DERİ - TDV İslâm Ansiklopedisi

DERİ

Bölümler İçin Önizleme
  • 1/3Müellif: NEBİ BOZKURTBölüme Git
    Batı Türkçesi’nde deri şeklinde telaffuz edilen kelimenin aslı teri/tiridir (Clauson, s. 531). Bütün göçebe toplumların hayatında birtakım kolaylıklar...
  • 2/3Müellif: MUSTAFA BAKTIRBölüme Git
    Deri ile İlgili Fıkhî Hükümler. Çok eski devirlerden beri giyim eşyası olarak ve başka maksatlarla çok yaygın bir kullanım alanına sahip bulunan deri,...
  • 3/3Müellif: ZEKİ TEKİNBölüme Git
    Türkler’de Dericilik. Bütün Türk topluluklarında deri işçiliği ilerlemiş bir sanayi dalı olarak görülmektedir. Büyük bir ihtiyaç şeklinde ortaya çıkan...
1/3
Müellif:
DERİ
Müellif: NEBİ BOZKURT
Web Sitesi: TDV İslâm Ansiklopedisi
Yayımcı: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi
Baskı Tarihi: 1994
Erişim Tarihi: 28.04.2024
Web Adresi:
https://islamansiklopedisi.org.tr/deri#1
NEBİ BOZKURT, "DERİ", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/deri#1 (28.04.2024).
Kopyalama metni

Batı Türkçesi’nde deri şeklinde telaffuz edilen kelimenin aslı teri/tiridir (Clauson, s. 531). Bütün göçebe toplumların hayatında birtakım kolaylıklar sağlayan derinin tabaklanıp kullanılması, Türkçe’nin deri eşya ve tabaklama ile ilgili kelimeler bakımından zengin bir dil oluşunun da gösterdiği gibi Türkler’de de çok eskiye dayanır. Bugün dahi derinin yörüklerin hayatında önemli bir yeri vardır. Özellikle kışın giyilen çarık ve gocuklarda, dağarcık olarak bazı eşyanın konulmasında, peynir, tereyağı, bal ve pekmez tulumlarının yapılmasında, su taşınmasında ve yağ elde edilmesinde kullanılmaktadır. Su tuluklarıyla yağ çıkarmada yayık olarak kullanılan ve Toros göçerleri arasında yannık denilen (muhtemelen yağlıktan bozma) deri kaplar, halen palamut kabuğu ile tabaklanmış deriden yapılmaktadır.

Derinin işlenerek kullanılması tekstilden çok öncedir ve tarihçesi ilk insanla başlamıştır denilebilir. Nitekim Eski Ahid’e göre Allah Âdem ve Havvâ’ya deriden gömlek giydirmiştir (Tekvîn, 3/21). Eski ve Yeni Ahid’in birçok yerinde elbise, kemer, ayakkabı, tulum, dağarcık gibi deri eşyadan bahsedilir. Ahid sandığının muhafaza edildiği seyyar mâbedin üzeri deri ile örtülmüş ve mefruşatının çoğu deriden yapılmıştır (Sayılar, 4/6 vd.). Kur’an, insanlara göç ve ikametleri sırasında büyük kolaylık sağlayan deri çadırları şükrü gerektiren nimetler arasında sayar (bk. en-Nahl 16/80). Bilhassa göçebe Araplar kaş‘ ve tırâf denilen deriden yapılmış çadırlar kullanırlardı; ham deriden ve küçük olan kaş‘ fakirlere, tabaklanmış deriden ve büyük olan tırâf ise zenginlere mahsustu (Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, III, 393-394). Panayırlarda gösteri için ve savaş alanlarında kumanda merkezi olarak kırmızı deriden büyük çadırlar kurulurdu. Ukâz panayırında kurulan bu tür çadırlarda ünlü şairler şiirlerini inşad ederlerdi (Cevâd Ali, V, 7).

Kâğıdın icadına kadar deri çok uzun bir süre yazı malzemesi olarak da kullanılmıştır. Kur’an’da “rakk” (ince deriden yapılmış parşömen) üzerine yazılı kitaba yemin edilir (et-Tûr 52/3). Âyet ve hadislerin ilk kaydedilişlerinde derinin kullanıldığı muhakkaktır ve günümüze ulaşan en eski mushaflarla halen Topkapı Sarayı Emânât-ı Mukaddese Dairesi’nde muhafaza edilen Hz. Peygamber’in Mukavkıs’a gönderdiği mektup bunun açık bir delilidir. Sâsânîler’de vergi memurları kayıtlarını beyaz deriler üzerine tutarlar ve kisrâya arzederlerdi. Deri defterlerin kokusundan rahatsız olan kisrâ, bunların gül suyu ve za‘feranla sarartılmasını istemişti (Belâzürî, s. 450). İbnü’n-Nedîm İranlılar’ın manda, sığır ve koyun gibi hayvanların derilerini yazı malzemesi olarak kullandıklarını söyler (el-Fihrist, s. 22). Emevîler döneminde divan kayıtları tomar halinde deriler üzerine tutulmuştur. Seffâh’ın veziri Hâlid b. Bermek deri sayfaları kitap şeklinde ciltletmiş ve bu uygulama Hârûnürreşîd’in veziri Ca‘fer b. Yahyâ el-Bermekî’nin kâğıttan defter yaptırmasına kadar devam etmiştir.

