- 1/6Müellif: DİABölüme GitHarita üzerindeki şekli kabaca bir altıgene benzeyen Fransa’nın altı kenarından üçü denizlerle (güneyde Akdeniz, batıda Atlas Okyanusu, kuzeyde Manş d...
- 2/6Müellif: AZMİ ÖZCANBölüme GitII. TARİH Bugünkü Fransa toprakları, arkeolojik kazıların ve özellikle mağara resimlerinin ortaya koyduğuna göre milâttan önce 100.000 yıllarına kadar...
- 3/6Müellif: İSMAİL SOYSALBölüme GitIII. TÜRK-FRANSIZ İLİŞKİLERİ Fransızlar’la Türkler’in tanışması, Fransa’da Cermen asıllı Frank hânedanlarının hüküm sürdüğü yıllarda düzenlenen I. Haç...
- 4/6Müellif: Ş. TUFAN BUZPINARBölüme GitIV. FRANSIZ SÖMÜRGECİLİĞİ XVI. yüzyılda siyasî istikrarın sağlanmasının ardından sanayi ve ticaretin, özellikle de deniz ticaretinin güçlenmesi Fransa...
- 5/6Müellif: FARUK BİLİCİBölüme GitV. ÜLKEDE İSLÂMİYET Fransa’nın İslâmiyet’le tanışması VIII. yüzyılın başlarına rastlar. Zaragoza’nın (Sarakusta) fethinden sonra Hür b. Abdurrahman ku...
- 6/6Müellif: FARUK BİLİCİBölüme GitVI. FRANSA’DA İSLÂM ARAŞTIRMALARI Şarkiyat ve İslâm’la ilgili çalışmaların önemli merkezlerinden biri olan Fransa’da bu tür faaliyetler, önceleri yaln...
https://islamansiklopedisi.org.tr/fransa#1
Harita üzerindeki şekli kabaca bir altıgene benzeyen Fransa’nın altı kenarından üçü denizlerle (güneyde Akdeniz, batıda Atlas Okyanusu, kuzeyde Manş denizi), ikisi dağlık kesimlerle (güneybatıda İspanya sınırındaki Pireneler, doğuda Almanya, İsviçre ve İtalya ile sınır oluşturan Vosges dağları, Juralar ve Alpler), biri ise kuzeydoğudaki Belçika ve Lüksemburg sınırları ile kuşatılmıştır. Yüzölçümü 543.965 km2, nüfusu 57.690.000 (1993 tah.) olan ülkenin başşehri Paris (1990’da 2.175.200, metropoliten alan 9 milyon), nüfusu 250.000’i geçen öteki şehirleri ise Marsilya (807.726), Lyon (422.444), Toulouse (365.933), Nice (345.674), Strasbourg (255.937) ve Nantes’tır (252.029); iki meclisli (5 yıl için seçilen 577 üyeli millet meclisi, 9 yıl için seçilen 317 üyeli senato) cumhuriyetle yönetilir. Fransa, “département” adı verilen doksan altı idarî bölüme ayrılmıştır. Fransa Cumhuriyeti’nin anavatan topraklarından başka deniz aşırı toprakları da vardır.
I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA
Fransa, bütün yüzeyinin % 62’si 250 metreden daha düşük alanlarla kaplı, ortalama yüksekliği 342 m. olan alçak bir memlekettir. Bu genel görünüme karşılık yüzey şekilleri açısından ülkenin güneydoğusu ile kuzeybatısı arasında önemli bir fark göze çarpmakta ve Atlas Okyanusu kıyısında bulunan Biarritz ile Lüksemburg sınırı arasına çekilen güneybatı-kuzeydoğu doğrultulu bir çizginin kuzeyinde ve batısında daha çok geniş düzlüklerle alçak tepe ve platoların, doğusunda ve güneyinde ise yüksek dağların yer aldığı görülmektedir. Alpler, Juralar, Vosges dağları ve ülkenin ortasında yükselen Massif Central kütlesi bu ikinci kesimdedir; Avrupa’nın en yüksek zirvesini teşkil eden Mont Blanc da (4807 m.) Fransız Alpleri üzerinde yer alır. Fransa, coğrafyacılar tarafından Avrupa kıtasının küçük bir örneği, hatta onun bir “maketi” olarak nitelendirilir. Bunun başlıca sebebi, Avrupa’nın genelinde de 200-250 m. yükseklikteki alçak sahaların bütün yüzeyin yarısından fazla yer kaplaması ve bu kıtadaki yüzey şekillerinin başlıca üç türünü oluşturan birikim havzalarının, aşınmış Hersinyen kütlelerinin ve üçüncü zamana ait genç kıvrımların Fransa’da da bulunmasıdır. Ülkenin yüzey şekillerinde olduğu gibi ikliminde de çeşitlilik görülür; batısında yaz ve kış arasındaki sıcaklık farkları az, her mevsimi yağışlı geçen okyanus iklimi, doğusunda Orta Avrupa’ya has, kışları daha sert yarı karasal iklim hâkimdir. Akdeniz kıyılarında ise yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı geçen Akdeniz iklimi hüküm sürer. Bu kıyılardaki kışların ılıklığını, zaman zaman kuzeybatıdan esen ve Rhône vadisinden geçerken şiddetlenen “mistral” adlı soğuk rüzgâr kesintiye uğratır. Doğal bitki örtüsü, ülkenin alçak kesimlerinde daha çok kışın yapraklarını döken yayvan yapraklı kayıngillerle, dağlık kesimlerde ise çeşitli çamlarla ve köknar, ladin gibi yaprak dökmeyen diğer iğne yapraklı ağaç türleriyle temsil edilir. En önemli akarsular Seine, Loire, Garonne ve Rhône nehirleridir; bunlardan Seine Manş denizine, Loire ve Garonne Atlas Okyanusu’na, Rhône ise Akdeniz’e ulaşır. Ülkede göl sayısının fazla olmasına karşılık Leman gölü de denilen Cenevre gölünden başka büyük göl yoktur; bunun da büyük bir kesimi İsviçre sınırları içinde kalır.
1993 istatistiklerine göre Fransa’da km2 başına düşen nüfus yoğunluğu 106’dır ve bu rakamın, komşu ülkelerinkilerle karşılaştırıldığında İspanya (78/km2) hariç, hepsininkinden düşük olduğu görülür (Belçika 330, Almanya 228, İtalya 190, İsviçre 169, Lüksemburg 152, Andorra 132). Nüfusun ülke içinde dağılımı da büyük çeşitlilik gösterir. Genellikle Manş kıyıları, kuzey ve kuzeydoğunun büyük sanayi bölgeleri, Paris havzası ve Lyon çevresi en kalabalık alanlardır. Meselâ dağlık kesimlerde ve kalkerli yaylalarda yoğunluğun 20/km2 kadar olmasına karşılık bu rakam Paris havzasında 900/km2’ye yaklaşmaktadır. Ülkede, nüfusun % 93’ünün konuştuğu resmî dil Fransızca’dan sonra ikinci büyük dil % 2,6 oranıyla Arapça’dır. Halkın büyük çoğunluğunu nüfusun % 76,4’ünü oluşturan Katolikler meydana getirir. İstatistiklerin verdiği rakamlara göre diğer hıristiyanlar % 3,7, müslümanlar % 3, Mûsevîler ise % 1,1 oranındadır.
Ekonomide hem tarım hem de endüstri aynı derecede önemlidir denilebilir. % 60’ı tarıma elverişli olan toprakların ayrıca verimli olması ve iklimin yumuşaklığıyla bölgelere göre değişmesi Fransa’yı Avrupa’nın en önemli tarım ülkesi haline getirmiştir. Tarım ürünlerinin bolluğu ve çeşitliliği açısından Avrupa Topluluğu içinde birinci sırada bulunan ülkede yılda 34 milyon ton buğday, 29 milyon ton şeker pancarı ve 13 milyon ton mısır yetiştirilmektedir. Meyvecilik alanında da söz sahibi olan Fransa’nın kuzey bölgelerinde (özellikle Normandiya) daha çok elma, güney bölgelerinde ise yılda 7 milyon tonu aşan şarap üretimiyle ülkeyi dünyanın en büyük şarap satıcısı durumuna getiren üzüm yetiştirilir. Hayvancılık da gelişmiştir ve modern metotlarla 21 milyon baş sığır, 12 milyon baş domuz beslenir. Süt ürünleri içinde özellikle peynir çeşitleri (300 kadar) dikkat çeker.
Zengin yer altı kaynakları arasında, kuzey bölgelerinden ve kuzeydoğuda Pas de Calais çevresinden çıkarılan kömür önemli bir yer tutmaktaysa da üretim ihtiyaca yetmemektedir. Enerji kaynağı olarak kömürün ülkenin sadece bir kesiminde ve sınırlı alanda bulunmasına karşılık hidroelektrik enerji kaynakları çok daha zengin ve ülke yüzeyine daha iyi dağılmış durumdadır. Fransa nükleer enerji konusunda erken adım atan ülkeler arasındadır ve bunun için gereken yakıtı Massif Central’daki uranyum yataklarından sağlar. Ayrıca Bretagne bölgesinde bulunan Rance ırmağının ağzındaki haliçte, dünyada ilk defa denizin gelgit farkından faydalanılarak enerji üreten bir santral kurulmuştur. Çeşitli maden cevherleri arasında Lorraine bölgesinde çıkarılan demirle güneybatıda çıkarılan boksit başta gelmektedir. Fransa II. Dünya Savaşı’ndan sonra yaptığı büyük bir atılımla sınaî üretim açısından dünyada dördüncü sıraya yerleşmiştir. Sanayi bölgeleri özellikle kuzey ve kuzeybatı kesimleriyle Paris ve Lyon çevresinde yer alır. Sanayi kollarının en önemlilerini makine, ipekli kumaş ağırlıklı dokuma ve giyim, gıda, otomobil (yılda 3 milyonu aşan otomobil üretimiyle dünyada dördüncü), uçak, gemi yapımı ile elektrikli alet ve kimya sanayii oluşturmaktadır.
Ülke ulaşımında 34.000 kilometreyi bulan demiryolu ve 800.000 kilometreyi aşan karayolu ile tarifeli sefer yapan altmış dört havaalanı hizmet verir. Büyük kısmı XIX. yüzyıldan kalmış olan su yolları ağı (kanallar) daha çok kuzey kesimleriyle sınırlıdır. Fransa, dünyada turizmi ilk geliştiren ve gelenek haline getiren ülkelere örnek olarak gösterilebilir. Başlıca ihraç malları arasında otomobil, silâh, uçak (savaş ve yolcu uçağı), ticaret gemisi, şarap, buğday, süt mâmulleri, kimyasal maddeler ve dokuma ürünleri yer alır; en fazla ithal ettiği mallar ise petrol ve diğer yakıtlardır.
BİBLİYOGRAFYA
P. Pinchemel, Géographie de la France, Paris 1966.
Sami Öngör, Devletler ve Ülkeler Ansiklopedisi, Ankara 1967, s. 54-57.
Besim Darkot, Avrupa Coğrafyası, İstanbul 1969, s. 9, 18, 21, 46, 47, 55.
Nazmiye Özgüç, Turizm Coğrafyası, İstanbul 1984, s. 194.
Selâmi Gözenç, Avrupa Ülkeler Coğrafyası I: Akdeniz Avrupası ve Balkan Ülkeleri, İstanbul 1985, s. 21-58.
“Fransa”, Gelişim Büyük Coğrafya Ansiklopedisi, İstanbul 1981, I-II, 273-353.
“France”, Le Robert, Dictionnaire universel des noms propres, Paris 1987, II, 1142-1158.
“Fransa”, Bertelsmann: Bugünkü Dünyamız, Atlas Ansiklopedi, Gütersloh 1993, s. 28-31.
ABr. Ana Yıllık 1994, İstanbul 1994, s. 564, 571.
https://islamansiklopedisi.org.tr/fransa#2-tarih
II. TARİH
Bugünkü Fransa toprakları, arkeolojik kazıların ve özellikle mağara resimlerinin ortaya koyduğuna göre milâttan önce 100.000 yıllarına kadar giden tarih öncesi yerleşmelerine sahne olmuştur. Tarihî devirlerde ise önceleri Galya-Roma hâkimiyetinde kalmış, milâttan sonra II. yüzyıldan itibaren Hıristiyanlığın Avrupa kıtasındaki en önemli yayılma alanlarından birini teşkil etmiştir. V. yüzyılın ortalarında Attila kumandasındaki Hun ordusunun akınlarına uğradıktan sonra yüzyılın sonlarına doğru Franklar’ın hâkimiyetine girdi ve böylece Merovenjler dönemi başladı; ardından sırasıyla Karolenj, Capet ve Valois hânedanlarının yönetiminde kaldı.
Fransa’nın tam anlamıyla doğuşu ve güçlenmesi Valois hânedanından VII. Charles’ın zamanına (1422-1461) rastlar. VII. Charles düzenli ve güçlü bir ordu kurarak ülkedeki İngiliz varlığına son vermiş (Calais dışında), arkasından XI. Louis de (1461-1483) derebeylerine merkezî idarenin üstünlüğünü kabul ettirmiştir. XVI. yüzyıl başlarında Habsburglar’la imparatorluk mücadelesi içine giren I. François (1515-1547) zor durumda kalınca Osmanlı Devleti’nden yardım istemiş, Kanûnî Sultan Süleyman da Fransa’yı Almanya ve İspanya’ya karşı himaye etmiştir. Bu gelişme, Fransız Osmanlı münasebetlerinin başlangıcını oluşturmasının yanı sıra Türkler’e Avrupa siyasetine müdahale kapılarını açması bakımından da büyük önem taşımaktadır (aş.bk.). XVI. yüzyıl Fransa’sında ayrıca Katolikler’le Protestanlar arasında da din ve mezhep savaşları baş gösterdi. Lutherci ve Calvinci görüşler geniş halk kitlelerinde destek buldu. Sonunda IV. Henri’nin imzaladığı Nantes fermanı ile Protestanlar’ın hakları tanındı (1598). IV. Henri zamanında devlet işlerinde sağlanan istikrar ve maliyede kurulan düzen krallığın otoritesini güçlendirdi. Onun ölümünden sonra (1610) tahta çıkan genç oğlu XIII. Louis bu otoriteyi devam ettiremedi; ancak kralın izniyle yetkileri kendinde toplayan Kardinal Richelieu başbakan olarak ülkeyi tekrar düzene koydu. Fakat uyguladığı baskıcı yönetim tarzı giderek hoşnutsuzlukları arttırdı. Fransa bu dönemde Habsburg hânedanı ile yapılan Otuzyıl savaşlarını (1618-1648) yaşamaktaydı.
XIII. Louis’nin arkasından küçük yaştaki XIV. Louis (1643-1715) tahta geçti; 1642’de ölen Richelieu’nün yerini de Kardinal Mazarin aldı ve ölümüne (1661) kadar kral adına ülkeyi yönetti. Fransa tarihinin en büyük hükümdarlarından biri olan ve “güneş-kral” lakabıyla tanınan XIV. Louis idareyi ele aldıktan sonra düzenli ve disiplinli bir ordu kurdu, sömürge ticaretinde artış sağladı ve maliyenin gelirlerini arttırdı. Fakat fanatik bir Katolik olduğu için Nantes fermanını iptal ederek Protestanlar’ı dışlamak istemesi (1685) ülkede tekrar mezhep ayrılıklarının ve çatışmaların başlamasına yol açtı. XIV. Louis’nin uzun saltanat yılları daha çok Fransa’nın doğuda Habsburglar’a, batıda İngiltere’ye karşı üstünlük kurma mücadelesi içinde geçti. Ancak zaman zaman kazanılan başarılar ve yapılan ittifaklarla kısa dönemler için konumunu güçlendiren Fransa yüzyılın sonunda İngiltere’nin üstünlüğünü kabul etmek zorunda kaldı.
XVIII. yüzyıla gelindiğinde Fransa’da güçlü bir monarşik idare hüküm sürüyordu. Öte yandan gelişen deniz aşırı ticaret, milletlerarası etkileşim ve düşünce alanında yaşanılan değişiklikler huzursuzluk doğurdu ve halkın geleneksel Fransız idarî yapısına, özellikle toprak düzenine karşı tepki göstermesine sebep oldu. Bu sırada Avrupa’da başlayan aydınlanma felsefesi akımı ve Voltaire ile Rousseau gibi düşünürlerin hürriyetçi fikirleri gittikçe yaygınlık kazanmakta ve monarşiye karşı gösterilen tepkinin artmasına yol açmaktaydı. XV. Louis döneminde (1715-1774) ve yerine geçen XVI. Louis’nin ilk yıllarında bu tür huzursuzlukları ortadan kaldırmak için gerçekleştirilen idarî, askerî, hukukî reformlar başarılı olamadı ve yer yer ayaklanmalar baş gösterdi. Bu arada gittikçe bozulan malî işleri düzeltmek amacıyla başlatılan yeni vergi düzenlemeleri genel meclisin soylular meclisi kanadı tarafından reddedildi; kral artık ağırlığını kaybetmişti. Bu şartlar altında toplantıya çağrılan halk meclisi kanadı ise kendini kurucu meclis adıyla millî meclis ilân ederek bir anayasa hazırlama kararı aldı (20 Haziran 1789). Kralın hâkimiyetini zorlayan bu gelişmeler üzerine harekete geçen Paris halkı kurucu meclisi desteklemek için ayaklandı ve haksız yere tutuklanmış mahkûmları serbest bırakmak için ünlü Bastille Hapishanesi’ni ele geçirdi (14 Temmuz).
