FIKIH. Lafza yüklenebilecek anlamları belirlemeyi konu alan dil kuralları, dinî metinler etrafında gelişen ve kuralcı yönü ağır basan fıkıh ilminde daima önem taşımış, fakih ve usulcüler dil bilimi alanına giren diğer birçok konu ve kavram gibi istisna konusuyla da yakından ilgilenme gereği duymuşlardır. Klasik dönemde fıkıh usulü daha çok lafız ve beyan ekseninde geliştiği için usulcülerin dil bilimi kurallarına sıkça atıfta bulundukları, esasen bu alana ait istisna konusunu Kitap ve Sünnet’in metinlerini anlama ve şer‘î delillerden hüküm çıkarma yönteminin bir alt türü olarak teorik çerçevede ve yakınındaki diğer lafzî kavramlarla karşılaştırmalı şekilde ele aldıkları görülür. Fürû-i fıkıhta ise istisna mesele çözümünde, özellikle de lafzın ayrı bir önem taşıdığı yemin, talâk, ikrar gibi konularda karşılaşılan bir dil kuralı, bir anlamı kastetme ve içerme sorunu olarak incelenmiş, âdeta usuldeki bilgilerin örnek olaylara uygulaması yapılmıştır.
İstisnanın tanımı, şartları, çeşitleri gibi konularda usulcülerin ileri sürdükleri görüş ve açtıkları tartışmaların esasen nahiv ve belâgat eserlerinde yer alan bilgilerin tekrarı niteliğinde olması, hem çoğu usulcünün aynı zamanda dil bilimi uzmanı olması hem de istisnanın usuldeki vaz‘, beyan, hakikat, mecaz, tahsis ve nesih gibi konularla yakın ilişkisinin bulunması sebebiyledir. Usulcülerin istisnanın tanımına ilişkin çabaları bir yönüyle lafzî tartışma gibi görünse de esasen fürû alanındaki sonuçlarıyla birlikte belli bir görüşü çerçeveleyen bir tutarlılık taşır (İbnü’l-Hâcib, II, 132; Şehâbeddin el-Karâfî, s. 98-102; Tâceddin es-Sübkî, II, 41).
İstisnanın şartları hususunda müstesna ile müstesnâ minh arasında zaman farkının olup olamayacağı ya da istisnayı tehirin cevazı konusu usulcüleri hayli meşgul etmiş, câiz görenler şâri‘ de dahil sözü söyleyenin sübjektif iradesini, karşı görüşte olanlar ise hukukî istikrar gerekçesiyle objektif anlamı esas almışlardır (Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, I, 260-262; Ebû İshak eş-Şîrâzî, I, 399-401; Gazzâlî, II, 165; Seyfeddin el-Âmidî, II, 267-268; Şehâbeddin el-Karâfî, s. 528-530). Yine istisnanın şartlarıyla ilgili olarak müstesnânın müstesnâ minhi kaplayacak tarzda yapılmasının istisnayı iptal edeceği hususunda usulcüler görüş birliği içindedir. Ancak Hanefîler, müstesnânın müstesnâ minhten daha özel olması halinde onu kaplamasını câiz görmüşlerdir. Meselâ onlara göre, “Bütün gayri menkullerimi hibe ediyorum, ancak bahçem hariç” cümlesindeki istisna o bahçeden başka gayri menkulü bulunmasa bile doğrudur. Bunun sebebi Hanefîler’e göre istisna lafzî bir tasarruftur ve hükmün değil cümlenin doğru olmasına dayanır. Cümlenin kuruluşu doğru ise ifade ettiği hüküm de sahih olur. Cümledeki düzensizlik ve insicamsızlık onun mânasına değil kullanım şekline havale edilir (Alâeddin es-Semerkandî, s. 315; İbnü’l-Hümâm, et-Taḥrîr, I, 267). Bu arada müstesnâ minhin yarısının veya yarıdan fazlasının istisna edilmesi, Şâfiî ve Mâlikî usulcüleriyle Kûfeli dilbilimcilerin çoğunluğuna göre câiz iken Ebû Yûsuf, Bâkıllânî, Hanbelî hukukçuları ve Basralı dil bilimcilere göre câiz değildir. Hanefîler ise genel olarak sayılar dışındaki müstesnâ minhlerin yarıdan fazlasının istisnasını câiz görmüşlerdir. Büyük oranda dil bilimi alanına ait bu tartışmaların fürû-i fıkıhta da sonuçları bulunabilmektedir. Meselâ, “Üç talâkla boşsun, ancak ikisi hariç” cümlesiyle fakihlerin çoğunluğuna göre sadece tek bir talâk gerçekleşirken Ebû Yûsuf’a ve Hanbelîler’e göre müstesnâ minhin yarıdan fazlasını istisna etmek câiz olmadığı için üç talâk gerçekleşir. İstisnada müstesnâ ile müstesnâ minhin cins birliğinin şart olup olmadığı tartışmasının da aynı şekilde fürû-i fıkıhta benzeri sonuçları vardır (Gazzâlî, II, 167-170; Şehâbeddin el-Karâfî, s. 374-377; İbnü’l-Hümâm, et-Taḥrîr, I, 268).
