da Şeyh Nâzım’ın öğretilerinden etkilenip İslâm’a girenlere rastlanmaktadır. Sayıları çok az olan Şiîler ise Dünya Ehl-i Beyt İslâm Birliği gibi kuruluşlar vasıtasıyla faaliyet göstermektedir; ayrıca Londra’da bir de okulları vardır. Yine Londra’da Şîa’nın İsmâilî koluna mensup Ağa Han cemaatiyle Kādiyânîler’in de (Ahmediyye) birer merkezi bulunmakta ve özellikle çok aktif olan ikincisinden radyo, televizyon gibi vasıtaları da kullanarak propaganda faaliyetleri sürdürülmektedir.
Müslümanların, bu ülkede kalıcı olduklarını anlamalarından sonra ilk yaptıkları şeylerin başında cami veya mescidler gelmektedir. Sayıları nüfusa paralel olarak artan ve 1998 yılı itibariyle 1000’e yaklaşan bu ibadethânelerin büyük bir kısmı sonradan mescide dönüştürülmüş eski binalar, elli kadarı da cami mimarisinde yapılmış yeni binalar halindedir. Bunlardan bazıları Londra’daki Merkez, Doğu Londra, Süleymaniye, Vâlide Sultan, Şeyh Nâzım ve Azîziye camileriyle Birmingham, Manchester, Glasgow, Edinburgh, Bradford, Gloucester ve Luton gibi şehirlerdeki merkez camileridir. Birçoğu hem ibadet hem de sosyal faaliyetler için kullanılan camilerin inşasında bazı İslâm devlet ve kuruluşları ile kişilerin de katkıları olmuştur.
BİBLİYOGRAFYA
Sayyid M. Darsh, Muslims in Europe, London 1980.
Muhammad Anwar, Pakistanis in Britain, London 1985.
Nabil Matar, Islam in Britain: 1558-1685, Cambridge 1988, s. 127.
Mohammad S. Raza, Islam in Britain, Leicester 1991.
J. S. Nielsen, Muslims in Western Europe, Edinburgh 1992.
a.mlf., “Great Britain”, The Oxford Encyclopedia of the Modern Islamic World (ed. John L. Esposito), Oxford 1995, II, 69-72.
a.mlf., “United Kingdom Islamic Mission”, a.e., IV, 273-274.
Islamic Centres and Other Muslim Organizations in the United Kingdom and Ireland, London, ts.
P. Lewis, Islamic Britain, London 1994.
G. Sarwar, British Muslims and Schools, London 1994.
Ali Köse, Conversion to Islam, London 1996.
Tayfun Atay, Batı’da Bir Nakşi Cemaati: Şeyh Nâzım Kıbrısî Örneği, İstanbul 1996, s. 85.
Talip Küçükcan, Politics of Ethnicity, Identity and Religion: Turkish Muslims in Britain, Aldershot 1999.
P. Johnstone, “Christians and Muslims in Britain”, Islamochristiana, VII, Roma 1981, s. 167-181.
M. Mashuq Ally, “The Growth and Organization of the British Muslim Community in Britain”, The Bulletin of Christian Institutes of Islamic Studies, IV/2, Hyderabad 1991, s. 81-91.
Azmi Özcan, “Dârülulûm”, DİA, VIII, 554.