Paris’te yaşanan olaylar bütün Fransa’yı etkileyerek monarşiye ve soyluların hâkimiyetine karşı genel bir ayaklanmanın başlamasına sebep oldu. Kurucu meclis, 4 Ağustos 1789 gecesi aldığı bir kararla bütün imtiyazları ve derebeylik kurumunu kaldırdığını açıkladı; çok geçmeden de İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi’ni kabul etti (27 Ağustos). Paris halkı bu sırada Versailles Sarayı’nı işgal ederek kraliyet ailesini buraya hapsetti. Kasım 1789’da halkın baskısıyla kilise toprakları satışa çıkarıldı. Artık ihtilâl yaygınlaşmış ve 14 Temmuz 1789 tarihi millî bayram olarak ilân edilmişti. Kurucu meclisin hazırladığı anayasa 14 Eylül 1791’de kabul edilerek meşrutî monarşi idaresine geçildi. Böylece kurucu meclis de dağılarak yerini anayasa gereği yasama meclisine bıraktı.
Bu sırada Avusturya ile patlak veren savaş Fransa’da ihtilâl karşıtlarının niyetlerini de su yüzüne çıkarmış, özellikle aristokratların kaybedilecek bir savaşın tekrar eskiye dönüşü sağlayacağı yolunda ümit beslediklerini göstermişti. Ancak savaşın başlarında yaşanan mağlûbiyetler beklenilenin aksine millî duyguları tahrik ederek halkın galeyanına sebep oldu ve Paris’te ayaklanan halk 1791 anayasasını da yetersiz görerek bunun askıya alınmasını kabul ettirdi (10 Ağustos 1792). Arkasından kral tahttan indirilip bir ihtilâl konseyi oluşturularak ülkenin yönetimi yeni bir yürütme kuruluna bırakıldı; 22 Eylül’de de cumhuriyet ilân edildi. Aynı günlerde Avusturya karşısında alınan başarılı sonuçlar, ihtilâl konseyinin kendine güvenini arttırarak üyelerin zihninde devrimin bütün Avrupa’ya ihraç edilmesine dair bir kanaat doğurdu. Bu görüşün temsilcileri olan Jirondenler’in baskısıyla İngiltere ve diğer komşu ülkelere savaş açıldı. Ancak yenilgiler birbirini kovaladı ve bu durum ülkede yokluk, karışıklık, malî buhran ve sefalete yol açtı. Öte yandan 21 Ocak 1793’te diğer etkili kesim olan Jakobenler’in baskısı sonucu XVI. Louis yargılanıp idam edildi. Savaş sırasında yaşanan sıkıntılar, Jakobenler’in savaş taraftarı Jirondenler’e karşı üstünlük kurmasına ve onların ihtilâl konseyinden uzaklaştırılmasına sebep oldu. Ancak Jakobenler de gittikçe güçlenen muhalefet ve devam eden yokluk, sefalet arasında bunalmaya başlayınca sertlik yanlısı bir tutum benimseyerek varlıklarını zorla kabul ettirmeye çalıştılar; bir devrim hükümeti kuruldu ve olağan üstü kanunlar çıkarıldı. Devrim hükümetinin kontrolünü eline alan Robespierre, ihtilâl konseyine bağlı olarak çalışan halk kurtuluş komitesi ve güvenlik komitesi ile icraatı yönlendirirken merkezî yönetimi iyice güçlendirdi. Bu sırada oluşturulan güçlü bir ordu ile daha önce kaybedilen Toulon, Lyon gibi şehirler Avusturya’dan geri alındı; ancak getirilen kısıtlamalar ve ekonomik sıkıntılar halkın devrim hükümetinden desteğini çekmesine yol açtı. Nihayet Temmuz 1794’te ihtilâl konseyinde bulunan bazı gruplar Robespierre’i devirdiler; fakat bunalım atlatılamadığı gibi durum giderek bozuldu ve çok geçmeden kralcı bir ayaklanma başladı. Temmuz 1795’te ayaklanmanın bastırılmasından hemen sonra kabul edilen ve Üçüncü Yıl anayasası denilen yeni anayasa birçok bakımdan 1789 ihtilâlinin gerisinde kalıyor ve getirdiği beş kişilik direktörler kurulu ile âdeta yeniden bir seçkinler yönetimi öngörüyordu. Direktörler kurulu bir taraftan muhalefeti sindirmek için baskı politikası uygularken diğer taraftan da ülkedeki malî sıkıntıları aşmak için askerî fetihlere çıkma siyasetini benimsemiş, dolayısıyla ülkede ordu kumandanlarının ağırlığı hissedilmeye başlamıştı. Bu sırada özellikle General Napolyon Bonapart başlı başına bir güç haline geldi.
Napolyon 1798 Mısır seferinden döndükten sonra burjuvazinin desteklediği bir darbe ile direktörler kurulunu devirerek yönetime el koydu (Kasım 1799). Aralık ayında alelacele kabul edilen yeni anayasa konsillik dönemini (1799-1804) başlatıyor ve birinci konsil olarak bütün yetkileri Napolyon’a veriyordu. 1800 yılından itibaren yeni idarî, malî ve adlî düzenlemeler yapılarak merkezî otoritenin ve devlet denetiminin güçlendirilmesi yönünde tedbirler alındı. Napolyon bu arada yeni bir sefere girişti ve Avusturya’yı mağlûp etti; İngiltere’yi de anlaşma yapmaya zorladı (1802). Ertesi yıl, gittikçe güçlenen Fransa karşısında İngiltere’nin anlaşmayı bozması Napolyon’a bu ülkeyi işgal etme fikrini verdi ve bunun için hazırlıklara girişildi. Bu arada yönetime karşı düzenlenen bir komplonun açığa çıkarılmasının da etkisiyle hazırlanan yeni bir anayasa Napolyon’u imparator olarak kabul etti ve böylece imparatorluk dönemi başladı (1804-1814).
Napolyon, İngiltere’yi işgal isteğinin 1805’te Trafalgar yenilgisiyle akamete uğraması üzerine bütün dikkatini Kıta Avrupası üzerinde yoğunlaştırdı. 1806’da Prusya’yı mağlûp ettikten sonra 1807’de Rusya’yı bozguna uğrattı; 1808’de de İspanya’ya savaş açtı ve gün geçtikçe Avrupa üzerindeki hâkimiyetini dünyaya kabul ettirdi. Ancak 1812’de tekrar kalkıştığı Rusya harekâtı bozgunla neticelenince geri çekilme süreci başladı. Arkasından kısa zamanda Fransa’nın Avrupa’daki üstünlüğü sona erdi ve Paris işgal edilip (Mart 1814) Napolyon Elbe adasına sürgüne gönderildi. Tahta geçen XVIII. Louis ülkede bozulan istikrarı sağlayamayınca fırsatı değerlendiren Napolyon tekrar iktidarı ele geçirdi. Ancak 100 gün süren bu ikinci iktidar (II. Napolyon) döneminde yeniden başlattığı savaşlar Waterloo’da yaşadığı yenilgiyle sona erince (18 Haziran 1815) İngilizler tarafından ölünceye kadar St. Helena adasında ikamete mecbur tutuldu. Bu arada müttefikler Paris’i işgal edip ülkenin bazı bölgelerini aralarında paylaştılar.
XVIII. Louis’nin ölümüne (1824) kadar geçen süre “restorasyon dönemi” adıyla bilinmektedir. Kralcılar, meşrutiyetçiler ve liberallerin kıyasıya rekabet içinde oldukları bu dönemde belli ölçüde istikrar sağlanabilmiş, savaş tazminatı ödenmiş ve bunun üzerine müttefikler tarafından ülkedeki işgal kaldırılmıştır. 1824’te tahta X. Charles geçti; ancak uyguladığı sert politika Paris halkını ayaklandırınca 1830’da tahtını kuzeni Louis Philippe’e bırakarak çekilmek zorunda kaldı. Louis Philippe’in on sekiz yıl süren saltanatı meşrutiyetçiler, Bonapartçılar ve cumhuriyetçilerin muhalefeti altında devam etti; zaman zaman sert tedbirler alındı, baskı arttırıldı. Bu dönemde Fransa işçi ayaklanmalarına da sahne oluyor ve dışarıda devamlı prestij kaybediyordu. Özellikle İngiltere deniz aşırı sömürgelerde Fransa’ya karşı açık bir üstünlük sağlamıştı. Nihayet 1848’de Louis Philippe de Paris halkının ayaklanmasıyla tahttan çekilmek zorunda kaldı ve önce geçici bir hükümet kurulup arkasından da tekrar cumhuriyet ilân edildi (24-25 Şubat 1848). Aynı yıl içinde anayasa hazırlanarak Napolyon’un yeğeni Louis Napolyon cumhurbaşkanı seçildi. Ancak Louis de kısa bir süre sonra halkın desteğini yanına alarak meclisi dağıttı ve kendisini III. Napolyon adıyla imparator ilân etti (2 Aralık 1852). Bu dönemde Fransa’da istikrar sağlandı, ekonomik refah seviyesi yükseldi, sanayi gelişti ve Fransa tekrar Avrupa’nın saygın devletlerinden biri haline geldi. Fakat 1870’te patlak veren Fransız-Alman savaşı sonunda Fransızlar yenildi ve III. Napolyon teslim oldu. Bu durum Paris’te duyulunca halk ayaklandı ve yeniden cumhuriyet ilân edildi (4 Eylül 1870); çok geçmeden de Almanlar şehre girdiler. 28 Ocak 1871’de mütareke yapıldı ve bundan bir ay sonra geçici hükümet Alsace ve Lorrain’i Almanlar’a bırakan Frankfurt Antlaşması’nı imzaladı. Bunun üzerine başşehir halkı yine ayaklanarak hükümet kuvvetlerini sindirdi ve Paris komünü adıyla bir meclis kurup yönetimi üstlenmek istedi; buna benzer komünler Lyon ve Marsilya gibi başka büyük şehirlerde de oluşturuldu. Fakat geçici hükümetin başkanı Louis Adolphe Thiers dışarıda teşkil ettiği bir orduyla Paris’e saldırdı; 21-28 Mayıs 1871’de bir hafta süren kanlı çatışmalarda komün üyelerinin birçoğu öldürüldü, binlerce kişi sürgüne gönderildi. Paris komününün bu şekilde yok edilmesinden sonra Thiers Fransa cumhurbaşkanı oldu; fakat bir müddet sonra meclis onu devirerek yerine Mac-Mahon’u geçirdi (1873).
Bu dönemden sonra Fransa siyasî geleneğinde radikal ve oportünist diye adlandırılan grupların ağırlığı hissedilmeye başladı. Sömürge toprakları genişlemekle birlikte ülkede ekonomik ve siyasî sıkıntılar baş gösterdi. Bir ara General Georges Boulanger etrafında oluşan muhalefet onu başa geçirerek otoriter bir yönetim tesisine çalıştıysa da 1899’da bu çaba akamete uğradı. Bu sırada ülkede patlak veren, bürokrat ve milletvekillerinin karıştığı rüşvet alma gibi malî skandallar halkın tepkisine yol açtı. İşçi hareketleri, sendikalar ve sol hareket gittikçe güçlendi. Casuslukla suçlanarak ömür boyu hapse mahkûm edilen Alfred Dreyfus adlı bir subayın suçsuz olduğunun anlaşılması üzerine ortaya çıkan bir halk hareketi de sosyal çalkantılara yol açtı. Bu şartlar altında 1899’da seçimi kazanan cumhuriyetçiler tekrar istikrar ve düzeni sağlamaya giriştiler. Öncelikle baskı gruplarını sivil yönetimin kontrol ve denetimine almaya yönelik katı tedbirler uygulandı. Kiliseye karşı kesin tavır konularak siyasete müdahalesi önlenmeye çalışıldı. Katolikler’in bu uygulamalara karşı direnmesi bir müddet sonra kırıldı ve din-devlet işleri resmen ayrıldı. Aynı şekilde gittikçe yaygınlaşan işçi grevleri de sindirildi. Fakat sol hareket artık iyice güçlenmişti; nitekim 1914 seçimlerinde çoğunluğu elde edeceklerdi. Dış siyasette ise Fransa, İngiltere ile rekabet halinde olmasına rağmen gelişen Alman tehlikesi karşısında önce bu ülke ile Afrika’daki sömürgeler konusunda anlaşma sağladı; daha sonra da İngiltere ile Rusya’nın birbirine yaklaşmalarına yardım ederek “üçlü ittifak”ın kurulmasını gerçekleştirdi (1907).
Fransa I. Dünya Savaşı’nın galipleri arasında bulunmasına rağmen ekonomik yönden ve insan gücü açısından ağır kayıplara uğramıştı. Savaş sonrasında ülkenin imarı için yoğun bir faaliyet başlatıldı. Ancak 1929’dan itibaren Avrupa’da patlak veren ekonomik bunalım çok geçmeden Fransa’yı da etkiledi. Bir müddet sonra Hitler Almanyası’nın tehdidini hissetmeye başlayan hükümet müttefik arayışına girdi ve 1939’a kadar bir kısım Fransız toprağının Almanlar tarafından işgal edilmesine ses çıkartamadı. Nihayet 3 Eylül 1939’da İngiltere ile birlikte Almanya’ya karşı savaşa girme kararı aldı. Çarpışmaların başlamasından sonra Almanlar Fransız ordusunu kolaylıkla yenerek Fransa topraklarının tamamını işgal ettiler (1942). Fransız direniş hareketi 1943’ten itibaren sürgünde hükümet kuran General Charles de Gaulle’ün liderliğinde etkili bir mücadele verdi. Savaşın sona ermesinin ardından De Gaulle geçici hükümetin başkanlığına getirildi ve ülkeyi yeniden inşa faaliyeti başladı. Ancak De Gaulle bir müddet sonra istifa etti (1946). 1950’li yıllarda Fransız sömürgelerinde bağımsızlık hareketleri yoğunlaştı; Cezayir’de uzun sürecek bir savaş başlarken (1954-1961) Tunus ve Fas 1956’da bağımsızlığını kazandı.
Fransa’da 1958-1969 arasında tekrar Charles de Gaulle devri yaşandı. Bu dönemde eski sömürgelerle askerî ve iktisadî ilişkiler düzeltildi ve enflasyon düşürüldü. Ancak gittikçe güçlenen sol akımın beklentileri doğrultusundaki işçi ve öğrenci hareketleri 1968’den itibaren ülkeyi çalkantı içine düşürdü. Polisle girilen çatışmalar, milyonlarca işçinin katıldığı grevler ve işgaller hayatı felce uğrattı, De Gaulle 1969’da bir anayasa değişikliği için yapılan kamuoyu yoklamasında beklediği başarıyı göremeyince istifa ederek siyasî hayattan çekildi ve bir yıl sonra da öldü. Bundan sonra sırasıyla Georges Pompidou (1969-1974), Valéry Giscard d’Estaing (1974-1981) ve François Mitterrand (1981-1995) cumhurbaşkanlığı görevinde bulundular; son seçimleri ise Jacques Chirac kazandı (Mart 1995).
BİBLİYOGRAFYA
J. Michelet, Histoire de France, Paris 1893.
A. Cobban, The Social Interpretation of the French Revolution, Cambridge 1964.
A. Sorel, Europe and the French Revolution, London 1969.
R. Philippe, Histoire de la France, Paris 1970-73.
A. J. P. Taylor, The Struggle for Mastery in Europe: 1848-1918, Oxford 1971.
T. Zeldin, France 1848-1945, Oxford 1977.
A. Aulard, Fransa İnkılabının Siyasi Tarihi (trc. N. Poroy), Ankara 1987.
F. Braudel, The Identity of France, New York 1988-90.
T. Carlyle, The French Revolution, New York, ts.
“Fransa”, ABr., IX, 102-113.
“Fransa”, Büyük Larousse Ansiklopedisi, İstanbul 1993, VII, 4257-4264.
https://islamansiklopedisi.org.tr/fransa#3-turk-fransiz-iliskileri
III. TÜRK-FRANSIZ İLİŞKİLERİ
Fransızlar’la Türkler’in tanışması, Fransa’da Cermen asıllı Frank hânedanlarının hüküm sürdüğü yıllarda düzenlenen I. Haçlı Seferi’ne (1096-1099) rastlar (bk. FRANKLAR; HAÇLILAR). İlk siyasî ilişki, Valois hânedanından VI. Charles zamanında Osmanlılar’ın Niğbolu Savaşı’nda (1396) aldıkları Haçlı esirlerinin fidyeleri ödenirken kuruldu. İstanbul’un fethi üzerine yeniden alevlenen Türkler’i Avrupa’dan kovma ve Anadolu’yu paylaşma yönündeki Haçlı ruhu ise Fransa’yı etkilemedi; hatta bu sebeple Papa II. Pius Fransa’yı tehdit eden bir bildiri yayımladı (25 Ekim 1463). Daha sonraki yıllarda, II. Bayezid döneminde cereyan eden Cem Sultan’ın Fransa’ya sığınması ve Fransızlar’ın Venedik-Osmanlı Savaşı’nda (1498-1502) Venedikliler’i desteklemesi gibi bir iki hadise dışında Türk-Fransız ilişkileri olumlu yönde gelişti.