İstisnanın hükmü konusunda usulcülerin çoğunluğu, istisnadan sonra müstesnâ minhin geride kalan fertleri hakkında mecaz olacağını söylerken İbnü’l-Hâcib gibi bazı usulcüler aksi görüştedir (el-Muḫtaṣar, II, 134-135; İsnevî, s. 387-388; Bihârî, I, 316). Hanefîler’in çoğunluğu ise âm ve hâstan yapılan istisnaları hakikat kabul ederek mecaz iddiasına kısmen katılırlar (Pezdevî, III, 117; Alâeddin es-Semerkandî, s. 299). İstisnanın hükmüyle ilgili ihtilâflardan bir diğeri de onun hangi tür beyan içinde değerlendirilmesi gerektiği konusudur. Pezdevî ve Serahsî gibi bazı Hanefî usulcüleri istisnayı beyan üst başlığı altında incelerler (Kenzü’l-vüṣûl, III, 119, 147; el-Uṣûl, II, 35-45). Onlara göre istisna, müstesnâ minhin kapsadığı fertlerden bir kısmına engel olduğu için “tağyîr”, kalan kısımla da konuşanın maksadını ifade ettiği için “beyan” niteliğini taşımaktadır. Aslında istisna, bizâtihi müstakil bir söz olmadığı için onda uzun süreli sükût (fâsıla) yapılması halinde cümle tamam olur ve istisna artık tağyîr beyanı değil sabit bir hükmün kaldırılması yani nesih halini alır (Şemsüleimme es-Serahsî, II, 46). Ancak muttasıl istisna, birbirine aykırı iki hüküm içermeksizin ve birinci kısmı da iptal etmeksizin sadece konuşmanın bir bölümüne engel olması itibariyle tağyîr beyanı adını almış, arada bir çelişkinin bulunduğu izlenimi vermemek için de “muâraza yoluyla beyan” denmekten sakınılmıştır. Bunun için de Pezdevî, istisnanın “müstesnâ kadar bir miktarı cümlenin hükmünden çıkararak, kalan kısmı konuşmak” olduğunu söyler (Kenzü’l-vüṣûl, III, 120); mezhepte de istisna “cümlenin bir kısmını çıkarmak, diğer kısmını ise ispat etmek” şeklinde tanımlanır.
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî usulcüleriyle Debûsî, Pezdevî ve Serahsî gibi bazı Hanefîler, istisnanın müstesnâ minhin zıddının müstesnâda sabit olduğunu göstereceğinden hareketle müstesnâ minh olumsuz ise müstesnânın olumlu, müstesnâ minh olumlu ise müstesnânın olumsuz olacağını belirtip bunu, “Menfiden istisna müsbet, müsbetten istisna menfidir” şeklinde genel bir kural halinde ifade etmişlerdir. Kuralı kelime-i tevhid gibi akaid alanı lafızlarına uygulamak kolay olmakla birlikte menfiden istisnanın müsbet hüküm ifade etmesi kuralının bazı fürû meselelerine uygulanması (meselâ bk. en-Nisâ 4/92) mümkün görülmediğinden özellikle Hanefîler arasında istisnanın gramer açısından nefiy ve ispat yönlerinden herhangi bir hüküm ifade etmediği (hükümsüzlük), cümlenin ilk yarısının hükmü hakkında sükûtle geçtiği görüşleri, usulcülerin çoğunluğu tarafından da müstesnânın müstesnâ minh aleyhine hüküm içermesi itibariyle ihraç ifade ettiği görüşü dile getirilmiştir.