https://islamansiklopedisi.org.tr/ingiltere#5-ingilterede-islam-arastirmalari
VI. İNGİLTERE’DE İSLÂM ARAŞTIRMALARI
Avrupa’da İslâm ve Doğu araştırmaları yapan ülkelerin öncülerinden olan İngiltere, Uzakdoğu ve özellikle Ortadoğu ile çok erken bir dönemde başlatıp daha sonra sömürgeciliğe dönüştürdüğü ekonomik, askerî ve kültürel ilişkilerini aynı süreçte ilmî araştırmalarla birlikte geliştirdi. İngilizler’in İslâm kültürüyle tanışmaları, İbrâhim b. Azrâ adlı bir filozofun Endülüs’ün Tuleytula (Toledo) şehrinden Londra’ya gelip orada ders verdiği zamana (1158-1159) rastlar. Bunun ardından bazı İngiliz seyyahları Endülüs ve Sicilya’ya giderek müslümanları, dillerini ve kültürlerini daha yakından incelediler. Londra’da 1581’de ticarî amaçlı Levant Company’nin ve 1600’de Doğu Hindistan Şirketi’nin kurulması İngilizler arasında Doğu’ya karşı duyulan ilgiyi arttırdı. 1632’de Cambridge ve 1636’da Oxford üniversitelerinde Arapça kürsülerinin açılmasıyla da çalışmalar akademik düzeye yükseldi. Bu üniversitelerden yetişen birçok ilim adamı, Doğu ülkelerini tanımak ve el yazması kitaplara ulaşmak amacıyla buralara seyahat ettiler. Özellikle Osmanlı ve Bâbürlü devletleriyle olan ilişkiler Arapça’nın yanında Türkçe, Farsça ve diğer Doğu dillerinde yapılacak çalışmaların gereğini gündeme getirdi. İngiliz temsilciliklerinin bulunduğu İstanbul, İzmir, Halep ve bazı Hint şehirleri şarkiyat çalışmaları için önem kazandı.
İngiliz üniversitelerinde okutulan klasik Arapça ve Farsça önceleri daha sistemli bir çalışmanın alt yapısını oluşturmak amacıyla gramer, sözlük ve yazmalar üzerinde yoğunlaştırıldı. Bu alanda hizmet verenler arasında ilk Farsça grameri yayımlayan John Graves ile (ö. 1652) rahip Edward Pococke (ö. 1691) dikkat çeker. Pococke, Arapça’yı beş yıl yaşadığı Halep’te öğrenmiş, dönüşünde Oxford’da hocalık yapmış ve bu seyahatinde topladığı 400 kadar nâdir yazmayı Bodleian Library’ye vermiştir. Üniversitelerde Arapça okutulmasına başlanmadan önce İngiltere’de ilk defa bu dil üzerine çalışmalar yapan, dokuz ciltlik bir Arapça-Latince sözlük hazırlayan ve Cambridge ile Oxford’da Arapça kürsüleri kurulmasını öneren rahip William Bedwell (ö. 1632) ilk İngiliz şarkiyatçısı olarak tanınır. Bu alanda ilk ilmî çalışmaları başlatan Bedwell ve Pococke’un din adamı olmaları İngiliz şarkiyatçılığında din etkenini öne çıkarmıştır.
XVIII. yüzyılın başlarındaki şarkiyat çalışmalarında Thomas Hyde, Simon Ockley ve Kur’an’ın ciddi anlamda ilk İngilizce tercümesini yapan George Sale öne çıkmışlardır. Bu yüzyılın İngiliz şarkiyatçılığı açısından en önemli olayı, Sir William Jones’un 1784’te çeşitli araştırmalara destek olan The Asiatic Society of Bengal cemiyetini kurmasıdır. Arapça ve Farsça bilen Jones, ayrıca meşhur Farsça gramerini kaleme almasının yanında birçok çeviri ve neşir yaptı. Doğu Hindistan Şirketi de yaptırdığı Arapça, Farsça, Türkçe ve Hintçe çalışmalarıyla İslâm araştırmalarında büyük pay sahibi oldu. Bu faaliyetler Hindistan’da göreve tayin edilen İngiliz diplomat, asker ve misyonerlerinin bir şarkiyatçı gibi davranmalarını sağladı. Farsça çalışmalarıyla tanınan Francis Gladwin, Bengal ordusunda subaydı. Hindistan’ın ilk valisi Warren Hastings topladığı yazmaları Doğu Hindistan Şirketi’ne verdi. Şirketin İran’da bulunan temsilcileri de bu ülkenin dil ve kültürüyle ilgileniyorlardı. Kaçar hânedanı döneminde İngiltere’nin İran’la olan ilişkileriyle birlikte bu araştırmalar da gelişti. Sir John Malcolm ünlü eseri History of Persia’yı bu dönemde kaleme aldı. Ayrıca William Ouseley, Robert Ker Porter, James Baillie Fraser gibi İngiliz seyyahları gezilerinde bölgeyi tanıtan seyahatnâmeler yazdılar. Diğer bölgeleri dolaşan seyyahların da şarkiyat çalışmalarında etkin rol oynadıkları görülür. Oxford’da Arapça öğrendikten sonra Suriye, Filistin, Mısır ve Sudan bölgelerinde uzun süre dolaşan ve -söylendiğine göre- müslüman olduktan sonra Kahire’de ölen İsviçre asıllı Johann Ludwig Burckhardt çok sayıda yazma topladı ve özellikle Sudan’ı anlatan bir seyahatnâme kaleme aldı.