1519’da Fransa Kralı I. François başa geçer geçmez üç yıl içinde Türkler’i İstanbul’dan ve Avrupa’dan kovacağını ilân etmesine rağmen, birkaç yıl sonra Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu için V. Karl ile (Charles Quint) giriştiği mücadelede yenilip esir düşünce Kanûnî Sultan Süleyman’dan yardım istemek zorunda kaldı. 6 Aralık 1525’te Kanûnî Fransa kralının elçisi Jean Frangipani’yi kabul etti; ardından da İmparator V. Karl’a karşı Fransa kralını himaye etmeye karar verdi. Bunun bir sonucu olarak Macaristan’a karşı harekete geçildi ve 1526’da Mohaç Meydan Savaşı ile Macarlar’a büyük bir darbe vurularak imparatorluğun Alman kanadı tehdit altına alındı; üç yıl sonra da Viyana kuşatıldı. Bu gelişmeler üzerine V. Karl, I. François ile Cambrai barış antlaşmasını imzalamak ve daha önce ele geçirdiği Bourgogne Dukalığı’nı iade etmek zorunda kaldı. Fransa 1535’te Osmanlı Devleti’ne ilk dâimî elçisini gönderdi. 18 Şubat 1536’da, I. François adına elçi Jean de la Forest ile Kanûnî adına Sadrazam Makbul İbrâhim Paşa arasında Fransa’ya ticarî imtiyazlar tanıyan bir anlaşma gerçekleştirildi. Bu anlaşmanın önemli bir yanı iki taraflı olmasıydı. O zamana kadar bu gibi ticarî imtiyazlar tek taraflı olarak bir fermanla verildiğinden bu iki taraflılık İstanbul’da tereddüt uyandırdı ve Fransızlar’ın hazırladığı tasarı uzun süre imzalanmadan sadrazamın yanında kaldı. İmzalandığında ise Osmanlı tarihinde önemli bir yeri olan ve duraklama devrinden itibaren devletin aleyhine işlemeye başlayan kapitülasyonlar yürürlüğe girmiş, böylece daha önceki Osmanlı sultanlarının İtalyan devletlerine tanıdıkları ticarî imtiyazların çok daha fazlası Fransa’ya tanınmış oldu.
1536’da Osmanlı-Fransız siyasî ilişkilerinin resmen kurulmasıyla başlayan iş birliği, 1543’te Nice şehrine karşı ortak bir deniz harekatı ile geliştiği gibi ünlü Fransız elçisi Gabriel d’Aramon’un faaliyetleriyle daha da güçlendi. Fransa Habsburglar’a karşı Osmanlı Devleti ile yeni bir ittifak yaptı (1 Şubat 1553) ve yine Fransız donanmasıyla Osmanlı donanması Akdeniz’de İspanyollar’a karşı ortak harekâtta bulundu. Kıbrıs seferine hazırlanan II. Selim, Venedikliler’e II. Bayezid devrinde olduğu gibi yardımda bulunmasını önlemek için 1569’da Fransa’ya birtakım imtiyazlar ihtiva eden bir ferman verdi; böylece Fransa’nın Avrupa devletleriyle iş birliği yapmasını engelledi. Nitekim Kıbrıs’ın Türklerin eline geçmesi (1571) üzerine toplanan ve İnebahtı’da Osmanlı donanmasını ağır bir yenilgiye uğratan Haçlı donanmasına Fransa katılmamıştır. Breues Senyörü François Savary’nin elçiliği sırasında (1597-1604) kapitülasyonlar yenilendi; ayrıca Fransa’ya Kudüs ve Katolik tebaa üzerinde yeni imtiyazlar verildi. XVII. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı Devleti eski gücünü kaybetmeye başlarken Fransa gücünün doruğuna ulaştı ve XIV. Louis zamanında Avrupa’da Fransa çağı başladı. Bu yüzyılda Türk-Fransız ilişkileri Venedik Savaşı’ndaki soğukluk dışında dostça idi.
Marquis de Notiel’in elçiliği sırasında imzalanan 10 Kasım 1679 tarihli antlaşma ile Fransa’nın imtiyazları arttırıldı. İngiltere, Venedik, Felemenk gibi devletlerin kendi bayraklarıyla Türk limanlarında gemi işletme imtiyazları kaldırıldı. Fransa kralı Doğu hıristiyanlarının tek hâmisi olarak tanındı. Gümrük resmi % 5’ten % 3’e indirildi. 1716’da Fransız elçisi Marquis de Bonnac, Kudüs’teki Saint Sepulcre Kilisesi’nin tamiri imtiyazını elde etti. Hıristiyan dünyasında çok önemli sayılan bu imtiyazın Fransız hükümetine resmen bildirilmesi için Yirmisekiz Mehmed Çelebi 1720’de, siyasî bir görevle Fransa’ya giden ilk elçi olarak Paris’e gönderildi. 1721’de XV. Louis ile görüşen Mehmed Çelebi Fransa’nın askerî desteğini sağlayamadı; fakat Avrupa’daki iktisadî, teknik ve kültürel gelişmeler hakkındaki raporları etkili oldu. Sadrazam Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa zamanında Türk devlet adamları Fransa’dan “kadim dost” diye söz ediyordu. 1739’da Avusturya ve Rusya ile Belgrat antlaşmalarının yapılması sırasında yardımı görülen Fransız elçisi Villeneuve’ün gayretiyle, daha önce her padişah tarafından yenilenen kapitülasyonlara I. Mahmud tarafından devamlılık kazandırıldı (1740). Fransa’nın kapitülasyonlarla o zamana kadar elde ettiği vergi muafiyeti, hukukî ayrıcalık ve bazı Batılı devlet gemilerinin Türk limanlarına girerken Fransız bayrağı çekmesi gibi çeşitli imtiyazlar aynı antlaşma ile teyit edildi. Yabancı ve azınlık hakları açısından dönüm noktası teşkil eden bu antlaşma ile Katolikler daha önce yasak olan Kudüs’teki bazı kutsal yerlere girebiliyor ve dinlerinin gereğini serbestçe yerine getirebiliyorlardı. Fransızlar’ın davalarını kendi konsoloslukları görüyor, taraflardan biri Türk, diğeri Fransız ise davaya Türk mahkemesi bakıyor, fakat Fransız konsolosluğunun kontrol yetkisi bulunuyordu. Fransızlar emlâk ve gümrük vergisi dışındaki bütün vergilerden muaftı; ayrıca Osmanlı sularında avlanma hakkına da sahiptiler. Osmanlı topraklarında diledikleri yerde okul, kilise, hastahane açabiliyorlardı ve bu kurumlar da vergiden muaf tutulmuştu. Daha önemlisi Fransa ülkedeki Katolik azınlıkları himayesi altına alıyor, Osmanlı tebaası Katolikler’in davalarına Fransız konsolosluğu gözetiminde bakılıyordu ki bu Osmanlı Devleti’nin hükümranlık haklarının ihlâli demekti. Fransa elde ettiği bu himaye hakkıyla, daha sonra Rusya’nın Ortodokslar ve İngilizler’in Protestanlar üzerinde aynı hakları talep ettikleri bir çığırı açmış oldu.
Osmanlı Devleti III. Selim devrine kadar Fransa’ya yalnız belli görevlerle muvakkat elçiler gönderdi. Halbuki Fransa İstanbul’da dâimî elçi bulunduruyor ve Osmanlı ülkesine siyasî ve ticarî uzmanlığı olan önemli şahsiyetleri gönderiyordu. Bu arada Paris’te ünlü siyaset adamı Colbert’in (ö. 1683) girişimiyle Doğu dilleri öğretimi için Ecole des Jeunes de Langue açıldı. Osmanlı Devleti’ndeki elçilikle konsolosluklara gönderilen tercümanlar bu okuldan yetişmeye başladı.
XVIII. yüzyılın sonlarına doğru Fransa Türkiye’de önemli imtiyazlara sahipti ve 1789 ihtilâli öncesinde Fransızlar’ın Osmanlı topraklarında seksen kadar ticarî kuruluşu bulunuyordu. Fransız uyruklular özerk bir statüye sahipti ve himaye görüyorlardı. Fransa’nın İstanbul’daki elçilikten başka İzmir, Selânik, Koron (Mora), Hanya (Girit), Rodos, Kıbrıs, Bağdat, Halep, Şam, Sayda, İskenderiye gibi önemli şehirlerde konsoloslukları bulunuyordu. Bu yüzyılda Fransız teknik adamlarından faydalanılmaya başlandı. I. Mahmud zamanında (1730-1754) İstanbul’a gelen Kont de Bonneval askerî bir uzman olarak çalıştı ve daha sonra İslâmiyet’i kabul edip Humbaracı Ahmed Paşa adını aldı. Macar asıllı Fransız subayı ve top mühendisi Baron de Tott da Humbaracı’nın çalışmalarını sürdürdü. 1755’te elçi Vergennes ile birlikte İstanbul’a gelen Baron de Tott burada Türkçe öğrendi ve elçilikte tercümanlık yaptı. Rus donanmasına karşı Çanakkale Boğazı’nı tahkim ettiren (1770), Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun’un kurulmasında katkısı olan ve Süveyş Kanalı hakkında da bir proje hazırlayıp sultana sunan Baron de Tott, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması şartlarına göre ülkesine döndükten sonra da Türk tarihi üzerine önemli bir kaynak teşkil eden hatıralarını kaleme almıştır (Mémoires du Baron de Tott sur les turcs et les tartares, Amsterdam 1784).
1784’te Goffier İstanbul’a elçi tayin edildiğinde ticarî ilişkileri geliştirmek ve Karadeniz’i Fransız gemilerine açmaya çalışmakla görevliydi. Goffier Yunan dostu olmakla tanındığı ve bu konuda bir de kitap yazdığı için (Voyage pittoresque de la Grèce) İstanbul’da iyi karşılanmadı; fakat ordunun ıslahı yönündeki fikirleri kabul gördü. Dönemin sadrazamı Halil Hamîd Paşa Fransa’dan yeni uzmanlar getirtti ve bazı askerî kitapları Türkçe’ye tercüme ettirdi. I. Abdülhamid devrinde, III. Selim henüz veliaht iken Goffier ve Fransa kralı XVI. Louis ile özel bir yakınlık kurdu, kralla mektuplaştı. Avrupa’nın durumunu, savaş tekniğini ve denizcilik tesislerini incelemek üzere özel bir görevle İshak Bey’i Fransa’ya gönderdi.
1789 Fransız İhtilâli’nin mahiyeti, o sırada Avusturya ve Rusya ile savaş halinde olan Osmanlı Devleti’ni uzun süre ilgilendirmedi. 1791-1792 Ziştovi ve Yaş antlaşmaları ile biraz rahatladıktan sonra olaylarla ilgilendiyse de 1791 anayasasıyla kralın yetkilerinin sınırlandırılması, hatta azli ve idamı Bâbıâli’yi endişelendirmedi. Çünkü ihtilâlin en önemli sebebi sınıf farklılığıydı ve bu Türkiye’de bilinmeyen bir şeydi. Bu sebeple ihtilâl Avrupa devletlerinin aksine Osmanlılar’da memnunlukla karşılandı; sadece Fransa’nın zayıf düşmesinden endişe edildi. İhtilâlin en önemli mesajı olan “milletlerin kendi kaderini belirlemesi” prensibinin önemi ise ancak Fransa’nın Yediadalar’a el koyup (1797) Yunanlılar’ı bağımsızlık için kışkırtmaya başlamasıyla anlaşıldı. Napolyon Bonapart’ın Mısır seferine kadar süren kısa barış döneminde Fransa ile iş birliği içinde önemli ıslahatlar yapıldı. Bu yeni düzende Yeniçeri ocakları ıslah edilirken Nizâm-ı Cedîd ordusu kuruldu, Batı’dan askerî uzmanlar getirtildi, Fransızca derslerinin konulduğu mühendishâne ve teknik okullar açıldı. Batı dillerinden kitaplar tercüme ettirilerek basıldı. Avrupa merkezlerine dâimî elçiler tayin edildi. Bütün bunlarda Fransızlar’ın etkisi büyük olmakla beraber Cumhuriyet Fransası’na karşı tarafsız bir politika uygulandı ve tanımakta acele edilmedi. Bonapart’ın yükselişi ve askerî başarılarıyla birlikte Fransa doğuda emperyalist bir politika takip etmeye başladı. Bunda şarkiyatçı Volney’in, Mısır’a hâkim olmakla ilgili Napolyon’a ilham ve bilgi kaynağı olan Considérations sur la guerre actuelle des Turcs (Londres 1788) adlı eserinin de rolü büyük olmuştur. 1 Temmuz 1798’de Napolyon Mısır’ı işgal etti. Osmanlı Devleti iki ay sonra İngiltere ve Rusya ile ittifak kurarak Fransızlar’ı Mısır’dan çıkardı. 1802’de, Paris büyükelçisi Ali Efendi’nin gayretleriyle bir barış antlaşması yapılarak tersine dönmüş olan Türk-Fransız ilişkileri yeniden düzeltildi.
Trafalgar deniz savaşında İngilizler’e mağlûp olan Napolyon doğuya yöneldi ve Friedland savaşlarında Ruslar’ı yenerek Tilsit Antlaşması’nı yaptı (1807). Buna göre Rusya Avrupa’daki savaşlarda Fransa’yı destekleyecek, buna karşılık Fransa da Osmanlı-Rus savaşında ateşkes için ara buluculuk yapacaktı. Antlaşmanın gizli maddelerine göre ise Osmanlı Devleti bunu kabul etmediği takdirde Fransa Rusya ile birlikte Rumeli ve İstanbul dışında kalan Avrupa’daki Osmanlı topraklarını paylaşacaktı. Sonuçta Fransa’nın ara buluculuğuyla Rusya ile Osmanlı Devleti arasında Slozbia’da ateşkes imzalandı. Buna göre her iki devlet Eflak-Boğdan’ı boşaltacaktı. Fakat 1808 Ekiminde Erfurt’ta Çar Aleksandr ile buluşan Napolyon bu defa Eflak-Boğdan’ı Rusya’ya bırakan yeni bir antlaşma yaptı ve bu tutum karşısında Osmanlı-Fransız ilişkileri iyice kötüleşti. Böylece Bâbıâli İngiltere’ye yaklaşma gereği duydu. Mora isyanlarında Fransa Yunanlılar’ın yanındaydı; 1827’de Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın da yardımıyla isyan bastırıldığında İngiltere ve Rusya ile birlikte duruma müdahale ederek Yunanistan’a bağımsızlık verilmesi yönündeki Londra Antlaşması’nı imzaladı. Aynı yıl Navarin’de savaş halinde olmayan Osmanlı donanmasını yakan müttefik donanmasında Fransız filosu da vardı ve bu filo Mora’ya asker çıkardı. Navarin saldırısı Rusya ve Mora’nın yanında Fransa’da da sevinçle karşılandı. Müttefik devletler Londra’da imzaladıkları yeni bir protokolle bağımsız Yunanistan’ın sınırlarını belirlediler; bu karar 24 Nisan 1829’da Bâbıâli’ye zorla kabul ettirildi.
Fransa 14 Haziran 1830’da, Akdeniz’deki rakibi İngiltere’nin Hindistan’la uğraşmasından faydalanarak öteden beri ele geçirmek için fırsat kolladığı Cezayir’e büyük bir donanma gönderdi ve burayı işgal etti. Böylece Rusya ile savaş halinde olan, Navarin’de donanması yakılan ve Mora’yı kaybeden Osmanlı Devleti’nin yardım edemediği Cezayir’de Fransız hâkimiyeti devri başladı. Fransa Osmanlı Devleti’ne karşı takındığı bu düşmanca tutumu, Akdeniz hâkimiyeti için faydalanmak amacıyla Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın isyanını destekleyerek sürdürdü. Bu durumda II. Mahmud Ruslar’la askerî bir ittifak yapmak zorunda kaldı ve Hünkâr İskelesi Antlaşması’nı imzaladı (1833). Bundan sonra yaşanan kısa barış döneminde II. Mahmud ıslahat hareketlerine girişti ve gönderdiği raporlarla kendisini etkileyen Paris elçisi Mustafa Reşid Paşa’yı Türkiye’ye dönüşünde Hariciye nâzırlığına getirdi. Mustafa Reşid Paşa sanayi, ticaret, ziraat ve hukuk düzenleri üzerine kaleme aldığı lâyihalarla Tanzimat’ın zeminini hazırladı. Tanzimat Fermanı’nın ilânıyla Osmanlı Devleti Batı’daki ve özellikle Fransa’daki gelişmelerin yönlendirdiği bir yenileşme devrine girdi. Bu arada 15 Temmuz 1840’ta, Fransa dışındaki Avrupa devletleri Mısır meselesini çözmek için Londra Antlaşması’nı imzalayarak Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumaya, bunun için gerekirse askerî müdahaleye karar verdiler. Osmanlı Devleti’nin de onayladığı bu kararlara yalnız Fransa karşı çıktı. Fransa’nın bu desteğine güvenerek alınan kararları reddeden, ancak sonradan Fransa’nın Londra Antlaşması hükümlerini kabul etmesi üzerine yalnız kalan Mehmed Ali Paşa da sonuçta anlaşmaya uymaya mecbur oldu.