Derinin tabaklanmasına dair ilk bilgilere, Mısır’da erken dönem hânedanlarından kalan kayıtlarda rastlanmaktadır. Kitâb-ı Mukaddes’te deri eşyadan çokça söz edilmesine rağmen bu hususta bir açıklama yoktur. Yahudi şeriat kitabı Talmud’da ise bazı hükümler bulunmakta ve bunlardan debbağların toplumun aşağı seviyesinde kimseler olarak kabul edildikleri, tabakhânelerin pis kokuları sebebiyle eski Yunan ve Roma’da da olduğu gibi yerleşim merkezlerinden uzakta kurulmasının istendiği, burada çalışanların -ne kadar temiz olurlarsa olsunlar- üzerlerine sinen koku sebebiyle toplu ibadet ve festivallere katılmaktan menedildikleri ve kısa bir dönem için de olsa bu işi yapanların daha yüksek görevlere getirilmediği öğrenilmektedir. Talmud, dünyanın ne attarsız ne de debbağsız olabileceğini söyler ve birincisi için “ne mutlu”, ikincisi için ise “ne yazık” der. Talmud’a göre tabaklama işinde çalışma veya bunun için hayvan dışkısı satma, evlilikten önce veya sonra başlanmış olması farketmeksizin boşanma sebebidir. Önceden kocasının mesleğine tahammül edeceğine dair söz veren bir kadın dahi sonradan boşanma isteğinde bulunabilir (, X, 1536 vd.).

Derinin tabaklanması (dibâgat) Araplar’ca Câhiliye döneminden beri bilinmekteydi ve Arabistan yarımadasında dericiliğin gelişmiş olduğu, Hz. Peygamber’in sağlığında fethedilen Yemen tarafındaki Cüreş, Havlân’ın küçük bir beldesi olan Sa‘de ve Tâif gibi yerleşim merkezleri bulunuyordu. Bunlardan özellikle Cüreş ünlüydü ve burada işlenen deriler “Cüreş derisi” adıyla anılırdı. Hasan b. Ahmed el-Hemedânî, Ṣıfatü Cezîreti’l-ʿArab adlı eserinde bu yerleri “beledü’d-debbâğ” olarak zikretmektedir (s. 98, 248, 260). Yâkūt el-Hamevî de Tâif vadilerinin birinden, tabaklama artıklarının atıldığı pis kokan bir yer olarak söz eder (Muʿcemü’l-büldân, VI, 9). Mekke de dericiliğin gelişmiş olduğu yerlerdendi. Akīk vadisinden getirilen karaz (selem ağacının [acacia asak, acacia flava] meyve ve yaprağı veya küstümotu [mimosa nilotica]), burada bulunan ve bazı rivayetlerde çok büyük olduklarından söz edilen taş değirmenlerde ezilerek deri tabaklama işi için kullanıma hazırlanırdı. İbn Hişâm’ın kaydettiğine göre Habeşistan’a hicret eden sahâbîlerin iadesini istemek üzere giden Kureyş heyetinin Habeş Hükümdarı Ashame’ye götürdüğü hediyeler içinde onun en beğendiği şey Mekke’de tabaklanmış derilerdi (es-Sîre, I, 334). Hz. Peygamber, Mekke’de kıtlık olduğu zaman buraya Medine mahsulü hurma göndermiş ve karşılığında da deri talep etmişti (Serahsî, X, 92).

Ashap içinde mesleği dericilik olanlar vardı (Huzâî, s. 736) ve Mescid-i Nebevî’nin müezzinlerinden Sa‘d el-Karaz’a da muhtemelen karaz alıp sattığı için bu isim verilmişti (İbn Abdülber, II, 54; İbn Hacer, II, 29). Hz. Peygamber’in hanımlarından Sevde bint Zem‘a ve Zeyneb bint Cahş dericilikte mâhirdiler. Sevde Tâif tarzı deri işlemeyi biliyordu (İbn Hacer, IV, 286); Zeyneb de Hz. Âişe’nin rivayetine göre el sanatlarında usta bir hanımdı; deri tabaklar, sonra onu işleyip satarak elde ettiği parayı Allah yolunda harcardı (İbn Sa‘d, VIII, 108; İbn Hacer, IV, 314). Dericilikte sadece karaz kullanılmıyordu; çölde yetişen daha başka ağaç ve otlardan, nar kabuğundan ve şaptan da deri tabaklamada faydalanılıyordu. Kırmızı kökleri olan ve erṭâ’ denilen bir kum bitkisiyle tabaklanmış derilere me’rût, ertî veya edîm martî deniliyordu.

Çok geniş bir kullanım alanı olmasından dolayı Câhiliye devrinde kurulan panayırlarda en önemli ticaret mallarından biri deriydi. Çadır yapımında, su ve her tür sıvının muhafazası için gerekli olan tulum ve tuluklarda, ayakkabı, mest ve çizme gibi giyim eşyasında, eyer ve koşum takımlarında, mefruşatta deri çokça kullanılmaktaydı. Hz. Peygamber’in yatağı, içerisine hurma lifi doldurulmuş deridendi (Buhârî, “Riḳāḳ”, 17; İbn Mâce, “Zühd”, 11; Ebû Dâvûd, “Libâs”, 43; Tirmizî, “Libâs”, 27); ayrıca “içi hurma lifiyle doldurulmuş deri yastık” tabiri hadislerde çokça geçer (bk. , “edm” md.). Demircinin körüğünden şarkı söyleyen “kayne”lerin deflerine ve askerlerin kalkanlarına kadar derinin kullanıldığı daha pek çok alan vardı. Hatta bir ara Hz. Ömer deriden para (dirhem) basmayı dahi düşünmüş, ancak kendisine bunu yaptığı takdirde deve neslinin tükeneceği hatırlatılınca tasavvurundan vazgeçmiştir (Belâzürî, s. 456). Bu sebeple deri ve deri eşya ile ilgili literatür açısından Arapça oldukça zengindir. Birkaçı müstesna kara memelilerinin tamamının, bazı balıkların ve kunduz gibi suda yaşamayı seven kara hayvanlarının derisinden, tilki, leopar gibi hayvanların da kürklerinden faydalanılmıştır. Hz. Ali’nin torunlarından Hasan kunduz derisi eyer kullanırdı (Buhârî, “Ẕebâʾiḥ”, 12). Büyük tâbiîn âlimi Şa‘bî aslan postunda oturur, samur ve tilki kürkünden kaftan giyerdi (İbn Sa‘d, VI, 253-254).