XIX. yüzyılda Arap dünyası ile İngiltere arasında başlayan siyasî ilişkiler Arabistik ve İslâm tarihi çalışmalarında yeni bir dönem başlattı. 1823’te şarkiyat araştırmalarını destekleyen The Royal Asiatic Society’nin kurulması ve 1836’da Londra Üniversitesi’nde Arap Dili ve Edebiyatı Kürsüsü’nün açılması, İngiliz şarkiyatçılarının özellikle Arapça kitapların neşir ve basılmasında daha önemli bir pay almasını sağladı. Bu yüzyıl İngiliz şarkiyatçılığının doruğa ulaştığı bir dönem oldu. Arapça sahasındaki çalışmalarıyla Edward William Lane, Cambridge’in Arapça hocası Edward Henry Palmer, Hindistan’da İngiliz ordusunda subay olan William Wright, yine Hindistan’da ve Mısır’da subay olarak bulunan Richard Francis Burton bu dönemin önde gelen Arabistler’idir. Aynı yüzyılda Türk dili ve edebiyatı çalışmaları da ilk defa akademik düzeyde başlamış ve sözlük dalında Sir James Redhouse, Osmanlı şiir tarihi dalında da Elias John W. Gibb öncülük etmişlerdir.
XX. yüzyılın başlangıcından itibaren yoğunlaşan İngiltere’deki İslâm ve Doğu araştırmaları Sir William Muir, Sir Thomas Walker Arnold, Stanley Lane-Poole, Guy le Strange, David Samuel Margoliouth, Reynold Alleyne Nicholson, Richard Bell, Arthur John Arberry, Sir Hamilton Alexander Roskeen Gibb, John A. Boyle, W. Montgomery Watt, Bernard Lewis, Clifford Edmund Bosworth, Alfred Guillaume, Edward Evan Evans-Pritchard, Douglas Morton Dunlop ve Peter Malcolm Holt gibi şarkiyatçılar tarafından sürdürüldü. Bu asrın ilk yarısında İngiliz üniversitelerindeki şarkiyat enstitü ve kürsülerinin hızla artması dikkat çeker. 1917’de Londra Üniversitesi’ne bağlı olarak School of Oriental Studies açıldı. 1938’de ilgi alanı genişletilen ve adı The School of Oriental and African Studies (SOAS) olarak değiştirilen bu okul şarkiyat çalışmalarının yapıldığı en yoğun merkez haline geldi. Şarkiyatla ilgili merkezlerin hızla çoğalması, hemen hemen İslâm dünyasının bütün dilleriyle ilgilenilmeye başlanmasını beraberinde getirdi. Modern anlamdaki Türkoloji çalışmalarına da bu dönemde hız verildi. Halil Hâlid Bey’in Cambridge’de 1902-1911 yılları arasında Türkçe okutmasından sonra kurulan birçok kürsü ve enstitüde Türk dili, tarihi ve kültürü üzerine araştırmalar yapıldı. Halen Londra, Durham, Edinburgh, Oxford, Cambridge ve Manchester üniversitelerine bağlı Ortadoğu araştırma merkezlerinde Türkoloji çalışmalarına önemli bir yer ayrılmaktadır.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra 1947’de “Scarbrough Report” adında, İngiltere üniversitelerindeki şarkiyat araştırmalarını düzenleyen bir raporun yayımlanmasıyla çalışmalar yeni bir şekil aldı. Lord Scarbrough’un başkanlığında bir komisyonun hazırladığı raporda, İngiltere’nin çıkarları olan bölgelerle ilgili şarkiyat çalışmalarında diğer devletlere kıyasla geri kaldığı belirtilerek bir millî mesele olan bu alana daha fazla yatırım yapılması istendi ve bu istek hükümet tarafından kabul edildi. Scarbrough raporunun bir başka etkisi de kütüphanelerin imkânlarının arttırılması oldu. Böylece School of Oriental and African Studies’inki başta olmak üzere bütün şarkiyat merkezlerinin kütüphanelerindeki İslâm araştırmalarıyla ilgili eserler hızla çoğaldı ve yüz binlere ulaştı. 