1848 yılında Fransa’da iktidara gelen III. Napolyon, Ortodoks kilisesi karşısında Katolikler’in savunuculuğunu üstlenerek Osmanlı Devleti’ndeki azınlık hakları ve kutsal makamlar meselesiyle yakından ilgilenmeye başladı ve 1740 kapitülasyonlarıyla Katolikler’e verilen hakları resmen talep etti. Buna karşı Rusya da Küçük Kaynarca Antlaşması şartlarının uygulanmasını istedi. Fransa ve Rusya arasında kalan Osmanlı Devleti anlaşmaya yanaştığı halde konuyu bir koz olarak kullanmak isteyen Ruslar Prens Mençikof’u İstanbul’a göndererek bazı isteklerde daha bulundular. Osmanlı Devleti bu baskılar üzerine Fransa, İngiltere ve Rusya ile kutsal yerler üzerine bir anlaşmaya vardı. Fakat Mençikof’un asıl amacı, Osmanlı topraklarındaki Katolikler’in Fransa’nın himayesine verilmesi gibi Rusya’ya da Ortodokslar’ın koruyuculuğunun verilmesini sağlamaktı. Bu isteğin reddedilmesi üzerine Rusya’nın saldırısıyla Kırım Savaşı başladı (22 Haziran 1853). Fransa ve İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin yanında savaşa girmesinin ardından Sivastopol ele geçirildi (1854). Fakat nihaî darbe vurulacakken Fransa’nın baskısıyla ateşkes yapıldı. Yapılan ateşkeste Osmanlı tebaası olan hıristiyanlara Avrupa’nın garantisi altında yeni haklar verilmesinden söz ediliyordu. Halbuki Osmanlı Devleti Kırım Savaşı’nda müttefiklerine güvenmiş, üstelik savaşın maliyetini karşılamak için ilk defa dış borçlanmaya giderek Fransız ve İngiliz bankerlerinden istikrazda bulunmuştu. Fransızlar, Tanzimat Fermanı hükümlerinin müslim-gayri müslim tebaa arasındaki farkları yok etmediğini, yeni bir fermanla eşitliği sağlayacak hükümler getirilmesi ve bunların uygulanmasında Avrupa devletlerinin söz sahibi olması gerektiğini savunuyordu. Kırım Savaşı’ndan sonra Fransız tezi kabul edilerek yeni bir fermanın ilânına ve bunun Paris’te yapılacak barış antlaşmasında yer almasına karar verildi. 28 Şubat 1856’da Islahat Fermanı ilân edildi. Bu ferman, gayri müslim tebaanın haklarını genişletmekle ve müslümanların durumuna aleyhte bir değişiklik getirmemekle beraber her iki tarafı da memnun etmediği gibi uygulamada yabancı müdahalelerine ve iç isyanlara zemin hazırladı. Eflak-Boğdan meselesi bunun ilk örneğini oluşturdu ve III. Napolyon’un teşebbüsü ve baskısıyla bu iki eyalet birleşerek Romanya adı altında bağımsız bir devlet haline geldi. Böylece Yunanistan ve Cezayir’den sonra Romanya da Fransa’nın girişimleriyle Osmanlı Devleti’nden ayrılmış oldu.
1867’de Fransız hükümeti Bâbıâli’ye reform politikalarının geliştirilmesini isteyen ve ayrıntılı tavsiyelerde bulunan bir nota verdi. Âlî ve Fuad paşalar bu nota gereğince yeni kurumlar ve kanunlar oluşturulması yönünde çalışma başlattılar. Aynı yılın sonlarında Sultan Abdülaziz, III. Napolyon’un davetine uyarak Paris milletlerarası sergisinin açılışında bulunmak üzere Fransa’ya gitti; daha sonra da Londra, Viyana ve Budapeşte’yi ziyaret etti. Bu seyahat, bir Osmanlı padişahının ilk defa Avrupa’ya gidişi olması bakımından önemliydi. Hukuk sistemindeki ıslahat çerçevesinde kanunların düzenlenmesi için Fransız elçiliği bir Fransa medenî kanununu Türkçe’ye çevirme komisyonu, buna karşılık Cevdet Paşa da bir mecelle komisyonu kurarak çalışma başlattılar. Eğitim alanında rüşdiye, dârülmuallimîn, dârülfünun, tıbbiye, mühendishâne gibi okullar açıldı; bu okullarda Fransızca dersleri verildi ve Fransa’ya öğrenci gönderildi. Ünlü Fransız yazarlarının eserleri Türkçe’ye çevrildi; pozitivist ve materyalist felsefe kitapları tercüme edilip ders kitabı olarak okutuldu. Fransa Eğitim Bakanı Victor Duruy’ye Osmanlı eğitim kurumlarının sistemleştirilmesi için bir proje hazırlattırıldı. Bu çerçevede kurulan (1868) Galatasaray Lisesi zamanla Edirne, İzmir, Beyrut, Şam, Tarsus, Kayseri ve Selânik’te açılan misyoner okullarıyla beraber Fransız kültürünün yerleşmesine ve Batıcı aydın kesimin oluşmasına yol açtı. Mustafa Reşid Paşa’nın himayesiyle Paris’e giden Şinâsi, Renan ve Lamartine gibi ünlü Fransız yazarlarıyla tanıştı ve Société Asiatique’e üye oldu. Bu geleneği sürdüren Nâmık Kemal, Ziyâ Paşa, Midhat Paşa gibi aydın ve bürokratlar ilk anayasanın hazırlanmasına katkıda bulundular. Fransız edebiyatının etkisi altında bir edebiyat ortamı oluştu ve Fransızca’dan çeviriler yapıldı, dergiler çıkarıldı. Bu aydınlar yönetime ters düştüklerinde Paris’e kaçtılar ve Jön Türkler adıyla faaliyetlerine orada devam ettiler. Zamanla siyasî bir nitelik kazanan bu muhalefet İttihat ve Terakkî partisine dönüşerek Osmanlı Devleti’nin son yıllarında iktidara geldi ve II. Meşrutiyet dönemini başlattı (1908). XIX. yüzyıl sonlarına doğru tamamen emperyalist bir politika takip eden Fransa’ya karşı Bâbıâli Almanya’ya daha çok yaklaştı. Fakat yine de Fransız kültürü ve dili hâkimiyetini sürdürdü; devletin çeşitli kademelerinde ve orduda Fransız uzmanları görev yapmaya devam etti.
I. Dünya Savaşı’nda Türkiye ve Fransa karşı saflarda yer aldı. Bu sırada Batılı müttefikler kendi aralarında Osmanlı Devleti’ni paylaşmak üzere Sykes-Picot (16 Mayıs 1916), Saint Jean de Maurienne (17 Nisan 1917) ve San Remo (25 Nisan 1920) antlaşmalarını yaptılar; Suriye, Lübnan ve Güneydoğu Anadolu illeri Fransızlar’ın payına düştü. Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) ve Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920) sadece önceki antlaşmaların Osmanlı Devleti’ne zorla kabul ettirilmesi anlamına geliyordu. Fransızlar Mondros Mütarekesi’nin 7. maddesine dayanarak 1919 sonbaharında Hatay, Urfa, Antep, Adana, Mersin ve Maraş’ı işgal ettilerse de bölge halkının verdiği büyük bir direniş savaşıyla dışarı atıldılar. Bu yenilgi Fransa’yı anlaşma masasına oturmaya zorladı ve 20 Ekim 1921’de Ankara hükümetiyle Ankara Antlaşması’nı imzaladı; bu antlaşma ile Türkiye-Suriye sınırına bugünkü şekli verilirken Hatay özel bir statüyle dışarıda bırakıldı.
Lozan Antlaşması’nı (1923) takip eden yıllarda Türkiye ile Fransa arasında Türkiye’deki Fransız okullarının statüsü, Osmanlı borçları, Osmanlı Bankası’nın geleceği, millileştirilen Fransız şirketlerine ödenecek tazminat gibi konularda çetin tartışmalar oldu; ancak zamanla anlaşmaya varıldı. 1926’da Türkiye’nin Fransız mandası olan Suriye ile ilişkilerini düzenleyen sözleşme ve 1938’de de Türk-Fransız Dostluk Antlaşması imzalandı. Boğazlar meselesini çözen Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nde (20 Temmuz 1936) Fransa’nın desteği önemli rol oynadı. Hatay’ın, Suriye’nin hak iddia etmesine rağmen Türkiye’ye bağlanması da Fransa’nın olumlu tutumuyla gerçekleşti. O sıralarda baş gösteren Almanya tehlikesi ve savaş atmosferi, Montrö ve Hatay meselelerinin Türkiye lehine çözülmesinde önemli bir rol oynamıştır.
Türkiye’nin NATO’ya ve Avrupa Konseyi’ne alınışında Fransa’nın tutumu müsbet oldu. Öte yandan iki devlet Marshall planı üzerine 1948’de kurulan CEE’de iş birliği içinde idi; bu durum 1964’te OECD içinde de sürdü. 1963’te Fransa, Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu arasında ortaklık antlaşması imzalanmasına yardım etti. 1968 Ekiminde General Charles de Gaulle’ün Türkiye’ye yaptığı resmî ziyaret önemli bir olaydı ve bir bakıma 1867’deki Sultan Abdülaziz’in ünlü ziyaretine karşılık teşkil ediyordu; çünkü o zamandan beri Fransa’nın herhangi bir devlet başkanı Türkiye’ye gelmemişti.
1973-1983 yılları arasında, I. Dünya Savaşı sırasında gerçekleştirildiği söylenen Ermeni soy kırımı iddialarının Fransız parlamentosunda destek görmesi ve Fransız mahkemelerinin o sıralarda Türk diplomatlarına yönelen Ermeni saldırılarına arka çıkan bir tavır sergilemesi, Türkiye’nin Fransa’ya karşı siyasî ve ticarî tavır almasına yol açtı. Ayrıca 1980’de Türkiye’de yaşanan askerî müdahale de ilişkileri sekteye uğrattı. Fakat 1983’te yapılan parlamento seçimleriyle tekrar demokrasiye geçilmesi üzerine Türk-Fransız ilişkileri de normal seyrine döndü.
BİBLİYOGRAFYA
Sabri Esat Siyavuşgil, “Tanzimatın Fransız Efkârıumumiyesinde Uyandırdığı Akisler”, Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 747-756.
Abdurrahman Çaycı, Büyük Sahra’da Türk-Fransız Rekabeti (1858-1911), Erzurum 1970, s. 1-14, 145-181.
Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul 1978, s. 207-225, 265-418.
Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 21-237.
D. Barchard, Turkey and the West, London 1985, s. 69-78.
İsmail Soysal, Fransız İhtilali ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri (1789-1802), Ankara 1987.
a.mlf., “Hatay Sorunu ve Türk-Fransız İlişkileri (1936-1939)”, TTK Belleten, XLIX/193 (1985), s. 79-110.
a.mlf., “General De Gaulle’ün Türkiye Ziyareti (25-30 Ekim 1968)”, a.e., LI/200 (1987), s. 949-964.
Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu 1919-1922, Ankara 1988.
Rifat Uçarol, “Osmanlı İmparatorluğu ve Avrupa”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1988, XI, 194-214.
Ali İhsan Gencer, “Tanzimat Fermanından 1876’ya Kadar Osmanlı İmparatorluğu”, a.e., XI, 426-521.
Azmi Süslü, “Osmanlı-Fransız Diplomatik İlişkileri, 1798-1807”, TTK Belleten, XLVII/185 (1983), s. 259-279.
TA, XVI, 493-497.
Mehmet Ali Kılıçbay, “Osmanlı Batılaşması”, TCTA, I, 147-152.
Cevdet Küçük, “Osmanlılarda Millet Sistemi ve Tanzimat”, a.e., IV, 1007-1024.
https://islamansiklopedisi.org.tr/fransa#4-fransiz-somurgeciligi
IV. FRANSIZ SÖMÜRGECİLİĞİ
XVI. yüzyılda siyasî istikrarın sağlanmasının ardından sanayi ve ticaretin, özellikle de deniz ticaretinin güçlenmesi Fransa’nın deniz aşırı boyutlarda genişlemesine yol açtı. Öncelikle Amerika kıtasına açılarak ülkenin zenginliğinin arttırılmasına çalışıldı; Güney Amerika’da Rio de Janeiro, Kuzey Amerika’da Quebec (1608) ilk kurulan sömürgelerdi. Fransızlar’ın Kuzey Amerika’daki toprakları Acadia’nın (Nova Scotia) kuzey kıyılarından Büyük Göller’in ötesine, Mississippi ırmağının doğu kıyısından Meksika körfezine ve yeni kurulan New Orleans’a kadar uzanıyordu; ancak bu sömürge toprakları 1763’te Paris Antlaşması’yla İngiltere’ye terkedildi.
Fransa daha sonra sömürgeci ülkeler arasında ilk defa Afrika kıtasına yönelen ülke oldu. Senegal ile başlayan Afrika sömürgeciliğinde en büyük gelir kaynağını köle ticareti teşkil etti; buradan toplanan zenci köleler Kuzey ve Güney Amerika’daki sömürge topraklarına yerleştiriliyordu. XVII ve XVIII. yüzyıllarda Hint yarımadasını da kapsamına alan Fransız sömürgeciliğinin İslâm dünyasını ciddi bir şekilde etkilemesi XIX. yüzyılın ilk yarısına rastlar. 1830 yılında Cezayir’i ele geçirmeye çalışan ve ummadığı biçimde bir direnişle karşılaşan Fransa, uzun ve kanlı mücadelelerden sonra 1847’de Emîr Abdülkādir el-Cezâirî’nin teslim olmasıyla amacına ulaştı. Cezayir’de çok katı bir sömürgecilik uygulandı ve verimli toprakları halkın elinden almanın, birtakım ek vergiler koymanın ötesinde muhalefet kaynağı olarak görülen dinî kurum ve okullar da kapatıldı. Böylece Cezayir, maddeten sömürülmesinin yanı sıra yoğun bir kültür emperyalizmine yani Fransızlaştırmaya da tâbi tutuldu (geniş bilgi için bk. CEZAYİR [Sömürge Dönemi]). XIX. yüzyılın ortalarında Senegal’den iç bölgelere doğru ilerlemek isteyen Fransız kuvvetleri el-Hac Ömer liderliğindeki Fûlânîler tarafından durduruldu. Bunun üzerine Fransa Senegal’i ilhak siyaseti uyguladı ve bölgedeki zenci kabile reislerini denetim altına alarak kendi devlet himayesini zorla kabul ettirdi.
1871 Almanya yenilgisinden sonra bir süre içine kapanık bir politika takip eden Fransa, kısa sürede kendini toparlayarak 1880’lerde tekrar sömürge siyasetine döndü. İngiltere’nin Afrika’daki sömürgelerini arttırması Fransa’da rekabet hırsı uyandırdı. 1878 Berlin Kongresi’nde İngilizler’in Fransa’nın sömürgeci girişimlerine karşı çıkmayacaklarını ima etmelerinden cesaret alan Fransa, 1881’de Cezayir sınırında meydana gelen küçük bir olay bahanesiyle İtalya’nın da göz diktiği Tunus’u neredeyse savaşmaksızın ele geçirdi. Komşu Cezayir’de yaptığının aksine burada geleneksel içtimaî ve siyasî yapıyı yıkmadan bir nevi hâmilik sistemi kurdu ve Tunus’un beylik yönetimini muhafaza etti; ancak bir de Fransız vali tayin ederek bölgedeki gelişmelerin kontrolünü elinde tuttu.
1880’lerde kabaran sömürgecilik ihtirası Fransa’yı Senegal’den iç kesimlere doğru tekrar harekete geçirdi. Fransa, Nijer nehrinden aşağı sarkmayacağına dair İngilizler’e güvence vererek karşı çıkmalarını önledikten sonra kuzeye ve doğuya yöneldi. Yüzyılın sonuna kadar bugünkü Mali, Nijer, Çad ve Orta Afrika Cumhuriyeti topraklarını ele geçirerek Sudan’a kadar ilerledi. Daha sonra bu sömürgeler Fransız Batı Afrikası adıyla bir federasyon halinde birleştirildi (1895). Bölgede Fransız sömürge toprakları dışında kalan tek ülke Fas’tı. Burayı da ele geçirip Kuzey Afrika’daki hâkimiyetini perçinlemek isteyen Fransa’nın bu konudaki gecikmesinin en önemli sebebi İngiltere, İspanya ve Almanya’nın sergiledikleri karşı tavırdı. 1904’te İngiltere ve İspanya ile ayrı ayrı anlaşarak harekete geçen Fransa, Almanya’nın karşı atağa kalkmasıyla bir sonuç alamadıysa da Fas üzerindeki baskılarını arttırmaya devam etti. Almanya Fas meselesini görüşmek üzere milletlerarası bir konferans toplamayı başardı; ancak neticenin Fransa lehine olmasını engelleyemedi. 1906’da İspanya’nın Algeciras (Cezîretülhadrâ) şehrinde toplanan konferansta alınan kararlarla Fas’ta güvenlik ve barışın korunması görevi Fransızlar’a verildi; böylece Fransa’nın bu ülke üzerindeki nüfuzu milletlerarası alanda kabul görmüş oldu. Fas’ın kuzeyini 1904 antlaşmasıyla İspanya’ya bırakan Fransa 1907’den itibaren diğer kesimleri yavaş yavaş işgale başladı; Vücde, Dârülbeyzâ, Sittat, Bûşirûn ve Binahmed ilk ele geçirilen yerler arasındaydı. 1911’de bazı Arap ve Berberi kabilelerinin ayaklanmasının ardından yabancıların hayatlarını koruma bahanesiyle başşehir de işgal edildi. Bu işgale karşı çıkan Almanya ile dört ay süren müzakereler sonucu anlaşma sağlandı. Almanlar Kongo’da 275.000 m2’lik arazi karşılığında Fransızlar’ı Fas’ta serbest bıraktılar. Sultan Abdülhafîz’e imzalattırılan 1912 Fas Antlaşması’yla Fransa Fas’ı himayesine aldı. Bu antlaşma ile sultanın içerideki hâkimiyeti kabul ediliyor, ülkenin milletlerarası ilişkileri ise Fransa tarafından üstleniliyordu; gerçekte ise hem iç işleri hem dış işleri üstlenilmişti (geniş bilgi için bk. FAS).