Dericilik pek fazla bir değişikliğe uğramadan sonraki asırlarda da devam etmiştir. İslâm dünyasının her tarafındaki büyük merkezlerde bu sanatla uğraşanlar mutlaka vardı. Kurtuba ve Fas, bazı tabaklama tekniklerinin geliştiği ve Avrupa’ya intikal edip yayıldığı yerler olmuştur. Batı’da halen bazı deri çeşitleri için kullanılan “cordovan” ve “moroccan, maroquin (maroken)” tabirleri bu şehir isimlerinden türetilmiştir. Kahire ve Halep de deri sanayiinin geliştiği merkezlerdendi; XIII. yüzyılda Halep tabakhânelerinden alınan vergilerin buradaki diğer sınaî kuruluşların vergilerinin toplamından daha fazla olduğu bilinmektedir. İslâm dünyasında dericiliğe dayalı birçok el sanatı gelişmişti ve bunlardan biri de ciltçilikti. Özellikle yiyecek ve içecek maddelerinin muhafaza edildiği kapların büyük bir kısmı deriden yapıldığı için dericiler, muhtesipler tarafından kontrol edilen birtakım kaidelere riayet etmek zorundaydılar. Ziyâeddin Muhammed b. Muhammed el-Kureşî (İbnü’l-Uhuvve), Meʿâlimü’l-ḳırbe fî aḥkâmi’l-ḥisbe adlı eserinde bu konuya bir bab ayırmıştır (s. 229-230).


BİBLİYOGRAFYA

, s. 531.

, “edm” md.

Buhârî, “Riḳāḳ”, 17, “Ẕebâʾiḥ”, 12.

İbn Mâce, “Zühd”, 11.

Ebû Dâvûd, “Libâs”, 43.

Tirmizî, “Libâs”, 27.

, I, 334.

, VI, 253-254; VIII, 108.

, s. 450, 456.

, Ankara 1985, s. 22-23.

İbn Sîde, el-Muḫaṣṣaṣ, Beyrut 1398/1978, IV, 100 vd.

, II, 54.

, X, 92.

, VI, 9.

, s. 715, 736.

, II, 29; IV, 286-314.

İbnü’l-Uhuvve, Meʿâlimü’l-ḳırbe fî aḥkâmi’l-ḥisbe (nşr. R. Levy), London 1938, s. 229-230.

, III, 393-394.

, II, 56.

, V, 7; VII, 537-540, 587-595.

Hasan b. Ahmed el-Hemedânî, Ṣıfatü Cezîreti’l-ʿArab, Riyad 1977, s. 98, 248-249, 260.

C. Zeydân, İslâm Medeniyeti Tarihi (trc. Zekî Mugāmiz, haz. Mümin Çevik), İstanbul 1976, III, 112-113.

Ahmad Mohammad Migahid, Flora of Saudi Arabia, Riyad 1978, s. 196, 299.

Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, Ankara 1985, V, 162-169.

M. Abdülazîz Amr, el-Libâs ve’z-zîne fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, Beyrut 1405/1985, s. 295-301.

Abdülazîz b. İbrâhim el-Ömerî, el-Ḫiref ve’ṣ-ṣınâʿât fi’l-Ḥicâz fî ʿaṣri’r-Resûl, [baskı yeri yok] 1405/1985, s. 326-330.

Ahmad Y. al-Hassan – D. R. Hill, Islamic Technology, Cambridge 1988, s. 197-200.

W. S. McCullough, “Leather”, , III, 104.

a.mlf., “Skin”, a.e., IV, 382.

M. Lamed, “Leather Industry and Trade”, , X, 1536-1542.

W. M. Floor, “Carm”, , IV, 820-822.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1994 yılında İstanbul’da basılan 9. cildinde, 174-175 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
2/3
Müellif:
DERİ
Müellif: MUSTAFA BAKTIR
Web Sitesi: TDV İslâm Ansiklopedisi
Yayımcı: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi
Baskı Tarihi: 1994
Erişim Tarihi: 28.04.2024
Web Adresi:
https://islamansiklopedisi.org.tr/deri#2-deri-ile-ilgili-fikhi-hukumler
MUSTAFA BAKTIR, "DERİ", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/deri#2-deri-ile-ilgili-fikhi-hukumler (28.04.2024).
Kopyalama metni

Deri ile İlgili Fıkhî Hükümler. Çok eski devirlerden beri giyim eşyası olarak ve başka maksatlarla çok yaygın bir kullanım alanına sahip bulunan deri, temizlenmesi ve kendisinden faydalanılması bakımından fıkhın ilgi alanına girmiştir.

İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu, Kur’ân-ı Kerîm’de (el-Bakara 2/173; el-Mâide 5/3, 60; el-En‘âm 6/145; en-Nahl 16/115) etinin kullanılması yasaklanan domuzun derisinin de bu yasağa dahil olduğu ve herhangi bir tabaklama işleminden sonra bile kullanılamayacağı görüşünü benimsemiştir. Hanefî fakihlerinden Ebû Yûsuf ile Mâlikîler’den Sahnûn ve Ebû Muhammed İbn Abdülhakem’e göre domuz derisi tabaklanmak suretiyle temizlenir ve kullanılabilir (bk. DOMUZ). Diğer derilerin kullanılması ise hayvanın necis sayılıp sayılmamasına, etinin yenip yenmemesine, ölüm şekline ve derisinin tabaklanıp tabaklanmamasına bağlı olarak mezhepler tarafından farklı şekillerde değerlendirilmiştir.

Eti yenen hayvanların usulüne göre kesilmesi halinde eti gibi derisinin de dinî bakımdan temiz sayılacağı ve tabaklamaya gerek kalmadan kullanılabileceği hususunda mezhepler görüş birliği içindedirler. Ölmüş veya usulüne göre kesilmediği için bu hükümde olan hayvan derisinin tabaklanmadan kullanılamayacağı konusunda da ittifak vardır.

Hayvan derilerinin kullanılması hususunda en geniş yorumu yapan Hanefî fakihlerine göre eti yensin veya yenmesin domuz dışındaki bütün hayvanların derileri kullanılır. Bir hayvan canlı iken kesilmişse derisini tabaklamaya gerek yoktur. Ölü olarak bulunan hayvanların derileri ise ancak tabaklanarak kullanılır. Bazı hadislerde ölmüş hayvan etinin yenilmesinin haram, derisinden faydalanmanın câiz olduğu ifade edilirken başka hadislerde tabaklamanın deriyi temizlediği bildirilmiştir (Buhârî, “Büyûʿ”, 10; Müslim, “Ḥayıż”, 100, 105; Ebû Dâvûd, “Libâs”, 41; Tirmizî, “Libâs”, 7; Nesâî, “Ferʿ ve’l-ʿatîre”, 4). Bu hadisleri birlikte değerlendiren fakihler, ölü hayvan derisinin tabaklanmakla temizleneceği sonucuna varmışlardır.

Şâfiîler, ölmüş hayvanlarda olduğu gibi eti yenmeyen hayvanların derilerinin de kesimle değil ancak tabaklanma ile temiz hale geleceğini ileri sürmekte, bu arada derisinin hiçbir şekilde kullanılmayacağını kabul ettikleri domuza köpeği de eklemektedirler. Hanbelî mezhebi ile Mâlikî âlimlerinin çoğunluğuna göre de eti yenmeyen hayvanların derisi kesimle temiz hale gelmez. Ancak bazı Mâlikî fakihleri bu hükmü yalnız domuza hasrederek haram oluşunda ihtilâf bulunan veya mekruh sayılan hayvanların derilerinin kesimle temiz sayılacağı görüşündedirler. Öte yandan Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre eti yenmeyen hayvanları derisinden faydalanmak için kesmek câiz değildir; Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik’e göre ise câizdir.

Hanbelî ve Mâlikî mezheplerinde hâkim görüşe göre ölü hayvanların derileri tabaklanma suretiyle temizlenmez; çünkü Hz. Peygamber, vefatından kısa bir süre önce ölü hayvan derilerinin kullanılmasını yasaklamıştır (, IV, 310; İbn Mâce, “Libâs”, 26; Ebû Dâvûd, “Libâs”, 39; Tirmizî, “Libâs”, 7). Ancak tabaklamanın deriyi temizlediğine dair daha önce zikredilen hadislerin sahih oluşuna karşılık muhaddisler bu hadisin delil olarak kullanılmasına engel teşkil edecek illetler taşıdığını belirtmişlerdir (Tirmizî, “Libâs”, 7; Azîmâbâdî, XI, 185-187). Her iki mezhebe göre de ölü hayvan derisinin temiz sayılmamakla birlikte tabaklandıktan sonra üzerine oturmak veya kap yaparak içine kuru yiyecek koymak gibi maksatlarla kullanılması câizdir. Ölü hayvan derisinin tabaklanma ile temizleneceğine dair Mâlikî mezhebinde başka bir görüşün bulunması yanında Ahmed b. Hanbel’den, diri iken temiz sayılan ölü hayvanların derisinin bu hükme tâbi olacağına dair bir görüş rivayet edilmiştir. Bazı Hanbelî âlimleri ise yalnız eti yenen hayvanların derisinin tabaklanma ile temiz olacağını belirtmişlerdir.

Derinin temizlenmesinde önemli bir işlem olan tabaklama konusu üzerinde fakihlerin titizlikle durdukları görülmektedir. Fıkıh âlimleri, tabaklamanın derinin nemini kurutucu, kirini temizleyici ve kokusunu giderici mahiyette olması gerektiğini ittifakla belirtirler. Bazı fakihler, bu işlem sırasında kullanılan malzemelerin de temiz olması üzerinde durur ve zamanın tabaklama tekniğine uygun olarak kullanılan ancak dinen pis sayılan bazı maddelerle yapılan temizliği geçerli saymazlar. İslâm hukukçularının çoğunluğu ise böyle bir şart aramazlar. Fakihlerin bu konudaki ictihadlarının dönemlerindeki teknik ve kimyevî imkânlardan etkilendiği muhakkaktır. Genel olarak kiri, nemi ve kokuyu gideren her türlü tabaklama işleminin yeterli olduğu kabul edilir.