İstisna ile tahsis arasındaki ilişki usulcüleri fazlasıyla meşgul etmiş bir konudur. Mütekellimîn usulcülerinin büyük çoğunluğu ile konuyu bir terim tartışması olarak gören İbn Abdüşşekûr ve İbnü’l-Hümâm gibi bazı Hanefî usulcüleri, istisnayı tahsis delili ve sonuç olarak onu tahsisin bir türü olarak tanıtır. Gazzâlî’ye göre istisna, “kendisi olmasaydı lafza girecek olan şeyin lafza girmesine engel olmak”, tahsis ise “lafzın bir kısmını kasretmek” olduğundan tahsis bir beyan, istisna ise bir ref‘ (nesih, ilga) niteliğindedir (el-Müstaṣfâ, II, 164). Hanefîler’e göre âm nassın istisna ile daraltılması tahsis değil kasrdır. Bu görüş ayrılığı öncelikli olarak Hanefîler’e göre Kur’an veya mütevâtir sünnetle sabit olan bir hükmün istisnaya konu olması halinde müstesnâ minhin kesinliğinin devam etmesi ve tahsis edecek delilin kesin olmasının aranması sonucunu doğurur (konularla ilgili tartışmalar için bk. Koca, s. 155-163, 313-327).
Tahsisle istisnanın arasında tahsisin yalnızca âm lafza, istisnanın hem âm hem hâs lafza gelebileceği, tahsis delilinin aksine istisna sözün bir parçasını teşkil ettiği için onun müstesnâ minhe bitişik olması ve lafzî olmayan delillerle istisna yapılmasının câiz olmayışı gibi farklardan söz edilir. İstisna ve tahsisin hüküm bakımından farklılıkları konusunda Muhammed b. Şücâ‘ ve Ebü’l-Hasan el-Kerhî, tahsisin aksine istisnânın lafzı mecaz yapmadığı ve hakikatinden çıkarmadığı, bu sebeple müstesnânın dışında da lafzın hükmünün devam etmesine herhangi bir engelin bulunmadığı görüşündedir (Cessâs, I, 246-251). Ancak bu Hanefî bilginlerinin aksine usulcülerin büyük bir kısmı istisnanın lafzı mecaza dönüştüreceğini ileri sürmüştür. İstisnanın hükmüyle ilgili bu ihtilâfın kaynağı, tahsisten sonra âmmın geride kalan fertleri hakkında hakikat veya mecaz olarak devam edip etmeyeceği konusundaki farklı yaklaşımlardır.
Birbirini takip eden cümlelerden sonra gelen istisnanın o cümlelerin tamamıyla mı sadece son cümleyle mi ilgili olacağı konusu bir yönüyle dil bilimi tartışması görünümünde ise de daha çok belli fürû meselelerinde mezhep görüşlerini delillendirme çabasının ürünü tercihler gibi durmaktadır. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî usulcüleriyle dil bilimcilerin çoğunluğu, atıflı cümlelerden sonra gelen istisnanın herhangi bir tahsis delili bulunmadıkça cümlelerin tamamına rücû edeceğini, Hanefîler ile Zâhirîler ve Basralı dil bilimciler ise istisnanın yalnızca son cümleye rücû edeceğini ve herhangi bir delil bulunmadıkça diğer cümlelere taallukunun doğru olmayacağını ileri sürmüşlerdir. Bu tartışmaların pratik sonucu, kendisine zina iftirası haddi uygulanmış kişinin şahitliğinin kabul edilip edilmeyeceği konusunda kendini gösterir. Kur’an’da zina iftirasında bulunanlara seksen celde uygulanması ve şahitliklerinin kabul edilmemesi istendikten sonra “tövbe edip ıslah olanlar hariç” denilmiş (en-Nûr 24/4-5), fakihlerin çoğunluğu, bu istisnanın ilk iki cümleden istisna olduğunu ileri sürerek tövbe edilmesi halinde had cezasının da düşeceğini, Hanefîler ise haddin kul hakkı olduğu için tövbeyle düşmeyeceğini, istisnanın sadece şahitliğin kabul edilmemesine ilişkin olduğunu ve tövbe edilmesi halinde bu kimsenin şahitliğinin kabul edilebileceğini söylemişlerdir.