Fransız sömürgeciliği I. Dünya Savaşı ile doruk noktasına ulaştı. Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopan Suriye ve Lübnan’ın da himaye altına alınmasıyla 1920’deki Fransız sömürgelerinin arazi toplamı 12,5 milyon km2’yi buldu. Ancak Fransa müslüman sömürgelerinin hiçbirinde hüsnükabul görmemiş, otoritesini yalnız güç kullanarak tesis edebilmişti. Bunun anlamı, askerî yönden zaafa düştüğü anda müslüman sömürgeleri elde tutmasının artık mümkün olamayacağı idi. Nitekim I. Dünya Savaşı sonrasında kıpırdanmalar ve yönetime karşı baş kaldırmalar görülmeye başlandı. Suriye ve Lübnan’da köklü bir nüfuza sahip olduğunu düşünen Fransa çok geçmeden yanıldığını anladı. Esasen daha Suriye’ye gelişinin ilk yıllarında kanlı veya kansız çeşitli karşı koymalara mâruz kalmıştı. Bir grup Suriye ileri geleni müzakere yoluyla ülkenin bağımsızlığını elde etmeye çalışırken aşırı milliyetçilerin etkili olduğu kesim ise vurkaç taktikleriyle onları ülkeden çıkarmaya uğraşıyordu. 1919 sonbaharında İngilizler’in boşalttığı Güney ve Güneydoğu Anadolu’yu işgalleri ise tam bir hezimetle sonuçlanmış ve beş ay sonra ayaklanan halk tarafından dışarı atılmışlardı. Suriye’deki isyanların en kanlı ve en ciddi olanı 1925-1927 yılları arasında devam edenidir. 1927’de isyanın sona ermesinin ardından anayasa görüşmeleri başladı, fakat II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar neticelendirilemedi. Yaklaşık yirmi yıllık müzakere döneminde Fransızlar ülkede istedikleri gibi tasarrufta bulunma mücadelesi verirken Suriyeliler de onların müdahalesini en aza indirme çabası içinde oldular.
I. Dünya Savaşı’nın ardından benzeri gelişmeler Kuzey Afrika topraklarında da yaşandı ve buralarda Fransız sömürge idaresini sona erdirmeyi amaçlayan çeşitli teşkilâtlar faaliyet gösterdi; bunların en etkilileri kuruluşu savaş öncesine uzanan el-Cezâirü’l-fetât ile (Cezayir, 1912) el-Hizbü’d-düstûrî (Tunus, 1920) ve Kütletü’l-ameli’l-vatanî idi (Fas, 1934). Aynı anda, müslüman sömürgelerin hemen hepsinde bağımsızlık hareketleriyle uğraşmak durumunda kalan Fransa tâviz vermek zorunda kalıyordu. Tunus’ta el-Hizbü’d-düstûrî’nin lideri Abdülazîz es-Seâlibî ve daha sonra kurulan el-Hizbü’l-hür ed-düstûrî el-cedîd’in lideri Habîb Burgiba’nın tutuklanıp yoğun halk desteği sonucu serbest bırakılmaları ve Cezayirliler’e siyasî parti kurma hakkının verilmesi (1936) Fransız sömürge yönetiminin giderek zayıfladığının işaretleriydi. Fransa’nın 1940’ta Almanya karşısında uğradığı yenilgi sömürgelerini bağımsızlık yolunda iyice ümitlendirdi. Cezayir’de daha önce Fransız sistemi içerisinde asimilasyonu savunan Ferhad Abbas ile bağımsızlık taraftarları birleşerek 1942’de el-Beyânü’l-Cezâirî (Manifeste algérien) adındaki bildiriyi ilân ettiler. Bu belgede Cezayir’de sömürgeciliğin sona erdirilmesi, halka kendi geleceğini belirleme hakkının verilmesi, savaş sonrasında bağımsız bir devlet kurulması, anayasayı hazırlayacak kurucu meclis için seçimler yapılması, Cezayirliler’in derhal yönetime katılmalarının sağlanması ve siyasî tutukluların serbest bırakılması isteniyordu. Aynı yıl Tunus Beyi Muhammed el-Munsif millî bir hükümetin teşkilini, Fas’ta ise Hizbü’l-ıslâh ile Hizbü’l-vahde ve’l-istiklâl ortak bir bildiri yayımlayarak tek ve bağımsız bir Fas devletinin kurulmasını istediler.
II. Dünya Savaşı’nda Fransa’nın önemli güç kaybına uğramasına paralel biçimde müslüman sömürgelerde gelişen milliyetçilik ve bağımsızlık hareketleri sömürgeciliğin sonunun geldiğini gösteriyordu. İlk olarak Suriye ile Lübnan bağımsızlıklarını ilân ettiklerini açıkladılar ve 1944’te Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği tarafından tanındılar. Fransa bu durumu kabul etmeyerek Suriye ve Lübnan’la, kendisine birtakım iktisadî ve askerî haklar sağlayacak bazı antlaşmalar yapmak istedi ve zorlayıcı faktör olarak karaya asker çıkardı. Bunun üzerine halk ile Fransız birlikleri arasında kanlı çatışmalar çıktı. Sonunda İngiltere’nin de desteğini alan bu ülkeler Fransa’yı bölgeden askerlerini çekmeye ve bağımsızlıklarını tanımaya mecbur bıraktılar (1946).
Savaş sonrasında Tunus, Cezayir ve Fas’ta da bağımsızlık hareketleri yoğunlaştı. Tunus’ta Burgiba, kendi partisinin önderliğinde bütün siyasî kuruluşları ve halkı içine alan bir bağımsızlık kongresi düzenledi (Ağustos 1946). Polis tarafından basılan kongrede birçok kişi tutuklanırken Burgiba Mısır’a sığındı; ancak başlatılan mücadele işçi sendikaları etrafında odaklaşarak devam etti. Cezayir’deki bağımsızlık hareketi ise Mayıs 1945’te binlerce müslüman öldürülüp binlercesi tutuklanarak ve bağlı oldukları teşkilâtlar kapatılarak engellenmek istendi. Bu kanlı olayların ardından hareketin ileri gelenleri ikiye ayrıldı. el-İttihâdü’d-dîmukratî li’l-beyâni’l-Cezâirî yanlısı olanlar Fransız birliği içinde özerk bir Cezayir’in kurulmasını isterken Hareketü’l-intisâr li’l-hürriyyâti’d-dîmukratiyye adlı partinin taraftarları Fransa’dan ayrılarak tam bağımsız olmayı istiyorlardı. Tunus ve Cezayir’dekiler kadar kanlı olmayan Fas’taki bağımsızlık mücadelesi ise giderek güç kazanıyor, bu arada bağımsızlık taraftarlarını destekleyen V. Muhammed’in Fransızlar’la olan ilişkileri her gün biraz daha kötüleşiyordu. 1951’de Fransızlar’ın sultanı bakanlar kurulunu dağıtmaya zorlamaları, bütün siyasî partileri ülkenin bağımsızlığı hedefinde birleşmeye yöneltti. 1952 gösteri ve grev yılı oldu. Kazablanka’da Fransız polisinin grevcilere ateş açması sonucu çok kişi öldü ve çok sayıda gösterici tutuklandı; onları desteklediği için sultan da Madagaskar’a sürüldü.
1950’li yıllarda Fas’ın yanı sıra Tunus ve Cezayir’de de eylemlerin artması Fransa’yı sömürge politikasını yeniden gözden geçirmeye zorladı. Önce Kuzey Afrika’daki sömürgelerin tamamının elde tutulamayacağının anlaşılması üzerine Tunus ve Fas’ın bağımsızlıklarının tanınarak Cezayir’de konumun sağlamlaştırılması düşünüldü. Bu amaçla 1955 yılında Burgiba’nın Tunus’a, V. Muhammed’in de Fas’a dönmesine müsaade edildi ve bağımsızlık konusunda müzakereler başlatıldı; sonuçta gereken antlaşmalar imzalanarak her iki ülkedeki Fransız sömürge dönemi sona erdirildi (Mart 1956; geniş bilgi için bk. FAS; TUNUS).
Tunus ve Fas’ın bağımsızlıklarını kazanmaları aynı yolda olan Cezayir’i umutlandırırken Fransa’nın da buradaki baskılarını arttırmasına imkân sağladı. Fransa her neye mal olursa olsun Cezayir’den çıkmamayı düşünüyor, bu amaçla Batı Akdeniz’i sıkı denetim altında tutarak bütün motorize kuvvetlerini ve uçaklarını Cezayir’e yığıyordu; bu arada halkı sindirebilmek için işkence normal bir baskı aracı kabul edildi. Fakat alınan önlemlerin hiçbiri kurtuluş mücadelesini engelleyemedi ve gerilla hareketi bütün ülkeyi sardı. İçeride silâhlı mücadele devam ederken Kahire’de Cezayir’in ileri gelenleri tarafından bağımsız Cezayir Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilân edilerek Ferhad Abbas başkanlığında bir geçici hükümet oluşturuldu (Eylül 1958). 1960 yılında Fransa’nın müslüman sömürgelerinden ve Cezayir’in komşularından Moritanya, Mali, Nijer, Çad ile Senegal’in bağımsızlıklarına kavuşmaları Cezayirliler için âdeta bir müjde teşkil etti. Bu şartlar altında Cezayir’i artık daha fazla elinde tutamayacağını anlayan Fransa bağımsızlık müzakerelerine başlama kararı aldı (Haziran 1960) ve ülke iki yıl süren müzakereler sonunda Temmuz 1962’de bağımsızlığına kavuştu; böylece 132 yıl süren sömürge dönemi kapanmış ve Fransız sömürge imparatorluğunun da en önemli kalesi düşmüş oldu.
Fransız sömürgeciliği, Afrika’nın doğusunda Cibuti sahillerindeki Ubûk (Obok) Limanı’na bayrak asılmasıyla başlar (1862). Ancak koloni yönetiminin iş başına geçmesi, 1871 Almanya yenilgisinden sonra bir süre içine kapanan Fransa’nın tekrar sömürge siyasetine döndüğü yıllara rastlar (1888). Bu sahil kesimi, iki tarafında bulunan İngiliz ve İtalyan Somalisi topraklarından ayrılmak üzere 1896’da Cote Française des Somalis adını aldı. Bundan sonra ülkeye tamamen yerleşen Fransız yönetimine II. Dünya Savaşı sırasında önce İtalyan, sonra İngiliz ablukasıyla ara verildi. Tekrar Fransa’nın hâkimiyetine giren Cibuti 1957-1967 yılları arasında tedrîcen otonomi statüsüne geçti; 1977’de de bağımsızlığına kavuştu.
Afrika’nın doğusunda bulunan diğer Fransız sömürgeleri Hint Okyanusu’ndaki Réunion ve Madagaskar adalarıdır. İlk defa 1642’de Réunion’a çıkan ve 1715’e kadar burada kalan Fransızlar, Napolyon savaşları sonrasında geri gelip kolonilerini kurdular (1815). 1946’da sömürge statüsüne son verilen ada bu tarihten beri Fransa’nın deniz aşırı ilidir. Fransız sömürgeciliği Madagaskar’da ise resmen 1896 yılında başladı. 1947’de başlatılan bağımsızlık hareketinin şiddetle bastırılmasından sonra sömürge yönetimi tarafından buna alternatif olarak daha ılımlı bir milliyetçiliğe destek verildi. Ancak alınan önlemlerle bağımsızlık arzusu dindirilemedi ve 1960’ta cumhuriyet ilân edilmesiyle Fransız sömürge yönetimi son buldu.
Fransa Hindistan’da da sömürge faaliyetlerine girmiş, fakat İngilizler’den önce buradan geniş bir toprak parçası koparmayı düşünürken sadece birkaç basit ticaret üssü ele geçirebilmiştir. Önce bölgedeki diğer rakiplere göre gecikilmiş olmakla birlikte 1664’te Doğu Hindistan Şirketi (Campagne des Indes Orientales) kuruldu, arkasından da Sûret ve Dekken’in doğu kıyılarına yerleşmeye çalışıldı. Ne var ki şirket buralarda tutunamadı ve bölgedeki ilk sömürgeler Pondichery ile Chandernagar’dan ibaret kaldı. 1756 yılında Avrupa’da patlak veren Yedi Yıl Savaşları, bunlar dahil Fransa’nın ilk sömürgelerini kaybetmesine sebep oldu ve 1763’te imzalanan Paris Antlaşması uyarınca Hindistan, Kanada ve Louisiana’daki bütün topraklar İngilizler’e bırakıldı. Bu tarihten sonra Doğu’da yalnız Çinhindi ile ilgilenen Fransa, özellikle 1858-1893 yılları arasında giriştiği askerî hareketler ve bazı yerli hükümdarların iç karışıklık ve çatışmalar yüzünden himayesine sığınmaları sonucu çeşitli imtiyazlar kazanarak bölgeye iyice yerleşti ve 1945’te bağımsızlıklarını kazandıkları halde bunu fiiliyata geçiremeyen Vietnam, Kamboçya ve Laos’taki hâkimiyetini 1954 yılına kadar sürdürdü (bk. ASYA [Sömürgecilik Dönemi ve Bağımsızlık]). Ancak 13 Mart - 7 Mayıs 1954 günleri arasında cereyan eden ve Fransız kuvvetlerinin General Vo Nguyen Giap kumandasındaki Vietnam ordusu karşısında Fransa tarihinin en trajik hezimetine uğradığı Dien Bien Phu Savaşı’ndan sonra Cenevre’de barış antlaşması imzalamak ve bölgeyi tamamen terketmek zorunda kaldı.
BİBLİYOGRAFYA
A. J. Toynbee, Survey of International Affairs 1925, London 1927, I, 125-163, 175-181, 406-439.
Eberhard, Uzak Doğu Tarihi, s. 276-283.
E. Sik, The History of Black Africa (trc. S. Simon), Budapest 1966, II, 71-78, 253-267.
S. H. Longrigg, Syria and Lebanon Under French Mandate, Beyrut 1968, tür.yer.
Türkkaya Ataöv, Afrika Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri, Ankara 1975, s. 121-131, 142-159, 171-183.
R. Luraghi, Sömürgecilik Tarihi (trc. Halim İnal), İstanbul 1975, s. 125-135, 176-180, 185-189, ayrıca bk. tür.yer.
L. E. Williams, Southeast Asia: A History, New York 1976, s. 149-152.
E. A. Boateng, A Political Geography of Africa, Cambridge 1980, s. 62-65.
M. Morsy, North Africa 1800-1900, New York 1984, s. 131-143, 150-165, 197-199.
Celâl Yahyâ, el-Âlemü’l-ʿArabiyyü’l-ḥadîs̱, Kahire 1985, II, 671-733; III, 597-641.
Jamil M. Abu’n-Nasr, A History of the Maghrib in the Islamic Period, Cambridge 1987, s. 249-262, 289-296, 328-354, 360-393.
P. S. Khoury, Syria and the French Mandate 1920-1945, London 1987, tür.yer.
B. G. Martin, Sömürgeciliğe Karşı Afrikada Sufi Direniş (trc. Fatih Tatlılıoğlu), İstanbul 1988, tür.yer.
C. Harrison, France and Islam in West Africa 1860-1960, Cambridge 1990, s. 11-23.
J. Fremeaux, Fransa ve’l-İslâm (trc. Hâşim Sâlih), Limasol 1991, tür.yer.
Ebü’l-Kāsım Sa‘dallah, el-Ḥareketü’l-vaṭaniyyetü’l-Cezâʾiriyye, Beyrut 1992, I-III.
K. M. Panikkar, Asia and Western Dominance, Kuala Lumpur 1993, s. 163-174.
M. E. Chamberlain, Sömürgeciliğin Çöküşü (trc. Recai Dönmez), Ankara 1993, s. 114-117.
J. J. Cooke, “Tricolour and Crescent; Franco-Muslim Relations in Colonial Algeria, 1880-1940”, IS, XXIX/1 (1990), s. 57-75.
The Cambridge Encyclopedia of Africa (ed. R. Oliver – M. Crowder), London 1981, s. 160-161, 178-180.
https://islamansiklopedisi.org.tr/fransa#5-ulkede-islamiyet
V. ÜLKEDE İSLÂMİYET
Fransa’nın İslâmiyet’le tanışması VIII. yüzyılın başlarına rastlar. Zaragoza’nın (Sarakusta) fethinden sonra Hür b. Abdurrahman kumandasındaki İslâm ordusu 717-718 yıllarında Pireneler’i aşarak Fransa topraklarına girdi. Hür b. Abdurrahman’ın yerine geçen Semh b. Mâlik de Fransa topraklarında ileri harekâta devam etti. Önce Septimania (Sebtimâniye) ve daha sonra müslümanlar için önemli bir askerî üs olan Narbonne’u (Arbûne) fetheden (720) Semh b. Mâlik ertesi yıl Aquitania düklüğünün başşehri Toulouse’u kuşattı. Burada şiddetli bir mukavemetle karşılaşan Semh b. Mâlik’in şehid edilmesi müslümanları zor durumda bıraktı. Ordunun sevk ve idaresini ele alan Abdurrahman el-Gāfikī Arbûne’ye geri dönmek mecburiyetinde kaldı. 721-726 yılları arasında gerçekleştirilen seferler sonunda müslümanlar hâkimiyetlerini Rhône vadisi ve Lyon’a kadar genişlettiler. 732 yılında Bordeaux’yu yağmaladıktan sonra Paris’in 150 km. güneyindeki Tours şehrine yaklaşan Abdurrahman el-Gāfikī, Poitiers’nin 20 km. kuzeydoğusunda daha sonraları müslümanların Belâtüşşühedâ adını verdikleri, bugün Moussais-la-Bataille denilen yerde Charles Martel kumandasındaki Frank kuvvetleri tarafından mağlûp edildi. Bu savaşla İslâm ordularının kuzeye doğru ilerlemeleri engellenince fetihler diğer yönlerde devam etti. 734 yılında Marsilya’nın 100 km. kuzeyinde bulunan Avignon, dokuz yıl sonra da Lyon ele geçirildi; ancak bu şehirlerdeki hâkimiyet uzun sürmedi. 793’te Pireneler’i tekrar geçen müslümanlar 846-869 yılları arasında daha çok Güney Fransa sahillerine yöneldiler, Arles bölgesindeki Camorgue’da bir liman kurdular ve Arbûne şehrini fetihleri için bir üs olarak kullandılar. 891’den 975’e kadar da Marsilya ile Nice arasında meydana getirdikleri kolonileri ellerinde tuttular. X. yüzyılın başlarında müslümanların Fransa topraklarında kurdukları ve Alman İmparatoru Otton tarafından yıkılan en içteki ticaret merkezleri, Alpler’in eteklerinde yer alan Sisteron ve Embrun’a kadar çıkmıştı. Fransa sahillerine yönelik en son İslâm akınları XI. yüzyılın başlarında görülür. Bugün hâlâ mevcudiyetini sürdüren Jabal al-Qila (Cebelülkal‘a), Lascar ve Lascaris (el-Asker), Lehez (el-Havz), Mascaras (Batı Cezayir’deki Muasker [Mascara] şehir adından), Barbaresco (Berberî), Batharam (Beytülharâm), Ramatuelle (Rahmetullah) ve Almanar (el-Menâre) gibi Arapça yer isimleri Fransa’daki İslâm varlığının yaşayan tanıklarıdır.