Dinen temiz sayılan ve kullanılmasına izin verilen deriler hukukî değeri olan (mütekavvim) bir mal sayılır ve İslâm hukukunun genel prensipleri çerçevesinde her türlü hukukî işleme konu olur. Aynı şekilde mütekavvim mal olması dolayısıyla deri gasp, itlâf, hırsızlık gibi haksız fiillere karşı da korunmuştur. Gasbedildiğinde gasıbın mevcutsa deriyi iade, değilse tazmin borcu doğar; çalınması durumunda değeri nisap miktarına ulaşmışsa hırsızlık için öngörülen ceza uygulanır. Derinin temizliği ve kullanımı ile ilgili olarak ortaya koydukları hükümler çerçevesinde mezheplere göre hangi tür derinin mütekavvim sayılacağını ve hangi hükümlerin uygulanacağını tesbit etmek mümkündür.


BİBLİYOGRAFYA

, I, 227; II, 234; III, 476; IV, 15, 310; V, 74-75; VI, 155.

Dârimî, “Eḍâḥî”, 19-20.

Buhârî, “Büyûʿ”, 10.

Müslim, “Ḥayıż”, 100, 105-107.

İbn Mâce, “Libâs”, 26.

Ebû Dâvûd, “Libâs”, 38-41.

Tirmizî, “Libâs”, 7, 31-32.

Nesâî, “Ferʿ ve’l-ʿatîre”, 4-5, 7.

, XII, 14, 131.

, I, 74, 86.

, I, 66-71, 79-80; IV, 309-310; VIII, 244.

, I, 214-230, 239-240.

Zeylaî, Tebyînü’l-ḥaḳāʾiḳ, Bulak 1313 ⟶ Beyrut, ts., I, 25-26.

, I, 81; IV, 426; VII, 400, 404; VIII, 421.

, I, 54-55.

, V, 301, 346.

, I, 89-90.

, I, 136, 137; IV, 30, 224.

, XI, 185-187.

Sâlih el-Ezherî, Cevâhirü’l-iklîl, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), I, 223; II, 73, 185.

Muhammed Abdülazîz Amr, el-Libâs ve’z-zîne fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, Beyrut 1405/1985, s. 294-302.

Abdülazîz b. İbrâhim el-Ömerî, el-Ḫiref ve’ṣ-ṣınâʿât fi’l-Ḥicâz fî ʿaṣri’r-Resûl, [baskı yeri yok] 1405/1985, s. 326-328.

, XV, 249-260; XX, 34, 226-233.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1994 yılında İstanbul’da basılan 9. cildinde, 175-176 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
3/3
Müellif:
DERİ
Müellif: ZEKİ TEKİN
Web Sitesi: TDV İslâm Ansiklopedisi
Yayımcı: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi
Baskı Tarihi: 1994
Erişim Tarihi: 28.04.2024
Web Adresi:
https://islamansiklopedisi.org.tr/deri#3-turklerde-dericilik
ZEKİ TEKİN, "DERİ", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/deri#3-turklerde-dericilik (28.04.2024).
Kopyalama metni

Türkler’de Dericilik. Bütün Türk topluluklarında deri işçiliği ilerlemiş bir sanayi dalı olarak görülmektedir. Büyük bir ihtiyaç şeklinde ortaya çıkan deri kullanımı, dericiliğin yanı sıra hayvancılığın da gelişip yaygınlaşmasına yol açmıştır. Hayvancılıkla uğraşan eski Türk topluluklarının giyim eşyası yün, deri ve kürk mâmullerinden oluşmaktaydı. Orta Asya Türkleri’nin özellikle atlı yolculuğa çıkacakları zaman deri pantolon giydikleri bilinmektedir; bu durum, hayatlarının büyük kısmı at sırtında geçen Türkler için deri ve deri işçiliğinin önemini gösterir.

Deri ve deri mâmulleri üretim tekniğinin ileri bir seviyeye ulaştığı Ortaçağ İslâm dünyasının çarşılarında bu tür eşyanın sergilendiği birçok dükkân bulunurdu. Elbise, ayakkabı ve tulum gibi şeylerin yanında derinin en çok kullanıldığı alanlardan biri de ciltçilikti. XIV-XVI. yüzyıllarda mücellitlerin deri ve kösele kitap kapaklarına işledikleri motifler, ciltçilik sanatının ulaştığı noktayı göstermesi bakımından önemlidir. İslâm âleminde kitabın kutsal sayılması ciltçiliğe özel bir değer verilmesini sağlamış ve bu sanat hemen hemen bütün İslâm devletlerinde en ileri seviyeye ulaşmıştır. Cilt işlerinde özellikle müslüman Türkler çok başarılı olmuşlar ve bu mesleğe tutku derecesinde bir sevgi beslemişlerdir. Halen kütüphanelerde bulunan binlerce kitabın arasında ciltsizlerin çok az olması bu sevginin bir delilidir. Öte yandan derinin kâğıt imalinde de önemli bir yere sahip bulunduğu bilinmekte, kâğıtçıların koyun derisinden “kâğıt mayası” adı verilen bir sıvı elde ettikleri ve bununla yaptıkları kâğıtların daha dayanıklı ve sağlam olduğu, 14 Rebîülevvel 1224 (29 Nisan 1809) tarihli bir belgeden öğrenilmektedir.

Çeşitli araştırmalar, Anadolu’da debbağlık ve deri işçiliğinin ilk gelişen meslek ve bunu başlatan kişinin de Ahî teşkilâtının kurucusu Ahî Evran olduğunu göstermektedir. Ahî Evran’ın debbağ olmasından dolayı debbağlık, ayakkabıcılık ve saraçlık ahî teşkilâtının bünyesinde önem kazanmıştı. Debbağlar, Ahîlik gelenekleri sayesinde diğer esnaf loncaları üzerinde nüfuz sahibi idiler ve Anadolu debbağlarının pîri sayılan Ahî Evran’ın Kırşehir’deki zâviyedârı bütün esnaf loncalarının ahî babası olarak kabul edilmekteydi.