BİBLİYOGRAFYA Tehânevî, Keşşâf, I, 181-185, 431; Cessâs, el-Fuṣûl fi’l-uṣûl (nşr. Uceyl Câsim en-Neşemî), Küveyt 1405/1985, I, 246-252, 266-271;
Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, el-Muʿtemed, I, 260-264; İbn Hazm, el-İḥkâm (nşr. Ahmed M. Şâkir), Kahire 1970, I, 397-405; Ebû İshak eş-Şîrâzî, Şerḥu’l-Lümaʿ (nşr. Abdülmecîd Türkî), Beyrut 1408/1988, I, 399-407; Pezdevî, Kenzü’l-vüṣûl, III, 117-127, 147; Şemsüleimme es-Serahsî, el-Uṣûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Haydarâbâd 1372, II, 35-46;
Gazzâlî, el-Müstaṣfâ, II, 163-173; Kelvezânî, et-Temhîd fî uṣûli’l-fıḳh (nşr. Müfîd M. Ebû Amşe), Cidde 1406/1985, II, 73-76, 91;
Alâeddin es-Semerkandî, Mîzânü’l-uṣûl, s. 299, 312-317; Fahreddin er-Râzî, el-Maḥṣûl (nşr. Tâhâ Câbir Feyyâz el-Alvânî), Riyad 1399/1979, I/3, s. 11-12, 39-63; İbn Kudâme, el-Muġnî, V, 131, 159; VII, 161; Seyfeddin el-Âmidî, el-İḥkâm fî uṣûli’l-aḥkâm, Kahire 1387/1968, II, 267-269, 275, 278-283, 287, 315; İbnü’l-Hâcib, el-Muḫtaṣar, Beyrut 1403/1983, II, 132-142; Şehâbeddin el-Karâfî, el-İstiġnâʾ fî aḥkâmi’l-istis̱nâʾ (nşr. Tâhâ Muhsin), Bağdad 1402/1982, s. 90-102, 343-368, 374-377, 524, 528-531, 536-569, 571-668; Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, İstanbul 1308, III, 122, 198; Sadrüşşerîa, et-Tavżîḥ fî ḥalli ġavâmiżi’t-Tenḳīḥ (Teftâzânî, et-Telvîḥ içinde), Beyrut 1377/1957, II, 20-25; Tâceddin es-Sübkî, Cemʿu’l-cevâmiʿ, Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), II, 41-47, 51-52; İsnevî, et-Temhîd fî taḫrîci’l-fürûʿ ʿale’l-uṣûl (nşr. M. Hasan Heyto), Beyrut 1404/1984, s. 386-388, 392, 397; Teftâzânî, et-Telvîḥ, Beyrut 1377/1957, II, 20-21; İbnü’l-Hümâm, Fetḥu’l-ḳadîr, III, 147-148; VII, 400-402; a.mlf.,
et-Taḥrîr (İbn Emîru Hâc,
et-Taḳrîr ve’t-taḥbîr içinde), Bulak 1316, I, 252, 267-268; Şirbînî, Muġni’l-muḥtâc, II, 258; Emîr Pâdişah, Teysîrü’t-Taḥrîr, Kahire 1350/1931, I, 289; Bihârî, Müsellemü’s̱-s̱übût fî uṣûli’l-fıḳh, Kahire 1904, I, 316, 324-327, 338, 344; Şevkânî, İrşâdü’l-fuḥûl, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), s. 148-152; Ferhat Koca, İslâm Hukuk Metodolojisinde Tahsis, İstanbul 1996, s. 155-163, 313-327; “İstis̱nâʾ”, Mv.Fİ, V, 198-302; “İstis̱nâʾ”, Mv.F, III, 184-197.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2001 yılında İstanbul’da basılan 23. cildinde, 390-392 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.