Ortaçağ Fransası, müslümanları fiilî varlıklarının yanında ilmî yönleriyle de iyi tanıyordu. Bu tanımada teolog, filozof, şair ve ilim adamı Raymond Lulle (ö. 1315) başta olmak üzere ileri gelen bazı İspanyol papazların yakından ilgilendikleri ve eğitimini gördükleri İslâm ilimlerini Fransa’da yaymalarının büyük etkisi olmuştur. İbn Hazm’ın 1027’de yazdığı Ṭavḳu’l-ḥamâme, Pireneler’in Fransa tarafında kullanılan kaynak eserler arasında yer alıyordu. Müzik, felsefe ve özellikle tıp alanlarında müslümanların bıraktığı tesirler çok büyüktür. Montpellier şehrini hâlâ tıp sahasında vazgeçilmez bir üniversite merkezi yapan Endülüs tıp ilmidir.
Fransa’da görülen ikinci büyük müslüman dalgasını, XVI. yüzyılda İspanyol engizisyonundan kaçarak Fransa’ya sığınan ve burada yerleşip Hıristiyanlığı kabul eden yaklaşık 100.000 kişi meydana getirmektedir. Bu müslümanlar yerli halka göre daha eğitimli ve daha kültürlü olduklarından Fransa’nın, Haçlı seferleri ve İslâm ülkelerine doğru gelişen merkantilist ve siyasî yayılma hareketleri henüz başlamadan önce dahi İslâmiyet’in tesiri altında kalmış bir ülke olduğu söylenebilir.
Fransa’nın müslümanlarla olan sıkı ticarî ve siyasî ilişkileri, özellikle Kanûnî Sultan Süleyman ve I. François’nın kurdukları ittifak sırasında eşine az rastlanır bir hıristiyan-İslâm iş birliği örneği teşkil etmiştir. I. François’nın Charles Quint’e (V. Karl) karşı bir İslâm devletiyle yaptığı ittifak, bir yerde Fransa’nın bugüne kadar İslâm ülkeleriyle yürüttüğü ilişkilerin esasını oluşturur. 1536’da Fransa’ya verilen ahidnâme ile Osmanlı sınırları içinde dinî, ticarî ve hukukî sahalarda önemli imtiyazlar tanınmış, böylece Fransız tüccar, misyoner ve diplomatları imparatorluğun en önemli merkezlerine yerleşerek müslümanları tanıma fırsatı bulmuşlardır. Napolyon’un Mısır’ı işgaliyle (1798) başlatılan İslâm ülkelerine hâkim olma siyaseti 1830’da Cezayir’de, daha sonra da diğer Mağrib ülkeleriyle Kara Afrika’da uygulamaya konulmuş ve bunun sonucunda Fransız pasaportu taşıyan müslüman nüfus çoğalmıştır. Müslüman sömürgelerin bağımsızlıklarına kavuşmasından sonra ise bu yeni ülkelerle Fransa arasındaki organik bağlar iktisadî, siyasî ve askerî iş birliğine dönüşmüş, bu durum bir yandan Fransa içinde müslüman cemaatlerin doğmasına, öte yandan II. Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen sanayi patlaması sebebiyle milyonlarca müslümanın Fransa’yı önce çalışma ülkesi, sonra da vatan olarak seçmesine yol açmıştır.
Bugün Fransa’da İslâm hüviyetiyle yaşayan nüfusun çekirdeğini, 1870’li yıllarda Kuzey Afrika’dan gelen ve eski Osmanlı tebaasından oldukları için “Turco” adıyla anılan ticaret erbabı teşkil etmektedir. Daha sonra işçilerle devam eden bu akın I. Dünya Savaşı başında 30-40.000 kişiye kadar yükselmiş, bu arada Fransız parlamentosuna ilk müslüman milletvekili de 1896 yılında Montarlier’den seçilmiştir. I. Dünya Savaşı’nda hem cepheye sürmek, hem de cepheye giden Fransız askerlerinin yerine fabrikalardaki işçi ihtiyacını karşılamak için önemli sayıda Mağribli Fransa’ya getirildi. Bu savaş sırasında Fransa’nın sömürgelerden getirdiği insan sayısının 800.000 ile 900.000 arasında olduğu ve bunların 125.000’ini Cezayirliler’in teşkil ettiği sanılmaktadır. Bu müslümanlardan 36.000 Mağribli ile (25.000’i Cezayirli) 30-35.000 Senegalli cephede öldü; bugün Fransa’da 30.000’den fazla müslüman askerin mezarı bulunmaktadır. Savaştan sonra şimdiki Fransız toprakları üzerinde 120.000 müslüman vardı. II. Dünya Savaşı’na kadar önemli bir artış göstermeyen Kuzey Afrikalı göçü, savaş içinde yine asker ve işçi ihtiyacını karşılamak için yoğunlaştırıldı. Savaşın ardından endüstride İtalyan ve Polonyalılar’ın yerini Cezayirli işçiler aldı. Ancak bu müslümanlar Fransızlarla aynı haklara sahip değillerdi ve hem Fransa’da hem Cezayir’de ayrı idarelere bağlı bulunuyorlardı. Fransa ancak 1958’de Charles de Gaulle’ün, “Fransa’da tek bir kategori insan yaşıyor” sözünden sonra Cezayir’le beraber 10 milyonluk bir müslüman toplumuna sahip olduğunu resmen kabul etmiştir.
Fransa, 1962 yılında Cezayir’in bağımsızlığını elde etmesi üzerine bir anda yeni ve öncekilere göre çok daha fazla sayıda bir müslüman akınına uğradı. Daha çok, bağımsızlık savaşı sırasında Fransız ordusunda asker (harki) veya güvenlik güçlerine yardımcı milis olarak görev yapanlar, memurlar, milletvekilleri ve diğer iş birlikçilerden meydana gelen bu Cezayirliler aileleriyle beraber Fransa’ya sığındılar. Birçoğu kamplara yerleştirilen ve şu anda 1,5 milyonluk bir cemaat teşkil ettikleri sanılan bu müslümanların hâlâ Fransız vatandaşlarının bütün haklarına yeterince ulaşabilmiş oldukları söylenemez. İkinci nesil, bugün babalarının Cezayir’e karşı taşıdığı ihanet, Fransa’ya karşı eziklik duygusundan kurtularak Fransız toplumu içinde gerçek yerini almaya çalışmaktadır. Bu cemaatlere, yeni doğan çocuklarla iltica ve çifte vatandaşlık gibi yollardan Fransız uyruğuna giren müslümanları, özellikle evlilik yoluyla ve René Guénon (Abdülvâhid Yahyâ), Louis Massignon, Muhammed Hamîdullah ve Roger Garaudy gibi müslüman veya İslâmiyet hayranı aydınların tesirinde kalarak İslâm’ı seçen 100.000 civarında Fransız mühtedisini de ilâve etmek gerekir. Yalnız bu sayılar dahi Fransa’da İslâmiyet’in, Protestanlık ve Yahudilik’ten (her biri 700.000 kişi) çok daha önde gelen bir din durumunda olduğunu göstermektedir. Öte yandan müslümanların büyük bir kısmını Fransa’da işçi statüsünde bulunan yabancılar teşkil etmekte ve ülkede 820.000 Cezayirli, 450.000 Faslı, 240.000 Türk, 200.000 Tunuslu, 100.000 civarında Kara Afrikalı ve sayıları daha az miktarlarda olan Ortadoğulu ve İranlı müslüman bulunmaktadır. Bu rakamlar, Fransa’da toplam 4 milyon civarında bir müslüman nüfusun yaşadığını ortaya koymaktadır. İstatistik rakamlarının kesin olmayışı, nüfus sayımlarında laiklik sebebiyle kişilere dinlerinin sorulmamasından ve valiliklerin tuttuğu kayıtlarda da sadece yabancı nüfusun belirtilip dinleriyle ilgili herhangi bir bilgiye yer verilmemesinden ileri gelmektedir. Müslümanların % 90’ı, endüstrinin yoğun olarak bulunduğu Ile-de-France (Paris ve civarı), Rhône-Alpes (Lyon ve civarı), Provence-Alpes-Côte-d’Azur (Marsilya ve civarı), Nord-Pas-de-Calais (Lille ve civarı), Alsace ve Lorraine bölgelerinde toplanmıştır; ayrıca kuzeybatıda Seine-Maritime (Normandiya) ilinde ve Bordeaux’da da önemli miktarda müslüman yaşamaktadır.
1973 petrol krizinden sonra diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Fransa’da da iktisadî büyüme bir anda durdu ve 1974’ten itibaren yabancı işçi alma politikasına son verildi. Aynı zamanda müslüman cemaatlerinin artık kalıcı oldukları anlaşıldığı için hükümet, yeni kurulan Göçmenler Bakanlığı vasıtasıyla bu grupların çeşitli ihtiyaçlarına cevap vermeye yönelik bir dizi tedbir aldı. Radyo ve televizyonda dinî programlara yer verilmesi, müslüman mezarlıkları kurulması, bayram günlerinde izin kullandırılması, okullara İslâm kültürü dersleri konulması ve özellikle ibadet yerlerinin açılmasına yardım edilmesi şeklinde özetlenebilecek olan bu tedbirler müslümanların uzun mücadelelerden sonra elde edebildikleri bazı haklardır. Buna rağmen teşkilâtlanma konusundaki hukukî engeller ancak 1981’de kalkmıştır. Daha önce yabancılar dernek kurabilmek için valinin özel iznini almak zorunda oldukları halde, bu tarihten sonra onlar da bir Fransız gibi her türlü dinî veya kültürel derneği kurup faaliyet gösterebilme hakkını elde etmişlerdir. Böylece 1981’e kadar 250 civarında olan ülkedeki cami ve mescid sayısı kısa sürede büyük bir artış kaydederek 1000’e yaklaşmıştır. Sadece 1981 ve 1982 yıllarında gayesi İslâm kültürünü yaymak, eğitim ve öğretim imkânları bulmak, cami yaptırmak ve yaşatmak, müslümanlar arasında yardımlaşmayı sağlamak, gıda ve mezar işleriyle ilgilenmek olan 200 dernek kurulmuştur. Bu arada, 1981 yılında esen hürriyet havasında devlet tekelinden çıkan radyo yayınlarında da müslümanlar önemli yerler işgal ettiler. Şu anda Fransız toprakları üzerinde müslümanlara hitap eden Radio-Orient (Paris), Radio Trait-d’union (Lyon), Radio Gazelle (Marsilya) ve Radio-Figue (Rouen) gibi birçok istasyon mevcuttur.
İslâmî hayatın Fransa’da gerçek yerini bulmasında ve Fransız toplumunun bir parçası haline gelmesinde Fransız müslümanlarının rolü büyüktür. Seçme ve seçilme hakkına sahip olan bu müslümanlar baskı grupları oluşturarak çeşitli hakların teminini sağlamışlardır. Bugün 300 civarında belediye meclisinde başkanlık veya üyelik mevkiine gelmiş olan Fransız müslümanlarının camilerin yapımında ve dindaşlarının diğer ihtiyaçlarının karşılanmasında oynamış oldukları rol her gün biraz daha artmaktadır. Ancak 4 milyon civarında müslümanın bulunduğu Fransa’da İslâm’ın daha çok söz sahibi olabilmesi için çeşitli cemaat ve derneklerin gösterdikleri bir federasyon halinde birleşme gayreti, Fransız hükümetinin de muhatap bulma bakımından bu yolu tercih eder görünmesine rağmen şimdiye kadar müsbet bir neticeye ulaşamamıştır. 147 derneğin bir araya gelerek meydana getirdiği, Fransa’nın güneyini içine alan Union des Organisations Islamiques de France (23 Mayıs 1988), Fransa çapında böyle bir kuruluşun oluşabileceği kanaatini uyandırmaktadır. Bu tür bir federasyonun, özellikle 1993’ten itibaren Avrupa Topluluğu’nu meydana getiren ülkeler arasındaki sınırların ortadan kalkmasından sonra, İslâm’ın bu kıtadaki yeni ağırlığını göz önünde tutarak “Avrupa müslüman vatandaşı”nı ortaya çıkarmak açısından üstleneceği sorumluluk taşıdığı önemi arttıracaktır.
Fransa’da sendikacı, iş veren, dernek üyesi, belediye meclisi üyesi, özel radyo ve gazete sahibi, üniversite mensubu vb. olan müslümanlar, bu özellikleri ve mesuliyetleriyle bir asimilasyona doğru değil bir entegrasyona doğru gitmektedirler. Fransa, iki asırdır çeşitli ülkelerden gelen hıristiyan kültürüne sahip milyonlarca insanı potasında eriterek onları Fransızlaştırmıştır. Ancak şimdi, tarihinde ilk defa tamamen eritilmeye uygun olmayan cemaatlerle karşı karşıya bulunduğu ve ülkede İslâm’a da yer ayırmak gerektiği kanaatine vardığı için bir yandan yeni stratejiler oluşturmak, öte yandan da bazı laik kanunları yeniden gözden geçirmek mecburiyetinde kaldığını hissetmektedir.
Fransa’daki cami ve mescidlerin çoğu ancak 30 ile 300 kişi arasında değişen kapasiteye sahiptir. Müslüman ülkelerin gönderdikleri din görevlileriyle desteklenen bu ibadethânelerin yalnız Paris ve civarıyla Marsilya ve Lille’de bulunan beşinin “ulucami” vasfını taşıdığı, diğerlerinin ise sadece altı tanesinin 600 kişilik bir cemaati içine alabilecek ölçüde olduğu görülmektedir. Fransa’da cami yapımı hâlâ çok önemli engelleri aşmak zorundadır. Belediyelerin şehircilik yönünden ileri sürdükleri bahaneler yanında ırkçılıktan kaynaklanan ve zaman zaman şiddet gösterisine dönüşen engellemeler, sözlü ve yazılı olmanın da ötesinde bazan camilerin bomba ile tahrip edilmesine kadar gitmektedir. Yalnız Fransa’daki camilerin en eskisi ve en muhteşemi olan Paris Camii kuruluşu sırasında engellemelerle karşılaşmamış, zamanın politikası gereği Fransız hükümeti ve Paris Belediyesi’nin maddî, mânevî katkılarıyla yapılmıştır.
Paris’te büyük bir cami inşa etme fikri, 1895 yılında Sultan II. Abdülhamid ve Mısır Hidivi II. Abbas Hilmi tarafından ortaya atılmış, fakat planlar yapıldığı halde proje uygulama safhasına konulamamıştı. I. Dünya Savaşı sırasında Fransız hükümeti, Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmış olan Araplar’a ve özellikle Mekke Şerifi Hüseyin’e hoş görünmek için yaptığı çeşitli jestler yanında Paris’te bazı küçük mescidler inşa ettirdi ve ayrıca büyük bir cami inşası fikrini yeniden ortaya attı. Fakat bu proje de hemen uygulama alanına konulamadı ve ancak savaştan sonra, Fransa için canlarını feda eden binlerce müslümana minnet borcunun ödenmesi mecburiyeti ortaya çıktığında ciddiyetle ele alındı (1921). Caminin inşaat masraflarının büyük bir kısmı Fransız hükümeti tarafından karşılanırken Paris Belediyesi, Fas sultanı ve çeşitli Arap ülkeleriyle Türkiye de önemli katkılarda bulunmuşlardır. Uzun zaman Kuzey Afrika’da görev yapmış olan Mareşal Lyautey’in gayretleriyle ve onun gözetimi altında, Endülüs mimari stilinde inşa edilen Paris Camii ve İslâm Enstitüsü 1926 yılında hizmete açıldı; idaresine de “Fransa müftüsü” gibi görülen Abdülkādir b. Garbit getirildi. Fransa’nın sömürgeler yönetiminde söz sahibi olan ve bu konuda çeşitli eserleri bulunan Mareşal Lyautey’in telkinleriyle caminin inşasına izin veren ve yardım eden hükümet, bunun İslâm ülkeleriyle yürüttüğü yakınlaşma politikasına yardım edebileceğine inanıyordu. Hatta kuruluşun başına getirilen Abdülkādir b. Garbit İslâm ülkeleri için tayin edilmiş serbest bir diplomat gibi görev yapıyor, ayrıca sömürgelerdeki geleneklerine bağlı eşraf ve ulemâ da bu cami yoluyla memnun edilmeye çalışılıyordu. Cezayir Savaşı’nın en sıcak döneminde (1957) yöneticiliğe getirilen Şeyh Ebûbekir Hamza da uzun süre Fransız hükümetinin müslümanlar üzerindeki nüfuzunu koruma hususuna dikkat etmiştir. Cami, Cezayir’in istiklâlini kazanmasından sonra bu ülke ile olan ilişkilerde bir nüfuz merkezi olarak kullanılmış ve 1982’de görevinden ayrılan Ebûbekir Hamza’nın yerine yine Cezayirli Şeyh Abbas tayin edilmiştir. Kuruluşundan itibaren “Fransa’nın camii” olmak şaibesinden kurtulamayan Paris Camii müslüman halk açısından umulan işlevi yerine getirememiş, ülkedeki müslümanları bir çatı altında toplayamadığı gibi eğitim-öğretim, mezarlık temini, siyasî katılım vb. önemli meselelerinde pek azına cevap verebilmiş ve bulunduğu yere herhangi bir biçimde İslâmî hüviyet kazandıramamıştır.