Selçuklular zamanında Diyarbekir ve Kastamonu, Anadolu deri sanayiinin merkezi durumundaydı. Beylikler döneminde ise sepicilikte kullanılan mazının ve özellikle derinin ihraç malları arasında yer alması dericiliğin bu devirde de ileri seviyede olduğunu göstermektedir. Anadolu’da Moğol istilâsının ardından gerileyen deri sanayii Osmanlı döneminde yeniden canlanarak Avrupa dericiliğinin gelişmesine zemin hazırlamıştır. Orta-Avrupa devletleri, ileri deri teknolojisini Türkler vasıtasıyla tanıdıklarından bunları hep Türk işi saymışlardır. Özellikle hayvancılığa uygun Macar topraklarında Osmanlı deri sanatı yerli halk tarafından hemen benimsenmiş ve debbağhânelerde geniş uygulama alanı bulduğu gibi XVII. yüzyılda Fransa kralının daveti üzerine Paris’e giden Macar debbağ ustalarınca Fransa’ya da yayılmıştır.

Osmanlılar’ın ilk devirlerinde hayvancılıkla uğraşan göçebe Türk aşiretlerinin sepicilik, deri eşya ürünlerinin sergilenmesi ve pazar temini gibi meseleleri, bunların şehir merkezlerine yakın yerlere iskân edilmelerini zorunlu kılmıştır. Böylece aşiretler ekonomik açıdan şehir halkıyla bütünlük oluşturmuş bunun sonucunda debbağlık ve deri eşya imalâtı şehirlerde süratle gelişerek pek çok Avrupa ülkesinin yüksek ücret karşılığında satın aldığı en iyi kalite ürünleri imal edecek düzeye çıkmıştır. Osmanlı Türkleri’nde büyük gelişme gösteren dericilik XV ve XVI. yüzyıllarda kasabalara kadar yayılarak diğer esnaf kollarının arasında önemli bir yere sahip oldu ve özellikle İstanbul, Edirne, Kayseri, Ankara, Bursa, Manisa, Tokat ve Konya gibi şehirlerin ticarî hayatına canlılık getirdi. XVI. yüzyılda Pierre Belon Türk dericiliğini ve deri işlemeciliğini överken Avrupa’daki dericilikten “yamacılık” şeklinde bahsetmektedir. Joseph Pitton de Tournefort ise Türk terliklerinin bile kendi ayakkabılarından daha temiz dikildiğini, basit yüzlü olmakla birlikte özellikle İstanbul’da yapılanların uzun zaman dayandığını ve burada Doğu Akdeniz’in en iyi ve en hafif derisinin kullanıldığını kaydetmektedir. Aynı şekilde Tavernier Diyarbekir’de kırmızı, Musul’da sarı ve Urfa’da siyah maroken üretildiğini, bunların en güzellerine ise XV. yüzyılın ortalarından itibaren kalabalık derici esnafının toplandığı merkezlerden biri olan Tokat’ta rastlandığını söylemektedir. 1660’ta Diyarbekir’i ziyaret eden M. Poullet de Anadolu’ya gelen İranlı, Mısırlı, Kafkasyalı, Rus ve Polonyalı tüccarların buradan sahtiyan götürdüklerini yazmakta, en mükemmel deri işçiliğinin Diyarbekir’de olduğunu belirtmektedir. Manisa’da imal edilen sahtiyan ise saray ayakkabıcıları tarafından kullanıldığı gibi İstanbul piyasasında da çok rağbet görüyordu.

Şehir pazarlarındaki ham ve yarı mâmul deri alım satımı, “ehl-i hibre” denilen bir komisyon tarafından düzenlenen narha göre yapılmaktaydı. Narh, mâmullerin masrafı ile kârının hesaplanması sonucu tesbit edilir ve kadı sicil defterlerine geçirilirdi. Böylece her malın kalitesine göre belirlenen fiyatlarla üretici, tüketici ve satıcı korunmaya çalışılırdı. XVI. yüzyıldan itibaren Avrupa ülkelerinin Türk derilerine fazla itibar etmeye başlaması debbağlık sanatını önemli bir meslek haline getirdi. Debbağlar dağıtımdan aldıkları ya da bizzat değişik yerlerden getirttikleri ham derileri debbağhânelerde sepilemekte ve bunlara istenilen rengi verdikten sonra dikici esnafına satmaktaydılar. Debbağ esnafı üretimlerinin önemli bir kısmını “mîrî hizmet” olmak üzere düşük bir ücretle devlete verir, ancak devletin ihtiyacını karşıladıktan sonra elinde kalanı piyasaya sürebilirdi. Debbağlar, derinin savaş malzemesi olması bakımından öncelikle tersane, cebehâne, tophâne ve mehterhâne gibi askerî kuruluşların ihtiyaçlarını karşılamak zorunda idiler. Deri fiyatlarının genelde sabit olmasına rağmen kış şartlarının ulaşımı zorlaştırması, ham derinin yeterli miktarda elde edilememesi, ürünlerin muhtekirler tarafından depolanması veya gizlice ihraç edilmesi gibi bazı hallerde iki üç misline çıktığı görülmekteydi. Tekel (yed-i vâhid) sistemi içinde bulunan ve stratejik malzeme olan deri ancak devlet müsaadesiyle yurt dışına çıkarılabilir, izin almadan çıkaranlar şiddetle cezalandırılırdı. Dericilikle uğraşan kişilerin nizamlara uymadıkları ve üretimde hile yaptıkları görüldüğünde esnaf yöneticileriyle devlet temsilcileri bir araya gelerek ilgili şahısları ikaz, tekdir veya te’dib ederlerdi. Kanunsuz fiilin tekrarı halinde suçu işleyen esnaf müslüman ise hapsedilir, gayri müslim ise küreğe konur, ayrıca kendisine meslekten el çektirme cezası uygulanırdı.