1960’ta “Hayter” adlı ikinci bir raporla üniversitelerdeki şarkiyat çalışmaları bir program altına alındı. Ancak 1980’lerden itibaren uygulamaya konulan ekonomik politikalar gereği devletin yüksek öğretime sağladığı desteklerde kısıtlamalara gidilmesinden İslâm araştırmaları da etkilendi ve İngiltere bu alandaki öncülüğünü yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Burs ve ödeneklerin daraltılmasının etkisiyle pek çok üniversite faaliyetlerini devam ettirebilmek için özellikle İslâm ülkelerinden gelen öğrencilerin ödedikleri ücretlere dayanmaya mecbur oldu. Ayrıca bazı Ortadoğu ülkeleri, çeşitli üniversitelerde finanse ettikleri kürsüler vasıtasıyla bu çalışmalara destek vermeye başladılar. Buna karşılık öğrenim kalitesi gittikçe düşmekte ve bazı öğretim üyeleri Amerika ve Kanada gibi ülkelere gitmektedirler. Günümüzde pek çok üniversitede İslâm ve şarkiyat çalışmaları bu tür olumsuzluklara rağmen devam etmekte ve üniversitelerin dışında da Association of British Orientalists, British Society for Middle Eastern Studies, Middle East Center for Arabic Studies, Central Asian Research Center ve Islamic Culture Center gibi müstakil araştırma kurumları bulunmaktadır. Halen çıkmakta olan süreli yayınların başlıcaları London Oriental Series (London), Annual Report of the British Academy (London), Asia Major (London), British Museum Querterly (London), Bulletin of the British Society for Middle Eastern Studies (Oxford), Bulletin of the School of Oriental and African Studies (London), The Islamic Quarterly (London), Journal of the Royal Asiatic Society of Great Britain and Ireland (London) ve Middle Eastern Studies’dir (London).
İngiltere’de birçok kütüphane Arapça, Farsça ve Türkçe yazmalar açısından son derece zengin olup bunların başında British Museum, India Office Library, Oxford Bodleian Library ve Royal Asiatic Society Library gelmektedir.
BİBLİYOGRAFYA
A. J. Arberry, British Orientalists, London 1943.
İsmail Soysal – Mihin Eren, Türk İncelemeleri Yapan Kuruluşlar, Ankara 1977, s. 136-150.
Necîb el-Akīkī, el-Müsteşriḳūn, Kahire 1980, II, 7-178.
J. P. C. Auchterlonie, “British Library Collections in Islamic Studies and Problems of Acquisition”, New Books Quarterly, London 1981, I/2-3, s. 29-37.
J. D. Latham, “Arabic and Islamic Studies”, a.e., I/2-3, s. 37-45.
Mîşâl Cühâ, ed-Dirâsâtü’l-ʿArabiyye ve’l-İslâmiyye fî Ûrûbbâ, Beyrut 1982, s. 15-80.
M. Rodinson, Europe and the Mystique of Islam (trc. R. Veinus), London 1988, s. 83-109.
A. Hourani, Islam in European Thought, London 1991, s. 1, 13, 15-19, 33-34.
G. A. Russell, “Introduction: The Seventeenth Century: The Age of ‘Arabic’”, The ‘Arabick’ Interest of the Natural Philosophers in Seventeenth-Century England (ed. G. A. Russell), Leiden 1994, s. 1-19.
P. M. Holt, “Background to Arabic Studies in Seventeenth Century England”, a.e., s. 20-29.
G. J. Toomer, Eastern Wise Dome and Learning, Oxford 1996, s. 53-104.
V. L. Ménage v.dğr., “Middle Eastern Studies in British Universities”, BSMES, I/1 (1974), s. 7-14; II, I/2 (1975), s. 84-102.