BİBLİYOGRAFYA
Hitti, İslâm Tarihi, III, 785-793.
Saibi, Guide pratique du musulman en France, Paris 1984.
A. Krieger-Krynicki, Les musulmans en France: Religion et culture, Paris 1985.
Abdelmalik Sayad, “Islam et immigration en France: Les effets de l’immigration sur l’Islam”, L’Islam en Europe à l’époque moderne, Paris 1985, s. 239-312.
F. Lamand, L’Islam en-France, les musulmans dans la communauté nationale, Paris 1986.
C. Withol de Wenden, Citoyennete, nationalite et immigration, Paris 1987.
B. Étienne, L’Islamisme radical, Paris 1987.
a.mlf., La France et l’Islam, Paris 1989.
G. Kepel, Les Banlieus de l’Islam, naissance d’une religion en France, Paris 1987.
a.mlf., Les Banlieus de l’Islam, Paris 1989.
L’Islam en France: Islam, état et société (ed. B. Étienne), Paris 1991.
Manfred W. Wenner, “The Arab/Muslim Presence in Medieval Central Europa”, IJMES, XII/1 (1980), s. 59-79.
S. M. Fakhruddin, “Muslims in France: A Case Report”, JIMMA, II/2-III/1 (1980-81), s. 122-128.
Faruk Bilici, “Fransa’da İslâm”, İTED, VIII (1984), s. 177-203.
R. Leveau, “Présence musulmane en France”, Etudes, Paris 1986, s. 589-602.
Jean-François Legrain, “Islam en France”, Esprit, sy. 119, Paris 1986, s. 1-25.
Hasan Gai Eaton, “Islam in France”, IQ, XXXIII/4 (1989), s. 277-281.
https://islamansiklopedisi.org.tr/fransa#6-fransada-islam-arastirmalari
VI. FRANSA’DA İSLÂM ARAŞTIRMALARI
Şarkiyat ve İslâm’la ilgili çalışmaların önemli merkezlerinden biri olan Fransa’da bu tür faaliyetler, önceleri yalnız Endülüs üniversitelerinde okutulan Arapça’nın XII. yüzyıldan itibaren eğitim programına alınmasıyla başladı; daha 1117’de Reims ve Chartes şehirlerindeki dinî okullarda Arapça öğretildiği bilinmektedir. 1170 yılında Papa III. Innocentius’un gayretiyle Paris’te ve arkasından da Toulouse’da Arapça ve İslâm kültürüne yönelik ilimlerin öğretimine başlandı. Bu sürecin XIII. yüzyılda özellikle siyasî ve dinî sebeplerle hızlandığı görülür. 1270 yıllarında Fransisken tarikatına mensup İngiliz Roger Bacon, De utilitate grammaticae adlı kitabında bütün Avrupa’ya hitap ederek ortak dilleri olan Latince’nin dışında kalan dilleri, özellikle sahip bulundukları ilimlerin çoğunun İslâm dünyasından geldiğini göz önünde tutarak bu ilimlere dair kitapların yazıldığı dilleri öğrenmek gerektiğini vurguluyor, ayrıca kiliseye hitaben de Haçlılar’ın işgal ettikleri topraklardaki bu “barbar” dilleri konuşan “imansız” yerli halka yakınlaşabilmenin tek yolunun dillerini öğrenmek olduğunu söylüyordu. Bunun dışında ticaret, idare, hukuk, diplomasi gibi sahalarda da İslâm dünyasında konuşulan dillerin bilinmesi gerekiyordu. Bir başka önemli sebep de insanlara kendi dilleriyle hitap ederek Hıristiyanlığı sevdirmek ve mümkünse onları dinlerinden döndürmekti. R. Bacon ve özellikle İtalyan papaz Montecroceli Ricoldo’nun koyduğu prensipleri bu açıdan değerlendirmek gerekir. Ricoldo, bir misyonerin irşad sırasında tercüman kullanmasının tebliğin etkili olması bakımından sakıncaları üzerinde durmuş ve tarikat mensuplarının yabancı dil öğrenmesi gereğini vurgulamıştır. 1248 yılında Papa IV. Innocent, Ortadoğu’dan Arapça ve diğer Doğu dillerine tam anlamıyla hâkim on öğrencinin getirilip burs verilerek Paris Üniversitesi’nde teoloji okutulduktan sonra Hıristiyanlığı öğretmek için Arapça konuşulan ülkelere gönderilmesini istemiştir. Bu düşünce, daha önce Papa III. Innocent’in İstanbul’da Parisli öğretmenlerin ders verecekleri bir din okulu açılması projesiyle paralellik göstermektedir. Papa IV. Clement de bu bursları iki katına çıkararak Hıristiyanlığın müslümanlara tebliğini daha esaslı temellere oturtmaya çalışmıştır.
Viyana Konsili (1311-1312), üyelerinden Raymond Lulle’ün tavsiyesine uyarak Bologne, Oxford, Salamanque, Vatikan ve Paris üniversitelerinde Arapça, İbrânîce, Süryânîce ve Yunanca öğretilmesi için kürsü açılmasını kararlaştırdı. Böylece Fransa’da güneydeki Avignon’un yanı sıra Paris’te de üniversite seviyesinde Arapça öğretimine başlanmış oldu (1317); daha sonra da bunlara Bordeaux’da (1441), yine Paris’te (1530, Collège de France) ve Sorbonne’da (1530) yeni kürsüler ilâve edildi. 1669’da ünlü devlet adamı Jean-Baptiste Colbert, Ecole Nationale des Langues Orientales (bugünkü Institut National des Langues et Civilisations Orientales) adını verdiği ilk müstakil Doğu dilleri okulunu açtı ve bu okul Fransız İhtilâli’nden sonra Direktuvar idaresi döneminde yeni bir statüye kavuşturularak müslüman ülkelerine gidecek elçi, konsolos, tüccar ve şarkiyatçı gibi kişilerin Doğu dillerini öğrenebilecekleri ve İslâm dünyasıyla ilgili toplu bilgileri alabilecekleri bir yüksek okula çevrildi (1795). Arapça, Türkçe ve Farsça gibi temel dillerin yanında İbrânîce, Süryânîce ve Ermenice gibi diğer Doğu dillerinin de öğretildiği bu yüksek okulla Fransa âdeta bütün Avrupa’nın şarkiyat araştırmaları merkezi haline geldi.
XIX. yüzyılın başında Paris’teki üç ayrı eğitim kurumunda Arapça öğretiliyordu ve dersler Collège de France’da Jean-Jacques Antoine Caussin de Perceval, Ecole Nationale des Langues Orientales’de Silvestre de Sacy ile (edebî Arapça) Raphael de Monachis (halk Arapça’sı) ve Ecole des Jeunes de Langue’da Auguste Chayolle tarafından yürütülüyordu. XIX. yüzyılda şarkiyat ve İslâm ilimleri alanlarında eser verenlerin çoğu bu müesseselerde görev yapan hocalardı. 1807’de Silvestre de Sacy, Fransa’nın İslâm dünyasına açılan kapısı durumundaki Marsilya’da müstakbel Levanten tüccarlara Arapça öğretilmesi için bir kurs başlattı ve Napolyon’un Mısır seferinde büyük yardımları görülen Kıptî papazı Gabriel Taoul’ü buraya tayin ettirdi. Dil alanındaki gayretler her şeyden önce tercüme yayınların doğmasına yol açtı. Önceleri daha çok Avrupa’da yaşayan Mûsevîler’le Doğu’ya yerleşmiş bazı Batılılar’ın ilgilendikleri çeviri işlerini bu okullarda yetişmiş olan bilim adamları yürütmeye başladı ve onların yalnız tercüme ile yetinmeyerek özellikle İslâm klasiklerini tenkitli metin çalışması şeklinde ortaya koymaları sonucu şarkiyatçılığın bir dalı olan İslâm araştırmaları ortaya çıktı. Fransa’da, diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi şarkiyatçılığı besleyen önemli bir kaynak seyahatnâmelerdir. İlkçağ’da bazı örneklerine rastlanan ve Ortaçağ’da sayıları gittikçe artan seyahatnâmeler, Doğu’nun egzotik hayatını merak eden geniş okuyucu çevrelerine ulaşma imkânı bulabilmiş, böylece Avrupa’da bu türde bir literatür doğmuştur. XIV-XVI. yüzyıllar arasında Osmanlı Devleti’ne seyahat yapan 449 kişiden kırk üçünün Fransız olduğu ve Fransızlar’ın bu sayı ile İtalyanlar ve Almanlar’dan sonra üçüncü sırayı teşkil ettiği görülmektedir (Yerasimos, s. 9).
Fransa’nın ilk büyük şarkiyatçısı olarak kabul edilen, Collège de France’ın ilk Arapça hocası Guillaume Postel (ö. 1581) Doğu’ya geziler yapmış, Türk milleti ve dili üzerindeki incelemelerini yayımlamıştır ki (De la république des turcs, Poitiers 1560; Des histoires orientales et principalement des turks, Paris 1575) bunlar alanının ilk örnekleridir. Birçok Batı dilinin yanında Arapça, Ârâmîce, Süryânîce, İbrânîce ve Türkçe bilen Postel’in kitaplarından biri de Grammatica arabica’dır (Paris 1538-1539). XIV. Louis zamanında Doğu dilleri tercüme kâtipliği yapan Barthélemy d’Herbelot’nun (ö. 1695) hazırladığı Bibliothèque orientale (Paris 1697, 1781-1783; Maastricht 1776; La Haye 1777-1779) adlı eser İslâm ansiklopedilerinin ilk örneği sayılmaktadır. XVII. yüzyıldaki diğer büyük eserleri tamamlar mahiyette olan bu ansiklopedi Doğu’da ortaya çıkmış ilimlerden, müslümanların tarihî edebiyatı ve dinlerinden oldukça ayrıntılı biçimde bahseder. Bu devrin önemli araştırmacılarından Antoine Galland’ın kaleminden çıkmış olan önsözünde, d’Herbelot’nun birçok Arapça, Farsça, Türkçe kitabı okuduğu, bu üç dilde sözlükler yazdığı, İslâm tarih, coğrafya, ilâhiyat, müsbet ilimler ve sanat tarihine vâkıf olduğu ve bu ansiklopedinin “Âdem’den başlayıp günümüze kadar geldiği” vurgulanmaktadır. Geniş araştırmalarına ve bilgisine rağmen d’Herbelot da İslâmiyet, Hz. Peygamber ve Kur’an hakkında, o devir hıristiyanlarının sergilediği İslâm’a “din” sıfatını dahi lâyık görmeyen küçültücü ve hatta hakaret dolu tavırlarını yansıtmaktan kurtulamamıştır. Halbuki d’Herbelot, kendisinden sonra gelen Batı’nın bütün İslâm araştırmacıları tarafından tekrar tekrar okunmuş, üzerinde düşünülmüş, söylediklerinin çoğu benimsenmiş ve böylece o da A. Galland ve Silvestre de Sacy gibi Fransız şarkiyatçılığına şekil verenlerden biri olmuştur. XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinin en verimli şarkiyatçısı, birçok defa Ortadoğu ülkelerine seyahat etmiş ve İstanbul’da da kalmış olan Galland’dır. Eski sikkeler üzerine yazdığı makale ve kitaplar dışında özellikle La mort du sultan Osman ou le retablissement de Mustapha sur le throsne (Paris 1678), Paroles remarquables, les bons mots et les maximes des orientaux, traduits de leurs ouvrages arabes, persans et turcs, avec des remarques (Paris 1694), Les mille et une nuits, Contes arabes, traduits en français (I-XII, Paris 1704-1717) adlı eserleri İslâm araştırmalarına yönelik önemli bir çığır açmıştır.
Fransız şarkiyatının ilgilendiği temel meselelerden biri İslâm tarihidir. Bu alanda XVIII. yüzyıldan itibaren önemli eserler kaleme alındığı ve önceleri yapılan çalışmalarda, İslâm kültürünün halen yaşayan veya geçmişte kalan bir kültür olup olmadığı sorusuna cevap arandığı görülür. İlk defa İslâm medeniyetinin tarihini yazma denemesi, Moeurs et usages des turcs, leur religion, leur gouvernement civil, militaire et politique avec un abrégé de l’histoire ottomane (Paris 1747-1748) adlı kitabı ile, kahramanlık hikâyelerine az yer vererek daha çok tarihî olayların ve İslâm toplumunun tahlilini yapan Guer’den geldi. O dönemde her yönüyle İslâm medeniyeti üzerine en başarılı çalışmayı yapan kişi ise İstanbul doğumlu Ermeni asıllı olduğu halde eserini Fransızca yazdığı için Fransız şarkiyatçılığı içinde mütalaa edilen Ignatius Mouradgea d’Ohsson’dur (ö. 1807). İstanbul’da uzun süre yaşayan ve bir sosyolog-ilâhiyatçı-hukukçu gibi çalışan d’Ohsson, İslâm dinini ve Osmanlı Devleti’ni şarkiyatçı gibi değil bir Osmanlı vatandaşı gibi tahlil etmiştir. Hâlâ güncelliğini koruyan kitabı Tableau général de l’Empire Othoman (I-III, 1787-1820; I-VII, 1788-1824), verdiği bilgilerin ayrıntılı ve doğru olmasıyla tanınır. Yine XVIII. yüzyılda Fransa’da yetişen şarkiyatçılardan François Pétis de la Croix (ö. 1713) Kanûnî Sultan Süleyman’ın kanunnâmesini yayımladı: Canoun-name ou inédits de Sultan Soliman concernant la police de l’Egypte (Dijon, ts.); Canon du Sultan Soleiman II... (Paris 1735). J. de Guignes (ö. 1800) tarih çalışmalarıyla tanındı ve Histoire générale des huns, turcs, mongols et autres tatares occidentaux (Paris 1758-1765) adında hacimli bir eser kaleme aldı; Hüseyin Cahit (Yalçın) bu eseri Hunlar’ın, Türkler’in, Moğollar’ın ve Daha Sair Tatarlar’ın Târîh-i Umûmîsi (I-VIII, İstanbul 1923-1925) adıyla Türkçe’ye tercüme etmiştir. İslâm tarihiyle ilgilenenlerden L. Leuges de (ö. 1824) Târîh-i Timurlenk’i tercüme ederek Instituts politiques et militaires de Timur Lang adıyla yayımladı (Paris 1787).
XVIII. yüzyılda Fransız şarkiyatçılığı, İslâm dinini ve tarihini bütün sınırları ile kuşatabilecek birikime sahipti. Fakat buna rağmen Aydınlanma dönemi denilen bu asırda da İslâmiyet’e hücumların devam ettiği, hatta yüzyılın başında Hz. Peygamber’e “şeytanın elçisi” diyebilecek kadar ileri giden M. Ladoire gibi yazar ve seyyahların (Voyage fait à la Terre Sainte en l’année MDCCXIX, contenant la description de Jérusalem, tant ancienne que moderne, avec les moeurs et les coutumes des turcs, Paris 1720, s. 374) olduğu görülür. Ancak daha sonra “yalancı peygamber” yerine “kanun koyucu” sıfatı öne geçirilmiş, Hz. Peygamber’in getirmiş olduğu prensiplerin evrenselliği ve hatta pozitivistliği üzerinde önemle durulmuştur. François Henri Turpin’in yazdığı Histoire de la vie de Mahomet’in (Paris 1773) alt başlığı “Arabistan’ın Kanun Koyucusu”dur (législateur de l’Arabie). Öte yandan filozof Jean-Jacques Rousseau, 1762’de yayımladığı Du Contrat social’i ile âdeta Hz. Muhammed’in bir propagandisti haline gelmiştir. Türkler’e karşı büyük bir hınç duymasına rağmen Voltaire de aynı şekilde kendisinden önce İslâm konusunda yazan tarihçi ve seyyahların aksine Hz. Peygamber’in ve Araplar’ın kısa bir zaman dilimi içinde gerçekleştirmiş oldukları büyük İslâm imparatorluğunun hayranı idi. Her ne kadar bütün Fransız yazarları gibi Voltaire de Araplar’ı “barbar”, Hz. Muhammed’i “yalancı” olarak nitelendiriyorsa da hiç olmazsa İslâm’ın Hıristiyanlığa göre müsamahakâr, sade, insanî ve barış sever olduğunu kabul ediyordu. Hatta Fransız İhtilâli’nin fikrî hazırlayıcıları, Katolik mezhebinin katı kurallarına karşı olumsuz tutumlarını daha iyi ifade edebilmek için muhtevasında müstebit idarelere karşı hürriyet mücadelesinin izleri görülen İslâm’ı sempatiyle karşılamışlardır. Fakat ihtilâlden sonra bu sempatiden iz kalmamış ve siyasette Mısır’ı “barbar müslüman Türkler’in elinden kurtarmak” gibi ucuz kahramanlıklara, şarkiyatçılıkta ise Ernest Renan’da olduğu gibi köhnemiş, yanlı, tutucu ve ırkçı nazariyelere dönülmüştür.