Debbağlar XVIII. yüzyılın ikinci yarısında sanatlarının zirvesine çıkmışlardı ve zenginlik açısından diğer esnaftan üstün idiler. Her biri iki üç katlı yüksek binalarda faaliyet gösteren debbağhânelerde, bir ustanın idaresinde çırak ve kalfalardan oluşan en az on beş yirmi kişilik işçi grubu çalışır, her debbağhânenin su ile işleyen ve palamut öğütmeye yarayan bir değirmeni ile bostan kuyusu gibi kuyuları olurdu. Deriler önce bol suda iyice yıkanır, arkasından kireç kuyularına yatırılırdı. Bir müddet burada kaldıktan sonra “kaveleta” denilen özel bir bıçakla kirecin yaktığı kıllar ve yağ, et gibi kalıntılar kazınır, daha sonra deriler aralarına mazı, palamut veya güvercin, tavuk ve köpek dışkısı ufalanarak üst üste serilip bir müddet bekletildikten sonra tekrar kaveleta ile temizlenirdi. Bu işlem derinin istenilen kaliteye ulaşmasına kadar devam ederdi. En sonunda kösele, sahtiyan meşin, maroken gibi işlenmiş deri haline getirilen ham deriler, kırılmalarını önlemek ve rahat kullanılmalarını temin etmek amacıyla don yağı, kuyruk yağı veya balık yağı ile yağlanarak yumuşatıldıktan sonra piyasanın istediği renklere boyanarak satışa sunulurdu.

Debbağhâneler şehir ve kasabaların dışında, deniz kıyısı veya akarsuların yerleşim alanından çıktığı kesimlerde inşa edilirdi. Fakat zamanla şehir ve kasabaların gelişip büyümesi sonucu debbağhânelerin mahalle aralarında kalması hayatı olumsuz yönde etkiledi ve pis koku ile atık maddelerin insan sağlığını tehdit eder hale gelmesi üzerine 1838 yılında bir karantina nizamnâmesi yayımlanarak debbağhâne çevrelerinin ağaçlandırılması veya bu kuruluşların tamamen şehir dışına çıkarılması hükmü getirildi.

Osmanlı dericiliğinin her devirde en ileri ve gelişmiş merkezi İstanbul olmuştur. Evliya Çelebi’nin bildirdiğine göre İstanbul’da XVII. yüzyılda başlıcaları Kazlıçeşme, Kasımpaşa ve Üsküdar’da olmak üzere 700 kadar debbağhâne mevcuttu. Buradaki deriye dayalı üretim tüketimi karşılamadığından gerek Rumeli gerekse Anadolu’nun önemli dericilik merkezi şehirlerinden ham ve işlenmiş deriler tüccarlar vasıtasıyla İstanbul’a getirilirdi. Debbağ esnafı yöneticileri, ham derileri “lonca yeri” tabir edilen mahalde esnafın tezgâh ve alet kapasitesine göre dağıtırdı. Tuzlanmış ve kurutulmuş olarak gelen ham deriler debbağlara, sepilenmiş deriler ise çoğunluğu Mercan Çarşısı’nda bulunan dikici esnafına satılırdı.

Tanzimat’tan sonra Osmanlı deri sanayiinde büyük bir gerileme oldu. Başlangıçta mezbahalarda kesilen hayvanların postlarını olduğu gibi alan debbağ esnafı bunların yün ve kıllarını keçeci, külâhçı ve yorgancılara satarak gelir sağlardı. Debbağların tekel ve gedik sisteminin kaldırılmasından sonra bu imkândan mahrum kalmaları, yabancı tüccarların ham derileri yüksek fiyatla toplayıp dışarıya götürmeleri sebebiyle işleyecek deri bulamamaları, bulduklarını ise artan fiyatları yüzünden satın alamamaları gittikçe fakirleşmelerine ve bu sanatın gerilemesine yol açtı. Öte yandan Avrupa’da her zanaat dalında olduğu gibi debbağlığın da makineleşmesi ve Osmanlılar’ın bu gelişmeye ayak uyduramaması gerilemeyi hızlandırdı. Avrupa ile rekabete dayanamayan debbağları bir araya getirmek ve deri sanayiini geliştirmek için 1864 yılında bir ıslah komisyonu kuruldu. Bu komisyon gedik imtiyazının yine eskisi gibi devam etmesine ve debbağ esnafının ayrı ayrı çalışmayıp birleşerek bir ortaklık kurmasına karar verdi. Eylül 1866’da 11 altın sermaye ile kurulan ve otuz maddelik bir nizamnâme ile işe başlayan Şirket-i Debbâğıyye Avrupa standartlarına uygun üretime geçti ve Türk dericiliğinin itibarını arttırdı; hatta devrin devlet adamları şirketin gelişmesine yardımcı olmak için hisse senetlerinden satın aldılar. Ancak gedik imtiyazının muhafaza edilememesi işlerin bozulmasına ve kısa sürede şirketin dağılmasına sebep oldu; bunun üzerine sanatını icra etmek isteyen eski ortaklardan birçoğu yine şahsî debbağhânelerini kurdular.

XIX. yüzyıl ortalarına kadar eski usullerle üretim yapan İstanbul dışındaki debbağhâneler yanında özellikle 1850’lerde Sakız, Sisam, Midilli, Edremit ve İzmir yöresinde küçük fabrikalar ve işletmeler de açılmıştır. Ancak genel olarak yeni teknik gelişmeleri takip edemeyen Türk dericiliği iç piyasaya yönelik küçük işletmeler olarak kalmıştır. Bu arada II. Mahmud devrinde kurulan Beykoz’daki deri fabrikası da faaliyetini sürdürdü ve Cumhuriyet döneminde Sümerbank’a bağlı bir devlet müessesesi olarak üretimde önemli bir yere sahip oldu. Öte yandan İstanbul’da yeni açılan fabrika ve işletmeler eski debbağhânelerin yer aldığı Kazlıçeşme’de toplandı. Fakat zamanla şehir içinde kalan bu semtte gayri sıhhî şartlar altında çalışan debbağhâneler günümüzde Aydınlıköy’deki yeni modern tesislerine kavuştu. Yüzyıllar boyunca Osmanlı dericiliğinin ana merkezlerinin başında gelen Kazlıçeşme bugün bir gezinti ve park yeri haline getirilmektedir. Cumhuriyet döneminde Türk dericiliği 1950’lerden itibaren ve özellikle 1970’ten sonra önemli gelişmeler gösterdi. Deri ve deri mâmullerini modern ihtiyaçlara göre üreten, ihracata yönelik çalışan büyük iş yerleri kuruldu. Bugün kaliteli bir işçilikle üretilen deri giyim sanayi eşyaları ihracatta önemli bir paya sahiptir.


BİBLİYOGRAFYA

, İstanbul Ahkâm Defteri, nr. 2, s. 8, 11, 194; nr. 3, s. 371; nr. 4, s. 254, 272; nr. 8, s. 214; nr. 9, s. 42; nr. 18, s. 33; nr. 21, s. 172.

, nr. 41, s. 241; nr. 199, s. 63; nr. 203, s. 247; nr. 233, s. 120-121.

, Cevdet-İktisat, nr. 53, 296, 418, 440, 701, 736, 940, 1074, 1079, 1282, 1472, 1889, 2151, 2215.

, Cevdet-Sıhhiye, nr. 1371.

, Cevdet-Belediye, nr. 936, 1215, 5699, 6366, 7595.

, Cevdet-Askerî, nr. 26.836.

, nr. 26.005, 30.866.

, nr. 1214.

, İrade-Mesâil-i Mühimme, Karantina Nizamnâmesi, nr. 2546.

P. Belon, Les Observations de plusieurs singularitéz et choses mémorables, trouvées en Grèce, Asie, Judee, Egypte, Arabie & autres pays estranges, redigées en trois livres, Paris 1589.

, I, 615.

M. Poullet, Nouvelles relations du Levant, Paris 1668, II, 415.

J. P. de Tournefort, Relation d’un voyage du Levant, Paris 1717, II, 246.

J.-B. Tavernier, Les six voyages en Turquie en Perse (ed. S. Yerasimos), Paris 1981, II, 159.

Nûri, Debâgat, İstanbul 1928, s. 47, 99, 139.

, s. 316.

Ali Mazaharî, La Vie quotidienne des Musulmans en Moyen Age, Paris 1962, s. 269.

Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, Ankara 1971, II, 173.

Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlılarda Narh Müessesesi ve 1640 Tarihli Narh Defteri, İstanbul 1983, tür.yer.

Celâl Esad Arseven, Türk Sanatı, İstanbul 1984, s. 279-282.

Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, Ankara 1985, V, 2, 102.

R. Mantran, 17. Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul (trc. Mehmet Ali Kılıçbay – Enver Özcan), Ankara 1986, II, 76.

Feridun M. Emecen, XVI. Asırda Manisa Kazâsı, Ankara 1989, s. 80-81.

a.mlf. – İlhan Şahin, “XV. Asrın İkinci Yarısında Tokat Esnafı”, , VII-VIII (1988), s. 295, 305.

“Tesviyetü’l-cild”, el-Muḳteṭaf, VI-VII, Beyrut 1881, s. 175.

Balıkhâne Nâzırı Ali Rıza Bey, “Debbağlar: 13. Asr-ı Hicrîde İstanbul Hayatı”, Peyâm-ı Sabah, İstanbul 31 Teşrînievvel 1337, s. 3.

L. Fekete, “Osmanlı Türkleri ve Macarlar 1366-1399” (trc. Sadrettin Karatay), , XIII/52 (1949), s. 700, 701, 710.

Fr. Taeschner, “İslâm Ortaçağında Fütüvva Teşkilâtı”, , XV (1955), s. 23-24.

Paul Wittek, “Osmanlı İmparatorluğunda Türk Aşiretlerinin Rolü”, , sy. 17-18 (1962), s. 265.

Neşet Çağatay, “Anadolu Türklerinin Ekonomik Yaşamları Üzerine Gözlemler”, , LII/203 (1988), s. 493.

Özer Ergenç, “18. Yüzyıl Osmanlı Sanayii ve Ticaret Hayatına İlişkin Bazı Bilgiler”, a.e., s. 521.

R. Ekrem Koçu, “Debbağhane”, , VIII, 4042.

, III, 577-578.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1994 yılında İstanbul’da basılan 9. cildinde, 176-178 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
TDV İslâm Ansiklopedisi'nden rastgele bir madde okumak ister misiniz?
BAŞKA BİR MADDE GÖSTER