Fransa’daki XVIII. yüzyıl İslâm araştırmalarının en büyük temsilcisi ve modern şarkiyatçılığın kurucusu Silvestre de Sacy’dir (ö. 1838). Napolyon İmparatorluğu’nun Doğu politikasında önemli bir yeri olan Sacy hemen bütün Batı dillerinin yanında Arapça, Farsça, Türkçe, Süryânîce ve İbrânîce’yi de öğrenmiş, uzun yıllar Paris Bibliothèque Nationale’de açılan Doğu Dilleri Okulu’nda Arapça-Farsça hocalığı ve müdürlük yapmıştır. Halen Fransız şarkiyatında önemini koruyan Société Asiatique’in ve yayın organı Journal Asiatique’in de kurucusu odur. Beş defa Académie Française’e başkan seçilen Sacy Arap dili ve edebiyatı, İslâm ülkelerinin tarihleri, coğrafyaları gibi konular üzerine pek çok kitap kaleme almış, çeşitli ortak yayınlara katkıda bulunmuş ve ayrıca ilmî dergi ve ansiklopedilere yüzlerce makale yazmıştır. Başlıca eserleri arasında Grammaire arabe (I-II, Paris 1810-1831), Le Livre de Calila et Dimna (Paris 1816) ve Mémoires sur diversévenements de l’histoire des arabes avant Mahomet (Paris 1785) sayılabilir.
Fransa’da İslâm araştırmaları XIX ve XX. yüzyıllarda büyük gelişme kaydetti. Napolyon’un Mısır’ı işgaliyle başlayan İslâm ülkelerine hâkim olma siyaseti müslümanları tanıma, bu amaçla Arapça, Türkçe, Farsça öğrenme ve İslâm üzerine çalışma gereğini doğurmuştur. Mısır seferine katılan ve burada bazı araştırmalar yapan Jean-Joseph Marcel, Mısır tarihi ve halkı üzerine çeşitli kitap ve makaleler yayımladı. İslâm’la ilgili en önemli eseri, Mısır’ın Araplar’ın fethiyle Fransız işgali arasındaki uzun dönemini işlediği Histoire de l’Égypte depuis la conquête des arabes jusqu’à celle des français (Paris 1834) adlı çalışmasıdır. İlimler tarihiyle ilgilenen Jean-Jacques Sédillot, Merrâküşî’nin Câmiʿu’l-mebâdî’sinin ilk yarısını Traité des instruments astronomiques des arabes adıyla Fransızca’ya çevirdi ve bu çeviri ölümünden sonra Arapça aslıyla birlikte yayımlandı (I-II, Paris 1834-1835). XIX. yüzyılın ilk yarısında eser veren şarkiyatçılardan İslâm öncesi Araplar’ının tarih ve coğrafyası üzerinde çalışan F. Fresnel ile Arap dili ve edebiyatı alanında araştırmalar yapan S. Munk, Muhammed b. Ömer et-Tûnisî’nin Teşḥîẕü’l-eẕhân adlı kitabını Voyage au Darfour (Paris 1845) adıyla tercüme edip yayımlayan A. Perron ve Ağlebîler üzerinde yazdıklarıyla tanınan A. N. Desverges en başta zikredilmeye değer isimlerdir. Sacy’nin yanında yetişen Pierre-Amédée Jaubert, Şerîf el-İdrîsî’nin el-Kitâbü’r-Rucârî’sini Fransızca’ya tercüme ederek Géographie d’Édrisi, traduite de l’arabe en français adıyla yayımladı (Paris 1836-1840); fakat bu tercüme çeşitli yanlışlar içerdiğinden çok eleştirilmiştir. Jaubert’in ayrıca Voyage en Arménie et en Perse, fait dans les années 1805 et 1806 (Paris 1821) ve Eléments de la grammaire turque (Paris 1823-1834) adlı eserleri bulunmaktadır. Etienne-Marc Quatremère Arap edebiyatı, tarihi ve coğrafyası üzerine yaptığı çalışmaları ve tercümeleriyle tanınmıştır; en önemli tercümeleri İbn Haldûn’un Muḳaddime’si (Prolégoménes d’Ibn Khaldoun, I-III, Paris 1858), Makrîzî’nin es-Sülûk li-maʿrifeti düveli’l-mülûk (Histoire des sultans mamlouks de l’Égypte, I-II, Paris 1837-1844) ve Reşîdüddin’in Câmiʿu’t-tevârîḫ’inin ilk cildinin Moğollar’la ilgili bölümüdür (Histoire des Mongols de la Perse, Paris 1836). Sacy’nin öğrencilerinden Joseph-Toussaint Reinaud da coğrafya, edebiyat ve sanat tarihi alanlarında eserler verdi. En önemli çalışması Ebü’l-Fidâ’nın Taḳvîmü’l-büldân’ından Fransızca’ya yaptığı tercüme olup iki ayrı cilt halinde yayımlanmıştır (Géographie d’Aboulféda, I-II, Paris 1840, 1848). Eserin I. cildi İslâm dünyasındaki coğrafya çalışmalarının anlatıldığı uzun bir giriş niteliğindedir. II. cilt ise Taḳvîmü’l-büldân’ın Suriye bölgesine kadar olan kısmının Fransızca tercümesini içerir. Eserin kalan kısmı Reinaud’dan sonra M. Stanislas Guyard tarafından tercüme edilmiş ve 1883’te yayımlanmıştır.
XIX. yüzyılda Fransa’daki şarkiyat ve İslâmiyat çalışmalarına katkıda bulunanlardan Les séances de Hariri / Maḳāmâtü’l-Ḥarîrî (I-II, Paris 1847-1853), Les fables de Loqman le Sage (Berlin-London 1850) ve Essai sur l’histoire et la géographie de la Palestine... (Paris 1867) adlı kitapların sahibi J. N. Derenbourg; Essai sur les formes de pluriels en arabes (Paris 1867), Les manuscrits arabes de l’Escurial (I-III, Paris 1884-1928) ve La sciénce des religions et l’islamisme (Paris 1887) gibi önemli çalışmaları bulunan H. Derenbourg; Emir Syrien au 1er siècle de Croisades’ın (Paris 1886) sahibi G. Salmon; Arapça uzmanı ve Fables de Lokman (Paris 1846), Anecdotes musulmanes (Cezayir 1847), Exercices Pour la Lecture des manuscrits arabes (Paris 1853), Essai sur la littérature arabe au Soudan (Constantine 1856) gibi çeşitli kitapların yazarı J. A. Cherbonneau; Mes‘ûdî’nin Mürûcü’ẕ-ẕeheb’ini Fransızca’ya kazandıran (Les prairies d’or, I-IX, Paris 1861-1877) Barbier de Meynard; çalışmaları ve tezleri İslâm dünyasında büyük yankı uyandıran ve reddiyeler yazılan E. Renan ve C. F. Defrémery gibi isimleri de burada anmak gerekir.
Cezayir’in işgalinden bağımsızlığına kavuşmasına kadar geçen sürede Fransız şarkiyatı ve İslâmiyat’ı ülkeye çok önemli hizmetler vermiştir. İslâm araştırmaları bu devirde her zamankinden daha fazla siyasî mekanizmanın malzemesi haline geldi. Özellikle Almanlar’a karşı 1870 mağlûbiyeti Fransa’yı Afrika’ya ve Ortadoğu’ya yöneltti. Fransa’da âdeta bir coğrafyacılar ordusu yetişirken İslâm mistisizminde kurtuluş yolları arayan bir de şarkiyatçı nesli doğdu; Louis Massignon, Henry Corbin ve René Guénon bu neslin en tanınmış temsilcileridir. Massignon, E. Renan vasıtasıyla İslâm araştırmalarına başladı ve önceleri üç monoteist din arasındaki ortak yanlar üzerinde çalıştı; daha sonra incelediği Hallâc-ı Mansûr’un etkisinde kalarak tasavvuf ve İslâm sembolizmine yöneldi. Klasik İslâm araştırmalarının modern ihtiyaçlara cevap verecek durumda olmadığını, bu alanda çalışan ilim adamının bir ölçüde İslâm dünyası ile iş birliğine girmesi, hatta onunla bütünleşmesi gerektiğini ortaya koymaya çalıştı. Halen Fransız İslâmiyatının önemli temsilcileri olan Jacques Berque, Maxime Rodinson, Yves Lacoste, Roger Arnaldez, Massignon’dan değişik şekillerde de olsa etkilenmişlerdir.
XVII. yüzyılın ortalarında Andre du Ryer tarafından gerçekleştirilen Kur’an’ın Fransızca’ya ilk tercümesini (L’Alcoran de Mahomet, Paris 1647) XVIII, XIX ve XX. yüzyıllarda yenileri takip etti. Başlıcaları C. E. Savary (Le Coran, I-II, Paris 1783), A. de Biberstein Kazimirski (Le Koran, Paris 1840), E. L. Montet (Le Coran, Paris 1929), O. Pesle Ahmad Tidjani (Le Coran, Paris 1936), R. Blachère (Le Coran: Traduction nouvelle, I-II, Paris 1949-1950), Muhammed Hamîdullah (Le Saint Coran, Paris 1959), J. Grosjean (Le Coran, Paris 1972) ve H. Boubakeur’ün (Le Coran, I-II, Paris 1972) tercümeleridir. Bunların hepsinin, özellikle du Ryer, Kazimirski, Savary ve Hamîdullah’ın eserlerinin Fransa içinde ve dışında çok sayıda yeni baskıları yapılmıştır. Fransızca Kur’an tercümelerinin tamamının iyi niyetli ve tarafsız çalışmalar olduğu söylenemez. Meselâ R. Blachère’in tercümesinin yer yer keyfî yorumlar ihtiva ettiği ve bundan dolayı eleştiri aldığı bilinmektedir.
XX. yüzyıl birbirine zıt siyasî teori ve uygulamalar dönemi oldu. Laiklik fikrinin yaygınlaşması, kilisenin derin bir kriz içine girmesi ve biraz da Marksizm’in ve materyalizmin tehdidi, özellikle de “insanların ve halkların eşitliği” prensibi yerine “Ârî ırkın üstünlüğü” fikrini kabul ettirmeye çalışanların çıkardığı II. Dünya Savaşı’nın etkisiyle tek tanrılı dinlerin hâkim olduğu bölgeler, dolayısıyla Doğu ile Batı arasında bir yakınlaşma meydana geldi. Bu yakınlaşmanın sonucunda Fransa’ya yerleşen Muhammed Hamîdullah, Ali Merad, Muhammed Arkoun gibi müslüman araştırmacıların katkısı ve Fransa’nın İslâm ülkelerinde açtığı Institut Français d’Études Anatoliennes d’Istanbul; Institut Français d’Études Arabes de Damas, Institut Français d’Archéologie Orientale du Caire, Institut Français d’Iranologie de Tehran gibi kuruluşların yardımı ile hem İslâm araştırmalarının konuları ve coğrafî sahası genişledi, hem de müslüman ilim adamlarıyla kurulan iş birliği gelişti. Fransa’da malî sıkıntılara rağmen yürütülen İslâm araştırmaları ve İslâm ülkelerine yönelik eğitim ve öğretim büyük bir canlılık kazandı. XX. yüzyılda İslâm araştırmaları alanında eser veren başlıca ilim adamları şunlardır: P. Carsanova, F. Fagnan, G. Ferrand, E. Blochet, L. Bouvat, A. O. Bel, H.-P.-J. Renaud, G. Marcy, J. Sauvaget, W. Marçais, E. Lévi-Provençal, M. Goudefroy-Demombynes, G. Marçais, L. Massignon, J. Deny, H. Massé, H. Laoust, G. Vadja, Cl. Cahen ve V. Monteil.
Halen Fransa’da mevcut yetmiş iki üniversitenin yirmisinde başta Arapça olmak üzere çeşitli seviyelerde Farsça, Türkçe (Paris, Strasbourg, Aix-en-Provence, Lyon) ve Urduca öğretilmektedir. Bu üniversitelerde ve Institut National des Langues et Civilisations Orientales’de (INALCO) ayrıca İslâm tarih, coğrafya, iktisat, edebiyat, ilâhiyat, sosyoloji ve siyasal bilgileri hem okutulmakta, hem de araştırmalar sürdürülüp her yıl bu konular üzerine birçok tez çalışması yürütülmektedir. Fransız üniversitelerinde 1973-1987 yılları arasında yarısı Mağrib ülkelerine ve özellikle de Fas ile Cezayir’e dair olmak üzere Arap dünyası hakkında 6000 tez yapılmıştır. Fransa’daki İslâmiyat çalışmaları yapan kuruluşlar arasında, özellikle kültürel faaliyetleri ve yayınları ile önemli bir merkez haline gelen ve Fransız hükümeti ile Arap ülkelerinin birlikte finanse ettikleri Paris’teki Institut du Monde Arabe da yer almaktadır.
1989’da, Association Française pour l’Etude du Monde Arabe et Musulman’ın (AFEMAM) yayımladığı rehbere göre Fransa’daki yetmiş enstitü, merkez ve ekipte yer alan 900 civarında ilim adamı (arkeologlar hariç) çalışmalarını İslâm dünyasına (80 kişi Türk dünyasına) tahsis etmiş bulunuyordu. Araştırmaların sonuçları müstakil eserler halinde, çok zaman l’Harmattan, Geuthner, Maison Neuve, Sindbad gibi şarkiyat üzerinde ihtisaslaşmış yayınevleri tarafından veya ilmî kuruluşların müstakil dergilerinde yayımlanmaktadır. Bir kısmı dışarıda faaliyet gösteren araştırma kurumlarının yayımladıkları dergilerin en önemlileri şunlardır: Annales islamologiques (Kahire), Annuaire de l’Afrique de nord (Aix-en-Provence), Awal (Maison de Science de l’Homme, Paris), Bulletin d’études Orientales (Şam), Dossiers du CEDEJ (Kahire), Littérature orale arabo-berbere (CNRS, Paris), Maghreb Machrek (Documentation française, Paris), Peuples méditérranéens (Paris), Revue des mondes musulmans et de la Méditérranée (IREMAM, Aix-en-Provence), Anatolia Moderna / Yeni Anadolu (Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul), Anka, Revue d’art et de littérature de Turquie (Paris), Annales du Levant (Rennes), Cahiers d’études sur la Méditérranée orientale et le monde turco-iranien (Paris), Cahiers du monde russe et soviétique (Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales, Paris), Studia Iranica (Paris), Turcica: Revue d’études turques (Paris ve Strasbourg).
BİBLİYOGRAFYA
The “Opus majus” of Roger Bacon (ed. J. H. Bridges), London 1900, I, 66-69; III, 80-125.
H. Deherain, Orientalistes et Antiqiares, Silvestre de Sacy, ses contemporains et ses disciples, Paris 1938, s. 63-68.
M.-L. Dufrenoy, L’Orient Romanesque en France (1704-1789), Montreal 1946, I-II.
Voltaire, Essai sur les moeurs et l’esprit des nations, Paris 1963, I-II.
Necîb el-Akīkī, el-Müsteşriḳūn, Kahire 1964, I, 151-346.
İsmail Soysal – Mihin Eren, Türk İncelemeleri Yapan Kuruluşlar, Ankara 1977, s. 114-128.
E. Said, L’Orientalisme, l’Orient créé par l’Occident, Paris 1980.
Dix Ans de Recherche Universitaire Française sur le Monde Arabe et Islamique, Paris 1982.
S. Sellam, L’Islam et les Musulmans en France, Paris 1987.
Bedevî, Mevsûʿatü’l-müsteşriḳīn, tür.yer.
Abdallah Laroui, Islam et Modernite, Paris 1987.
H. Laurens, Les Origines Intellectuelles de l’Expédition d’Égypte, l’Orientalisme Islamisant en France, 1698-1798, Istanbul-Paris 1987.
T. Hentsch, L’Orient imaginaire, Paris 1988.
Annuaire des Chercheurs et Enseignants, 1989, Aix-en-Provence 1989.
Le Monde Arabe et Musulman au Miroir de l’Universite Française, Aix-en-Provence 1990-91, II-III.
D’un Orient l’Autre, Paris 1991, I-II.
Les Etudes sur le Monde Arabe et Musulman en France: Contribution à un état des lieux-propositions, Aix-en-Provence 1991.
S. Yerasimos, Les voyageurs dans l’Empire Ottoman (XIVe-XVIe siècles), Ankara 1991.
Mahmûd el-Mikdâd, Târîḫu’d-dirâsâti’l-ʿArabiyye fî Firensâ, Küveyt 1413/1992.
F. Georgeon, “Un journaliste français en Turquie à l’epoque des Tanzimat: Charles Mismer”, Presse Turque et Presse de Turquie (ed. N. Clayer v.dğr.), Istanbul-Paris 1992, s. 93-121.
H. Massé, “Les Études Islamiques en France, Depuis 1939”, Ar.O, XIX/1-2 (1951), s. 94-97.
A. Dondaine, “Ricoldiana. Notes sur les œuvres de Ricoldo da Montecroce”, Archivum Fratrum Praedicatorum, XXXVII (1967), s. 119-179.
Cl. Cahen – Ch. Pellat, “Les études arabes et Islamiques”, JA, CCLXI (1973), s. 89-107.
R. Santucci, “Middle East Studies in France”, MESA Bulletin, IX/3 (1975), s. 7-16.
J. Richard, “L’Enseignement des langues orientales en Occident au Moyen Age”, REI, XLIV (1976), s. 149-164.